TÜRKİYE VE ORTA ASYA
Orta Asya’nın algılanmasındaki temel sorun, bu konudaki duygusal yaklaşımlardır. 1991 öncesinde Orta Asya’nın Türk insanına kapalı olması sebebiyle bu konudaki bilgilerin çoğu gerçeği yansıtmıyordu. Türk araştırmacıların eski Sovyetler Birliği’nde yazılan eserlere ulaşması imkânsız gibiydi. Herşeyden önce dil engeli vardı; eserlerin çoğu Rusça ve yerel dillerde yazılmışlardı. Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde Türkiye’ye gelen iyi yetişmiş Rusyalı Türk aydınlar ve bilim adamları nesli (Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Zeki Velidi Togan, Akdes Nimet Kurat) bu dünyadan göçtükten sonra Türkistan hakkındaki bilgilerimiz gerilemeye ve giderek bir efsane halini almaya başladı.
Sovyetler dağıldıktan ve Türk Cumhuriyetleri bağımsızlıklarını kazandıktan sonra onların bağımsızlığını tanıyan ilk devlet Türkiye oldu. Cumhuriyetler bu önemli girişimi unutmadılar. Türkiye’nin bu cesur davranışında uzun yıllardan beri Orta Asya halkına duyulan sevgi ve özlemin rolü büyüktü. Maalesef, daha sonraki girişimlere de bu duygusal yaklaşım damgasını vurdu. Onların kültürel alt yapısını ve mevcut durumunu anlamadan atılan adımlar yüzünden girişimler kalıcı olamamaktadır.
Orta Asya halklarının 75 yıl boyunca güç kullanılarak tâbi tutuldukları asimilasyonu görmezden gelemeyiz; Sovyet döneminin ayrıştırıcı siyaseti onlar üzerinde etkili olmuştur. Sovyetleştirme sırasında Türkiye özellikle olumsuz tanıtılmaktaydı. O günleri yaşayan Özbek, Kazak, Kırgız ve Türkmenler bunun canlı tanıklarıdır. Türkiye’ye karşı en ufak bir ilgi ve sempati bile “Pan-Türkist” damgası yemelerine sebep olabiliyordu.
Şurasını kabul etmek gerekir ki, Çarlık Rusya’sı ve Sovyet dönemlerinde Türkistanlılar Ruslarla bazı ortak alışkanlıklar edindiler; bilim dili olarak Rusçayı tanıdılar ve ilmi eserlerini bu dille yazdılar. Rusların eğlence ve merasimlerini bir dereceye kadar benimsediler; onlarla aralarında belli bir kültür ortaklığı peyda oldu. Sovyetleştirme politikalarının etkisiyle, her bir boy farklı milliyet bilinci ve edebi dil geliştirdi. Özbek, Kazak, Türkmen ve Kırgız adlarını milli kimlik olarak benimsediler. “Türk” kelimesi onlar için Türkiye Türklerini ifade etmektedir. Bununla beraber Türkiye Türkleriyle olan soy akrabalığının da bilincindedirler. Diğer yandan, Türkiye Türkleri de değişti. Avrupa kültürüyle olan yakınlaşma, dil ve kültür alanlarında gerçekleştirilen reformlar sonucunda Türk toplumu XX. yüzyılın başına göre oldukça farklı bir noktadadır.
Bütün bunlar Türkiye ve Orta Asya Türkleri arasında çok eskiye dayanan kültürel ortaklıkların kaybolduğu anlamına gelmez. Bunun en basit kanıtı, Orta Asya’dan Türkiye’ye gelen öğrencilerin kısa bir sürede aksansız bir şekilde Türkçe konuşuyor olmalarıdır; onların çoğunu Türk öğrencilerden ayırt etmek zordur. Türkiye’den Orta Asya’ya giden Türkler de çok kısa denebilecek bir süre içinde yerel dile uyum sağlamaktadırlar. Halbuki o ülkelerde yıllarca yaşamış olan Ruslar ve diğer halklar, yerel dilleri konuşamamaktadırlar.
Türkiye ile Orta Asya Türkleri arasındaki uzaklık derece derecedir. Türk toplulukları içinde dil bakımından bize en yakın olanlar, Oğuz lehçesi ile konuşan Orta Asya Türkmenleridir. Özbek lehçesi ara konumdadır; Türkiye Türkleri onları anlamakta fazla zorlanmazlar. Ancak, Kıpçak lehçesiyle konuşan Kazakları, Kırgızları, Karakalpakları (aynı zamanda Orta Idil sahasında yaşayan Başkurtları ve Kazan Tatarlarını) anlamak için daha fazla çaba sarf etmek gerekir. Orta Asya Türklerinin kültürel alt yapısını anlamak için şimdi de Sovyet döneminde onların kültürlerinin nasıl şekillendiğine bakalım.
BOLŞEVİK YÖNETİMİNİN İLK DÖNEMİ: 1917-1928
Çarlık rejimini tasfiye eden 1917 Şubat Devrimi, umut, hürriyet ve demokrasi arayışları dönemi oldu. Rusya Türkleri bu dönemde önemli kongreler gerçekleştirdiler, geleceğin nasıl şekillendirilmesi gerektiğini tartıştılar, siyasi partiler oluşturdular. Kazan Tatarlarının oluşturduğu İttifak Partisi zaten mevcuttu. Kazaklar Alaş-Orda, Kırım Tatarları Milli Fırka adında partiler kurdular. Azerbaycan Türkleri sosyalist (Himmet) ve Türkçü (Müsavat) eğilimli iki ayrı parti teşkil ettiler. Hive ve Buhara Hanlıklarında örgütlenen “Genç Hiveliler” ve “Genç Buharalılar” gizli faaliyetler yürütüyorlardı. Bütün bu grupların ortak yanı Rusya Müslümanlarının sorunlarına çözüm aramaları ve Türk toplulukları arasında dayanışma taraftarı olmalarıydı.
Sovyetlerin modern uluslar yaratma projesinin ilk uygulaması, İdil-Ural’da oldu. Bu bölgede yaşayan Tatar ve Başkurtlar hayat tarzları farklılık gösterse de, aynı tarihî ve kültürel mirası paylaşıyorlardı. 1918’de Beyaz Rus ordularının baskısı altındayken, Bolşevik liderler bir Tatar-Başkurt Cumhuriyeti oluşturma fikrini kabul etmişlerdi. Ama Beyazları yendikten sonra Sovyet liderleri tavırlarını değiştirip İdil-Ural bölgesinde kurulacak büyük bir devlet yerine, Başkurdistan ve Tataristan şeklinde iki küçük cumhuriyet oluşturarak, Türk toplulukları arasında ilk bölünmeyi gerçekleştirdiler (1919’da Başkurt, 1920’de ise Tatar Özerk Cumhuriyetleri kuruldu). Tatarların önemli bir kısmı Başkurdistan içinde bırakıldı. Rusya’daki Müslüman Türk topluluklarının liderliğini yapmış olan Tatarlar böylece küçük bir topluluk konumuna indirildiler.
Rusya Türkleri arasında ilk bağımsızlık hareketi Azerbaycan’da gerçekleşti. 1918 Mayısında AzerbaycanlIlar bağımsızlıklarını ilan ettiler. Bakü şehri Bolşeviklerin ve Ermeni Taşnakçıların denetiminde olduğu için Gence şehri başkent olarak belirlendi. Türkistan’da 1917 sonunda Hokand merkezli özerk bir cumhuriyet ilan edildi. Başkurdistan’da Zeki Velidi önderliğinde bir Başkurt Cumhuriyeti, Kazakistan’da ise Alaş-Orda Hükümeti kuruldu. Bu girişimler bir süre sonra Bolşevik güçleri tarafından dağıtıldılar.
Türkistanlıların gözünde işgalci konuma düşmek istemeyen Lenin, daha yumuşak bir siyaset izlemeye karar verdi. Nisan 1918’de Moskova’nın direktifiyle Türkistan Özerk Sovyet Cumhuriyeti kuruldu. Cumhuriyetin başkenti Taşkent’ti ve Rusya Federal Sovyet Cumhuriyeti’ne bağlıydı. “Türkistan" adıyla kurulmuş ilk cumhuriyet olan bu ülke 1924 Ekim ayına kadar devam etti. Sovyet rejimi bu tarihten sonra Türkistan fikrini yok etmek için uğraştı.
Buhara ve Hive Hanlıkları Bolşevik Devrimi’nden sonra bir süre varlığını devam ettirdi. Hive Ceditçileri XIX. yüzyılın sonundan beri hanlıkta etkiliydiler. Nispeten ileri görüşlü olan Hive hanları Ceditçilerin faaliyetlerine engel olmadılar. 1919’da Yomut Türkmen kabilesinin reisi Cüneyt Han, Hive hanını tahttan indirerek yerine Abdullah Han’ı geçirdi. Cüneyt Han ile tamamı Özbeklerden oluşan Hiveli Ceditçiler arasında çekişmeler yaşandı.
1920’de Kızıl Ordu birlikleri Hive’yi işgal etti. Hanlık sistemi kaldırılarak yerine Harezm Halk Cumhuriyeti kuruldu. Hükümet üyeleri Genç Hivelilerden (Ceditçilerden) oluşuyordu. Sovyet Rusya, Harezm’in bağımsızlığını tanıdı. Ancak, bir taraftan da buradaki Sovyet temsilciliği vasıtasıyla Komünist bir örgütlenme oluşturmaya çalıştı; bunda da başarılı oldu. 1921’de Komünist grubun yardımıyla devlet başkanı ve diğer Ceditçiler tutuklandı. Böylece Harezm Cumhuriyeti Komünistlerin denetimine geçti. 1924’te ise Sovyet Rusya, Harezm Halk Cumhuriyeti’ne son verdi. Harezm topraklarının büyük bir kısmı Özbekistan’a, geri kalanı Türkmenistan’a bağlandı.
Buhara’nın kaderi de Hive’nin durumuna benzer bir seyir takip etti. 1920 yılı Eylül ayında Kızıl Ordu birlikleri Buhara Hanlığı’nı işgal etti. Emir ülkeyi terk edip Afganistan’a sığındı. Öteden beri Emire karşı mücadele eden Buhara Ceditçileri, bu durumdan yararlanarak Buhara’da milli bir cumhuriyet kurmak için harekete geçtiler. Sovyetlerle işbirliği yaparak Buhara Halk Cumhuriyeti’ni kurdular. 4 Mart 1921’de Sovyet Rusya ile bir antlaşma yapıldı. Buna göre Sovyetler Buhara’nın yeni statüsünü tanıdı ve bağımsızlığını onayladı; Buhara Cumhuriyeti para basma hakkına sahip olacak, ancak askeri güç Rusların elinde olacaktı. Buhara Cumhuriyeti’nin ilk yaptığı işlerden biri Farsça yerine Özbekçeyi resmi dil olarak kabul etmek oldu. Ülkenin doğu kısmında bulunan Basmacı unsurlar Afganistan’daki Emir Alim Han’ın talimatları doğrultusunda yeni cumhuriyete karşı cephe aldılar. Ceditçiler, kendilerine yakın gördükleri Basmacı liderlerle görüşerek onları milli amaçları konusunda ikna etmeye ve yeni cumhuriyete destek sağlamaya çalıştılar. Bir taraftan da Bolşevik baskısı karşısında belli bir özerkliği korumak için uğraştılar. Ancak, cumhuriyet giderek Rusların denetimine girdi ve 1924 yılında dağıtıldı; Buhara Halk Cumhuriyeti’nin toprakları yeni kurulan Özbekistan, Türkmenistan ve Tacikistan cumhuriyetleri arasında paylaştırıldı.
1929 yılına kadar Özbekistan’a bağlı özerk bir cumhuriyet olan Tacikistan, bu tarihte Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti statüsüne yükseltildi. 1936’da cumhuriyetlere son şekli verildi: Karakalpakistan Özbekistan’a bağlandı. Kazakistan ve Kırgızistan “özerk” statüden “cumhuriyet” statüsüne yükseltildi. Bir zaman Kazakistan’a başkentlik de yapmış olan Orenburg, Kazakistan’dan alınarak Rusya Federasyonu’na aktarıldı. Böylece Orta Asya’nın bölümlenmesi Sovyet dönemindeki son halini almış oldu.
Türkmenistan sıklıkla Türkistan'la karıştırılmaktadır. Türkmenistan, Türkistan coğrafyasındaki cumhuriyetlerden biridir. Çok yapılan yanlışlardan biri de Tacikistan'ın Türk cumhuriyetlerinden zannedilmesidir. Tacikler, Türk halklarıyla uzun süre çok yakın kültürü ve tarihi paylaşmış olmakla beraber, İranî bir dil olan Tacikçe konuşmakta ve kendilerini Türk halklarından farklı görmektedirler.
Sovyetlere Karşı Direniş: Basmacılık Hareketi
Türkistan’da Sovyet Kızıl Ordu’sunun saldırıları ve Bolşevikler tarafından dayatılan reformlar “Basmacılık” olarak bilinen bir isyan hareketinin ortaya çıkmasına sebep oldu. “Basmacı” tabiri, baskın yapan, eşkıya anlamında olup Ruslar tarafından olumsuz anlamda kullanılmış, fakat daha sonra yaygınlık kazanarak zamanla harekete sempati duyanlar arasında da benimsenmiştir. Tacik, Özbek, Türkmen ve Kırgız gruplarından taraftar toplayan bu ayaklanma, 4 Şubat 1918’de Rus Kızıl Ordu’sunun Hokand’ı üç gün kuşattıktan sonra, şehir surlarından içeri girerek çok sayıda insanı öldürmesi üzerine şehrin ileri gelenlerinin kaçmasıyla başladı. Sovyetlerin Hive ve Buhara’yı ilhak etmesinden sonra, orada da Basmacılık başladı. Sovyet hâkimiyeti Taşkent şehri ile sınırlandı; köyler ve kasabalar isyancılara sempati duyuyordu.
Şehirli aydınlar (Ceditçiler) önceleri “Basmacı” hareketine pek yanaşamıyorlardi; çünkü o vakitlerde Basmacı kumandanları (Korbaşılar), Buhara Emiri’nin ve onun destekçisi olan eskilik taraftarı ulemanın nüfuzu altındaydılar. 1921’de Emir’in Afganistan’a kaçmasıyla bu durum değişmeye başladı; Basmacı hareketinin önderliğini elde etmek için aydınların girişimleri arttı ve giderek Basmacılık milli bir hareket niteliği kazandı. İsyancı Özbek, Kazak ve Türkmen köylüsüyle şehirli genç aydınlar arasında uyum hâli ortaya çıktı.
Basmacılık, modern savaş yöntemlerinden haberi olmayan Türkistanlı köylülerin bildikleri eski usûl çetecilikten ibaretti; eşgüdüm ve merkezi kumandadan yoksundu. Küçük gruplar arasındaki düşmanlıklar, taraf değiştirmeler, zaman zaman Bolşeviklerle işbirliği gibi durumlar hareketi zayıflatıyordu. Basmacı liderler arasında çok cesur, iyi ahlak sahibi, iyi eğitim almış, etrafta ne olup bittiğini araştıran kimseler olduğu gibi, şahsi çıkarlarını önde tutan, bozgun dönemlerinde Bolşeviklerle anlaşan, zayıf şahsiyetli kimseler de vardı. Basmacıları birçoğu Özbeklerin değişik kabilelerine (Nayman, Lakay, Türk, Çağatay) mensuptu. Tacik, Türkmen ve Karakalpak aşiretlerine mensup olanlar da vardı.
1921 yılında, Kafkasya ve Moskova’da bir takım görüşmelerden sonra Türkistan’a gelen Enver Paşa, Basmacı hareketini modern bir şekilde örgütlemeye çalıştı. Coğrafi bakımdan engebeli olan Doğu Buhara taraflarında mücadele verdi. Feyzâbâd, Külâb, Belcuvân mıntıkaları Enver Paşa’mn karargâhı oldu. Enver Paşa, Sovyet hükümetine bir nota göndererek Kızıl Ordu’nun ülkeyi terk etmesini istedi. 1921 yılı sonunda Buhara Cumhurbaşkanı olan Osman Hoca Kızıl Ordu’yu ülkeden çıkarma girişiminde bulunduysa da, işlerin yolunda gitmemesi yüzünden Afganistan’a sığınmak zorunda kaldı. Bundan bir yıl kadar sonra Enver Paşa Belcuvân’da Rus güçleri tarafından şehit edildi.
Paşa’nın ölümü Basmacılar arasında büyük bir üzüntü ve şaşkınlık yarattı ise de, hareket devam etti. Hacı Sami Bey’in önderliğinde Basmacılar yeniden örgütlediler. Hacı Sami Bey Kızıl Ordu’ya karşı iki yıl kadar mücadele ettikten sonra Afganistan’a sığındı.
Sovyet rejimi isyanı bastırabilmek için bir takım geçici tavizler verdi. 1922’de vakıf mallarını iade etti. Şer’î mahkemelerin tekrar yürürlüğe girmesine, Kur’an okullarının yeniden açılmasına izin verdi. Böylelikle Basmacılara olan halk desteğini zayıflattı. Bu tedbirlerin etkisi sonucunda direniş daha çok dağlık bölgelerle sınırlı kaldı.
Basmacılığın zayıflamasıyla birlikte bölgede Sovyetleştirme programı uygulandı. Vakıf malları azaltıldı, Şer’î mahkemeler kapatıldı. 1927’de başlatılan kolektifleştirme ile birlikte Basmacılık yeniden güç kazandıysa da, bu durum uzun sürmedi. Sovyetler artık ilk yıllarda olduğu gibi Türkistanlıları vaatlerle oyalamaya gerek görmüyordu. Camiler ve Kur’an okulları tamamen kapatıldı, din adamları tutuklandı. 1931’de Tacikistan’daki direniş kırıldı ve hareketin liderlerinden Lakay İbrahim yakalandı.
Türkistan’da Bolşevik hâkimiyetinin kurulmasından beri Türkmen isyanı devam etmekteydi. Türkmenlerin Yomut kabilesi reisi Cüneyd Han, yönetimindeki Basmacılarla 1924’te Hive’yi ele geçirdi ve 1927’ye kadar mücadele etti. Bu yılın Eylül ayında Sovyet hükümetiyle barış yaparak silahlarını teslim etti. Sovyet hükümeti Cüneyd Han’ın kabilesi ve silah arkadaşları arasına ayrılık sokmaya ve tahriklerde bulunmaya devam etti. Bunun üzerine Cüneyd Han çöllere kaçarak Ahmed Bek ve Şaltay Batır çetelerine katıldı. Bundan sonra Türkmen isyanı ciddi bir şekil aldı.
Cüneyd Han’ın çeteleri Türkmenistan’ın Taşavuz vilayetinde faaliyetlere giriştiler. Taşavuz bölgesi topraklarının suları Özbekistan’a bağlı Hive taraflarından geliyordu. Hanlık yönetimi zamanında Türkmenlerle Özbeklerin çatışmaları hep bu su meselesinden ortaya çıkıyordu. Bolşevikler bu geleneksel çatışmayı körüklediler ve Özbeklerle Türkmenleri birbirine karşı kışkırttılar. Bu yolla bir taşla iki kuş vurmak istiyorlardı. Bunlardan birincisi Cüneyd Han’ı ortadan kaldırmaktı. İkincisi ise, Taşavuz ve Köhne Ürgenç civarındaki Türkmenleri yok ederek buralara Rus göçmenler yerleştirmek için arazi hazırlamaktı. Cüneyd Han çete savaşını 1929 yılına kadar sürdürdü. Türkmenistan’daki direniş de kırıldıktan sonra, Sovyet yönetimine karşı ayaklanma son buldu.
Sultan Galiyev ve Milli Komünistler
Sovyet rejiminin ilk on yılında yerel güç, daha önce Ceditçilerin safında olup Devrimden sonra Bolşevikler safına geçen fakat geçmişinden tamamen kopmamış olan Tatar komünistlerinin elindeydi. Tatar milli komünizminin lideri ve en özgün düşünürü Mir Said Sultan Galiyev Komünist Partisi hiyerarşisinde en üst düzeye yükselebilen Müslüman temsilciydi.
Sultan Galiyev ve arkadaşları, sömürge baskısına maruz kalmaları dolayısıyla bütün Müslümanları ve proleterleri bir millet olarak görüyor, ezilmiş halkların dinini temsil eden İslam’a saldırmayı doğru bulmuyorlardı. Milli komünistler Marksizm ve İslam’ın ilkelerinden bazılarının uyuşabileceğine dikkat çekiyorlardı; İslam’da kolektivizm, eşitçilik, çalışkanlık ve zekât gibi “ilerici’’ bir vergi sisteminin olduğuna işaret ediyorlardı. Onlara göre Müslümanların asıl zaafı, siyasi ve iktisadi gerilikten kaynaklanıyordu. Bu gerilik din karşıtı propaganda ile değil, Müslümanları siyasi, iktisadi ve kültürel kurumlarm liderliğine çekmekle aşılabilirdi. Müslüman kitleler kendilerine has özerk bir komünist hareket içinde bir araya gelerek mücadele vermeliydi. Din karşıtı propaganda ile uğraşanların özellikle Hıristiyan misyoner geçmişe sahip Ruslardan oluşması da Tatarların dikkatinden kaçmıyor, Çarlık ve Bolşevik siyasetleri arasındaki paralelliği görüyorlardı.
Sultan Galiyev, 1923’te burjuva milliyetçisi olmakla suçlandı ve tutuklandı. Bu ilk tutuklanışı ile 1928’deki tutuklanıp partiden ihraç edilişi arasındaki dönemde de faaliyetlerini gizlice sürdüren Sultan Galiyev, yeni tezleriyle milliyetçi komünistleri örgütlemeye devam etti. Orta İdil, Azerbaycan, Dağıstan, Kuzey Kafkasya ve Türkistan’ı içine alan bağımsız bir Turan devletinin kurulmasını öngörüyordu. Bunu kendi birliğine açık bir tehdit olarak gören Moskova, 10 yıl içinde Sultan Galiyev’i ve diğer Tatar milli komünistlerini ortadan kaldırdı.
Yerel aydınların yok edilmesine 1923’te Kazak Alaş-Orda Partisi’nin üyelerinin tasfiyesiyle devam edildi. Onlar Rus göçmenlerinin yerleştirilmesine şiddetle muhalefet ediyor, Kazakların elinden alınan toprakların geri verilmesinde ısrar ediyorlardı. Kırım Özerk Sovyet Cumhuriyeti’nin reisi olan Veli İbrahimov ve arkadaşları, Komünizmi hakkıyla uygulamadıkları gibi, Tatarların çıkarlarını kollayıp gözetmekteydiler. Fakir ve topraksız Tatarlara toprak dağıtması, yurt dışında yaşayan Tatar göçmenlerini Kırım’a getirerek yerleştirmesi ve Moskova’nın göçmen yerleştirme yönündeki talimatına karşı direnmesi, Veli İbrahimov’un sonunu hazırladı. Veli İbrahimov ve yardımcısı Baydarlı Mustafa burjuva milliyetçiliği ve karşı devrimcilikle suçlanarak 1928 yılı Ocak ayında tutuklandılar ve Mayıs ayında kurşuna dizildiler. Onlarla ilgili görülen 3500 kişi bu kıyımdan etkilendi; bunlardan bazıları idam edildi, bazıları hapse veya sürgüne gönderildi. Böylelikle, eğitimlerini Devrim öncesinde almış olan Tatar aydınları tamamen tasfiye edilmiş oldu.
1937-38 yıllarında siyasi baskılar had safhaya ulaştı; birçok aydın geceleri evlerinden alınarak götürüldü; bunlardan birçoğunun âkıbetinin ne olduğu çok sonraları anlaşıldı. Özbekistan’da parti yöneticileri olan Feyzulla Hocaev, Ekmel Ikramov, tanınmış yazarlardan Abdurrauf Fıtrat, Abdülhamit Süleyman Çolpan ve daha birçok aydın tutuklandı, kurşuna dizildi veya sürgün edildiler. Kazaklardan Ahmet Baytursunov ve Turar Rıskılov kayboldular.
SOVYETLEŞTİRME SİYASETİ
Bolşevikler iktidara geldiklerinde, Kuzey Türkistan (Kazak bozkırları) 200 senedir, güney Türkistan ise 50-60 yıldır Rus (Çarlık) idaresindeydi. Türkistan için asıl tehlike Sovyet döneminde ortaya çıktı. Sovyetler Birliği ideolojik bir devletti ve bu yüzden egemenliği altındaki toplumu dönüştürmek için radikal girişimler başlattı. Alfabe değişiklikleri, Türk lehçeleri üzerinde yapılan planlamalar, ulusal bölümleme siyaseti, Rus göçmenler yerleştirilerek bölgenin toplumsal yapısının değiştirilmesi gibi projeler büyük bir kararlılıkla uygulandı. Geleneksel yapıyı değiştirmek için, dine karşı yoğun bir kampanya yürütüldü, kadının toplum hayatına katılması sağlandı, zoraki kolektifleştirme uygulandı, eğitim faaliyetlerine büyük önem verildi ve Rus dili yaygınlaştırıldı.
Sovyetlerin Milliyetler Politikası
1924’te Milliyetler Komiseri olan Stalin’in talimatıyla Türkistan’daki mevcut cumhuriyetler ortadan kaldırıldı ve etnik esasa dayalı yeni cumhuriyetler yaratıldı. Sovyetlerin siyasetine göre, önce etnik milli kimlikler oluşturulacak, daha sonra bunlar yeni Sovyet İnsanı kimliği (homo sovieticus) içinde eritilecekti. Amaç, küçük kabile cumhuriyetleri oluşturmak suretiyle Türkistan birliği tehlikesini ortadan kaldırmaktı. Bir kabile temsilcisinin diğer kabileye ait bir yerde görülmesi, o kabilenin istila politikası ve emperyalizmi şeklinde gösterildi. Bu yüzden, Taşkent ve civarında yerleşmiş olan Kazak-Kırgız ve Tatarların büyük bir çoğunluğu bu bölgeleri terk etmek zorunda bırakıldılar.
Çarlık yönetimi zamanında Kazak-Kırgız, Özbek, Türkmen ve Taciklerin birbiriyle ilişkileri ‘diğer millet’e olan münasebet gibi değildi; şehirli ve köylü arasındaki farklar gibiydi. Bolşeviklerin ulus yaratma çabaları sonunda Türkistan’da 6-7 millet ortaya çıktı. Eskiden milliyet çatışmaları yalnız Ruslarla Türkistanlılar arasında oluyordu; Bolşeviklerin uyguladıkları siyaset sonunda Türk boyları arasında da gerginlikler ortaya çıkmaya, birbirlerine karşı nefret duygusu artmaya başladı.
Sovyet yönetimi dağlarda bulunan Tâcik unsurunu ovalara yerleştirdi ve bunları pamuk ekmeğe mecbur etti. Ovalarda bulunan Özbeklerin elinde bulunan toprak ve su, pamuk ekmek şartıyla bunlara verildi. Güney Külâb ve Aral havzalarına ve diğer pamukçuluk mıntıkalarına Müminâbâd, Garm ve Feyzâbâd taraflarından binlerce Tâcik göçmen yerleştirildi. Doğu Buhara “Tâcik milleti”ne bağlandı. Burada Bolşeviklerin uyguladıkları siyaset Özbeklerle Tâcikler arasına ayrılık ve düşmanlık sokmak oldu.
Cumhuriyetlerin sınırları belirlenirken bunların etnik yapısı değil, Sovyetlerin stratejik hesapları göz önüne alındı. Sınırlar sanki ileride ortaya çıkabilecek çatışmalara zemin hazırlamak üzere çizilmiş gibidir. Fergana vadisinde ve başka yerlerde sınırlar birbiri içine geçmekte, her bir cumhuriyet içinde diğerine ait adacıklar şeklinde bölgeler bulunmaktadır. Ortaya çıkacak çatışmada başvurulacak hakem Moskova olacaktır.
Kazakistan’a Rus Göçmenlerin Yerleştirilmesi
Çarlık döneminde başlayan Rus göçmeni gönderme işi, Sovyet döneminde büyük bir hız kazandı. 50 yıllık Çarlık döneminde Özbek vilayetlerine toplam 250 bin kadar Rus göçmeni sevk edilmiş iken, Sovyet yönetimi sadece 4 yıl içinde bu sayıdan daha fazla Rus göçmenini bölgeye yerleştirdi. Türkistan bir sürgün yeri olarak görüldüğünden, suçlular buraya gönderiliyordu. Kazakistan’ın en verimli alanları Rus göçmenler tarafından işgal ediliyor, Kazak-Kırgızlar ise kum çöllerine kovuluyordu. Özellikle 1920’de Kazak-Kırgız bölgesine çok sayıda göçmen gönderildi. Devrimin ilk günlerinden beri Rus komünistleri ile Kazak-Kırgız komünistleri arasında bu mesele üzerinde tartışmalar vardı. Kazak-Kırgızların haklarını savunan yerli komünistler Rus göçmenlere karşı çıkıyorlardı.
Sovyet yönetimi 1928 yılı başında “göç kanunları” ilan etti. Göçler Türkistanlı aydınları son derece rahatsız ediyor ve endişeye sevk ediyordu. Göçe razı olmayan Kazak komünistler “milliyetçi” ve “Alaş Ordacı” olmakla suçlanıyorlar, bunların karşısına Rus taraftarları çıkarılıyordu. Bütün bu göçler sonunda ülkenin nüfus yapısı değişti; Kazakların oranı azalırken Rusların sayısı arttı.
Sovyetlerin İktisat Siyaseti
İktisadi durum da Türkistanlılar aleyhine değişiyordu. Çarlık yönetimi Türkistan’ın yerli sermayesinin serbest bir şekilde gelişmesinin yollarını kapattıysa da, hiç olmazsa yerli tacirlerin Rus mallarını satarak bir miktar sermaye toplanmalarına imkân bırakmıştı. Bolşevikler, bu imkânı da onların ellerinden aldı; yerli ticarethanelerin yerlerine Moskova kendi kooperatiflerini yerleştirerek ticaretin kontrolünü bütünüyle ele geçirdi.
Moskova’nın pamuk talebini karşılayabilmek için, Özbekistan’ın tarım alanları pamuk ekimine hasredildi. Bunun sonucunda Türkistanlılar ekmek ve buğday konusunda tamamen Rusya’ya bağımlı hâle geldiler. Türkistanlıların yetiştireceği pamuğa karşılık olarak buğdayı güya Rusya verecekti. Rusya bunu vermediği takdirde 1918’deki gibi açlık durumunun ortaya çıkması ve milyonlarca insanın ölmesi kaçınılmazdı. Yerli sanayi ve bez dokuma işleri durduğundan, Türkistanlılar, pamuk ektiği halde bundan elbise dikip giyemiyordu; bu konuda da Moskova fabrikalarına bağımlı hâle gelmişlerdi. Aral Gölü’nü besleyen nehirlerin sularının aşırı kullanılması sonucunda göl kurumaya başladı ve bu da büyük bir çevre felaketine sebep oldu.
1918-19 yıllarında Bolşevikler köylerde kolhoz (kolektif çiftlik) usulünü yaygınlaştırmaya çalıştılar; özel ve küçük çiftliklere karşı mücadele başlattılar. Kolektifleştirme uygulaması 1921’de açlık felaketine yol açtı. Bunun üzerine Bolşevikler bu siyasetten geçici olarak vazgeçtiler. Ülke iktisadi bakımdan toparlanıncaya kadar kapitalist işletmelerin, özel çiftliklerin devamına izin verdiler. Hükümet kolhozlara büyük miktarda yardım etmeğe devam etti. Buna rağmen yıldan yıla kolhozlar dağılmakta, özel çiftlikler ise gelişmekteydi.
1928’de bu geçici döneme son verildi; özel çiftlikler zorla kolektif hâle getirildi. Devletin hayvanlara el koymaya kalkışması üzerine, göçebelerin çoğu hayvanlarını devlete teslim etmektense kesmeyi tercih ettiler. Bunun sonucunda ortaya çıkan açlık yıllarında Kazakistan’da 1 milyondan fazla insan yaşamını yitirdi; Kazakların bir kısmı Çin’deki Doğu Türkistan bölgesine göçmek zorunda kaldı.
Din Karşıtlığı ve Ateizm
Din konusunda Sovyet idaresinin henüz zayıf olduğu ilk dönemde yerel Müslümanların desteğini kazanmak için geçici bazı tavizler verildi. 1923 yılında toplanan Komünist Partisi Kongresi’nde, din karşıtı propagandaya dair ilkeler kabul edilerek kararnameye bağlandı. Bu tür propagandalar, parti teşkilatları rehberliğinde, okullar ve okuma evlerinde yapılacaktı. Bunlar yapılırken inançların ve dinî duygularının tahkir edilmemesi özellikle vurgulandı.
1924 yılında din üzerindeki kontrolü sıkılaştırmak amacıyla bazı zorluklar çıkarıldı. Camileri kullanmak için yirmi kişinin bir araya gelip bir mukavele imzalaması gerekiyordu. Bolşevikler camilerden vergi alıyorlardı. Buraları sıradan birer ticarethane olarak kabul ediyor, “oralarda bir takım kimseler bir araya geliyor, isterse manevî olsun bir çıkar sağlamak için çalışıyorlar, o halde devlete vergi vermeleri gerekir” diyorlardı.
1925 yılından itibaren Sovyetler bütün dinlere karşı sistemli bir kampanya başlattı. Bu kampanyada, din insanların dünyayı doğru olarak görmesini engelleyen bir göz bağı olarak sunuldu. İslam dininin tüccar ve sermaye sınıfının dini olduğunu iddia edildi. 1928’den sonra dine karşı şiddetli bir faaliyete girişildi; dinin tamamen ortadan kaldırılması için başta Sovyet Güvenlik Örgütü (GPU) olmak üzere, bütün devlet cihazları ve parti kurumları seferber edildi. Din adamları sistematik bir şekilde takip edildi. 1929-30 yıllarında birçok din adamı Ural ve Sibirya bölgelerindeki toplama kamplarına sürgüne gönderildi. Köy imamları kulaklar sınıfına dâhil edildiler; topraklarına ve mallarına el konulup aileleriyle birlikte sürüldüler. Allahsızlar derneklerinin sayısı arttı. Medreseler din karşıtı müzelere dönüştürüldü, camilerin sayısı hızla azaltıldı, vakıf mallarına el konularak din adamları önemli bir gelirden yoksun bırakıldı.
II. Dünya Savaşı’nın başlaması üzerine Sovyetler, Müslümanlara karşı yumuşama siyaseti izlemeye başladı. 1941’de Ufa, Buynaksk (Dağıstan’da), Bakü ve Taşkent şehirlerinde dört ayrı Müftülük (Dinî İdare) kuruldu. Böylece hem Müslümanların bir parça gönlünü almak, hem de din işlerini devletin kontrolünde toplamak amacı güdüldü; zira müftülükler hükümet ve KGB tarafından yönlendiriliyordu.
Kadını Dönüştürme Siyaseti
Sovyetlerin öncelik verdiği çeşitli sosyal amaçlardan biri de kadının aile baskısından kurtarılması ve sosyal hayata aktif bir şekilde katılmasıydı. Rejim, kadının iş gücünden yararlanmak istiyor, bunun için onu geleneksel bağlardan koparmayı amaçlıyordu. Bunun için, kadının serbest bir hâle gelmesi gerekiyordu. Kadın evde kapalı kaldığı müddetçe gelenekselliğin sürdürücüsü olacak, yeni yetişecek nesiller de bundan etkilenecekti.
Kadını dönüştürmek amacıyla bir dizi girişimler yapıldı. Evlilik yaşı on sekize çıkarıldı, çok evlilik ve başlık parası alınması yasaklandı. Özel kadın birlikleri kurularak kadınlar kolhozlarda çalıştırılmaya başlandı. Kız çocuklarının okutulması zorunlu hâle getirildi. Diğer yandan, büyük aileler parçalanarak akrabalık bağları zayıflatılmaya çalışıldı. Geleneksel ev tiplerinin tersine, pencereleri dışa bakan binaların yapılması teşvik edildi. Sadece kadınların katıldığı törenler yerine, erkeklerin de katıldığı karma törenler özendirildi. Kadının üzerindeki yükü azaltmak için kreşler açıldı.
Özbek ve Tacikler arasında kökleşmiş, eski İran kültür geleneği hâkimdi. Bu kültür önceki yüzyıllardaki dinamizm ve üreticiliğini kaybetmiş, donmuş ve köhneleşmiş ve taassup derecesinde bir muhafazakârlık aşılar hâle gelmişti. Bu yüzden, kadını dönüştürme girişimleri Özbek ve Tacikler arasında büyük bir direnişle karşılaştı. Mesela, kız çocuklarının okutulmasına karşı direnç gösteriyorlardı. Buna karşılık, göçebe gelenekten gelen Kazak ve Kırgız kadını yeni gelişmelere daha kolay uyum sağlıyordu.
1927’de ateşli mitingler düzenlenerek kadınlara çarşaflarını atma törenleri yaptırıldı; peçe yırtma kampanyası başlatıldı. Buhara muhafazakârlığının merkezi olan Kermine mıntıkasındaki Kadınlar Kolu’nun girişimiyle yapılan bir toplantıda hanımlar: “yaşasın hür Şarkın hür kadınları!” diye bağırmışlar ve peçelerini atmışlardı. Kadın Hareketi teşkilatının faaliyetleri sonucunda, 1927 yılında bir ay içinde 60 bin kadın peçelerini atmıştı. Bu kampanyaya bazı tepkiler oldu; Doğu Buhara’da Lakay kasabasında Kadın Hareketi derneğinin faal üyelerinden bazıları öldürüldü.
Sovyetlerin Dil Siyaseti
Sovyet rejimi, Türk topluluklarının Arap alfabesinden Latine geçirilmesini çok önemli görüyordu. Bu konu Komünist Partisi’nin Rusya Türklerine karşı uyguladığı politikanın merkezine oturdu. Lenin bizzat bu konuya önem verdi. Doğuda komünizmin yayılmasına engel olan eski medeniyetleri çökertmek için en önemli aracın alfabe siyaseti olacağını düşünüyordu. İktisadi durumu bozuk olmasına rağmen Sovyet devleti Latin projesine cömertçe para desteği veriyordu.
Sovyet rejimi Türk toplulukları için Latin alfabesini tartışmaya açtığında Rusyalı Türk aydınların çoğu bu girişime karşı çıktılar. Komünist ideolojiyi benimseyenler bile (mesela, Tatar Âlimcan Ibrahimov) böyle bir değişikliğin çok zararlı sonuçlara yol açacağını ileri sürdüler. Latin alfabesi karşıtları Sovyetlerin ve proletaryanın düşmanları olarak görülüyor, devrim-karşıtı damgası yiyordu. Sovyet rejimi Latinciliği benimsetmek için bazı milliyetçi unsurları da yanlarına çekerek, kongreler düzenleyerek halk kilesini etkilemeye çalıştı.
1926 yılından sonra Sovyet hükümeti Latin politikasını daha sert bir şekilde uygulamaya başladı. Sovyet ruhuyla yoğrulmuş yeni edebiyatın oluşturulabilmesi için eski medeniyete ait edebi örneklerin yayınlanmasına son verilmesine, bunun yerine Tolstoy ve Maksim Gorki gibi Rus yazarların eserlerinin tercüme edilerek Latin harfleriyle basılmasına karar verildi. 1928’de Türkistan dillerinin yazılmasında Latin alfabesi resmen kabul edildi.
Bu sırada Türkiye’nin de Latin alfabesini benimsemesi Sovyet liderlerini endişeye sevk etti; Latin alfabesi sayesinde Türkler arasında ortak edebiyat gelişebilir, Türkistanlılar Sovyetlerden uzaklaşarak Türkiye’ye yaklaşabilirdi. Bu olası tehlike Sovyet politikacılarının ve dilcilerinin dikkatlerini Türkistan’ın edebi diline çevirdi. Latin alfabesi, lehçeler arasındaki farkları bâriz hâle getirmek için kullanıldı.
Sovyet rejimi, Türk topluluklarının bir dil etrafında birleşme çabalarını devrim karşıtlığı olarak algılıyordu. Pan-Türkizm ve Pan-Islamizm tehlikelerinin tamamen bertaraf edilebilmesi için Rusların kendi dillerini yaymaları, küçük toplulukları bu dile çekmeleri gerekiyordu. Proleter kültürünün gelişmesi de dil politikasının kararlılıkla uygulanmasına bağlıydı.
Yeni uluslar oluşturmak için, lehçeler arasındaki farklılıkları arttırma siyaseti izlendi. Farklılık yaratmak için, önce Kıpçakçaya yakın bir Özbek dili üzerinde çalışıldı. Daha sonra Stalin’in emriyle Farsçanın etkisindeki Taşkent lehçesi temel alındı. Çünkü bu lehçe, hem Türkmenistan ve Türkiye Türkçesine hem de Kazak ve Kırgız (Kıpçak) lehçesine uzak bir modeldi. Aynı zamanda, Farsçanın etkisiyle ses uyumunu kaybetmiş tek lehçeydi. 1937’de Özbek edebi dili bir daha değiştirildi ve ses uyumunu kaybetmiş lehçe benimsendi.
1939-40 yıllarında Sovyet hükümeti Latin alfabesi yerine Kiril alfabesini getirdi. Buna gerekçe olarak, öğrencilerin iki alfabe öğrenmek zahmetinden kurtulacakları ileri sürüldü. Birbirine yakın ağızlar farklılaştırılmaya çalışıldı (Karakalpak ve Kazak ağızları gibi). Sovyet dilbilimcileri Kirile geçerken Türk dillerine olabildiğince farklı alfabeler belirlemeye özen gösterdiler. Alfabe değişikliğinin bir işlevi de önceki yazılı kaynaklara ulaşmanın engellemesiydi. Yeni nesiller sadece izin verilen eski metinlere ulaşabiliyorlardı. Kiril alfabesinin kabulü ise Rusça kelimelerin kabulünü kolaylaştırdı. Dil siyaseti, uluslar yaratma sürecinin de bir parçasıydı. Bunun için yeni lehçelerin, alfabelerin ve Sovyet tarih yazımının inşa edilmesi gerekiyordu.
Orta Asya’nın modern anlamda tarih yazıcılığı Orta Asya’da değil, esas olarak Rusya’da Rus oryantalistlerin çabaları sayesinde ortaya çıkmıştır. Çarlık Rusya’sının sonunda ve Sovyetlerin ilk döneminde verdiği eserlerle Orta Asya tarihi araştırmalarının temellerini atan bilim adamı, Alman asıllı Rus tarihçisi V. V. Barthold’dur (1869-1930). Ancak, Orta Asya’da modern tarihçiliğin gelişmesi asıl Sovyet döneminde oldu.
1924’te Orta Asya sınırlarının “milli” esaslara göre şekillendirilmesinden sonra buna uygun olarak “milli” tarihler yazılması ihtiyacı ortaya çıktı. Yönetici elit mevcut siyasi sınırların tarihî haklılığını ispat etmeye yönelen bir tarih yazımını teşvik etti. Henüz yerel tarihçilerin yetişmediği bu dönemde bu görev Barthold’da yüklendi. Barthold, 1925-29 tarihleri arasında Tacik, Kırgız ve Türkmen halklarının tarihi konusunda üç ayrı eser yazdı. Ancak, Barthold’un yazdığı eserlerin Marksizm’le alakası yoktu ve yeni yaratılan etnik cumhuriyetlerin meşrulaştırılmasına pek katkı sağlamadı.
1937-38 yıllarında eğitimlerini Çarlık döneminde almış ve milli duygulara sahip yerel aydınlar tasfiye edildikten sonra, “proleter” eğitim alan genç aydınlar nesli bu görevi üstlendiler. Orta Asya tarihi Marksist ideolojik dogmaya uygun olarak yazıldı. Tarih yazımı, insanlığın evrensel gelişmesinin (sosyo-ekonomik şekillenmenin) aşamaları, sınıf mücadelesi, halk ayaklanmaları, ilerici ve gerici güçler, ekonomik ilişkilerin belirleyici rolü gibi konular üzerinde temellendirildi, tarihî olaylar bu çerçevede açıklandı. Rus işgali, feodal baskılardan bunalan geri kalmış Türkistanlı halkların medenî bakımdan ileri Rusya Devleti’ne gönüllü katılımları şeklinde yorumlandı. İlginç bir şekilde, yerel aydınlar bu süreçte aktif bir rol aldılar ve rejimin taleplerine daha fazla bağlılık sergilediler.
II.Dünya Savaşı yıllarında Sovyetler Birliği’nde tarih yazımında bir değişikliğe gidildi ve halka vatanseverlik ruhu aşılamak için geçmişteki Rus kahramanları canlandırıldı. Savaştan sonra bu eğilim Orta Asya tarihçilerine de yayıldı. Her bir cumhuriyette geçmişten bazı şahsiyetler seçilerek yüceltildi. Türklere, Polonyalılara veya Rusların geleneksel düşmanı olan başka milletlere karşı savaşmış olan kahramanlar tercih edildi. OsmanlIlara ve Altın Orda’ya karşı savaşmış olan Timur bir Özbek kahramanı olarak takdim edildi. Ali Şir Nevaî “en büyük Özbek şairi” olarak yüceltildi. Özbek baskısı yüzünden XVI. yüzyılın başında Türkistan’dan ayrılmak zorunda kalan Babür, Özbek kahramanlarından biri olarak sunuldu. Mevcut sınırlar dâhilinde milli bir tarih yaratmak için tarihî olayların saptırılması geleneği Sovyetlerin sonuna kadar devam etti.
Stalin Sonrası Gelişmeler ve Sovyetlerin Çöküşü
Sovyet sisteminin belli bir istikrara kavuşması Hruşçev (1953-64) ve Brejnev dönemlerinde oldu. Bu dönemdeki Orta Asya yöneticileri Hruşçev döneminde yetişmiş, Brejnev döneminde Parti içinde ilerlemişlerdi. Özbek Raşidov (1959-83), Kazak Kunayev (1959-86), Türkmen Gapurov (1969-86) ve Kırgız Usubayev uzun süre iktidarda kaldılar. Yerel kadroların tamamı Sovyet sistemine sadık olup Moskova’nın talimatlarına harfiyen uymaktaydılar.
Stalin’in 1953’te ölümünden sonra ortaya çıkan iktidar mücadelesini Nikita Hruşçev kazandı. Hruşçev, Sovyetler Birliği’nde Ruslara göre daha az imkâna sahip olan diğer milliyetlerin gelişmesine yardımcı olunmasının doğal bir ödev olduğuna inananlardandı. Dolayısıyla, onun milliyetler politikası Stalin’in baskıcı politikalarını tersine çevirdi. Hruşçev, sürgüne gönderilen milliyetler konusunu cesaretle ele aldı ve onların çoğunu akladı. Birçok milliyetin sürgünden önceki yerlerine dönmelerine izin verdi. Hruşçev zamanında kültürel açıdan da bir rahatlık başladı. Milli kültürler ve yerel aydınlar gelişme fırsatı buldu. Ancak, ekonomik sorunlar ülkeyi sarmaya devam etti.
Hruşçev, ziraat politikasına ağırlık verdi. Tahıl ekim alanlarının genişletilmesini hedefledi. Kuzey Kafkasya, Batı Sibirya ve Kazakistan’ın kuzeyinde bu ziraat politikasını uyguladı. Kazak parti liderliği bu fikirden hoşlanmadı, çünkü cumhuriyetlerinde daha fazla Rus görmek istemiyorlardı. Bu yüzden Kazak parti liderliği tasfiye edildi. Hruşçev’in hâmisi olduğu Leonid Brejnev parti birinci sekreterliğine getirildi. Binlerce genç komünist ekin ekmek üzere Kazakistan’a aktı.
1982’de Brejnev öldüğünde Sovyetler’deki ekonomik çöküş artık iyice kendini hissettiren bir problem haline dönüştü. Beş Yıllık Planlardaki hedeflerin gerisinde kalındığı artık gizlenemiyordu. Andropov (1982-1984) ve Çernenko (1984-1985) dönemlerinde iç çekişmeler, yolsuzluklar arttı, özgürlükler yeniden kısıtlanmaya başladı. Sovyetler Birliği’nin her tarafında katı parti yöneticileriyle özgürlüklerin genişletilmesini savunan genç partililer arasında zıtlaşmalar çıktı.
Bütün bu memnuniyetsizlikler ortamında yönetime geçen Gorbaçov (1985 1991) perestroyka (yeniden yapılanma) denilen siyasi ve iktisadi bir yeniden yapılanma programını uygulamaya koydu. Buna ilave olarak, glasnost (açıklık) politikası ile basına daha fazla ifade hürriyeti verdi. Bu reformlar, uzun zamandır gizlenen devlet sırlarının ve Rus olmayan uluslarda milliyetçi duyguların açığa çıkmasına sebep oldu. Aral Gölü’nün sularının çekilmesi faciasının Sovyetlerin pamuk üretimi hırsından kaynaklandığı gerçeği su yüzüne çıktı. Arap harflerinden Latin alfabesine, oradan Kiril harflerine geçiş ve Rusçanın yaygınlaştırılması Büyük Rus şovenizminin bir parçası olarak görüldü. Ekonomik sıkıntıların kendini göstermesiyle, Fergana vadisinde karışıklıklar ve etnik çatışmalar baş gösterdi (1989).
1991 Ağustosunda Gorbaçov Sovyetler Birligi’nin cumhuriyetlerine daha geniş özerklikler veren bir antlaşmayı imzaladıktan iki gün sonra, ordudaki yaşlı generaller ile parti ve KGB’nin muhafazakâr kanadı bir darbe girişiminde bulundu. Rusya Federasyonu’nun başkanı Boris Yeltsin’in halk direnişini örgütlemesi sonucunda darbe başarısızlığa uğratıldı. Darbeci generaller tutuklandı ve Gorbaçov yeniden ülkenin başına geçti. Ancak, bundan sonra fiilî güç Yeltsin’e ve cumhuriyetlerin başkanlarına geçti. Yeltsin 23 Ağustos 1991’de Komünist Partisi’ni yasakladı ve mal varlığına el koydu. Bundan bir gün sonra Baltık cumhuriyetlerinin bağımsızlığını tanıdı. Aynı gün Ukrayna bağımsızlığını ilan etti. 21 Aralıkta, Minsk’te Bağımsız Devletler Topluluğu şeklinde yeni bir örgütlenmeye gidildi ama artık SSCB benzeri bir birlik söz konusu değildi. 30 Ağustos 1991’de Azerbaycan, 31 Ağustosta Kırgızistan, 1 Eylülde Özbekistan bağımsızlığını ilan etti.
Rusya Federasyonu’na bağlı Tataristan’da oldukça erken bir tarihte milliyetçi talepler hız kazandı. 30 Ağustos 1990’da Tataristan Özerk Cumhuriyeti’nin Yüksek Şûrası bağımsızlığını ilan etti ve daha geniş bir özerklik talebiyle “Tataristan Cumhuriyeti” adını aldı. Moskova’nın bütün karşı çıkmalarına rağmen, 21 Mart 1992’de Tataristan parlamentosu bağımsızlık konusunda referanduma gitti. Oylamaya katılanların yüzde 61.4’ü bağımsızlık ve Rusya Federasyonu ile eşit düzeyde ilişki kurulması yönünde oy kullandı.
Milli derneklerin yürüttüğü faaliyetler, egemenliğin alınmasında büyük rol oynadı. Fakat Tataristan’ın iktidar çevreleri (nomenklatura) milli süreçteki inisiyatifi sahiplendi. Rusya, bunalımlı geçen 1991 ve 92 yıllarında istemeyerek tanımak zorunda kaldığı daha geniş hakları tekrar almak ve Rusya Federasyonu’nu üniter bir devlete dönüştürmek için sistemli bir baskı politikası yürüttü. Rusya Anayasa Mahkemesi, 2000 yılında milli cumhuriyetlerin egemen statülerini ortadan kaldırmayı öngören bir karar aldı. Tataristan 1999’da Latin harflerine geçmeyi kabul eden bir karar aldı ise de Rusya bu girişimi sürüncemede bıraktı.
BAĞIMSIZ TÜRK CUMHURİYETLERİ VE SOVYET MİRASI
Kültür Değişmeleri
Buraya kadar, Sovyet döneminde toplumu dönüştürme çabalarından bahsettik. Şimdi de, bu çabalarının ne derece etkili olduğuna, eskiye göre nelerin değişip nelerin devam ettiğine bakalım. 75 yıl öncesiyle karşılaştırıldığında Orta Asya halklarının bu süre içinde önemli bir kültür değişimi yaşadıkları bir gerçektir. Özbek, Türkmen, Kırgız ve Kazak kelimeleri Devrim öncesinde de mevcut olmakla birlikte bugünkü anlamda değildi. Bugün artık her bir topluluk bir diğerini ayrı bir millet gibi görmektedirler. Yeni etnik kimliklerin oluşması ve lehçeler arasındaki farklılıkların sistemleştirilmesi siyaseti önemli ölçüde başarılı olmuştur. Sovyetlerin ilk zamanlarında birer kabile olan unsurlar, Sovyet kuramcılarının ve etnograflarının da gayretleri sonucunda artık kendilerine ait etnik bir kültür ve edebi dillere sahiptiler.
Sovyet döneminde eğitim alanında eskisiyle kıyaslanamayacak derecede gelişmeler gerçekleşti. Okullaşma ve okur-yazar oranı çok yüksektir. Okul öncesi eğitim de son derece yaygındır. Kütüphane ve kitap sayısı oldukça fazladır. Ancak, Sovyet dönemindeki devlet desteği olmadığından, yeni basılan kitaplarda içerik ve baskı yönünden önemli bir gerileme görülmektedir.
Eski Sovyet coğrafyasının diğer yerlerinde olduğu gibi, Orta Asya’da da kültür hayatı son derece zengindir. Resim, müzik, tiyatro, bale ve diğer sanat türlerinde Orta Asya kökenli çok önemli şahsiyetler yetişmiştir. Halkın azımsanmayacak bir kısmı bu sanatlardan zevk almakta ve sosyal etkinliklere katılmaktadır. Üniversitelerde ve diğer kurumlarda özel günler ve (öğretim üyelerinin başarılarını ödüllendiren) kutlamalar oldukça fazladır; bunlar sosyal hayata bir canlılık ve anlam kazandırmaktadır.
Orta Asya’da kadınlar, Çarlık dönemiyle kıyaslanamayacak derecede hak ve imkânlara sahip oldular. Kadınların eğitimine önem verildi. Sovyet yönetiminin teşvikiyle 1930’lu yıllarda kadınların mecliste ve partide temsil edilmeleri önemli ölçüde arttı. Ama Moskova’nın kampanyası ve baskısı gevşedikçe Müslüman kadınların temsil oranı düştü; Müslüman kadınlar Avrupalı (Rus, Ukraynalı) kadınlardan daha düşük düzeyde görevler aldılar. Her şeye rağmen, Özbekistan’da ve diğer cumhuriyetlerde kadınlar hayatın içinde yer almakta ve önemli görevlerde bulunmaktadırlar. Kadınlar, Ortadoğu’daki toplumlarla kıyaslandığında çok daha güvenli ve serbest bir konuma sahiptirler.
Bağımsızlıktan sonra Azerbaycan, Özbekistan ve Türkmenistan Latin alfabesine geçmiştir. Özbekistan’daki geçiş tedrici olarak yapılmaktadır. Sovyet dilbilimcileri alfabeleri düzenlerken Türk lehçeleri arasında ortaklık olmaması için özel bir çaba göstermişlerdi. Bağımsızlıktan sonra belirlenen Latin alfabeleri sanki bu yaklaşımı sürdürmüş gibidir. Özbekistan’da yeni alfabe belirlenirken Türkiye’deki değil, İngilizce alfabeye yakın harfler kabul edilmiştir; Özbekçedeki “ş” harfi “sh” ile, “ç” harfi ise “ch” ile yazılmaktadır. Türkmen alfabesinde ise “ı” yerine “y” harfi benimsenmiştir.
Rusça, özellikle başkentlerde ve şehir merkezlerinde yaygındır. Zaten Rusların en çok bulundukları yerler de buralardır. 1970’li yıllarda Rusça bilmek çok önemliydi. Daha sonraki dönemde buna karşı bir tepki gelişmiş olsa da, Rusça her zaman prestijli bir dil olmuştur. Değişik etnik gruplar arasındaki iletişim dili hâlâ Rusçadır. Yerel diller daha ziyade kırsal kesimlerde yaygındır. Özellikle ilim ve kültür alanlarında Rusça bilmeden bir şey yapmak imkânsız gibiydi; bu durum bugün de önemli ölçüde geçerlidir. Rusça, hâlâ klasik eserlere ulaşmanın ve dünya kültürü ile bağ kurmanın bir aracıdır.
Devam Eden Alışkanlıklar
Çar zamanında milli sermayeye dayalı milli bir basın mevcuttu. Sovyet döneminde ise sadece devlete bağlı bir basın vardı. Bu basının masrafları, kâğıdı, mürekkebi, boyası tamamen Moskova tarafından sağlanıyordu. Dolayısıyla, yalnızca Moskova için ve Moskova’nın emriyle yazılan şeyler basılabiliyordu. Bağımsızlıktan sonra bu durum pek fazla değişmedi. Gazete ve dergi sayısı nüfusla karşılaştırıldığında oldukça az olup haftada beş gün, bazıları sadece 2 gün yayınlanmaktadır; gazetelerin tirajı oldukça düşüktür; sayfa düzeni, haber veriş tarzı, unvanların sayılması Sovyet dönemini andırmaktadır.
Televizyonların çoğu devlet kanalıdır ve Sovyet dönemindeki gibi resmî açılışlar ve kültür-sanat programlarıyla doludur. Haberlerde olumsuz hiçbir şey geçmemekte, her şey tozpembe gösterilmektedir. Sadece sevilmeyen ülkeler hakkındaki haberler olumsuzdur; doğal afetler, ekonomik krizler, halktaki huzursuzluklar hep bu ülkelerde olmaktadır. Halkın önemli bir kesimi haber için Rusya televizyonlarını izlemektedir. Kendisini daha hızlı bir şekilde dönüştüren Rusya basınının haberleri daha inandırıcı bulunmaktadır.
Bugün Orta Asya’da geleneksel hayat tarzı ve aile yapısı önemli ölçüde devam etmektedir. Geleneksel ev mimarisi tamamen kaybolmamıştır. Taşkent’in bazı mahallelerinde Özbek tarzı evler bulunmaktadır; tek katlı, içe dönük ve kare şeklinde olan bu evlerin odaları avluya bakmakta ve ortasında çay içilip sohbet edilen bir çardak bulunmaktadır. Bu tip evlerde büyük aileler oturmaktadır. Ne kadar modernleşmiş olursa olsun, Özbek gelini kaynanasına itaat etmek durumundadır. Özbekistan’daki “gelin selamı” denilen törensel uygulama bunun sembolik bir göstergesidir. Gelin, eğilerek kaynanayı selamlar. Bu aynı zamanda kaynananın otoritesine boyun eğeceğinin bir dışa vurumudur. Bu tür ailelerde ev hizmetlerinin önemli bir kısmı gelinin üzerindedir. Her ne kadar Sovyet rejimi erkek egemenliğini kırma çabası gösterdiyse de, erkeklerin ailedeki rolünde pek değişiklik olmamışa benzemektedir.
Sovyet döneminde farklı etnik gruplar arasındaki karma evlilikler özendirilmişti. Bunun etkisiyle azımsanmayacak sayıda karma evlilikler olmuştu. Komünist partisinde yükselmek ve iyi bir makama yerleşebilmek için Rus eşi olmak önemli bir avantaj sağlıyordu. Bugün evlilikler büyük ölçüde aynı etnik gruptan ve dinden insanlar arasında olmaktadır. Kendi milliyetleri dışında evlenme eğilimi sadece Rus kadınlarında vardır.
Üniversitelerde teknik ve itibarlı bölümlerde okuyan öğrencilerin önemli bir kısmı Ruslardan veya Ruslaşmış ailelerin çocuklarından oluşmaktadır. Mesela, 2000’li yıllarda Kazakistan’daki Ahmed Yesevi Üniversitesi’nde sınıflar “Rus grubu” ve “Kazak grubu’’ şeklinde ayrılmaktaydı. Rus grubunda okuyanlar, Ruslar ve diğer etnik gruplar ile Ruslaşmış Kazaklardan oluşmaktaydı. Tarih ve edebiyat bölümlerinde okuyanlar genellikle kırsal kesimden gelen Kazak gençleriydi. Son yıllarda Rusça öğretiminde büyük bir düşüş vardır. Bu durum, bir taraftan yerelleşmeyi güçlendirirken, bir taraftan da dünya kültüründen habersiz nesiller yetişmesi endişesini doğurmaktadır.
Bağımsızlıktan sonra yazılan tarih ders kitaplarında metot olarak Sovyet tarihçiliği sürmekte, olaylar mevcut siyasi atmosfere uygun bir şekilde yorumlanmaktadır. Bununla beraber, kitapların içeriğinde önemli sayılabilecek değişiklikler görülmektedir. Rus işgali ve Stalin döneminde yapılan zulümler dikkatli (Rusları rahatsız etmeyecek) bir şekilde eleştirilirken Ceditçilerin katkılarına önemli bir yer ayrılmaktadır. Sovyet tarih kitabında İngiliz ajanı olarak sunulan Enver Paşa, yeni Özbek tarih kitaplarında Buhara toprağından Kızıl Ordu’nun çıkarılması ve ülkenin bağımsızlığına kavuşması için çalışan Basmacı önderlerden biri olarak takdim edilmekte, bu uğurda şehit düştüğü belirtilmektedir.
Alıntıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder