28 Şubat 2023 Salı

Türk Soylu Halklarda Ruh, Ölüm Tasavvuru (Defin, Yas ve Şölenler)-5


Ölüler Diyarı


Altay halklarının ölümden sonraki hayata dair tasavvurları, cenaze defin adetlerinden anlaşılabilir. Ölen kişinin yanına yiyecek, giyecek, gündelik ev hayatıyla, mesleğine yönelik alet ve edavatın, silahların hâtta evcil hayvanların konuluyor olması, bütün bunların öbür dünyada da kullanılacağına ilişkin bir inancın hakim olduğunu göstermektedir. Potanin, Altaylıların kişinin öbür dünyada aynı bu dünyada yaşadığı şekilde yaşayacağına, yâni orada da hububat ekip, hayvan yetiştireceğine, sığır eti yiyip, içki içeceğine inandıklarını aktarırken, bu konuda bir Abakan Tatarı geçirdiği ağır bir hastalık esnasında ölen akrabalarının çadırlarını ve kıyafetlerini gördüğünü anlatmıştır. Buryat inançlarına göre, ölen kişinin ölüler ülkesinde sahip olacağı yiyecek, kıyafet v.b. yaşayan akrabalarının cenaze töreninde onun için hazırlamış olduklarından ibarettir ve ölen kişi bu dünyada sahip olduklarıyla orantılı olarak, ölüler ülkesinde de yayan, at sırtında veya arabası ile dolaşacaktır. Yine aynı inanışa göre, ölen kişiler de öbür tarafta düğün ve benzeri kutlamalar yaparlar. Marco Polo, Moğollardan bahsettiği seyahâtnâme notlarında, oğlu ölen bir aile ile kızı ölen bir ailenin bir araya gelip ölmüş çocuklarını evlendirdiklerini anlatır. Bu evlilik töreni için ölen kişilerin resimleri çizilip, bu resimlerin yanına ayrıca kıyafet, hayvan ve para resimleri ilâve edilip, sonrasında bu resimler ve evlilik mukavelesinin yazılı olduğu kağıt hep beraber yakılır. Moğollar, ateşin bu çeyizi öbür dünyaya ileteceğine ve bu sayede ölen kişilerin ölüler diyarında evlenebileceğine inanırlar. Bu törenden sonra, her iki aile artık sanki çocukları bu dünyadayken evlenmişlercesine akraba kabûl edilirler. Teleütler de, bu dünyada dul bir kadınla evlenen erkeğin, diğer hayatta yalnız kalacağına, zira dul kadının öbür dünyada ilk eşine geri döneceğini anlatırlar. Buna benzer bir tasavvur Kafkasyadaki Çeçenler arasında; ikinci evliliğini yapan bir kadın öldüğünde, ilk kocasının akrabaları kadının cenazesini alıp, onu ilk eşinin mezarına defnetme şeklinde görülür.


İnsanların ölüler diyarında da bu dünyadayken uğraştıkları meşgalelerle uğraşacaklarına, meselâ, bütün büyü aletleri ve davulu ile gömülen bir şamanın, ölüler ülkesinde de aynı görevine devam edeceğine inanılır. Buryatlarda bu düşünce tarzı, zanaatkârın bütün iş aletleri kendisine eşlik eder, kâtibin kalemi veya terzinin iğnesi ölüler ülkesinde yanında olur. Hâtta inanışa göre çok becerikli ve ehil zanaatkârlar erken ölürler, zira ölüler ülkesinin efendisi onlara ihtiyaç duyar. Tunguzlar da ölüler ülkesine gittiklerinde, yine çadırlarda oturup ava çıkacaklarına ve uçsuz bucaksız ormanlarda ren geyiği yetiştireceklerine inanırlar.


Golde şamanlarının cenazeyi öbür dünyaya (buni) götürürken yaptıkları ayin ve bu ayinlerde söyledikleri ilâhiler, Goldelerin de bu konuda benzeri inanışlara sahip olduklarını gösterir. Bu ilâhilerde şaman, ölüler ülkesine yapılacak yolculuğun zorlukları ve tehlikelerini anlatırken, yer altı dünyasına giden yolun geçtiği bazı yer isimleri sayar. Buna göre ilk başlarda, öte tarafa bu geniş bir yoldan gidilir, sonra bir yol ayrımına gelinir ve burada Goldelerdeki kabile sayısı kadar sapılabilecek yol vardır. Daha sonra karşılarına geniş bir nehir çıkar ve ancak tecrübeli ve zeki bir şaman eşlik ettiği ruhu karşı kıyıya başarıyla ulaştırabilir. Nehrin öte yakasında önce yakınlarda yerleşim olduğuna dair ufak tefek emareler-kırık bir dal, kesilmiş bir ağaç, ayak izleri v.b. görülür, şaman bunlardan ölülerin köyünün çok uzakta olmadığını anlar, sonra köpeklerin havlamaları duyulmaya başlar ve en sonunda kulübeler, tüten bacalar ve ren geyikleri görülür.


Ölüler ülkesine giderken bir yol ayrımıyla karşılaşılmasının sebebi, Golde kabilelerinin ayrı ayrı yerlerde yaşamalarıdır. Tabii olarak yaşadıkları bölgelere göre her kabilenin yaşadığı bölgede geçilen yol, dağlık, bataklık veya ormanlık olabileceği gibi, karşılaşılan zorluklar da buna göre değişmekte, hâtta yolculuk köpeklerin çektiği kızaklar veya ren geyiği sırtında gerçekleşmektedir. Yolculuk esnasında tasvir edilen manzaralar genellikle bu dünyadaki manzaraların eşdeğeri olup, ölüler ülkesinde hayat buradakine nazaran daha kolay, tabiat çok cömert ve bereketlidir, ava veya balığa çıkıldığında eli boş dönülmez.


Troschtschanskiy’nin anlattığı Yakutların yeraltındaki ölüler ülkesi de Goldelerinkine benzer; Yakutlar arasında anlatılan bir efsaneye göre bir avcı bir geyiği takip ederken yolunu kaybedip, yanlışlıkla yeraltında ölüler ülkesine girer. Orada aynı Yakutlar gibi görünen, yaşayan ve Yakutça konuşan kendilerinden tek farkı çok daha ufak olan insanlar görür. Bu yeraltı ülkesindeki her şey, çadırlar, hayvanlar hâtta ağaçlar da aynı şekilde çok daha ufaktır. Ruhların boy olarak küçük varlıklar oldukları inancı pek çok Avrasya halkları arasında görülen ortak bir inançtır. Pripuzov, Yakutların ölüler ülkesindeki ruhların da bu dünyadaki eski sahipleri gibi kabile ve boylar hâlinde yaşadıklarını ve ölüler ülkesine akarsu üzerinden yürünebileceğini anlatır. Yakut efsanelerine göre, ölüler ülkesi Kuzeyde yer almakta ve Yakut dilinde “Kuzeye doğru” veya “aşağıya doğru” kelimeleri aynı anlamı ifade etmektedir. Bu ifade tarzına sadece Lena nehri kıyısında değil, Yenisey ve Ob nehirlerinin vadilerinde de rastlanmakla, bu büyük nehirlerin Kuzeye akıyor olmalarıyla alâkalı olabilir. Bunun dışında yön olarak Kuzeyin aynı zamanda gecenin yönü olarak tasavvur edildiği ve bu sebeple ölüler ülkesi tasavvuruna oldukça uygun düştüğünü de belirtmek gerekir. Turuhansk bölgesi Tunguzları bana; eğer çadırın kapısı Kuzeye yapılacak olursa, ölmüş akrabaların gelip rahatsız edeceklerini, bu sebeple çadırların kapısının Güneye bakması gerektiğini anlatmışlardı. Ölülerle ilişkili olduğuna inanılan bir diğer yönse Batı yönü olup, cenazenin başı Batıya gelecek şekilde gömülür veya ölülere kurban kesilirken yine Batıya dönülür.


Kuzey Sibirya halklarının ilkel dünya görüşleri, Yakutlara komşu topraklarda mukim olan Yukagirler arasında da ölülerin bu dünyadakilere benzeyen çadırlarda ve yine kabileler (boylar) hâlinde yaşadıkları inancı taşımalarıdır. Ölen kişi, ölüler ülkesine gittiğinde, oraya daha önce gitmiş olan akrabalarının yanına varıp, onlar gibi yaşayan akrabalarının “koruyucu ruhu” olur. Yukagir şamanlarının ilâhilerinde ölüler ülkesi, geniş bir suyun ardında olup, kendileri de aslında bir “gölge varlık” olan ölüler, orada hayvanların “gölgeleri”ni avlarlar.


Altay halkları genel olarak bu “gölgeler dünyası”na, yeraltı dünyası değil, “Öbür dünya” (Atku doidu) veya “diğer ülke” (Ol jär veya Pakša jär) adını verirler. Ölüler ülkesinin en önemli özelliği, her ne kadar her şey aynı bu dünyadaki şekliyle kurgulanmış olsa da, aslında aynı şey olmadığıdır. Schrenk, Olçelerin ölüler ülkesini (Bun) anlatırken, orada da insanların muhtelif halklar, boy, kabile ve aileler hâlinde birarada yaşadıklarına inandıklarından, ölüler ülkesinde ay, güneş ve yıldızlar ve Olçelerin vatanında olduğu gibi Amur nehri ve dağlar vardır, hayvanlar ve bitkiler de insanların dünyasındaki gibidir. Ölüler ülkesinin bu dünyadan farkı, orada her şeyin buradakinin tersi olmasıdır, yâni bu dünyada gündüzken, ölüler ülkesinde gece olduğunda, ruhlar uyumaya giderler, burada yaz iken, ölüler ülkesinde kış mevsimidir. Bu dünyada ava çıktığında fazla balık veya ayı avlayamayan avcı, orada çok daha fazla avlayacaktır. Schrenk, bunun dışında Olçelerin ölüler ülkesinin yeraltında olmadığını da kaydeder.


Öbür dünyadaki her şeyin bu dünyadakinin tersi olduğuna dair inanç şekline, diğer Altay halkları arasında da rastlarız. Meselâ, Beltirlerde defin töreninde ölünün sol eline bir şişe içki konulur, eğer at kurban edilmişse, atın dizginleri de ölünün sol eline tutuşturulur. Bunun ardında yatan inanç, öbür dünyada sol elin sağ el hâlini geleceği düşüncesidir ki, yapılan muhtelif mezar kazılarında buna ilişkin pek çok örneğe rastlanmıştır. J. R. Aspelin, Kuzey Rusya’daki Ananjino kazılarında açılan bir kahramanın mezarında bulunan ölünün hançerinin bedenin sağ tarafında takılı olduğunu aktarır. Aynı kazı bölgesinde araştırmalar yapmış olan Hudjakov da, mezarlarda gördüğü bazı taş üzerine kazınmış resimlerden bahseder. Bölge halklarında silâh, geleneksel olarak solda taşınmasına rağmen, bu resimlerde silah sağ tarafta olarak resmedilmiştir. Hudjakov, bu konuda Çuvaşların günümüzde hâlâ devam ettirmekte oldukları bir geleneğe dikkât çeker. Bu gelenekten olmak üzere ölen kişinin kıyafeti, yaşayanların yaptıkları gibi sağ taraftan değil, sol taraftan iliklenirken, bıçak da kemerinin sağına asılmaktadır. Kılıç veya hançerin ölünün sağında değil de, solunda bulunması, ölenin yaşarken solak olduğuna işaret etmektedir.


Bu dünyada gündüzken, ölüler ülkesinde gece, burada gece iken de orada gündüz olduğu tasavvuru oldukça yaygındır. Ölülerin geceleri dolaştıkları inancı buradan kaynaklandığı gibi, ölüleri anma törenleri de bu sebeple geceleri düzenlenir. Olçeler gibi, Somoyedler de ölüler ülkesinde ayrı bir ay ve güneşin olduğuna inanırlar. Lehtisalo’nun aktardığına göre Samoyedler, ölüler ülkesinde güneşin Batıdan doğup, Doğudan battığına inanırlar ve Batı ölülerin yönü, Doğu da yaşayanların yönü olarak kabûl edilir. Öbür dünyanın nehirleri de bu dünyadaki nehirlerinin bir nevi yansıması olup, akış yönleri bu dünyadakilerin tersinedir. Bu inanç, Kazak Kırgızlarının ölünün atını eyerlerken eyeri ters takmaları şeklinde tezahür eder.

Katanov’un belirttiğine göre, Beltirler benzeri şekilde bu dünyada ters olduğuna inanılan her şeyin, ölüler ülkesinde düzeleceğine inanmaktadırlar. Ölülerin mezarlarına bırakılan kayık, araç gereç, kap gibi eşyaların ters olarak konulmasının sebebi buna dayanmaktadır. Aynı gözlemlerde bulunan Karjalainen, Ostyakların “kazan ve tabakları mezara ters koyduklarına” dikkât çeker. Lehtisalo’nun anlatılarına göre Jurakların ölüler ülkesi, bizim dünyamız gibidir; ancak insanlar orada ters dururlar ve çadırların veya ağaçların tepeleri de bizim gözlerimize yere dönük duruyormuş gibi görünürler. Benzeri bir tasavvura ise bizzat kendim Yenisey halk inançları arasında rastlamıştım ki, bunlardan Laponlar da yer altı dünyasını ters bir şekilde tasavvur ediyorlardı. Lundius, “Descriptio Lapponiae” adlı eserinin altıncı sayfasında bir Lapon şamanının trans hâlinden çıktıktan sonra, kendisine “yer altında ters durup, yürüyen bir halk olduğunu” anlattığını aktarır. Yeraltı dünyasının ormanları, dağları, ırmak ve gölleriyle yeryüzünün birebir aynısı olduğu düşüncesi, aslında yeraltı dünyasının bu dünyanın bir yansıması olarak tasavvur edildiğini ortaya koymaktadır. Bu hususta yapmış olduğum çalışmalardan birisi, yeraltı dünyasına atfedilen bütün bu özelliklerin aslında su yüzeyinde görülen yansımadan esinlenerek, tahayyül edildiğini ortaya koymaktadır. Ölüler ülkesinin “aşağılarda” veya “suyun ardında” bir yerlerde tasavvur edilmesinin temelinde de muhtemelen bu yatmaktadır.


Göğün katlarının karşılıklarının yeraltında da varolduğuna dair Tatar inançları, aslında bu “yansıma dünya” veya “yeryüzünün yansıması” diye adlandırabileceğimiz tasavvurla ilgilidir. Radloff, Altay halklarının dünya görüşlerinden bahsederken, “gökyüzü, ışığın imparatorluğu on yedi katmandan, yer altı, yâni karanlığın imparatorluğu ise yedi veya dokuz katmandan oluşur” diye anlatır. Muhtemelen bu inançların en eski hâllerinde, yeraltı ve gökyüzündeki katmanların sayısı birbirine eşit olup, bu sayı yeraltı için şimdi belirtilen sayı idi. Altayların başka bölgelerinde yedi veya dokuz katlı gökyüzü tasavvuru görülür ve Tatarların dünya görüşünde yer alan bu çok katlı evren tasavvuru Vasyugan Ostyak inançlarında bir şamanın; “yerin ihtiyarı”nın yanına gideceği zaman, yeraltının yedi katından geçmek zorunda olup, bu katların her birinde “yerin ihtiyarı”nın bir muhafızı yaşamakta olduğu biçimde geçer. Turuhansk bölgesi Samoyed efsanelerinde birbirinden suyla ayrılmış olan yedi katlı-kimi zaman da dokuz katlı- bir yer altı tasavvuru Anutsin’in anlattığına göre, aynı inanç Yeniseylerde de mevcut olup, yeryüzünün altında dev bir mağara olup, insanların yaşadığı yeryüzü, bu mağaranın tavanını meydana getirir ve mağarada alt alta yedi kat vardır. Beltir, Karagasse ve Karginzler gibi bazı Tatar kabileleri arasındaysa, hem yeraltının hem de göğün üç katı vardır.


Tunguzların inançlarında yer almayan ve Yakutlar hakkındaki hiçbir kaynakta da bahsi geçmeyen bu çok katmanlı yer altı dünya tasavvuru, hiç şüphesiz yabancı kültürlerin etkisiyle sonraki dönemlerde Sibirya Tatarlarının inanışları arasına girmiş olmalıdır.

Altay Tatarları, dünyadaki insan ve hayvanlara hastalıkları gönderen bir yeraltı ruhuna da inanırlar. Ölüleri kendi etrafına toplayan bu ürkütücü ruh, atletik vücutlu, dizlerine kadar inen sakalı, kömür siyahı gözlü olarak tarif edilen, “Erlik”dir, ancak bu isim kullanılmaz, onun yerine “Kara nämä” (siyah şey) adı kullanılır. Erlik’in yer altı dünyasının denizlerinde küreksiz bir tekne ile gezdiği veya kara bir boğanın sırtında dolaştığı, yüzünün geriye baktığı anlatılır. Elinde kırbaç yerine, bir yılan veya yarım ay şeklinde bir balta vardır. Dokuz nehrin birleşip “Toibodym” isimli tek bir nehre dönüştüğü yerdeki karanlık sarayı “Örgö” de yaşar. İnsanların gözyaşlarından oluşan bu nehrin üzerinde bir at kılı inceliğinde bir köprü vardır ve ölülerden biri bu köprüden kaçmaya kalkacak olsa, sendeleyip aşağıya düşer ve dalgalar onu yine ölüler ülkesinin kıyılarına atar. Toibodym ırmağında korkunç yaratıklar yaşar ve Erlik’in sarayını korurlar. Bir başka efsaneye göre de Erlik’in sarayı “zengin deniz”in (Bay tengiz) kıyısında bulunmaktadır. Erlik’in yanına giden, ayinlerde şamanların da geçtikleri yol engellerle (pudak) doludur. Bu engellerin neler olduğuna dair eldeki kaynaklarda yeterli bilgi olmamakla birlikte, muhtemelen şamanların Baş Tanrı’nın yanına çıkarken aşmak zorunda oldukları engellere tekabül eden zorluklarla karşılaşmaktadırlar. Wusjagan Ostyaklarının şamanı, Erlik’in yanına ulaşabilmek için yedi yer altı katından geçmesi, yer altı dünyasının yerüstü dünyasının örnek alınarak kurgulandığını ortaya koyar. Erlik’in yedi veya dokuz oğlunun olması da, Gök Tanrı’nın oğullarının sayısı ile paralellik gösterir. Kimi zaman Erlik’in hizmetkarları (älčizi) de denilen ve isimleri bölgeye göre değişebilen bu “oğullar”, huzursuz ruhlardan (Körmös) oluşan bu sürüyü idare eder, şamanın yer altı dünyasına yaptığı seyahâtte ona yardımcı olur ve şaman ile Erlik arasında aracılık yaparlar. Ancak en yetenekli şamanların Erlik’in yanına çıkabileceğine inanılır. Erlik’in oğullarının aynı zamanda insanların evlerini kötü ruhlardan koruduklarına da inanılır. Her kabilenin (Sök) koruyucusu olarak kabûl ettiği bir veya iki tane “oğlu” vardır. Burada kabilenin koruyucusu olan ruhlar ile Erlik’in oğulları-veya hizmetkârları-inançları içiçe geçmiş görünmektedir. Vasyugan Ostyakları’nın inanışlarında ise, “yerin ihtiyarı”nın muhafızlarının her biri ayrı bir katta yaşamakta ve göğün her katında bulunan muhafızlara karşılık gelmektedirler. Erlik’in en çok bilinen oğullarının isimleri “Karaš”, Ksrsy Han”, “Temir Han”, “Padys pi”, “Pai mãttyr” olup, bunların arasında en çok bahsi geçen ilkidir. Kara deriden hazırlanıp, üzerine dokuz kurdele takılan figürüne “čalũ” adı verilir ve bunlar iki çubuk üzerine takılarak, genellikle çadır kapısının sol tarafına yerleştirilir. Şamanların Erlik’e dua edip, ona niyazda bulundukları tam bu noktadan yer altı seyahâtine başladıkları anlatılır. Erlik’in resmi veya heykeli yapılmaz, ama ona ve oğullarına kurban edilecek kara boğa veya kara inekler, genelde köyün kuzeyinde kurban edilir. Anohin, Erlik’e verilen kurbanlar arasında atın olmadığına özellikle dikkât çekmektedir.

Erlik’in efsanelerde dokuz –kimi yerlerde sekiz- kızı olduğu anlatılır ki, bu da Gök Tanrı’nın dokuz kızına karşılık gelmektedir. Asli görevlerinin ne olduğu bilinmemekle beraber, oyunları ve danslarıyla yeraltına seyahât eden şamanların dikkâtlerini dağıttıkları ve Erlik’e götürdükleri kurbanları ellerinden almaya çalıştıkları anlatılır. Şaman şarkılarında bu kızlar, esmer, siyah saçlı, şehvetli varlıklar olarak tarif edilirler. Bazı şarkılarda Erlik’in oğlu “Pai mãttyr”ın dokuz kızından bahsedilir ve bu kızlar kara yılanlarla karşılaştırılır. Muhtemelen bu şarkılardaki kızlar da Erlik’in bu dokuz kızıyla aynı varlıklar olmalıdır.


Altay halklarının dualarında “Erlik Baba” diye geçen Erlik, Minussinsk Tatarları arasında “İrle Han” veya “İlkan” adıyla, Buryatlarda da “Erlen Han” adıyla karşımıza çıkmaktadır. Potanin, Kuznetski Tatarlarının (Teleütlerin) Erlik’e “Adem” adını verdiklerini ve onu aynı zamanda ilk insan olarak kabûl ettiklerini aktarır. Hiç şüphesiz burada tarif edilen varlık, Hind mitolojisindeki Yama’dır. İnanışa göre Yama, ilk ölen kişi olarak ölüler ülkesinin efendisi olmuştur ve mavi bir öküze biner. Altay halklarında görülen “ölüler ülkesinin efendisinin yüzünün geriye baktığı” inancına, eski Mısırlılarda da rastlarız. Mısırlılardan kalma resimlerde, yeraltı dünyasının kayıkçısı, kayığında yüzü arkaya bakar durumda resmedilmiştir. Yakutların inanışlarındaki yeraltı dünyasının efendisi olan “Arsan duolai” da, Erlik ile aynı varlıktır. Priklonskiy’nin aktardığına göre Yakutların “Yeraltı Prensi”ne “Bukhar dodar”da denilmekte ve Erlik gibi bir boğaya bindiği, maiyetinde sekiz tane şeytan olduğu anlatılır. Karakırgızların “Arman”ı ise, Pers mitolojisindeki “Ehriman”ın yansıması olup, kötü ruhlar Arman’ın emrinde ve yeryüzüne hastalık, afet, kıtlık yılları gibi belâları o musallat eder. Yukarıda bahsi geçmiş olan at kılı inceliğindeki köprü tasavvuru da Pers inanışlarından geçmiş olmalıdır.

Lopatin, Goldelerin dini inançlarında günahla, ölümden sonra günahların bedelinin ödenmesi kavramının olmadığını anlatır. Altay halklarının en eski inanç sistemleri için genelde durum budur ve yabancı dini inançların tesirine maruz kalmayan topluluklar için bu, bugün de geçerlidir. Buna mukabil, Baykal gölünün Doğusunda, Transsibirya havalisinde yaşayan Tunguzlar, insanın ölümden sonra ruhunun tartılacağı ve bu terazinin kefelerinde ağırlık olarak beyaz ve siyah taşların olduğu inancı taşırlar. Buna göre eğer beyaz taş hafifse, ölen kişinin ruhu gökyüzüne yükselir, eğer siyah taş daha hafifse, kişinin ruhu yeraltına gider. Yeraltına giden ruh, önce koyu gri renkli, soğuk ve karanlık bir uçuruma, sonra da asla sönmeyen bir ateşin içine atılarak cezalandırılır. Ruhun tartılması kavramı, eski Mısırlılarda da vardı. Radloff, Altay halklarının inançlarına dair kaleme aldığı eserinde, Altaylıların, günahkârların ruhlarının yeraltında kaynar katran dolu kazanlara atılacaklarına inandıklarını aktarır ki, bu inanç İdil havzası halkları arasında da mevcuttur. Bilindiği üzere bu tarz tasavvurlar, müslüman ve hıristiyan inancında da yer alır.


Ölüler ülkesinde günahların cezalandırılması fikrine, yer altı ülkesinde geçen bazı destanlarda rastlarız. Mu-monto isimli bir kahramanın babası için yeraltı ülkesine gidişinin anlatıldığı bir Buryat efsanesi buna iyi bir örnek teşkil eder: Yer altı ülkesine gitmek için, Mu-monto, yola çıkan Kuzeye doğru yürürken, yolda büyük siyah bir taşa rastlar, onu yerinden kaldırarak “gel buraya” diye seslenir. Bir anda önünde açılan bir yarıktan bir tilki çıkar ve Mu-monto’dan kuyruğunu tutmasını ister. Tilkinin kuyruğunu sıkıca yapışan Mu-monto, onun peşinden yeraltı ülkesinin derinliklerine iner ve yolda çok ilginç şeylere şahit olur; çıplak kayalıkların tepesinde besili atlar, mümbit çayırlarda ise zayıflıktan acınacak halde kemikleri çıkmış atlar, bir başka yerdeyse ağızları dikilmiş kadınlar görür. Kaynayan katran dolu bir kazanın içinde memurlar ve şamanlar debelenmektedirler. Biraz daha ilerlediğinde, elleri ayakları bağlanmış erkekler ve dikenli çalılara sarılan çıplak kadınlar görür. Bir başka yerde ise çok fakir göründükleri hâlde aslında mutlu, ama çok zengin görünüp de açlıktan kıvranan kadınlarla karşılaşır. Onlara, bunu sorduğunda; fakir görünümlü kadının hayattayken insanlara hep yardım etmiş olduğunu ve o yüzden burada mutlu olduğunu, zengin görünümlü olanların ise, hayatlarında cimri ve katı kalpli olup, şimdi bu sebeple açlık çektiğini öğrenir. Dikenli çalılara sarılan kadınlar, hayatta iken hafif meşrep olup, kocalarına sadık kalmayan kadınlardır. Elleri ve ayakları bağlı olan adamlarsa, hayattayken hırsızlık yapan adamlardır. Kaynayan katran kazanlarında cezalandırılanlar, dürüst ticaret yapmayanlar, ağzı dikilmiş kadınlar da, başkaları hakkında yalanlar, dedikodular yayan kadınlardır. Çıplak kayalardaki besili atlar, hayatta iken iyi bakılmış ve semirmiş olan atlar, mümbit çayırlardaki zayıf hayvanlar ise, hayatta iken doğru dürüst bakım ve yiyecek yüzü görmemiş atlardır.


Castrén’in Saya bozkırlarından derlemiş olduğu bir Tatar efsanesinde yer altı ülkesi benzer bir şekilde tarif edilir. Bu efsanede, “Yeraltı ülkesinin” efendisi İrlek Han’ın kızının kara bir tilki suretine bürünerek, yeryüzüne çıkıp kötülükler yapmasından bahsedilir. Komdei-Mirgän adında bir yiğit bu tilkinin peşine düşer, ama tilki adamın yolunu kaybetmesini sağlar ve bu arada adamın ayağı kırılır. Akabinde yeraltından Djilbegän adında dokuz başlı bir canavar çıkar, canavar kırk boynuzlu bir boğanın sırtına binmektedir. Bu canavar, kahramanın başını koparıp, yeraltındaki evine götürür. Kahramanın kız kardeşi Kubayko, ağabeyinin cenazesinin ağıt yakmak için geldiğinde, ağabeyinin başının olmadığını görüp, başını geri getirmek için yeraltına inmeye karar verir. Kubayko canavarın izlerini takip ederek, İrle Han’ın ülkesine giden geçidi bulur. Bu geçitten aşağı indiğinde çok ilginç şeylerle karşılaşır. İlk gördüğü şey, bir kadının hiç durmadan bir kaptan başka bir kaba biteviye süt boşaltmasıdır. Biraz daha ilerlediğinde, üzerinde ne bir tutam otun, ne bir damla suyun olduğu çorak bir yerde bir at bağlanmıştır, ama at buna rağmen oldukça bakımlı ve sağlıklı görünmekte, bir başka yerdeyse acınacak kadar zayıf ve çelimsiz bir at, yeşil çayırların ortasında bir su kaynağının yanında otlamaya çalışmaktadır. Daha ileride yarım bedenli bir insanın, bir ırmağa set örmeye çalıştığını görür, hâlbuki bedeni tam bir insanın bile yapamayacağı bir iştir bu. Kubayko, yoluna devam ederek, yeraltı ülkesinin daha da derinliklerine iner. Uzaklarda bir yerden çekiç sesleri gelmektedir, bu sese yaklaştığında kırk adamın demir döverek, 40 çekiç, 40 testere ve 40 tane maşa yaptıklarını görür. Canavarın izlerini takip ederek, en sonunda İrle Han’ın kırk köşeli taş sarayına ulaşır. Saray, çok yüce bir dağın eteklerinden akan bir nehrin kıyısındadır. Sarayın girişinde hepsi aynı kökten çıkan dokuz tane karaçam vardır. Ölüler ülkesinin dokuz prensinin atları burada bağlıdır ve Kubayko da atını buraya bağlar. Atını bağlarken, ağacın üzerinde şu yazıyı görür: “Tanrı Kudai, yeri ve göğü yarattığı sırada bu ağacı da yarattı ve bugüne kadar yaşayan hiçbir insan veya hayvan bu ağacın yanına gelememiştir”. Bu sözleri okuduktan sonra Kubayko, ölüler ülkesinin efendisinin sarayına girer ve kapıyı arkasından kapatır. İçerisi zifiri karanlık olduğu için Kubayko yönünü şaşırıp, görünmeyen ellerin kendisine saldırıp yakalamaya çalıştıklarını farkeder. Kubayko, kendisine saldıran bu azap cinlerini/ruhlarını yakalamaya çalışır, ama bu ruhların bedenleri olmadığı için başaramaz ve korkuyla bağırır. Bunun üzerine önünde bir kapı açılır ve kapıdan sızan ışıkta yeraltı ülkesi beylerinin reisinin (Ataman) kendisine doğru geldiğini görür. Ataman, Kubayko’yu görünce hiçbir şey demeden geriye döner ve Kubayko’da onu takip eder. Önce bazı boş odalardan geçip, sonra içinde insan benzeri varlıkların olduğu odalara gelirler. Odalardan birisinde büyük bir şevkle yün eğiren yaşlı bir kadın, diğerinde hiçbir şeyle meşgûl olmayan ama bir türlü kursaklarından geçmeyen bir şeyi yutmaya çalışan kadınlar, üçüncü odada hepsinin boyunları ve ellerinde büyük taşlar bağlı, harekete edemeyen orta yaşlı kadınlar, dördüncü odada boğazlarından bir iple direğe bağlanmış erkekler, beşincisinde mızrakla delik deşik edilmiş, yaralarının acısıyla bağırıp yalvaran silâhlı adamlar, altıncı oda da elleri bıçaklı, benzeri sesler çıkaran yaralı erkekler, yedinci odada havlayan kuduz köpekler ve bu köpeklerin ısırdığı kuduz insanlar, sekizinci odada ise, evli çiftler yatmaktadırlar. Ancak, örtülerin her biri dokuz kuzu derisinden olmasına rağmen, yine de bu çiftlerin üzerini tam örtmeye yetmediğinden, karı koca birbirleriyle örtüyü kendi üzerlerine alma yüzünden kavga etmektedirler. Dokuzuncu odada, küçük bir örtünün altında oldukça sakin bir şekilde uyuyan bir başka çift vardır; örtüleri tek bir kuzu derisinden ibaret olmasına rağmen, karı koca bununla yetinmekte ve geçinip gitmektedirler. Neredeyse bir bozkır büyüklüğünde olan onuncu odada ise, reisleri İrle Han ve diğer sekiz “Ölüler Ülkesi” Beyi oturmaktadır. Kubayko, saygıyla eğilip, beyleri selamladıktan sonra, onlara; hizmetkârları olan Djilbegän’in neden ağabeyinin başını kesip götürdüğünü sorar. Beyler, Kubayko’ya; Djilbegän’ın bunu kendilerinin emriyle yaptığını ve Kubayko yeryüzüne çıkıp onlara “yedi boynuzlu koçu” getirdiği takdirde, ağabeyinin başını kendisine geri verebileceklerini söylerler. Bu “yedi boynuzlu koç” toprağa o kadar gömülmüştür ki, sadece boynuzları görünmekte ve onu oradan sökerek, çekip çıkartmak gereklidir. Cesur ve gözüpek bir genç kız olan Kubayko, şartı kabûl etmesiyle, “Ölüler Ülkesinin” beyleri onu alıp, her biri insan başlarıyla dolu dokuz odadan geçirirken, orada ağabeyinin de başını gören Kubayko ağlamaya başlar. Onuncu odada, bahse konu olan toprağa gömülü koç bulunmaktadır. Kubayko birkaç deneme yaptıktan sonra var gücüyle koçun boynuzlarına asılır ve üçüncü çekişinde hayvanı topraktan çekip çıkartmayı başarır. Kubayko’nun ne kadar güçlü bir kız olduğunu gören beyler, onu takdir ederek, söz verdikleri üzere ağabeyinin başını ona geri verip, onu girişteki karaçam ağacına kadar geçirirler. Kubayko atına biner ve ölüler ülkesinin beylerinden kendisine eşlik etmelerini ister. Dönüş yolunda onlarla sohbet ederken, “Ölüler Ülkesinin” beyleri ona gördüklerinin anlamını tek tek anlatmaya başlarlar: “Görmüş olduğun o hiç durmadan bir kaptan diğerine süt boşaltan kadın, bütün hayatı boyunca misafirlerine su karıştırılmış süt ikram etmiş olduğundan, şimdi bu yaptığının cezası olarak suyu sütten ayrıştırmak için sonsuza kadar o gördüğün işi yapacaktır. Görmüş olduğun yarım bedene sahip kişi, bir cezaya çarptırılmış değildir. O yarım beden, çok zeki ve bilgili olan, nehirlerin önüne set çekebilen, karar verdiği her şeyi yapabilen bir insana aittir. Onun orada olmasının yegâne sebebi, bir insanın aslında bazı uzuvları olmasa da çok önemli işler yapabileceğini göstermektir. Nehrin akıntısına kapılmış olarak dolaşan bedense, tek başına ve sadece kendi bedenine güvenen insanın aslında çok da fazla bir şey yapamayacağını gösteriyor. O beden aslında bir zamanlar güçlü, ama budala bir adama aitti ve nasıl şu anda sular onun bedeninin üzerinden akıp gidiyorsa, her şey de onun zihninden o hiçbir şeyi anlamadan öylesine akıp gitmiştir. Çorak araziye bağlanmış olan besili at, akıllı bir adamın en kötü şartlar altında bile hayatiyetini en iyi şekilde idame ettirebileceğini, mümbit çayırlardaki zayıf at ise, gerekli özen ve ihtimam gösterilmediğinde en bereketli çayırların bile bir işe yaramayacağını işaret eder.


Kubayko, Beylere; o karanlık odada ona saldırarak, elbisesini yırtan ve yakalamaya çalışan ama ele avuca gelmeyen o varlıkların ne olduklarını sorar. Yer altı ülkesinin beyleri Kubayko’yu; “onlar bizim görünmez hizmetkârlarımızdır, kötü insanlara zarar verip, hâtta onları öldürürler ama iyi insanlara kötü bir şey yapamazlar” diye cevaplar. Kubayko saraydaki odalarda görmüş olduğu insanların suçlarının ne olduğunu sorduğunda şu cevabı alır: “Yün eğiren kadınlara bu ceza, bütün hayatları boyunca güneş battıktan sonra, yâni çalışmanın yasak olduğu saatlerde yün eğirdikleri için verildi. (Sibirya ve İdil Tatarlarıyla, aralarında Amerikan Kızılderililerinin de olduğu birçok halk arasında gün batımından sonra çalışmak günah addedilir). İkinci odada gördüğün kadınlar, sarmak için aldıkları iplik yumağının bir bölümünü kendileri için ayırıp, yumağın ortasını boş bırakan kadınlardır. Bu çalmış oldukları ipliklerin yumaklarını şimdi ebediyyen yutmaya çalışacaklar, ama hep boğazlarında tıkanacağı için bunu başaramayacaklardır. Üçüncü odada görmüş olduğun, boynuna ve kollarına taş bağlı kadınlarsa, sattıkları tereyağının daha ağır çekmesi için içine taş koyan kadınlar, dördüncü odada gördüğün boynunda her an onları boğabilecek ipe bağlı olan adamlar, hayattan bezip, kendini asarak canına kıyanlar, beşinci odadaki mızraklarla delik deşik olup, acılar içinde mütemadiyen bağırıp haykıranlar ise, eşleriyle anlaşamadıkları için kendini vurarak intihar etmiş olanlardır. Altıncı odada da, sarhoş olup kendi hayatlarına acımasızca son verenler, yedinci odada ise, kuduz köpekleri kızdırarak onlar tarafından ısırılanlar, sekizinci odadakiler ise, hep kendilerini düşündükleri için evlilik hayatlarını huzursuzlukla geçirenler bulunur ve cezaları da aslında birbirlerine karşı anlayışlı ve uyumlu olsalar onlara fazlasıyla yetecek olan bir örtüyü sonsuza kadar paylaşamayanlar, dokuzuncu odadaki evli çiftlerse, aslında çok fakir olan bir ailenin bile aslında birbirleriyle uyum ve huzur içinde yaşayabileceklerini göstermek için orada örnek olarak bulunuyorlar. Onlar, her hangi bir şekilde cezalandırılmak için değil, sadece kötü insanların her an daha fazla pişmanlık hissetmeleri için buradalar.“


Bu konuşmaların ardından Kubayko, yeraltı ülkesinin beyleri ile vedalaşıp yeryüzüne çıkar, ağabeyinin başını cesedinin yanına getirir ve “Yeraltı Ülkesinin” efendisinin vermiş olduğu “hayat suyu” ile ağabeyini tekrar canlandırır.


Osetlerin ve başka bir çok halkın efsanelerinde de buna benzer cezaların çekildiği ölüler ülkesi tasavvuruna rastlamak mümkündür.

Meselâ, bunlardan Osetlerin “Yeraltı ülkesi” ile ilgili efsanelerinde bütün hayatları boyunca tartışan geçimsiz bir çiftin, bir öküz derisi örtüyü bile paylaşamadıkları, halbûki uyumlu bir çiftin, bir tavşan derisini bile huzur içerisinde paylaştıkları anlatılır. Bu efsanelerin ana fikirleri evrensel değerlere dayanmaktadır.


Hayatları boyunca yapmış olduklarına bağlı olarak, insanların değişik yerlerdeki ölüler ülkelerine gittiklerine dair inançlar da vardır. Radloff, Altay Tatarlarının, Erlik’in yeraltındaki ülkesine sadece günahkârların gideceklerine, iyi insanların ise göklerde mutlu bir hayat süreceklerine inandıklarını söyler. Dindar ve iyi insanlar için ayrılmış olan “göklerdeki cennet” tasavvurunun gelişmiş dinlere (Tek Tanrılı) mahsus olduğu kesin olmakla beraber, Altay inançlarında görülen bütün “ölülerin göğe yükselmesi” tasavvuru, İslâm veya Hıristiyanlık etkisine dayanmamaktadır. Bazı bölgelerdeki Yakutlar, bütün ölülerin, günahkâr veya dindar, şaman veya herhangi bir kişi, namuslu veya hırsız olsun, hepsinin göğe (Tangaralla) çıkacaklarına inanırlar. Priklonskij’in bildirdiğine göre bu insanların ruhları (kut), gökyüzünde kuş suretinde yaşarlar. Yakut inançlarında yer alan “Abasy”ler, yeraltında yaşayıp, kimi zaman özel bir geçidi (Abasy oibono-ruh geçidi) kullanarak, insanların dünyasına giren kötü ruhlar olup, “abasy”ler aslında ölmüş olan insanların ruhlarıdır. Birbirleriyle çelişkili görünen bu iki farklı ölülerin gökyüzünde kuş suretinde yaşaması ve “abasy”ler tasavvur biçiminden ilki, yâni ölüler ülkesinin gökyüzünde yer alması tasavvuru, muhtemelen Yakut inançlarına daha sonraki dönemlerde girmiş olmalıdır.


Buryatlar, cesedi yakılan bir şamanın, dumanla birlikte gökyüzüne yükselip, orada bu dünyada sürdüğü hayatı aynı şekilde sürdüreceğine inanırlar ki, bu inanç, Yakutlara daha sonraları geçmiş bir düşüncedir. Bu şamanlar, ölüler ülkesindeyken yaşayanların onlar için sundukları yiyecek ve içeceklerle beslenir, mezarlarına bırakılmış olan kıyafetleri giyer ve defin törenlerinde onlar için kurban edilen ata binip, hâtta orada eşleri ve çocukları da olabilir. Ölüler ülkesinin gökyüzünde olduğu fikri, ölülerin yakılarak defnedilmesi âdetiyle yakın bir bağlantı içinde olup, bunun izlerine Çukçe ve Koryak inançları arasında rastlanır. Bazı ölülerin göğe çıkarken, bazılarının da yeraltındaki ölüler ülkesine gittiklerine ilişkin inanç, muhtemelen epey eski dönemlere dayanmakta olup, meselâ yıldırım çarpması sonucu ölen kişilerin göğe çıktıkları inancı, oldukça yaygındır. İdil havzasının pagan halklarından Çeremislerin inançlarına göre, doğal yollardan ölmeyip, şiddet yoluyla hayatını kaybedenler de gökyüzüne çıkarlar. 18.yy’ın önde gelen araştırmacılarından Strahlenberg, Ostyakların benzeri bir inanışını şu şekilde aktarır: “Obi nehri havalisinde yaptığım seyahâtim esnasında bir Ostyak’a öldüklerinde ruhlarının nereye gittiğini sorduğumda, Ostyak bana; başkası tarafından öldürülen veya bir ayı saldırısı sonucu ölenlerin doğrudan gökyüzüne gittiklerini, ama insan kendi yatağında veya benzeri tabii yollardan ölürse, gökyüzüne çıkmadan önce, yeraltı ülkesinin Tanrısına bir süre hizmet etmesi gerektiğini anlatmıştı” demektedir. “Jugra Halklarının Dini” isimli eserinin muharriri olan Karjalainen ise, Ostyaklara bu inanışın Tatarlardan geçmiş olduğunu ileri sürer. Ben tetkik etmiş olduğum Altay halkları arasında bu tasavvura rastlamama rağmen, bu inanç şeklinin dünyanın muhtelif yerlerinde; Laponlar, Çukçeler ve Tilingitlerle Amerika ve Avrasya’nın arktik bölge halklarında görüldüğü gibi, Türk kökenli halkların bazılarının inançları arasına da girmiş olabileceği, bu tasavvurun bu kadar değişik ve geniş bir alanda yaygın olmasının, ortak bir kökeni olabileceğini düşündürmektedir. Bir çok ilkel toplumda savaş meydanında ölmenin, hasta yatağında ölmekten daha şerefli bir ölüm olarak kabûl edilmesi ve savaşta ölenlerin öbür dünyada daha büyük mükâfat alacağı düşünülmesi bu inançla ilgilidir. Karjalainen, Çin kaynaklarının, “Tuiku” halkı için “savaşta ölmeyi bir şeref, hastalıktan ölmeyi ise, utanılacak bir şey saydıklarını” bildirir. Her ne kadar bu düşünce yapısı ilkel toplumlarda cesaret ve kahramanlığı teşvik ediyorsa da, dünyanın bu kadar değişik yerlerinde gökyüzünün savaşta ölen kahramanların dinlenme yeri olarak tasvir edilmesini açıklamaya kâfi gelmemekte, ayrıca sadece savaşta ölenler değil, tabii olmayan yollarla, genel olarak şiddete maruz kalarak ölenlerin de gökyüzüne yükseldiklerine inanıldığını gözönüne almalıyız. Meselâ, Ostyaklar vahşi hayvanların parçaladığı kişilerin gökyüzüne çıktıklarına inanmaktadırlar. Buna ilâve olarak, bir çok halkın inancına göre, hasta yatağında ölenler yeraltına giderken, intihar edenler bile gökyüzüne çıkmaktadır. Bu durumda bu inancın kökenini savaşçılık ve kahramanlık duygularından daha başka sebeplerde aramak gerekir.


Ölümden sonraki hayat veya gidilen yer, göründüğü kadarıyla insanın nasıl bir hayat yaşadığı ile değil, nasıl öldüğü ile ilgilidir, ama bu da bazı araştırmacıların iler sürdükleri gibi tek başına bütün bu defin geleneklerini açıklamaya yetmemektedir. Bu sorunun cevabı, ister bir hastalık sonucu, ister kanlı bir yoldan olsun, ölüm şeklinin ilkel toplumların tahayyülünde neler ifade ettiğinde saklıdır. Burada özellikle gözönüne alınması gereken husus, ilkel toplumların bakış açısında, bizim doğal yollardan ölüm olarak kabûl ettiğimiz ölümleri, onların doğal olmayan ölümleridir. Herhangi bir sebeple şiddete maruz kalarak ölmek, her ne kadar bizim için tabiî olmasa da, ilkel toplumların dünya görüşünde bunun tabiî karşılanmasıdır. Bir hastalık sonucu ölüm durumunu ele alacak olduğumuzda, bu durumda daha önce ölmüş olan akrabalar ve yeraltında yaşayan başka ruhlar, hasta kişinin ruhunu alıp, onu yer altı ülkesine götürürler. İlkel insanların kafalarında en net kurgulamış oldukları tasavvurlardan biri, kötü ruhların musallat olduğu insan ruhlarının onların emrine girmiş olmalarıdır. Peki, bu durumda yeraltı ruhlarının alıp götürmedikleri insan ruhları nereye gitmektedir? Yeraltına götürülmeyen ve yersiz-yurtsuz kalan bu huzursuz ruhların yeryüzünde serbestçe dolaştıklarının düşünülmesi, ne olduğu tam kavranamayan birçok tabiat olayının bu serbest ruhlarla ilişkilendirilmiş olmasını akla getirmektedir. Bu sebeple birçok halkın inanancında, meselâ Kuzey ışıkları içinde veya sabah ve akşam kızıllığında savaşta ölenlerin ruhları görülebilmekte, hâtta bu kızıllığın sebebi, ölülerin akan kanları olarak açıklanmaktadır. Bir Ostyak şiirinde geçen üç kızıl sincabın savaşta ölen bir kahramanın göğe çıkan ruhu ile konuşması anlatılır. Sincaplar, ruha: “İnsan kanı içinde ne bulursak yiyoruz, insan kanı içinde ne bulursak içiyoruz, haydi geri dön” diye seslenirler. Gökyüzünün ölüler ülkesi olarak ilk tasavvuru, muhtemelen bu yeraltına götürülmeyen ruhlarla ilgili olup, zaman içerisinde kahramanların veya dindar iyi insanlara vaad edilen kutlu ülke hâline dönüşmüş olmasıdır.



Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.

Çeviren: Erol Cihangir

KARMATİ HAREKETİNİN ORTAYA ÇIKIŞI VE SEBEPLERİ-6

 Karmati Hareketini Hazırlayan Sebepler “Dini Sebepler”



İslam dünyası, İslam'ın tarihsel geçmişinin şuurlu ve rasyonel bilgisine sahip olmadığından, o geçmişiyle sağlıklı bir rasyonel bir hesaplaşmayı becerebilmiş değildir. Bu yüzden sürekli geçmişe özlemle bakmaktadır. Bu durum İslam tarihinin ilk döneminden günümüze kadar getirebiliriz. Nitekim Abbasi İdarecilerin, ortaya çıkan ihtilalci hareketlerin arka planındaki faktörleri araştırmadan, aldıkları askeri tedbirlerin, sosyal huzursuzluklara çözüm bulmada yetersiz kalmış olması başka herhangi bir nedene bağlanamaz. İslam tarihinin bu dönemi, iç içe geçmiş iki süreç başlamıştır. İnsanın kendisiyle ilgili güdülerinin ve dünyevi zevklerinin sadeleştirilmesini ve bunlardan feragat edilmesini amaçlayan bir dindarlık ya da ibadet hareketi, bir de Kur'an'ın anlamı üzerinde düşünme hareketi vardı. Her iki hareket de Hicaz'dan çok Suriye ve Irak'tan çıktı ve bunların, Müslümanların yaşamakta oldukları dünyada o sırada varolan düşün ve ahlaki eylem kalıplarından etkilenmesi doğaldı. İslam dinini benimseyenler bu dine kendi tarzlarını hala Müslüman'dan çok Hıristiyanların ve Yahudilerin bulunduğu bir ortamda yaşıyorlardı. Bu dönem Doğu Hıristiyan manastır hayatının ve dervişlik düşünce pratiğinin son büyük çağıydı.


Kuzey ve kuzeydoğu Arabistan daha önce çok farklı grup ve mezhep gruplarına ev sahipliği yaptığı için onlar üzerinde eski din ve kültürlerin etkileri de vardı. Burası daha önce büyük ölçüde putperestler olmak Hıristiyan, Zerdüşt ve Sabiilerin yaşadığı bir bölge idi. Bu çevrede yaşayan kabileler İslam'a girdikten sonra da eski inanç ve kültürlerinden tamamen sıyrılamayıp, kendilerini yeni dönemde de bu eski kültür kalıntılarını sürdürdüler. Bu süreci kendi açısında bir takım dönemlere ayırmak mümkündür. Aslında Peygamber sonrası, Müslüman toplumunda görülen huzursuzluklar, yeni dönemdeki sosyal olaylar da birtakım ipuçlarını veriyordu. Hz. Ebu Bekir ve özellikle Hz. Ömer fetihleri akabinde İslam coğrafyasına yeni topraklar ilave edildi. Bu bölgelerin önemli bir kısmı eski kültürel çevreler oluşu, İslam dünyasının yeni bir takım kavramlarla tanışmasına neden oldu. İslam toplumuna katılan toplumlar bir kısmı İslam dinini benimsemeyerek eski inançlarını sürdürmüşlerdir. Diğer gruplar ise, Batıni hareketleri sonucu yeni inanç sistemine giren insanların eski inanç ve yaşam kavramıyla yenisi arasında bilinçli ya da bilinçsiz bir uzlaşma yolu arama gayreti içerisinde, zamanla ortaya çıkan senkretist düşünce akımlarının oluşmasına neden olmuşlardır.


İslam fetihlerinin ardından Zimnilere, hoşgörü ile bakıldı. Zimniler ilahi dinlerden olduğu için isyanlarda etkileri daha az olmuştur. Batıl sayılan dinlerin mensupları, isyanlarda daha etkili olmuştur. Fetihler sonrasında Müslüman toplumlarla birlikte veya yakın bölgelerde yaşayan farklı gruplarla kurulan veya dolaylı ilişkiler aracılığı ile yeni bir takım kavramları kullanmaya başlamışlardır. Nitekim onların sosyal meselelere bakışlarıyla Hıristiyan Nasturiler ve felsefe akımları arasındaki benzerlikler bu düşünceyi kuvvetlendirmektir. Fetihlerden sonra kitle halinde örgütlenmiş dinlerinden çıkarak Müslüman olan halkların sosyo-psikolojik durumları zamanla sosyal çalkantılara neden olmuştur.

Sonuç olarak fetihler ve ticaretle başlayan kültürel etkileşim ve ihtidalarla Müslümanlaşan toplumların eski inanış ve geleneklerini toplumsal hafızalarında tamamen silmemiş veya silememişlerdir. Bu toplumsal hafıza merkezi otorite, inanış ve yaşam tarzına muhalif hareketleri beslemiştir.

Ait oldukları dünyada o sırada varolan düşün ve ahlaki eylem kalıplarından kaynaklanması doğaldı. İslam dinini benimseyenler bu dine kendi tanrılarını getirmişlerdi.


Müslüman'dan çok Hıristiyanların ve Yahudilerin bulunduğu bir ortamda yaşıyorlardı. Bu dönem Doğu Hıristiyan manastır hayatının ve dervişlik düşünce pratiğinin son büyük çağıydı.


ORTADOĞU'DA MARJİNAL BİR HAREKET: KARMATİLER

(Ortadoğu'da İlk Sosyalist Yapılanma)

Yrd. Doç. Dr. Abdullah EKİNCİ

Çatalhöyük / Çumra / Konya

 


DÎNİ SÖZLÜK “I-İ”

  

 

İDDET:

 

Kocasının ölümüyle dul kalan veya talak (boşama) ve fesh (nikâhın bozulması) sebebiyle evlilik bağı çözülen kadının yeniden evlenebilmesi için beklemesi gereken zaman.

 

İddet bekleyen kadınlar beş çeşittir:

 

1) Hâmile olup, kocası vefât eden kadının iddeti, çocuğu olunca biter.

 

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

 

... Hâmile kadınların iddetleri ise çocuklarını doğurmaları ile son bulur. (Talâk sûresi:

 

4)

 

2)  Hâmile olmayıp kocası ölen kadının iddeti dört ay on gündür. Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

 

Sizden vefât edenlerin geride bıraktıkları zevceler (hanımlar) kendi kendilerine dört ay on gün beklerler (beklesinler). (Bekara sûresi: 234)

 

3)   Hâmile olup, boşanan kadının iddeti, hamlini vad etmekle yâni çocuğu olunca tamam olur. Kocası ölen, hâmile kadının durumu gibidir.

 

4)   Kadın hayz (âdet) gören kadınlardan olup, hâmile olmadığı hâlde kocasının boşadığı kadının iddeti, üç aybaşı hâli veya üç temizlik müddetidir.

 

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

 

Boşanmış kadınlar, kendi kendilerine üç âdet müddeti beklerler ve Allah'ın rahimlerinde yarattığı çocuğu saklamaları kendilerine helâl olmaz. (Bekara sûresi: 228)

 

5)     Hayzdan kesilen (âdet görmeyen) ve boşanmış kadının iddet zamânı boşanma târihinden îtibâren üç aydır.

 

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

 

(Yaşlılık dolayısı ile) hayzdan kesilmiş kadınlarınız (hakkındaki iddet, bekleme hükmünden) şüphelendinizse (bunu bilmediğinize göre) onların iddeti de üç aydır. Henüz hayz görmeyenler de öyle (boşandıkları zaman üç ay iddet beklerler)... (Talâk sûresi: 4) (İbn-i Âbidîn, Kâşânî, Hacı Zihni Efendi, Abdurrahmân Cezîri)

 

Talak (boşama) iddeti zamânında kadına nafaka verilir. İddet zamânı bitince nafakası kesilir. (Ubeydullah bin Mes'ûd)

 

İddet; Hanefî ve Hanbelî mezheblerinde, ilk temizlik başından, üçüncü hayzın sonuna kadar olan zamandır. Şâfiî ve Mâlikî mezheplerinde üç temizlik geçinceye kadardır. Hayz görmüyorsa, talak için üç ay, ölüm için dört ay on gündür. (İbn-i Âbidîn)

Haccın edâ şartlarından birisi de kadın iddet hâlinde olmamaktır. (İbn-i Âbidîn)

 

İddet bekleyen kadınla iddeti bitinceye kadar evlenilmez. (İbn-i Âbidîn)

 

İDRÂK:

 

Bir şeyin aslını, mâhiyetini, hakîkatini bilmek, anlamak.

 

Kur'ân-ı kerîmde, meâlen buyruldu ki:

 

O'nu (Allahü teâlâyı) gözler (dünyâda) idrâk edemez. O ise, gözleri bilir anlar. O, ihsân sâhibi bilicidir. (En'âm sûresi: 103)

 

İnsanı hayvandan ayıran, ilim ve idrâktir (Hâdimî)

 

İnsanların hâlet-i rûhiyeleri (rûhî durumları) farklı olduklarından, idrâk ve fehmleri (anlamaları) da farklı olmaktadır. (İmâm-ı Gazâlî)

 

Şükür, şükürden âciz kalındığını idrâk etmektir. (Ebû Osman Mağribî)

 

Allahü teâlânın zâtı idrâk edilemez. Dünyâ yurdunda gözle görülmez. Kalb, O'nun varlığını tastîk eder. Âhirette gözler O'nu görecektir. İnsanlar, Allahü teâlâyı âyet ve delîllerle bilmektedir. Kalbler O'nu tanır, fakat akıllar O'nu idrâk edemez. (Sehl bin Abdullah)

 

İdrâk-i Basît:

 

Tasavvuf yolcusunun kendini müşâhedede (görmede) fâni (yok) olması.

 

İDRÎS ALEYHİSSELÂM:

 

Kur'ân-ı kerîmde adı geçen peygamberlerden.

 

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

 

İsmâil, İdris ve Zülkifl hakkında anlattığımızı da hâtırla. Onların her biri sabr edenlerdendi. (Enbiyâ sûresi: 85)

 

Kitabda İdrîs'i de an. Çünkü o, çok sâdık bir peygamberdi. (Meryem sûresi: 56)

 

Ben (Mîrâc gecesinde) dördüncü kat semâda (gökte) İdrîs (peygamber) ile karşılaştım.

 

Cibrîl bana; "Bu gördüğün İdrîs'dir. Ona selâm ver" dedi. Ben de ona selâm verdim. O da benim selâmıma cevap verdi. Sonra bana; "Merhabâ sâlih kardeş, sâlih peygamber" dedi. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)

 

İdrîs aleyhisselâm, Bâbil'de veya Mısır'da doğup yaşadı. Şit aleyhisselâmın torunlarındandır. Babasının ismi Yerd'dir. Âdem aleyhisselâmın oğlu Kâbil'in evlâdından olan bir topluluğa peygamber olarak gönderildi. Kendisine otuz suhuf (forma) kitâb verildi. Cebrâil aleyhisselâm kendisine dört defâ gelerek Allahü teâlânın emir ve yasaklarını getirdi. İdrîs aleyhisselâm da bunları insanlara bildirip, emirlere uymaya, yasaklardan sakınmaya çağırdı. Yetmiş iki lisan ile konuştu. Her kavmi kendi lisanıyla hak dîne dâvet etti. Allahü teâlâ ona mûcizeler ihsân etti. Mûcize olarak ağaçlarda ne kadar yaprak olduğunu bilirdi, havadaki bulutlara dağılmaları için emir verirdi. Kavmine, kendisinden sonra gelecek peygamberleri haber verdi. Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâmın vasıflarını anlattı. Kendisinden sonra gelecek olan Nûh tûfânını haber verdi. Bu kadar açık delîllere ve mûcizelere rağmen kendisine, pek az kimse itâat etti. Harb âletleri yapıp, kâfirlerle cihâd (savaş) yaptı. İnsanlara şehir kurma san'atını ve idârecilik ilmini öğretti. 100 şehir kurdu. Ayrıca insanlara çeşitli ilimleri öğretti. Fen ilimleri, tıp, yıldızlarla ilgili ince ve derin mes'eleleri anlattı. Kalem ile yazı yazmayı, iğne ile elbise dikip giymeyi öğretti. (Bunun için terzilerin pîri, üstâdı olarak anılır). İnsanlara hikmetli sözler ile pek çok nasîhatta bulundu. Yeryüzünün meskûn (yerleşilmiş) yerlerini dört bölgeye ayırarak her birine vekîl tâyin etti. Bir müddet sonra Aşûre gününde diri olarak göğe kaldırıldı. Bu husus, Meryem sûresinin "Biz onu yüksek bir mekâna kaldırdık" meâlindeki elli yedinci âyet-i kerîmesinde bildirildi.

Kalem ile ilk defâ yazı yazan ve iğne ile dikiş diken odur. (Taberî, Kisâî, İbn-ül-Esîr)

 

ÎFÂ:

 

Yerine getirme.

 

Hanımının ve çocuklarının haklarını îfâ etmiyenin namazları, oruçları kabûl olmaz (Borçları ödenirse de sevâb alamazlar). (Hadîs-i şerîf-Mürşîd-ün-Nisâ)

 

Her sabah bir kere, "Allahümme mâ esbaha bî min ni'metin ev bi-ehadin min halkıke, fe minke vahdeke, lâ şerîke leke, felekel hamdü ve lekeş-şükr" demeli ve her akşam "mâ esbaha" yerine "mâ emsâ" diyerek hepsini aynen okumalıdır. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Bu duâyı gündüz okuyan, o günün şükrünü, gece okuyan, o gecenin şükrünü îfâ etmiş olur." Abdestli okumak şart değildir. Her gün ve her gece okumalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

İFFET:

 

İnsan rûhundaki yapıcı  kuvvetin, yâni şehvetin iyiye kullanılmasından ortaya çıkan huy.

 

Nefsi kötü isteklerinden men etmek. Âr, nâmus, hayâ duygusu.

 

Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruluyor ki:

 

Sizin sadakalarınız, fî-sebîlillah (Allah yolunda) cihâd eden, ilim tahsîl eden ve ibâdet gibi hayırlı bir işle meşgûl olan ve yeryüzünde ticâret ve san'at gibi bir işle meşgûl olmaya müsâit (elverişli) vakitleri olmayan fakirler içindir. Onlar dilenmekten çekindikleri için, cahiller onları zengin zannederler. Ey Resûlüm! Sen onları sîmâlarından tanırsın. Onlar, iffetlerinden dolayı insanları râhatsız edip sadaka istemezler. Malınızdan, bunlara infak (sarf) ederseniz, muhakkak Allahü teâlâ verdiğinizi ve niçin verdiğinizi bilir... (Bekara sûresi: 273-274)

 

Allahü teâlâ hayâ, hilm ve iffet sâhiblerini sever. Fuhş (çirkin) söyleyenleri ve sarkıntılık yaparak dilenenleri sevmez. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

 

İffet sâhibi olunuz. Çirkin şeyler yapmayınız. Kadınlarınızı da, afîf (iffetli) yapınız. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

 

İffet sâhibi olursanız kadınlarınız da afîf (iffetli) olur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

 

İffet; kişiyi her türlü rezillikten koruyan bir haslettir. El, ayak ve diğer âzâyı her türlü zarardan korur. Bu haslet güzel ahlâkın en üstünüdür. Âzânın iffetli olması demek; meselâ gözün harama bakmaması ve kendisine yasak olan şeyleri terk etmesidir. (Abdurrahmân bin Abdullah bin Nasr)

 

İFRÂT:

 

Bir işte, sözde veya davranışta haddi aşma, pek ileri gitme, aşırı olma.

 

Riyâ yâni gösteriş yapanlara karşı tekebbür etmek (kibirlenmek, büyüklenmek) câizdir. Kendinden aşağı olanlara karşı tevâzû göstermek (kendini onlarla bir görmek) iyi ise de, bunun ifrâta kaçmaması lâzımdır. (Muhammed Hâdimî)

 

İfrat ve tefrît'in ikisi de kötüdür. Doğru ve en iyisi ortada olandır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Şecâatın (kahramanlığın) ifrâtı, tehevvürdür (aşırı öfkedir). (Muhammed Hâdimî)

 

Kazâ-i hâcetin yâni abdest bozmanın edeplerinden biri de; necâset husûsunda vesveseye kapılıp bunu ifrât derecesine götürmemektir. (İmâm-ı Gazâlî)

 

İFRÎT:

 

Cinlerin azgın, en zararlı, şerli, korkunç ve kuvvetli cinsi.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:

 

Cinden bir ifrit (Süleymân aleyhisselâma); "Sen makâmından kalkmadan ben onu (Belkıs'ın tahtını) sana getiririm. Ben buna karşı her hâlde güvenilecek bir kuvvete mâlikim" dedi. (Neml sûresi: 39)

 

Hasen-i Basrî buyurdu ki: Bir gün Cebrâil aleyhisselâm, Resûl-i ekreme (sallallahü aleyhi ve sellem) gelerek; "Cinlerden bir ifrit sana hîle yapmak istiyor. Yatağına girdiğin vakit Âyet-el-kürsî'yi oku!" dedi. (Senâullah Dehlevî)

 

İFSÂD:

 

Bozmak, fitne, karışıklık çıkarmak, bozgunculuk yapmak.

 

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

 

Allahü teâlâ ifsâd edenleri sevmez. (Mâide sûresi: 64)

 

Sarı sabır maddesi balı ifsâd ettiği gibi, kızgınlık da îmânı bozar. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)

 

Şâyet sen, insanların kusûrlarını ve gizli hâllerini araştırırsan, onları ifsâd etmiş ve ifsâdlarına sebep olmuş olursun. (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd)

 

Sıcak su buzu erittiği gibi, iyi huy da hatâları eritir. Sirke balı ifsâd ettiği gibi, kötü huy, hayrâtı, hasenâtı (iyilikleri) yok eder. (Hadîs-i şerîf-Ahlâk-ı Alâî)

 

Zamm-ı sûreleri rükûda tamamlamak, dört mezhebde de mekrûhtur. Fâtihayı tamamlamak ise, hanefîde mekrûhtur. Diğer üç mezhebde namazı ifsâd eder. (Abdurrahmân Cezîrî)

 

İFTÂ:

 

Fetvâ vermek, dînî bir mes'elenin hükmünü sözlü veya yazılı olarak bildirmek. (Fetvâ)

 

İFTÂR:

 

1. Oruçlunun, akşam namazı vakti girdikten, yâni güneşin battığı iyice anlaşıldıktan sonra, yiyerek veya içerek orucunu açması.

 

...İftâr zamânında, oruçlunun ağız kokusu, Allahü teâlâya, her kokudan daha güzel gelir. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i Beyhekî)

 

... Bir kimse, bu ayda (Ramazân-ı şerîfte) bir oruçluya iftâr verirse, günâhları affolur. Hak teâlâ onu Cehennem ateşinden âzâd eder, kurtarır. O oruçlunun sevâbı kadar, ona sevâb verilir. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)

 

İftârda acele etmek demek, yıldızlar görünmeden önce iftâr etmek demektir (İbn-i Hibbân)

 

İftar edince, (Zehebazzama' vebtellet-il urûk ve sebet -el-ecr inşâallahü teâlâ: Susuzluk gitti. Damarlar ıslandı sevâb hâsıl oldu inşâallah) duâsını okumak, terâvih kılmak ve hatm okumak mühim sünnettir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

2. Oruç tutmama, yime.

 

Ayı görünce oruç tutunuz! Tekrâr görünce iftâr ediniz (Hadîs-i şerîf-Merâkıl felâh)

 

Ey Ebü'd-Derdâ! Muhakkak senin üzerinde bedeninin hakkı vardır. Ehlinin (âilenin) hakkı, Rabbi'nin hakkı vardır. Her hak sâhibine hakkını ver! İftâr et, oruç tut, namaz kıl, uyu ve ehline yakın ol. (Hadîs-i şerîf-Kenz-ül-Ummâl)

 

İFTİKÂR:

 

Fakîr olmak, muhtâc olmak.

 

Hâlık (yaratıcı) ve râzık (rızıklandırıcı) Allahü teâlâdır. İnsana hâlık ve râzık demek küfrdür. İnsanın sıfat-ı asliyesi (her zaman bulunan özelliği) acz (elinden birşey gelmeme) ve iftikârdır (İmâm-ı Birgivî)

 

İFTİRÂ:

 

Yapmadığı hâlde kötü bir işi birisine yükleme, yalan yere birisine suç isnat etme gösterme. Birine suç atma, bühtân.

 

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

 

Bak, Allah'a karşı nasıl olmadık yalan ve iftirâ ederler. Apaçık olan bu günâhları onlara kâfidir. (Nisa sûresi: 50)

 

Bir kimse için söylenen kusur onda varsa, bu söz gîbet olur. Yoksa iftirâ olur. (Hadîs-i şerîf-Müslim)

 

İftirâ etmek ve nemmâmlık yapmak yâni söz taşımak gîbet etmekten daha fenâdır. (Muhammed Ma'sûm)

 

Birisine iftirâ etmek, gıybet etmekten (belli bir mü'minin aybını, kusurunu, onu kötülemek için arkasından söylemekten) daha fenâdır. (Muhammed Hâdimî)

 

İftirâ büyük günâhtır ve çok fenâdır. Bunda yalan söylemek de vardır ki, yalan, her dinde haram idi. İftirâda bir mü'mini incitmek de vardır, bu da ayrıca haramdır. Bunlardan başka, iftirâ etmek, yeryüzünde fesâd çıkarmaya, ortalığı karıştırmaya sebeb olur ki, bu da haramdır. Çok fenâ ve tehlikelidir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Beni, hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'den üstün tutan; iftirâ etmiş olur. İftirâ edenleri dövdükleri gibi onu döverim. (Hazret-i Ali)

 

İFTİTÂH TEKBÎRİ:

 

Başlama tekbîri. Namazın evvelinde "Allahü ekber" demek. Buna Tahrîme tekbîri de denir.

 

Bir gün Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem namaz kılarken bir kimse sabah namazında iftitâh tekbîrine yetişemedi. Bir köle âzâd etti (serbest bıraktı). Daha sonra Peygamber efendimize gelerek; "Yâ Resûlallah! Ben bugün iftitâh tekbîrine yetişemedim. Bir köle âzâd ettim. Acabâ iftitâh tekbîrinin sevâbına kavuşabildim mi?" diye sordu. Peygamber efendimiz, hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer, hazret-i Osman ve hazret-i Ali'ye iftitâh tekbîrinin fazîletiyle ilgili soru sorup, değişik cevaplar aldıktan sonra; "Ey benim ümmetim ve Eshâbım! Yedi kat yerler ve yedi kat gökler kâğıt olsa ve deryâlar (bütün denizler) mürekkeb olsa ve bütün ağaçlar kalem olsa, bütün melekler kâtib olsalar ve kıyâmete kadar yazsalar yine imâm ile alınan iftitâh tekbîrinin sevâbını yazamazlar" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Cennet Yolu İlmihâli)

 

Bir kimse iftitâh tekbîrini imâm ile berâber alırsa; sonbahar günlerinde, ağaçların yaprakları, rüzgâr estikçe nasıl dökülürse, o kişinin günâhları da öyle dökülür. (Muhammed bin Kudbüddîn İznikî)

 

İftitâh tekbiri söylerken niyet edilir. Daha önce niyet etmek de câizdir. İftitâh tekbîrinden sonra edilen niyet sahih (geçerli) olmaz ve o namaz olmaz. (Abdullah Mûsulî)

 

İĞFÂL:

 

Aldatma, doğru yoldan saptırma. Hakkı unutturma.

 

İslâm nîmetinin elden çıkmasına sebeb olan bir kısım kâfirler, kendilerine müslüman ismi ve süsü verip, din adamı tanıttırıp, müslümanlığı kendi akılları ile, keyiflerine ve şehvetlerine uygun bir şekle çevirmeğe uğraşıyor, müslümanlık ismi altında yeni, uydurma bir din kurmak istiyorlar. Hîle ve yalanlarla, sözlerini isbât etmeğe, yaldızlı, yaltakçı yazılar ile, müslümanları kandırmaya, iğfâle çalışıyorlar. (Abdülhakîm Arvâsî)

 

Bir kalb, iyi arkadaşların nasîhatlerine ve akla tâbî olup, İslâm dînine uyarsa, nûrlanır, temiz olur. Dünyâ ve âhirette rahat ve huzûra kavuşur. Kötü kimselerin iğfâl edici sözlerine, yazılarına ve nefse, şeytana uyup, İslâmiyet'e uymayan kalb; kararır, bozulur... (Abdülhakîm Arvâsî)

 

İĞTİSÂL:

 

Gusl (boy) abdesti almak. Ağız ve burun dâhil bütün vücûdu hiç kuru yer kalmayacak şekilde baştan ayağa yıkamak. (Gusl)

 

Abdestte ve iğtisâlde lüzûmundan fazla su kullanmak, isrâf olup, haramdır. (Tahtâvî)

 

İHÂNET:

 

1. Hâinlik etmek, güveni kötüye kullanmak, sadâkat göstermemek.

 

Siz emniyet içinde meclislerde oturursunuz. İhâneti yalnız altın ve gümüşte aramayın. En büyük ihânet, kendisine güvenilerek yanında konuşulan sözleri ilgili kimselere götürmektir. (Hasen-i Basrî)

 

2. İsyân etmek, karşı gelmek.

 

Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:

 

Ey îmân edenler! Allahü teâlâya ve Peygamberine ihânet etmeyin. Sonra bile bile kendi emânetlerinize ihânet etmiş olursunuz. (Enfâl sûresi: 27)

 

Hükümete ihânet edene, Allahü teâlâ ihânet eder. (Hadîs-i şerîf-Nebras)

 

3. Küçük düşürmek, tahkîr etmek, hafife almak.

 

Bid'at sâhibine ihânet edeni Allahü teâlâ kıyâmet gününün korkusundan korur. (Hadîs-i şerîf-Fetâvâl-Haremeyn)

 

Fâsık (günâhkâr) kimse, âlim olsa da imâm yapılması mekrûh olur. Çünkü, İslâmiyete uymakta gevşek davranır. Buna ihânet vâcip olur. (Tahtâvî)

 

İHÂTA:

 

Kuşatma, çevirme.

 

Allahü teâlâ her şeyi ihâta etmiştir. Her şeye yakındır ve her şeyle berâberdir. Fakat, bizim alıştığımız, bildiğimiz ve anladığımız ihâta, yakınlık ve berâberlik gibi değildir. Bunlar, O'na lâyık değildir. Mahlûkların (yaratılmışların) hiçbiri O'nu ve sıfatlarını ve fiillerini (işlerini) anlıyamaz, bilemez. Bunlara anlamadan inanmak lâzımdır. (İmâm-ı Rabbânî)

 

İHFÂ:

 

Örtmek, gizlemek; tecvidde bir terim. On beş ihfâ harflerinden önce gelen tenvin veya sâkin nunu, izhâr (birbirinden ayırmak) ile idgâm (birbirine katmak) arasında, şeddeden uzak olarak gunne ile genizden çıkarmak.

 

İHLÂS:

 

Hâlis, temiz etmek, niyyeti düzeltmek, temizlemek, dünyâ menfaatini düşünmeden bütün işlerini, ibâdetlerini yalnız Allah için yapmak.

 

İbâdetlerinizi ihlâs ile yapınız! Allahü teâlâ, ihlâs ile yapılan işleri kabûl eder. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)

 

Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, Mu'âz bin Cebel'i (r.anh) Yemen'e vâli olarak gönderirken:

"İbâdetlerini ihlâs ile yap. İhlâs ile yapılan az amel, kıyâmet günü sana yetişir" buyurdu. (Hilyet-ül-Evliyâ)

 

İhlâs ile yapılan bir iş, senelerle yapılan ibâdetlerin kazancını hâsıl eder. (İmâm-ı Rabbânî)

 

İhlâssız amel, sahte para gibidir. Kabûl edilmez. (Seyyid Emîr Külâl)

 

Sehl-i Tüsterî'ye insanın nefsine en çok ağır gelen nedir? diye sorduklarında, ihlâstır cevâbını verdi. Zîrâ ihlâsta nefsin nasîbi, payı yoktur.

 

İhlâs elde etmeye çalışanlara muhlis denir. İhlâsı tabiat hâline gelenlere muhlas denir. (İmâm-ı Rabbânî)

 

Bir de ihlâstır, her işte dâimâ,

Şöyle ki hiç olmaya ucb-u riyâ,

Hem bu ihlâs olmasa makbûl değil,

Tasavuftur ihlâsın kaynağı bil.

 

(İmâm-ı Rabbânî)

 

İhlâs Sûresi:

 

Kur'ân-ı kerîmin yüz on ikinci sûresi. Tevhîd, Tefrîd, Tecrîd, Necâd, Vilâyet ve Mârifet sûresi de denilmiştir.

 

İhlâs sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Dört âyet-i kerîmedir. Sûrede; İslâm dîninin tevhîd (Allahü teâlâyı bir bilme) inancı en özlü ve en anlamlı şekilde ifâde edilmiştir.

 

İhlâs sûresinde Allahü teâlâ meâlen buyurdu ki:

 

(Yâ Muhammed!) de ki: O, Allah birdir, Sameddir. O doğurmamıştır, doğurulmamıştır.

 

Hiçbir şey O'nun dengi (ve benzeri) değildir. (Âyet: 1-4)

 

Kim ölüm hastalığında, İhlâs sûresini okursa, kabir azâbı görmez. Kabrin sıkmasından emîn olur. Melekler onu kanatlarıyla taşırlar ve sırattan sür'atli bir şekilde geçirirler. (Hadîs-i şerîf-Hâşiyet-üs-Sâvî)

 

Kim bin defâ İhlâs sûresini okursa, Cennet'teki makâmını görmeden vefât etmez. (Hadîs-i şerîf-Hâşiyet-üs-Sâvî)

 

Eve girerken İhlâs-ı şerîf okuyan fakirlik görmez. (Hadîs-i şerîf-Hâşiyet-üs-Sâvî)

 

Kim İhlâs sûresini besmele ile bin defâ okursa diş ağrısı görmez. (Süleymân bin Cezâ)

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak