24 Aralık 2022 Cumartesi

MISIR MEDENİYETİ

 


MISIR MEDENİYETİ ve PİRAMİTLERİN SIRRI


Mısır medeniyeti, yeryüzünün en eski ve parlak medeniyeti olduğu gibi, geçmiş dönemlere ait iz ve yıkıntılarını da günümüze kadar ulaştırmayı başaran bir medeniyettir.


Habeşistan dağlarından doğarak tropikal yağışlarla beslenen, karların erimesiyle Heredot'a göre 100 gün boyunca taşarak coşan Nil, tartışmasız Mısır'ın gerçek hayat iksiridir. Bu özelliğinden dolayı Nil Nehri'nin taşması eski Mısırlılarca bayram kabul edilmekteydi. Çünkü nehir, suların çekilmesi sonrasında geride verimli alüvyonlar bırakmakta, bu da vadiyi, adeta çöllerin hayata; «Merhaba!» dediği bir cennet bahçesine dönüştürmekteydi.


Nitekim Mısır'a hayat veren bu büyük nehrin tebeddülatını hayretengiz ifadelerle kaleme alan Mısır fatihi Amr İbn-i As, bu durumu Halife Hz. Ömer’e şöyle rapor etmiştir:


"Ya Emire'l-Mü'minin! Kısır bir çöl ve iki dağ arasında muhteşem bir vadi tahayyül et. ki, bu dağların biri kum tepeleri şeklinde, diğeri ise zayıf bir at karnı veya deve hörgücü biçiminde olsun. İşte Mısır böyledir. Bütün verimi ve zenginliği, bunların arasından haşmetle akan bir nehirden gelir. Suların çoğalması ve azalması güneşle ayın yürümesi kadar muntazamdır. Muayyen bir zaman vardır ki; o zamana gelince dünyanın bütün bulakları ve çayları, kudretin kendine bağladığı bu nehirler padişahına vergilerini getirir verirler. O vakit suları çoğalır, yatağından fırlar, bereketli çamurlarını bırakmak için Mısır'ın sathını sular. O vakit bir köyden diğer köye hurma yaprakları kadar hafif kayıklardan başka gidip gelmek vasıtası yoktur. Ondan sonra bu itaatli ırmak arzın sinesinde sakladığı hazineleri toplatmak için kudretin kendine çizdiği hudutlar içine girer.


Ya Emire'l-Mü'minin! İşte böylece Mısır ülkesi, dönüşümlü olarak önce kısır ve kumlu bir çölden sulak ve parlak bir ovaya; sonra da siyah ve kalın bir çamurla örtülü bataklıktan yeşil ve dalgalı bir çayırlığa, türlü türlü renkte çiçeklerle donanmış bir yaygı ve sararmakta olan bir ekin tarlası manzarasına kavuşur."


MISIR'IN SİYASİ GELİŞİMİ


Mısır'da ilk şehir devletleri M.Ö. 4000'de görülürken, birleşik Mısır tarihi Kral Menes'le başlar, Perslerin M.Ö. 525'te Mısır'ı işgallerine kadar devam eder. Bu dönem içerisinde yer yer kendilerini tanrı olarak kabul ettirmeye kalkışan 26 Firavun sülalesi vazife başında kalır.


ESKİ KRALLIKDÖNEMİ (M.Ö. 3000-2100)


Firavunların en parlak dönemi olarak kabul edilen bu dönemde en önemli gelişme, piramitlerin inşasıdır. İlk inşa edilen piramit Sakkara'daki basamaklı piramittir (M.ö. 2500). Daha sonra Kahire yakınlarında Gizede Keops, Kefren ve Mikerinos adlı piramitler yapılmıştır. Bu piramitlerin hepsi de, yüz binlerce kölenin dönüşümlü olarak zorba bir biçimde onlarca yıl çalıştırılmasıyla yapılabilmiştir. Bu muazzam eserlerin yapımındaki ileri teknoloji, bugün bile görenleri büyük bir hayranlık duygusuna sevk etmektedir. Sadece Keops piramidinin 10- 15 ton ağırlığında 2.300.000 adet blok taşın üst üste koyulmasıyla oluştuğu, Heredot'un anlatısına göre ağır granit blokların üst kısımlara çıkarılması işlemi için 925 metre boyunda, l 9 metre genişliğinde bir rampa hazırlandığı bilinmektedir. Yükseklikleri, içlerindeki galeri ve labirentler, altlarındaki saraylar, duvarlarındaki resimler, mumyalanmış Firavun cesetleri ve inşa edildikleri platoların akustik düzenleri gibi ilginç ve göz alıcı niteliklerinden dolayı piramitler, eski dünyanın en büyük ve en başarılı mühendislik eserleri olarak kabul edilmektedir.


Bazı bilim adamları bu devasa eserlerin ortaya çıkmasını bilim-kurgu nevinden bir yaklaşımla yorumlayarak fantastik bir sonuca ulaşmaktadırlar. Mesela Eric Yon DANIKEN bu piramitleri uzaylıların yaptığını iddia ederken, Andrew COLLINS de, Cennetin Tanrıları adlı kitabında olayı mitolojik bir temele yaslamakta, bu tapınak ve anıtların yapımını bir tanrılar ırkının eseri olarak göstermeye kalkışmaktadır.


Bilim adamları ağır taş blokları havaya kaldırmanın nasıl mümkün olabildiğini, sert kayalara delikler açmak için ses teknolojisinin kullanılıp kullanılmadığını, Atom Uzmanı Prof. Lois BULGAN'in iddia ettiği gibi, bu konuda nükleer enerjiden yararlanılıp yararlanılmadığını araştırmaya devam etmektedirler. Mısır'ın, tarihin seyri içinde arkeolojik bir hasat bölgesi olma özelliğini sürdüreceği anlaşılmaktadır.


Şüphesiz Mısır, eski çağlardan beri zengin bir ülkedir. Zaman zaman kendilerini tanrı kral şeklinde empoze eden Firavunlar; tarım çağlarının en zengin ülkesi Mısır'da çok güçlü bir bürokrasi oluşturmuşlar, tarım ve ticareti geliştirerek sağlam gelir kaynaklarına sahip olmuşlardır. Hakimiyet alanlarını doğuda Mısır'dan Filistin ve Suriye'ye, güneyde Habeşiştan ve altın rezervleriyle ünlü Nübya bölgesine kadar genişletmişlerdir. Kral mezarlarından çıkan dört tekerlekli altından gemiler ve altın savaş arabaları, bu dönemdeki refahın en önemli göstergeleri olarak sayılabilir. Yunanlılar ve Fenikelilerle yapılan ticaretle Mısır'ın zenginliği daha da artmıştır. Piramitler gibi muazzam yapıların kaynağını başka yerlerde değil, bu medeniyetin ulaşmış olduğu zenginlikte aramak gerekir. Bu eserlerin meydana gelmesi için gerekli olan ilmi arka plana Mısır medeniyeti fazlasıyla sahipti. Buna örnek olarak geometride «pi» sayısını bilmeleri, Nil'in taşma ve çekilme günlerini hesaplayabilmek için oluşturdukları; günümüze kadar uzanan güneş takvimini bulmuş olmaları, tıp ve eczacılıkta zengin bir birikime sahip olmaları bu ilmi gelişmişliğe örnek olarak gösterilebilir.


Fakat yararsız bir güç gösterme yarışına girmişler, ölümsüz bir saltanat sahibi olma arzularını dünyanın en faydasız fakat en pahalı yapılarını inşa ederek ortaya koymuşlardı. Ancak bütün bu zenginliklerine rağmen kendilerini tanrı yerine koymaları, toplumları katmanlara ayırarak tarafgir davranmaları ve halkın büyük bir kesimini köle yapmaları gibi sapkınlıkları, sonlarını getirmiştir:


"Oysa biz onlardan gelip-geçen nice kuşakları helak ettik. Öyle ki, onlar dünyevi güç ve dış görünüş olarak berikilerden daha üstündüler:' (Meryem, 74)


ORTA KRALLIK, HİKSOSLAR ve HZ. YUSUF (M.Ö. 2100-1600)


Kıtlık yıllarının baskısıyla Asya'dan gelerek Mısır'a hakim olan Hiksoslar, «Çoban Krallar» diye de anılır. Hiksoslar, güçlü askeri birlikleriyle Mısır'ın tamamında siyasi birlik sağlamalarına rağmen hiçbir zaman yerli unsurlarla tam bir kaynaşma sağlayamadılar. Farklı kültürel ve dini gelişmelerin yaşandığı bu dönemde Sami dilini kullanarak Avaris'i başkent yaptılar.


Mısır tarihinde ilk peygamber olarak bilinen Hz. Yusuf'un Hiksoslar döneminde yaşadığı kabul edilmektedir. Hz. Yusuf, Hz. İbrahim'in oğlu olan İshak'ın oğlu Hz. Yakub'un oğludur. Kardeşlerinin kıskançlığı sonucunda bir kuyuya atılır, kervancılar tarafından bulunarak Mısır'da köle olarak satılır. Sarayda gönül ve ahlak güzelliği yanında yüz ve fizik güzelliği ile de vezirin hanımını ve Mısır sosyetesini şaşkına çevirir. Şehvetperest baskılara, nefsinin bütün zorlamalarına rağmen, vezirin hanımının süfli, azgın ve fütursuz taleplerini reddetmesi üzerine iftiraya uğrar ve zindana atılır.


Hz. Yusuf, zindanda rüya yorumları ile peygamberlik vazifesinin temel fikirlerini birlikte sunmayı başarır. Başarılı rüya yorumları sonrasında saraya çağrılır, geçmişteki suçlamalardan aklandıktan sonra Mısır'ın mali yönetiminde görev alır. Kıtlık yıllarının yaşandığı bu dönemde aldığı tedbirlerle Mısır'da kuraklığın getirdiği olumsuzlukları giderir, Mısır'ın mali yönden rahatlamasına yol açar. Bu arada kardeşlerine ve babasına önemli faydalar sağlar. Bu gelişmeyle birlikte İsrailoğulları Mısır'a yerleşir ve zamanla çoğalırlar. Bir müddet Yusuf Peygamber'in yaydığı tevhid inancı Mısırda etkili olur.


Hiksoslar'ın Mısırdan çıkarılmasından sonra ülkeye Teb prensleri hakim olur. Bu prenslerin yönetiminde Mısır, Afrika ve Asya'daki en geniş sınırlarına ulaşır. Zamanla yönetimler tarafından halka Amon, Ra gibi yerel tanrılar empoze edilir. Ancak IV. Amonofıs döneminde tekrar tek tanrılı inanca benzer Aton isimli (güneş tanrısı) bir inanç yaygınlaşır.


HZ. MUSA ve FİRAVUN

3400 YILLIK BİRANLAŞMAZLIK


Mısır'ın yarı resmi yayın organı el-Ehram Gazetesinin Kasım 2000'de Londra'da basılan İngilizce nüshası ilginç bir suç duyurusu yayınladı.


Bu duyuruya göre, bir hukuk profesörü ve avukat olan Nebil Hilmi; otuz dört asır önce Hz. Musa ile birlikte Mısırdan kaçan yahudilerin, Mısırlılara ait kıymetli altın ve gümüş eşyaları da beraberinde götürdüklerini iddia ederek ülkesi adına yüklü bir tazminat talebinde bulundu. Prof. Hilmi bu iddiasına delil olarak Tevrat'ı göstermekte, Tevrat'ın İsrailoğulları'nın hırsızlıklarını gösteren sayısız deliller içermekte olduğunu dile getirmektedir. Mısırlılardan çalınan eşyaların hiçbirisinin geri getirilmediğini kaydeden Hilmi'ye göre, yıllık % 5 faizi de eklendiğinde yahudilerin bugünkü Mısırlılara yaklaşık 9 milyon ton altın borcu vardır. Bu tarihi bir gerçektir ve Mısırlıların hakkı boşa gitmemelidir.


Mısırlı avukatın bu teşebbüsüne karşı yahudiler de tepkilerini göstermekte gecikmediler. Bir hafta sonra, İsrail'de yayınlanan Jerusalem Post Gazetesinde Moşe KOHN, karşı bir dava ile Hilmi'nin girişimine cevap verdi. Tevrat'ın çıkış bölümündeki anlatıma dayanarak İsrailoğulları'nın Mısır'da kaldıkları 430 yıl boyunca Mısırlılara kölelik yaptığını ve 600.000 erkeğin 430 yıl boyunca onlar için ücretsiz çalışmak zorunda kaldıklarını dile getirmektedir. Bu durumun göz önünde tutularak İsrailoğulları'na ödenmeyen alacakların, Hilmi'nin çıkarttığı borçla karşılaştırılması gerektiğini belirtmekte, ayrıca bu birikmiş emeğin karşılığına yıllık % 5 faiz eklenmesini istemeyi de ihmal etmemektedir. Kohn'a göre gündeliği bir dinardan hesaplandığında Mısırlıların sadece yüz yıl için verecekleri para iflaslarına yetecektir. Yazar ayrıca iddialarına Tevrat'ın dışında Kur'an ayetlerinden de mesnet göstermektedir.


Bu ilginç davaların nasıl sonuçlanacağı ve hangi iddialarla zenginleştirileceği önem taşımamakla beraber, bu anekdot, gerek Mısırlılar ile İsrailoğulları'nın tarihi ilişkileri, gerekse bu kavmin dünya tarihindeki göz ardı edilemez yeri hakkında bize ip uçları vermektedir.


İSRAİLOĞULLARI'NA UYGULANAN BASKI ve ZULÜMLER


İsrailoğulları'na yapılan baskı ve zulmün Mısırda XVIII. sülale döneminde başladığı bilinmektedir. O dönemde İsrailoğulları'nın Mısırda tevhid anlayışının en güçlü savunucuları olduğu görülür. Hz. Musa'nın Firavun'a karşı giriştiği hürriyet, hak ve adalet mücadelesinde peygamberlerinin yanı başında olmuşlar, mağdur ve mazlum bir kitle olarak yönetimden baskı ve zulüm görmüşlerdir. Baskıların yoğunlaşması II. Ramses'in babası 1. Seti dönemine rastlar. Kaynaklar Hz. Musa'nın doğum yıllarında işbaşında bulunan Firavun'un II. Ramses olduğunu iddia etmektedir. Bu dönemde İsrailoğulları'na yapılan baskılardaki şiddet ve dozajın dayanılmaz bir biçimde arttığı anlaşılmaktadır. Nitekim Ahd-i Atik ve Kur'an'ın verdiği bilgilerden, o günkü firavunun İsrailoğulları'nın erkek ve kadın yetişkinlerini köle olarak kullandığı, yeni doğan erkek çocuklarını öldürüp kız çocuklarını sağ bıraktığı anlaşılmaktadır.


Kur'an'a göre Firavun; ilahlık iddiasında bulunacak kadar kendini beğenen, büyüklük taslayan, Hz. Musa'nın tanrısına ulaşmak için alaycı bir eda ile Haman'a kule yapmasını emredecek kadar küstahlaşan, taşkınlık gösteren, halkını küçümseyen, onu fırkalara bölen, zayıfları ezen, gerçeklere sırt çeviren bir kişidir.


Hz. Musa'nın muasırı/çağdaşı kabul edilen Firavun II. Ramses, İsrailoğulları'na ve halkına zulüm ve baskıda, ayrımcılıkta, köleleştirmede aleni ilahlık iddiasında bulunmada sembol bir isim olmuştur.


Esasen firavunlar, ilk dönemlerde kendilerini delta bölgesi tanrısı Oziris'e nispet ederlerdi. Daha sonra güneş tanrısı Horus'un temsilcileri olarak göstermeye başladılar. V. Hanedan döneminden sonra (M.Ö. 2600-2500) tanrı Ra'ya izafe edilmeye başlandılar. Orta İmparatorluk döneminde ise Tanrı Amon'la ilgi kurularak Amon-Ra ile aynılaştırıldılar.


Kısacası Hz. İbrahim'in, Hz. Yusuf'un, Hz. Musa ve kardeşi Hz. Harun'un İsrailoğulları eliyle Mısırda yükseltmeye çalıştığı tevhid çağrıları, her dönemde olduğu gibi Hz. Musa döneminde de Firavun, Haman ve Karun üçlüsü eliyle perdelenmeye çalışılmıştır.


M.Ö. 1300'lerde Mısır tahtına geçen II. Ramses, Suriye yüzünden Hititler ile savaşır. Anadolu'nun bu güçlü devleti ile Asur tehlikesi yüzünden dünyanın ilk yazılı anlaşması olan Kadeş'i imzalamak zorunda kalır. (M.Ö. 1280) Mısır'ın güvenliği için bu önemli tedbiri aldıktan sonra içte güçlü ve baskıcı bir yönetim kurar. Yönetimini vezir Haman ve mali alanda Karun'la güçlendirir. Yaşayan her canlının kendisine saygı duyması ve korkması için dağların içini oydurarak ürperti uyandıran Ebu Simbel tapınağını yaptırdığı gibi yanına da kendisinin dev boyutlardaki dört adet heykelini yerleştirir.


HZ. MUSA ve FİRAVUN


Geçmişte büyük içtimai dalgalar oluşturan peygamberler gibi Hz. Musa da Allah'tan aldığı elçilik vazifesinin bir parçası olarak Firavun'u ve onun zalim yönetimini uyarmış, onları hak ve adalete, kulluğun sınırlarına, gökte ve yerde tek ilah olarak sadece Allah'a itaat etmeye davet etmiştir. Hz. Musa, Firavun'un karşısına çıkar çıkmaz, aralarında müthiş bir mücadele başlar. Hz. Musa; insanlık tarihinde hak, adalet ve sağduyuyu temsil eden nübüvvet zincirinin bir halkasını oluştururken, Firavun da; Karun ve Haman gibi taraftarlarıyla; zulmün, şirkin, ayrımcılığın, kibrin, ilahi ölçülere karşıtlığın ve duyarsızlığın o çağdaki temsilciliğini üstlenirler. Firavun, bütün gücünü Hz. Musa'nın çağrısını ortadan kaldırmak için seferber eder. Hz. Musa ise hem Firavun ve çevresini hem de kendi halkını uyarmayı sürdürür. Oysa Firavun, Allah'ın elçisini dinlemez, ona karşı gelmeyi sürdürür. Bu yüzden Firavun ve ailesi, yıllarca kıtlık ve ürün azlığı ile imtihan edilir. Su baskınları, çekirge sürülerinin istilaları, kurbağa ve kan gönderilmesi suretiyle bir dizi felaketlere uğratılır. Nihayet Firavun ve beraberindekiler Kızıldeniz’de boğulur.


İslam kaynakları Firavun'un boğulmak üzereyken iman ettiğini, ancak bunun kabul edilmediğini, cesedinin ise daha sonra gelenlere ibret olması için saklandığını kaydeder. Nitekim Cebeleyn mevkiinde mumyalanmadığı halde hiç bozulmamış bir ceset bulunmuştur. Bütün firavun cesetleri mumyalandığı halde, o cesedin mumyalanmadan günümüze kadar ulaşmış olması, onun bir mucize olarak korunduğunu doğrulayan bir bulgudur. Nitekim British Museum'da muhafaza edilen bu cesedin en az 3000 yıllık olduğu tespit edilmiştir. Mehmed Akif de konuyla ilgili bir şiirinde bu hadiseye şöyle temas etmiştir:


Ne intikam-ı ilahi, ne sermedi hüsran:

Gelen geçenlere ibret, yatar sefil üryan!

Soyulmadık eti kalmış, bilinmiyor kefeni;

Açıkta, mumyası hala dağılmayan bedeni. 


MISIR'IN ZAYIFLAMASI ve İSTİLALARA UGRAMASI


II. Ramses ve oğlu Merneptah'ın ölümünden sonra imparatorluk hızla yıkılma vetiresine/sürecine girmiştir. Güneyden gelen Habeşliler, güney Mısır'a hakim olmalarına rağmen Mısır birliğini sağlayamadılar.



Mısır, M.Ö. 671 yılında Asurluların istila ve yağmalarına şahit olur. Onu bu durumdan Yunanlıların yardımıyla Sais şehri prensleri kurtarır. Buna rağmen bu kez de Perslerin hakimiyeti altına girer. (M.Ö. 525)



M.Ô. 332 de ise büyük bir ordunun başında Büyük İskender Mısır topraklarına ayak basar. Pers hakimiyetine son verir. İskenderiye şehrini kurarak doğu-batı kaynaşmasını esas alan Helen kültürünün yayılmasına hizmet eder. M.Ö. 30 yılına dek Helenlerin elinde kalan Mısır, bu tarihten itibaren Romalılarca yönetilir. İmparatorluğun ikiye ayrılmasından sonra da (l.S. 395) Doğu Roma İmparatorluğu'nun önemli bir merkezi olma özelliğini korur.


Romalılar döneminde antik Mısır medeniyetinin izleri giderek silinmiştir. Oysa Antik Mısır Medeniyeti, başta Yunan Medeniyeti olmak üzere tüm eski kıta uygarlıklarını asli yapısıyla köklü bir şekilde etkilemiştir.


Mısır; 646 yılından itibaren, Hz. Ömer döneminde Müslümanların hakimiyetine girer. İslam döneminde sırasıyla Emevi, Abbasi, Tolunoğulları, Akşitler, Fatımiler, Eyyubiler ve Memluklar dönemleri yaşanır. 1517 den itibaren de 1881 deki İngiliz işgaline kadar Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı bir eyalet olarak kalır.



Ahmet MERAL’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak