Baston
Ağaler, bu ahşam çok bastonlu fesli sinyorlar var, dikkat ideyor musınız?
- Bu baston ile gezinmek ne olmalı?
- Sinyorlık bu ya çok şey yapdırır.”
“Sinyor manası alafrangaye meyillu olan ve efrenc hallerini makbul tutan kimseyi anglattırır.”
Vartan Paşa 1851 yılında Ermeni alfabesiyle Türkçe yayımladığı Akabi Hikâyesi (haz. A. Tietze, 1991) adlı romanda bastonu frenklik saydığını anlatır. Abdülaziz devrinde asa yerine baston kullanan ulemadan ilk kişi olan, zarafetiyle ünlü Kethüdazade Hoca Ahmet Arif Efendi (öl. 1849) de bastonu nedeniyle eleştirilere uğramıştır. Kendisine, “Kafir değneğini niçin kullanıyorsun?” diye sataşmak isteyen birine verdiği, “Üzülme ben onu sünnet ettim, Müslüman oldu,” cevabı ünlüdür.
Yüksek rütbeli devlet görevlileri, ulema, şeyhler ve ihtiyarlar asa kullanırdı. Kızılcık, kızılağaç, hezarenden yapılan asaların başı çene hizasına kadar gelir ve ihtiyarların dayanarak dinlenmesine de yarardı. Sanatlı ve süslü asalar gibi, bastonların da ağacından boyuna, biçimine, süslemelerine kadar çeşidi çoktur.
Asa çok eskiden beri birçok toplumda iktidar simgesi sayılmıştır. Afrikalı kabilelerde ihtiyarlar meclisi toplantılarında asa, bugünün mikrofonları gibi konuşma sırası gelene verilerek, herkesin saygıyla onu dinlemesini sağlardı. Çin’de ihtiyarlara ve damat tarafından gelinin ailesine asa hediye edilmesi iyi dileklerin ifadesi sayılır; Budist sanatında dilekleri yerine getiren asa motifi vardır. Musa’nın ünlü asasının Topkapı Sarayındaki kutsal emanetler arasında bulunduğu kabul edilmektedir.
Avrupa’da 18. yüzyıldan başlayarak asa veya baston erkek kıyafetinin ayrılmaz parçası oldu. Montaigne o eleştirel bakışıyla “Ben de öteden beri, at üstünde ve yürürken, elimde bir değnek ya da baston tutmaya alışmış, bundan bir zariflik göstermeye, yapmacık hallerle bastona dayanmaya kadar varmışımdır” der. Baston İstanbul efendilerinden başlayarak 1830’lardan itibaren Türkiye’de de kullanılmış, 1920’li yıllara kadar erkek kıyafetinin önemli aksesuarı ve alafrangalığın simgesi olmayı sürdürmüş, sonra modası geçmiştir. Yalnız baston satan dükkânlar kapanarak, kısa boylu süs bastonlarının yerini gene ihtiyarların bastonları almıştır.
Festivaliyle kendisini duyuran Devrek bastonu geleneğinin kökü de, Birinci Dünya Savaşı’nda Ingilizlere esir düşerek Kahire’deki esir kampında Ingiliz subayların bastonlarına hayran kalan Devrekli’ye uzanır.
İğne
Dikiş iğnesinin tarihi ilk insanlara uzansa da çengelli iğnenin ilk örnekleri İÖ 1000 tarihlerinde Orta Avrupa’da görülür, iğnenin ucunun güvenli bir yuvaya girmeyip yalnızca büküldüğü bu örneklerden sonra Eski Yunanlılar ve Romalıların elbiselerini omuzlarından tutturdukları fibula’lar gelir.
Elbiselerde kemer ve düğme işlevi gören iğneler kullanılması uzun süre devam etmiş, bu da iğne ihtiyacını artırmıştır. 1347’de bir Fransız prensesin on iki bin iğnesi bulunduğu kayıtlıdır. El yapımı ve estetik iğnelerin azlığı ve talebin çokluğu ortaçağın sonlarına doğru serflerden iğne vergisi alınmasına yol açmıştır, ilk çelik iğneyi yapanlar Çinlilerdir, iğne sanayii Almanya’da Nümberg’de 1370’de kurulmuştur. Ingiltere’de iğnenin azlığı nedeniyle hükümetçe özel iğne satış günü belirlenmişti, iğne günü için kadınların para biriktirdiği günlerden kalan ‘iğne parası’ deyimi, iğne ucuzladıktan sonra ancak iğne almaya yetecek harçlık parası anlamını kazanmıştır. Ingiltere’de iğne üretimi 1560’da başlamıştır. Fransa’da 1590 yılında yirmi sekiz maddelik lonca tüzüklerini hazırlayan sekiz dükkândan ibaret Toulouse toplu iğnecileri, çıraklığın en az beş yıl süreceğini ve hiç kimsenin iki çeşit toplu iğneden, bütün gereçleri kullanarak iki bin tane üretmeden zanaatı icra edemeyeceğini hükme bağlamışlardır. ABD 1775’e kadar Ingiltere’den iğne almıştır, bu ülkede iğne sanayisi 1836’da kurulmuştur.
İstanbul Kadısı’na yazılan ve Mahmut Paşa Çarşısı’nda Düğmeci Hasan bin Hacı Ramazan’a verilen 1582 tarihli hükümde, iğneci esnafı kethüda ve şeyhlerinin, kefilsiz dükkân açan kimselerin müşterilerin malını alıp kaçtıkları ve kendilerine “külli zulm ve hayf” olduğundan şikâyet ettikleri bildirilmektedir (Ahmet Refik, Onuncu Asr-ı Hicride İstanbul Hayatı). iğneci esnafının ne iş yaptığını da Evliya Çelebi’den öğreniyoruz: “Esbabları ve destarları iğneler ile zeyn idüp ‘iğine iğine iğne gerek sökükleri dikmek gerek’ diyerek feryad edüp geçerler,” (Evliya Çelebi Seyahat-nâmesi, I. Kitap, s. 270).
Düğme
Eski Türkçe tüg köküne bağlanan ve Divan’da tügme biçimiyle bulunan düğme, ihtiyaç olduğu kadar süs eşyası olarak da ortaya çıkmıştır. Hatta Yakındoğu’da İO 3500 yılından itibaren yapılmaya başlanan düğmelerin daha çok süs eşyası olduğu, elbiselerin önünü kapatma işlevini gene süsleme amacı göz ardı edilmeyen kemer ve iğnelerle paylaştığı görülmektedir. Hindistan’da bulunan en eski düğmeler İO 2000 yılından kalmadır ve deniz kabuklarından yapılmış, dekoratif özellikleri önde gelen örneklerdir. Eski Yunan ve Roma’da düğmesiz tünikler kullanımdayken, düğme toga türü her türlü üstlüğü tutturmaya yarayan broş işlevinde bir eşyaydı.
Düğmenin bugünkü işlevini kazanması 13. yüzyılda başlamıştır. Bu yüz yılda torba gibi bol elbiseler daralmaya başlamış, ilik açılması bu elbiseler için elzem olmuştur. Kumaş türlerinin gelişmesi giyim biçimi kadar düğme ihtiyacını da belirleyen bir etkendir. Daha ince kumaşlar yapıldıkça, boyundan bele kadar abartılı düğmeler kullanılır olmuştur. Moda merkezi Paris’te
17. yüzyılda örme düğme ve kumaş düğme savaşı, lonca sistemi ile gelişen sanayinin savaşıydı. Düğmeciler örme ipek düğme üretirken, tuhafiyeci ve terziler kumaştan kendi düğmelerini yapmaya başlamışlardı. Krallık konseyi, lonca düzenini ve düğmeci esnafını korumak adına, bu geçiş dönemin de kumaş düğmeleri yapan ve kullananlara ağır para cezaları getirmişti.
Düğmenin süs niteliği de önce aristokrasi, sonra yükseliş halindeki burjuvazi için öne geçince, taş ve ahşap yanında değerli maden ve taşlardan, sedef, fildişi, cam, kristal, boynuz, bağa, porselen, kehribardan düğme yapılmıştır. Bugün plastik, polyester ve bakalitten de yapılan düğmeler, omla, basma kalıp, öğütme, örme gibi tekniklerle üretilmektedir. El işi düğmelerin pahası yanında estetik değeri de olduğu bir gerçektir. II. Mahmud döneminden itibaren genellikle Paris ve Londra’dan madeni düğme ithal edilmiştir.
Erkeklerin sağı sola, kadınların solu sağa iliklemesi de Avrupa geleneğinden kaynaklanır. Erkeklerinki sağ elin kullanımına dayanan pratik bir ihtiyaçtan kaynaklanırken, kadınların hizmetçileri tarafından giydirilmesi bu farklılığın nedenidir.
Bugün de çaplarına göre kategorize edilen fabrikasyon düğmelerde İngiliz ölçü birimi kullanılmaktadır. Yerli üretim düğme ithalini durdurmuş, teknolojideki ilerlemeler düğmeciliği tekstilin bir alt kolu olmaktan çıkarıp, süs eşyası (kolye, yüzük, vb. takılar) sektörüne dahil etmeye başlamıştır.
Fermuar
Chicagolu Whitcomb Judson ayakkabı bağı yerine kullanmak üzere ürettiği ilk kancalı delikli ‘fermuar’ın patentini 1893’te aldı ama Chicago Dünya Fuarı’nda da sergilenmesine karşın fermuar önceleri ilgi görmedi. ABD posta idaresi paketlerinde kullanmak üzere sipariş verdiyse de, fermuarın atası çok sık bozulduğu için bu sınavı veremeyince bir kenara atıldı.
1913 ’te bugünkü gibi dişlilerden oluşan fermuarı yapan ABD’li Gideon Sundback oldu. Aynı yıl Avrupa’da da benzer bir fermuar üretilmişti. Ama fermuarın yaygınlaşması Birinci Dünya Savaşı sırasında ABD ordusunda uçuş tulumlarına fermuar takılmasından sonra oldu. Gene de, paslandığı ve elbiseler yıkanırken sökülüp sonra dikilmesi gerektiği için evlere ayakkabı bağı yerine ve tütün torbalarını kapatmak için girebilmişti. 1923’te B. F. Goodrich lastik galoşu üretince onlara fermuar taktı. Fermuara İngilizce yansıma ses olarak zipper adını veren de o oldu. Fermuar elbiselerde 1920’lerde yaygınlaştı; 1930’larda renkli, büyük boy, dekoratif fermuarlar elbise tasarımlarına ve moda dünyasına girdi. Özellikle plastik olan her şeye fermuar takılır oldu.
Fermuar Türkiye’ye Fransa’dan (fermoir) girdi. Önce üst sınıftan kadınların elbise sırtlarında ve eteklerinde kullanıldı. 1960’lı yıllardan itibaren çalışan kadın sayısı arttıkça lastik, düğme veya kopçanın yerini aldı ve öteki toplumsal katmanlarda yaygınlaştı. 1980’lerden itibaren fermuarsız kışlık giysi neredeyse düşünülemez oldu.
Cırt Bant
Birbirine yapışan iki şerit halinde küçük naylon dişlilerden oluşan cırt bant ya da cırt cırt 1948’de isviçreli dağcı George de Mestral’in patlayan pantolonların canına tak etmesiyle hayat buldu. De Mestral Fransa’da yalnızca bir tekstil üreticisini fikrinin parlaklığına ikna edebildi; “kilitli şerit” adı verilen bu ilk ürün pamuktan yapılmıştı. 1950’lerde kızılötesi ışınlar altında dokunmuş, defalarca zarar görmeden takılıp sökülebilen esnek bantı üreten de Mestral velvet (kadife) ve crochet (kanca) sözcüklerinden ürettiği ürününü Velcro adıyla tescil ettirdi. De Mestral’ın beklediği gibi fermuarın sonunu getirmese de, halen marka adı ve cins adı oluşu nedeniyle dava konusu olan Velcro ayakkabı bağlayamayan çocukların imdadına yetiştiği gibi, geniş kullanım alanı buldu.
Ben cırt bandı ilk kez 1980’lerde Mersin yürüklerinin şalvar ceplerinde gördüm. Tuhafiyecilerden soruşturduğumda, adının cırt bant olduğunu söylediler.
Kudret Emiroğlu’nun
GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ
kitabından alıntılanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder