Türkistan
Türk, genel olarak, en eski zamanlardan beri kendi ülkesinde, kendi diyarında yaşamaktadır. Kaşgarlı Mahmud, Türk’ün yaşadığı yerlerden Türk Eli, yani Türk Diyarı derken, muhakakk ki Türk’ün yaşadığı yeri anlatmıştır. Aslında önceleri coğrafya, Türk’e belirli özellikler verdikten sonra, Cahiz’in dediğine göre Türk, bu defa yeni gelip yaşamaya başladığı coğrafyayı da kendisine benzetiyordu. Türk ile yaşadığı yerler bir ifade başka ile özdeş gibi oluyordu. Buradaki özdeşlik, en sade şekliyle yer adlarında açıkça kendisini göstermektedir.
Türk’ün yaşadığı yer, Türk-eli veya Farsçası ile Türkistan’dır. Türklerin kendi yaşadıkları yere verdikleri genel Türkçe adı, ne yazık ki bilemiyoruz. Türk-eli denmiş olması en büyük ihtimaldir. Bu bölümün en başında, XIV. yüzyıldaki bilgiler Türkleri özellikle "sahra-nişin”, yani bozkırlarda yaşayanlar olarak tanımlamaktadır. Ancak, genellikle kabul edilen bu sözler ve hükümler, tabiatıyla tam olarak doğru değildir.
Sahra-nişinlik yaygın anlamıyla göçebelik demektir. Burada söz edilebilecek "göçebelik” ise, Türkler açısından sadece bazı tarihi devirler için söz konusu olmuştur. Mesela XI. yüzyıldaki Batı’ya doğru büyük göç sonrasında Ön Asya sahasında pek büyük göç hareketi olmamıştır. "Göçebelik” olarak ifade edilen hareket, yani Türk’ün göçebeliği, onun tercih ettiği ekonomik hayattan, hayvan besleyicilikten ve bu sebeple sene boyunca hayatını mevsimlere göre farklı yerlerde ve mekânlarda geçirmesinden doğmuştur.
Yukarda, Türklerin kendi oturdukları yere bir büyük bütün olarak Türk-eli demiş olabileceklerinden söz etmiştik. Türkistan, özellikle Arap ve İran kaynaklarında IX. ve X. yüzyıldan itibaren Ceyhun nehri ötesine verilen bir isimdir. Doğrudan da Türk ülkesi demektir. "Türkistan” Türkçe bir kelime olmadığından bu ifadeyi komşuları, Türklerin yaşadığı sahalara vermişlerdir. Nitekim Türklerin yaşadıkları yerlere bu ve benzeri adları sadece Türkler değil, aynı zamanda komşuları da vermiş ve kullanmış olmalıdırlar.
Türkistan, Türklerin yaşadıkları yeri belirleyen en önemli ve yaygın bir isimdir. Günümüzde Hazar Denizi’nin doğusundan, Ceyhun ötesine ve Altaylara kadar uzanan bölgeye Türkistan denmektedir. Tanrı dağları, Türkistanı Batı ve Doğu olarak ikiye ayırmaktadır. Batı Türkistan XIX. yüzyıl sonlarında Rusya’nın idaresine geçmiş, Doğu Türkistan sahası ise Çin idaresinde bulunmuştur.
Türkistan adı, İç Asya’da, "Türk” adını ve varlığını belirleyen en önemli unsurlardan birisidir. Bu sebepledir ki, bu sahaya hakim olan Türklerin dışındaki siyasî güçler bu adı kullanmazlar. Böylece 1924 senesinden sonra Türkistan İç Asya siyasî terminolojisinden kalkmıştır. Bugün de Doğu Türkistan kelimesi, Çin ve onun coğrafî isimlerine tâbi olanlar tarafından kullanılmamaktadır.
Türkistan olarak kimi zaman Karadenizin kuzeyi de (Eflaki, II, 981: Deşt-i Türkistan) anlaşılmıştır. Türklerin yaşadığı yer anlamında Doğu Anadolu sahası da (Evliya Çelebi), bu adla anılmıştır. XIX. yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı Padişahları (Abdülmecid, Abdülaziz, II. Abdülhamid ve Mehmed Reşad), kendilerini "Türkistan ve şâmil olduğu memâlik ve büldânın Padişahı” olarak tanımlıyorlardı.
Türkistan adı, doğrudan Türkçe olmadığından, bu sahaya Türk-eli denilmesi teklif edilmektedir.
Bu arada Ziya Gökalp’in ünlü bir şiirinde geçen Turan kavramı da dikkati çekmektedir:
Vatan ne Türkiyedir Türklere ne Türkistan
Vatan büyük ve müebbed bir ülkedir: Turan
Orta Çağ İran tarihçiliğinin etkisiyle ortaya çıkan Turan, İrec’in ülkesi İran’a karşı, Turec=Tur’un ülkesi anlamındadır. Tur/Turec’den sonra gelenler arasında İran ile kıyasıya savaşan Afrasiyab=Alp er Tunga vardır. Bu sebeple Turan, Afrasiyab=Alp Er Tunga’nın ülkesi olarak ünlüdür. Türk kavramı açısından, Destânî devirler dışında bir hatırası yoktur.
Türkiye
Türklerin yaşadıkları yerlere başkaları tarafından verilmiş olan bir kavram da Türkiye’dir. Bugün Batı Türklüğünün en büyük kitlesinin yaşadığı devletin resmi adı bu isimdedir. Gerçi Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin üzerinde olduğu topraklar Anadolu ve Rumeli adlarını taşımaktadır. En erken bir zamanda XI. yüzyılda bu sahaya İslam coğrafyacıları Diyar-ı Rum, yani Romalıların ülkesi demekte idiler. Buranın günümüzdeki yaygın adı olan Anadolu, Grekçe bir kelimedir. Eski Doğu Roma Devleti’ne ait topraklara eskiden Anadolu değil, Diyar-ı Rum denilmiş, ve bu sonraki yüzyıllarda da (XII-XIII.) devam etmiştir. XIV. yüzyılın ikinci yarısında kullanılmaya başlanan Anadolu da Grekçe bir kelime olup, "Doğu” demektir. Tabiî burada sözü edilebilecek Doğu kavramı, ancak Çanakkale ve İstanbul Boğazlarının batısından bakılınca söz konusu olabilecektir. Türkler de buraya ancak XIV. yüzyıl ortalarından sonra hakim olabilmişlerdir.
Buna karşılık, XI. yüzyıldan itibaren, Diyar-ı Rum ülkesine gelen Avrupalılar, Türklerin oturduklarını gördükleri bu ülkeye, Türklerin memleketi anlamında Turkia=Turchia/Turkhia demişlerdir.
Çünkü onlar Arapların oturduğu yerlere de Arabia diyorlardı.
Türk’ün oturduğu yerlere verilen Turkia=Turkie adı, günümüzde Türkiye Cumhuriyeti’nin adında da yaşamaktadır. Ancak bu kavram, sadece yakın zamanlarda ve sadece Ön Asya Türklüğü ile ilgili değildir. Benzer kavramlar, Avrupa dillerinde veya Arapça olarak başka sahalardaki Türkler için de kullanılmışlardır.
Coğrafî terim olarak Türkiye= Turkia adı Orta Çağlarda çok geniş sahaları göstermekte idi. Bizans kaynakları, VI. yüzyılda İç Asya için Turkia tabirini kullanmışlardı. Aynı tabir, IX-X. yüzyıllarda İdil/Volga’dan Orta Avrupa’ya kadar uzanan Hazar ve Macar ülkeleri için de kullanılmıştır. Hatta o zamanlar Doğu Turkia =Hazar ülkesi olmuş iken Batı Turkia, Macar ülkesi anlamında olmuştur.
XIV. yüzyıldan itibaren Avrupalı gözlemciler, XIX. yüzyıl ortalarına kadar Doğu Anadolu’dan Turkomania, yani "Türkmenlerin memleketi” olarak söz edeceklerdir (Baykara, 1976).
Bu arada hemen ilave edelim ki Mısır’daki Kölemen/Memlük Devleti, XV. yüzyıl kaynaklarında Ed-Devlet’it-Türkiyye yani Türk veya Türklerin Devleti olarak biliniyordu.
Avrupalı gözlemcilerin Türklerin gelip yerleştiği bu diyarı "Türklerin Ülkesi”, yani Turkia, Turkie (Türkiye) olarak tanımlamaları sonucu ortaya çıkan Türkiye adı, üzerinde yaşadığımız toprakları tanımlarken Anadolu kavramından, en azından iki yüzyıl daha eski bir geçmişe sahiptir. XII. yüzyılda kesinlikle bilinen Türkiye’ye karşılık bu topraklar XIV. yüzyılın ikinci yarısından sonra ancak Anadolu olarak da anılmaya başlayacaktır.
Tabiî Özellikler ve İklim
Tabiî Özellikler
Şimdi de Türk’ün yaşadığı yeri, fiziki ve tabiî özellikleriyle kısaca tanımlayalım. Türk’ün yaşadığı yerde sadece bozkır değil, aynı zamanda dağ (tau, tav) da olmalıdır. Bu dağlar sıra sıra olup, aşılması güç de olabilir. Fakat, dağlar ne kadar yüce olsa da yine de aşılacak bir yeri, bir beli, geçiti olabilir. Dağlardaki inler, mağaralar (üngür) gerekirse insanlar, fakat daha çok eşya ve üretilen mallar için birer saklama yerleridir. En eski hatıralarda bunlarda kıymetli varlıklar ve hazineler saklanabilirdi.
Türk’ün yaşadığı yerde bozkırda aynı zamanda ot, çayır, çimen, çer-çöp fazla olmalıdır. Çünkü orada Türk, kendi yiyeceğini teşkil eden hayvanlarını güdecek, onların beslenmesini sağlayacaktır.
Türk’ün yaşadığı yerde su da bol olmalıdır. Kaynaklar, bulaklar, pınarlar ve bunların akıp giden ayakları hem insanları hem de hayvanlarını suvaracaktır. Sular gür olup, çaylar her yerde geçit vermese de yine de, kimi yerlerde koyun, at veya deve geçitleri olabilir. Uygun yerlerde köprüler yapılarak gelip geçme kolaylaştırılır.
Türk’ün yaşadığı yerde, sağlık için, her sene bir miktar kar yağmalıdır. Kar insan hayatında sadece kış zamanları fırtına ve soğuk gibi olumsuz özellikleriyle değil, yazın sıcak günlerinde serinlik getirici özelliğiyle güzel gelir. Kar ve buz, kış mevsiminde buzluk ve karlıklara doldurularak yaz için hazırlanır ve yay (=yaz) mevsiminde kullanılır.
Türk’ün yaşadığı yer, Türk’ün kendi verdiği adları taşır. "Ak” ve "Kara” yer adlarında en çok kullanılan sıfatlardır ve pek çok ad da bulunur. Ak-su, Kara-su veya Ak-dağ, Kara-dağ gibi.
İklim
Türk yukarda da dediğimiz gibi, birçok özelliklerini yaşadığı yerin kendisine mahsus özelliklerinden almıştır. Buna daha 1300’lerde Reşideddin Fazlullah da dikkat etmiştir. O aslında Türklerin Moğol denilenlerle bir olmakla birlikte zamanla yaşadıkları yerlerin hava ve su şartlarına göre değiştiklerini belirtmişti. Nitekim o Türkmenlerin de, böylece oturdukları yerlerdeki özelliklerinden dolayı bu adı aldıklarını söyler. Arap kaynakları da Türklerin yaşadıkları yerlerin, sadece insanlara değil, hayvanlara, meselâ develere dahi kendi özelliğini verdiğini belirtir.
Türk’ün kendi özelliklerini alması, bir bakıma yaşadıkları yerin iklimi demektir. Türk’ün geçirdiği yüzyıllar içinde kendisine mahsus zevkleri oluşmuştur. Bunun temelinde de iklimin kendisine mahsus özellikleri gelmektedir. Bu sebeple denilebilir ki Türk, kendisine mahsus bir iklimde yaşamayı seven keyif sahibi insandır. O ne fazla sıcağa ne de fazla soğuğa gelir. Gerçi Türklerin arasında yine de daha ziyade soğuğu veya sıcağı tercih edenler olmuştur. Böylesine özel tercihleri olanlar azdır. Zaten bunlar sebebiyle Türklerin yaşadıkları yer ilk bakışta bizi şaşırtmakta, ortak iklim özelliklerinin belirlenmesini adeta imkânsız kılmaktadır
Türk’ün sevdiği iklim Ankara, Konya, Semerkant, Fergana, Taşkent, Bişkek ve Türkistan’ın (Yesi) iklimidir. Bununla birlikte Türk’ün hayatında Issık göl kıyıları yaylak, Hazar Denizi kenarları ise kışlak olabilir ve olmuştur. Şüphesiz daha serin yerleri sevenler için yaylaklar dağların yüksek ve serin yerleri veya coğrafya olarak daha kuzeye, Sibirya içlerine doğru bir haraketlilik olabilir. Sıcağı sevenler için kışlaklar Amuderya boylarına, Horasan’a daha güneye Hindistan, Şam ve Irak dolaylarına kadar yaklaşabilirler.
İklim söz konusu olunca Türk’ün özelliklerinden birisi açıkça ortaya çıkıyor. Burada iklim esaslı olarak belirlenen gerçek, Türk’ün göçebeliğine de açıklık getiriyor. Türk eğer bir yerden ötekine göçmüşse bu mevsimlik bir hareket olmuş ve tercih ettiği sıcaklıkta yaşamak istemiştir. Gerçi bu hareketinde, hayvanlarına ot ve yiyecek bulmak düşüncesi de etkili olmuştur. Türk sıcaklık artınca derhal daha serin bir yere gider, sıcaklık düşünce de daha sıcak yerleri arar ve bulur. Eğer sıcak yer bulamazsa, avarızın ve coğrafyanın imkan verdiği sahalarda kış mevsimini geçirir. Böylesine iklim şartlarına veya mevsimlere bağlı olan bir hayat, Türk’e ilk bakışta göçebe gürüntüsü vermiştir.
Türk hiçbir vakitte, bilinen ve yaygın anlamıyla göçebe bir hayatı sürmemiştir. Aksine sevdiği havada yaşamak için iklim değişmelerine bağlı olarak mevsimden mevsime evini göçürmüştür. Evini teorik olarak dört mevsime uygun olarak dört ayrı yere Kışlak, Yazlak, Yaylak ve Güzlek göçürürdü. Fakat yaygın olarak sadece iki yere göçer, genellikle yay (yaz) mevsimini Yay-lak (=yayla) da, "Kış” mevsimini de Kış-lak (kışla) da geçirirdi. Kışlakdaki iskân yaylağa göre daha uzun sürdüğünden burada daha kalıcı tesisler olabilirdi. Nitekim sonradan kışlaklarda oturmak devamlı hale geçtiğinden, mesela Özbekçede kışlak, Türkiye Türkçesindeki köy ile aynı anlamdadır.
Türk’ün mevsimlik hayatına en başta Beğ, Han veya Hakan=Padişah olmak üzere hemen herkes katılırdı. En batıdaki Türklerden artık yeni şartlara tâbi olmuş gibi görünen Osmanlı Padişahı dahi, yılın muhtelif mevsimlerini, İstanbul şehrinin geniş coğrafyası içinde farklı mekânlarda geçirirdi. Bunlar en azından iki olmak üzere üç veya dört ayrı kasır veya köşkte olabilirdi. Şehirlere muhtelif zaruretlerle yerleşen Türkler, mevsimlik hayatlarını, evlerinin mevsime göre uygun odalarına göçerek uygularlar idi. Bu sebeple hemen bütün Türk şehirlerinde evlerde, yaz evi ile kış evi (sonradan yaz odası, kış odası) aynı mesken içinde yer almış idi.
Kısacası Türk, dört mevsimin kendisine mahsus özellikleriyle görüldüğü bir coğrafyayı sevmiştir. Onun yaşadığı yerlerde, hem sıcak hem de soğuk olmalıdır. Nasreddin Hoca’nın (Efendi=Apendi) dediği üzere, insanlar kışın soğuktan; yaz (yay)’ın sıcaktan şikâyet etseler dahi, güz ve bahardan (yaz) kötü bir şekilde söz etmezlerdi. Türkler böylece dört mevsimi, kendi özellik ve bilhassa güzelliklerine göre yaşayabilirler.
Kısacası Türk yıllık ortalama 8-12 derece sıcaklığı tercih eder. Yaz mevsiminde çok sıcak olunca yaylaya, kışları soğuk olunca da sıcak yere gider. Böylece kimi Türkler serinlik bulmak için Sibirya içlerine gittikleri gibi kimileri sıcak yer bulmak üzere oldukça güneye inebilmişlerdir [T. Baykara, “Türk Kültüründe İklim”, Erdem, Sayı: 27 (Ocak 1997), Aydın Sayılı Özel Sayısı, III, s. 955973]
Türk’ün Ana Yurdu
Günümüzde dahi etkinliğini koruyan bir mesele, Türk’ün Ana/Ata yurdunun neresi olduğu sorusudur. Türk’ün en eski zamanlardan beri yeryüzünde, dünya üzerinde oturduğu yer neresidir? Bu mesele, Türk kavramı gibi, insanların zihnini meşgul eden apayrı ve önemli bir problemdir. Yukarda konumuzun hemen başında, “coğrafya=mekân” meselesinin oldukça önemli olduğunu belirtmiştik.
Türklerin Batı’daki güçlü devleti, Osmanlı Devleti veya Türkiye Cumhuriyeti’ndeki etkili konumları sebebiyle, Türk tarihi âdeta göçlerin bir tarihi gibi kabul edilmek istenir. Türkler, durmaksızın hareket eden, yer değiştirenler gibi kabul edilince Türk’ün bir asıl=ana yurdundan söz etmek de güçtür. Genellikle, devamlı oturduğu bir yeri olmayan Türk, belirli bir coğrafyanın insanı olarak kabul edilmez. Oysa Türklerin, bazı büyük hareketleri müstesna, gerek İç Asya gerekse Avrasya’daki hayatı, belirli bir yurdu gösterir. Sadece bu yurdun, tasavvur edilenden çok daha geniş olabileceğini belirtmek isteriz.
Türkler muhakkak ki doğrudan bir coğrafyanın, bir mekânın da sahibidirler. Ancak bunun yanında, göç hareketleri de vardır. Böylece, Türkler hakkında yaygın olarak iki ayrı anlayışla karşı karşıyayız. Bunu biraz daha açmak icab etmektedir.
Bir yaygın görüşe göre Türkler, durmaksızın göç eden, hareketli ve yer değiştiren insanlardır. Türk, adeta olağanüstü bir şekilde çoğaldığı bir yurttan, bir ata=ana yurdundan taşıp durmaktadır. Hatta bunu gökten durmaksızın indirilen veya yer altından kaynayan ve durmaksızın beslenen bir unsur olarak da algılamak mümkündür. İç Asya’nın tarih boyunca böylesine etkili bir göç sonrasındaki halihazır durumu bu görüşe göre oldukça şaşırtıcıdır. Türklerin yeni sahalara akışı, göçü ve yeni yerlere yerleşme hareketi, bu görüşe göre halen de devam etmektedir.
Bu görüşün dikkate değer bir gerekçesi de vardır. Buna göre Türk bugün büyük ölçüde yaşadığı yerlere hep sonradan gelmiş olup, buraların eski ve yerli halkı değildir. Bu sebeple bunların, yani Türklerin geldikleri yere gönderilmesi de gerekebilir. Fakat bir kısım tarihçiler, yeni gelenlerin orasının eski sâkinleri ile kaynaşıp yeni milletler oluşturduklarını da belirtir. Vaktiyle Sovyet devrinde etkili olan bir büyük görüş, yeni gelen Türkler ile o sahalarda eskiden beri oturan yerli unsurların karışması ile Kazak, Özbek, Türkmen, Azerî ve hatta Türkiyelilerin oluştuğunu ileri sürer.
Böyle kabul edilse bile, Türk’ün yine de, dünya üzerinde ilk olarak ortaya çıktığı (gökten indirildiği veya yerden durmaksızın kaynadığı) bir yeri olması gerekir. İşte burada, Türk’ün İç Asya veya Asya genelindeki geniş arazi üzerinde yine de öncelikle belirli bir sahada ve tarihin en eski zamanlardan beri oturmuş olması gerekmektedir. İşte bu yer neresidir sorusu, bizi Türk’ün ana-ata yurduna götürecektir.
Türk ne kadar göçebe veya hareketli sayılırsa sayılsın, yine de Asya içinde belirli bir mekânı; toprağı ve coğrafyayı esas olarak benimsemiştir. Yakın yıllarda Prof. D. Sinor, yayınladığı bir makalesinde, genellikle kabul edilen Türklerin göçleri nazariyesine karşı çıkmakta, mesela Karadeniz kuzeyinde Türklerin milât yıllarından beri var olduklarını kesinlikle göstermektedir.
Türklerin, belirli coğrafyada tarihî devirlerden önceden beri oturmakta olduğu şimdilerde arkeolojik bilgilerden de anlaşılmaktadır. Bu belirli coğrafyada yaşayanlar pekala tarihî devirlerde de burada yaşayanların ataları olabilirler. Bu konuda mitolojik bilgiler de Türk’ün belirli bir coğrafyada, XII-XV. yüzyıllardaki insanoğlunun bilebildiği en eski zamanlardan beri oturmakta olduğunu gösteriyor. Aşağıda ayrıca söz konusu edeceğimiz XII. yüzyıl başlarında kaleme alınan Mücmel’üt-Tevarih’te de Türk’ün Asya içlerinde seçip oturmak üzere benimsediği yer, Issık göl dolayları ve Iduk-Art dağları idi.
Bilim adamları, göç edenlerden olsun olmasın, geçen yüzyıllardan beri Türk’ün ana-ata yurdu konusunda fikirler ileri sürmüşlerdir. Türk’ün asıl yurdu konusunda şimdiki Moğolistan’dan, Baykal Gölü dolaylarından Ural Dağlarına ve hatta Karadeniz kuzeyine kadar uzanan çok geniş bir mıntaka içinde farklı yöreler öncelikle kabul edilmektedir.
Bu geniş sahanın ana-ata yurt olarak kabulü ilk bakışta imkânsız gibi görünüyor. Ancak Türk ile bir başka unsurun Atın, binlerce yıldan bu yana iç içe olduğunu unutmamak gerekir. Eski zamanlar dünyasında, esas olan insanın yürüyüşü ve hareketine göre At, bu mesâfeyi en azından dört misli daha büyütmektedir. Böylece ana-ata yurt meselesinde geniş bir coğrafyanın kabulü olağan sayılmalıdır. Ancak yine de diyebiliriz ki bundan 6.000 yıl kadar önce, daha dar bir alanda mevcud olan Türk ana-yurdu, zamanla "At”, burada yaşayanların, yani Türklerin hayatına girince çok daha genişlemiştir.
Bugün kesinlikle Türklerin yaşadığı yerlerden birisi Aral Denizi çevresi olup, özellikle Yenikend, tarihî devirlerde Oğuz Türklerinin oturduğu bir mekândır. Buradaki arkeolojik kazılar, geçmiş bin yılda da aynı maddî kültüre sahip insanların aynı mekânda oturduğunu göstermiştir (S. P. Tolstov, E. Esin). Böyle olunca, XI. yüzyılın Oğuzları gibi ataları olan bin yıl öncesinin insanları da aynı yerde oturuyordu. Oğuzların buraya sonradan göç ederek gelmelerini imkânsız kılan bu bilgiler, hemen bir başka varsayımla yorumlanabiliyordu. Bu sahaların eski Türk olmayan halkları, mesela Toharlar Türkleşmiş olmalıdır. Toharlar daha sonraları Diğer adıyla Oğuz Boyları arasında yer alabileceklerdir. Böylesine zorlamalara gerek olmaksızın, İç Asya sahasındaki arkeolojik bilgileri yeniden değerlendirmek gerekmektedir. Çünkü hemen aynı ve benzer durumlar, şimdiki Kazakistan içleri, Kırgızistan’ın hemen her yeri, Altaylar ve Tuva ülkesi için de geçerlidir.
Bize göre, Türk’ün ana-ata yurdu meselesinde geniş bir mekân=coğrafya gerekmektedir.
Ancak bu belirleme sırasında bazı yerler kesinlikle gözönüne alınmalıdır. Adeta bu iki yer Türk’ün ana yurdunu bilmekte nirengi gibi yer alacaktır. Bunlardan ilki Issık göl, ikincisi ise Altay Dağlarıdır. Bu iki asıl mekânın hemen yanında Aral Denizi, Tanrı Dağları ile Ötüken Boyları da bulunmalıdır.
Türk, adeta kendisiyle özdeş gibi olan At’ı erken devirlerde bilip onu çok iyi kullanabilmesi sayesinde, başka milletlere göre çok daha geniş sahalarda hayatını sürdürmüştür. Türk, hayatını sürdürdüğü bu sahalarda binlerce yıl kalmıştır. Fakat erken zamanlardan itibaren bu sahalara yeni gelenler olmuş, kendisi de başka yerlere gitmiştir. Ama, kendisinin öz karakteri gibi gösterilen göçebelik asla Türk’ün hâkim ve asıl özelliği değildir.
Türk bu büyük coğrafyada, farklı boylar halinde halinde yaşamış, yönetiminde kimi zaman ayrı boylar etkili olmuştur. Boyların=kabilelerin ayrılması, geniş coğrafyada kültürel birliği pek az etkilemiştir. Buna karşılık kimi zaman yönetimde sert ve etkili mücadeleler olmuştur. Destanî devirlerde, Oğuz ile Türk arasında istendiğinde yağmur yağdırabilen yada taşı yüzünden olduğu belirtilen iç harp dikkate çekiyor. Bu mücadelenin ayrıntılarını tarihî kaynaklarda pek az buluyoruz ve bulunanlar da genelde “Türk” kavramı dışındaki siyasî teşekküllerde söz konusu ediliyor: Sakalar gibi.
Kısacası Türkler, Issık göl ile Altaylar arasındaki saha esas olmak üzere kuzey, doğu, güney ve batıda Karadeniz’den Tanrı dağlarına, oradan da Baykal ötesine kadar uzanan bir sahada etkili olmuşlardır. Kuzeyde gittikleri yerler için bilgimiz çok daha azdır.
Türk Takvimi=Türk’ün Zaman Ölçümü
Türk hayatında her zaman gök, yeryüzünden daha çok yer tutmuştur. Bununla beraber yeryüzü, hayvanlarının otlağı olmak bakımından da etkili olabilmiştir. Ancak gökyüzüne bakışı, oradaki ay, gün ve yıldızlarla ilgilenmesi, en eski zamanlardan beri devam eden bir olaydır. Kün ve ay, hem kısa hem de etkili bir isimdir. Bunlar birisi zaman ölçümü olarak günü, öteki de yine 30 günlük kabul edilen zaman birimi “ay”ı karşılamaktadır.
Türkler sene başı olarak muhtemelen milattan sonraki ilk bin yıl ortalarına doğru gelmesi gereken Ergenekon’dan çıkışı esas aldıkları, XIV. yüzyılın başlarındaki kaynaklara, Câmi’üt-Tevarih’e yansımıştır. Bundan açık olarak ortaya çıkıyor ki Türklerin zaman ölçümü milât yıllarına kadar gitmektedir ve bu olağan sayılmalıdır. Baharın (yaz) başlaması, Türk takviminin başı demektir.
Çünkü Türk’ün yaşadığı orta kuşak sebebiyle güneşin iki dönüşü ve onların tam ortası rahatlıkla bilinebilir. Böylece dört noktası bilinen zamanı, yılı belirlemek çok daha kolaydır. Bunun içinde de yaklaşık gökyüzündeki Ay’ın on iki hareketi vardır. Gerçi gökyüzündeki Ay’ın on iki hareketi ile, mesela Güneş’in en alt düzeye inmesini belirleyen (21 Aralık) zaman ölçümü tam uyuşmuyor. Bununla birlikte, Güneş’in hareketine bağlı bilgiler çok daha kesin olduğundan mevsimlere bağlı ay hesabı da daha rahatlıkla bilinebilir. Nitekim Kemal Paşazâde, II. Bayezid Devri’nde, “orta kış ayınun onunda, şehr-i cemazi’l-âhirün yigirmisinde pençşenbe günü” diye bir kesin zaman vermektedir (VIII. Defter, TTK, 1997, s. 172). 904 hicri yılı 20 Cemazielahiri, 2 Şubat 1499’a tesadüf eder. Ancak Perşembe günü 31 Ocak’tır; Bugün "orta kış ayının onu” olunca, orta kış ayı, ocak ayının 24’ünde (veya 21), ilk kış ayı da aralığın 24’ünde (veya 21) başlamaktadır. Bu ise, doğrudan gündönümünde (21 Aralık’ta) başlayan bir takvim demektir. Nitekim yakın yıllara kadar Türkiye Türkleri arasında kışın ilk, orta ve son ayı türünden mevsimlik ay isimleri de bilinmiştir.
Ay isimlerinde bir başka adlandırma ayların sıra ile sayılmasıdır. Birinçay, İkinçay, .... Yetinçay, vb. gibi. Ancak son iki ay kimi zaman uluğ-ay ve küçük-ay diye de anılabiliyordu. Mevsimlik ay isimleri, eski Türk takviminin esası olsa gerek. Nasıl ki Temür’ün XIV. yüzyıl sonlarındaki bir kitabesinde (Karsak-pay) böyle bir tarihlendirme olduğu gibi, XV. yüzyılda batı Türklerinde de böyle bir tarihlendirmeyi Kemal-Paşa-oğlu belirtmektedir:
Türk takviminde yılbaşı, Ergenekon’dan çıkışın hatırası olarak da unutulmak istenmeyen (Reşideddin Fazlullah, Cami’üt-Tevarih, Moskova 1965, I, 364) yaz başlangıcındadır (21 Mart). Türk takviminde yıllar, İç ve Doğu Asya’da çok yaygın olarak kullanılan hayvan adlarını taşır. Bu arada Türk hayatında pek yer etmiş olmayan hayvanlar değişebilir: Ejderha yerine balık gibi sıçan, sığır, pars, tavşan, ejder-balık, yılan, at, koyun, maymun, tavuk, it, domuz. 60 yıl bir müçeldir.
Mevsime dayalı düzeni, ay isimleri ve hayvan adlarını taşıyan yıl isimleri ile Türk takvimi, komşu ülkelerden etkilenmiş olsa bile, kendisine mahsus karekteristik özelliklerini milat yıllarından itibaren kazanmış olmalıdır. Türk takvimi bu esası ile günümüze kadar, çeşitli Türk boylarında devam etmekte ve halen de kullanılmaktadır.
Prof.Dr. M. Taner Tarhan’ın Ön Asya Dünyasında İlk Türkler Kimmerler ve İskitler Kitabından Alıntılanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder