Yahudi Soyu ve Seçilmiş Olma Anlayışına Kısa Bir Bakış:
Kur’ân-ı Kerîm’de 25 defa Yahudi (9 Yahûd, 10 Haydu, 6 Huden), 41 defa Benî İsrail (îsrailoğulları) ve 1 defa da İsrail sözü geçmektedir. Bu terimlerle hep aynı kavmin insanları, Yahudiler kastedilmektedir. Bunların dışında Hz. İbrahim, Hz. Yakûb, Hz. İshak, Hz. Musa vb. peygamberlerden bahsedildiğinde Kur’ân’da Yahudilere temas edilmektedir. Yahudi Kutsal Kitabı’nda ise kainatın yaratılmasından Yahudi ırkının kökenine ait bilgiler ve tarihî gelişmeleri etraflıca yer almaktadır. Bundan dolayı Yahudiler, Kutsal Kitaplarına uyarak, kendilerinin İbrahim oğlu İshak’tan (Avraham oğlu Yitshak) türediklerine inanırlar. Bu İshak (Yitşhak), İbrahim oğludur. Onlar, Arapları, baba İbrahim olmakla beraber. Sarâ’nın kölesi Hacer’den geldikleri için, köle çocuğu olarak küçümser ve kendilerinin dışında görürler. Kendilerini asîl ve Yehova’nın (Tanrı) seçkin, imtiyazlı bir ırkı sayarlar. Eski Ahit’te (Tanah) Hz. İbrahim’in biri cariyesi Hacer’den doğan İsmail, diğeri karısı Sârâ’dan doğan İshak olmak üzere iki oğlu vardır. Yahudilerin İshak’ın soyundan gelmeleri Eski Ahit’te şöyle belirtilmektedir: «Ve çocuk büyüdü sütten kesildi; ve İshak’ın sütten kesildiği günde, İbrahim büyük bir ziyafet yaptı. Ve Sara Mısırlı Hacer’in İbrahim’e doğurmuş olduğu oğlunun güldüğünü gördü. Ve İbrahim’e dedi: Bu cariyeyi ve oğlunu dışarı at; çünkü bu cariyenin oğlu benim oğlumla, İshak’la, beraber mirasçı olamayacaktır. Ve oğlundan dolayı bu şey İbrahim’in gözüne kötü göründü. Ve Allah İbrahim’e dedi: Çocuktan dolayı ve cariyenden dolayı gözünde kötü olmasın; Sârâ’nın sana söylediği her şeyde onun sözünü dinle; çünkü senin zürriyetin İshak’ta çağrılacaktır.»
Yahudiler, Ahdi Atîk’in bu rivayetini şu şekilde tefsir ederler : İsmail ve İshak Babaları İbrahim’dir. İsmail, Arap kabilelerinin babasıdır. İslâm Peygamberi İsmail gibi Arap olduğundan, ona mensup olduğu gibi, İslâm’ı kabul etmiş Arap olmayan milletler de İsmaile mensup addolunur. İşhak oğlu Ya’kûb’a Tanrı (Yahve) tarafından «İsrail» lakabı verilmiştir. Bundan «Benî İsrail» namıyle anılan Yahudiler İshak ve İsmail dolayısiyle, bütün Müslümanlar ve İslâm ailesine mensup olan Türkler ile kardeştirler. Bu, eski İbrani dinî edebiyatında böyle kabul olunduğu gibi, halk indinde de böyle kabul edilmiş; İbranîce’de Türkiye’ye «Türk Memleketi» denildiği gibi “İsmail Memleketi” de denilmiştir. Mektep görmemiş Yahudiler indinde Müslüman olan Mısırlılar, Cezayirliler, Afganlar v.b. Türktürler. Tarih bakımından İbranîler ve Araplar Sâmî, lisanları Sami, örf ve âdetleri hemen hemen birdir. Tevhid ve zahiri ibadetler yönünden bir oldukları gibi aralarında iman ve din ihtilafı da yoktur.
İsmail ile İshak’ın babaları bir, anneleri ayrı kardeş oldukları malûmdur. Hz. İbrahim, Sârâ’nın çocuğu olmadığından Hacer’le evlenmiş ve ondan İsmail olmuştur. Daha sonra Sârâ bu duruma üzülmüş ve Cenâb-ı Hakk ona, merhamet ve inayeti ile, ihtiyarlığında İshak’ı vermiştir. Bazı kaynaklarda, Türkler'in Nuh'un oğlu Yafes’in soyundan geldikleri rivayet edilmektedir. Mudar ve Rebi’a nâmlariyle iki kola ayrılan Arap kabilelerinin Hz. İsmail’in evlatları olduğu ve Kureyş kabilesinin de Mudar kolunun en hâlisi bulunduğu belirtilmektedir. Yahudiler ise, soy kütüklerini Nuh’un oğlu Şam’dan başlatarak Hz. İbrahim’e, ondan îshak’a, İshak’tan Yakub’a ve onun oğullarına dayandırmaktadır (Tekvin, X-L Baplar).
Tarihlerini ve soy kütüklerini Kutsal Kitapları’na (Tanah) dayandıran Yahudiler, bütün dünyada barışı ve iyiliği yaymakla görevlendirildiklerine inanmaktadır. Yahudilik genelde, iki prensip üzerine bina edilmektedir: “Tanrı’nın birliği ve İsrail’in seçkinliği”, Bu seçilmişlik Yahve tarafından, Hz. İbrahim’e, «senin zürriyetin düşmanlarının kapısına hâkim olacaktır; zürriyetinde yerin bütün milletleri mübarek kılınacaktır» (Tekvin, X X II/18) şeklinde; Hz. Yakub’a da, «Baban îbrahimin Allahı ve İshakın Allahı Rab benim; üzerinde yatmakta olduğun diyarı sana ve senin zürriyetine vereceğim; senin zürriyetin yerin tozu gibi olacak, şarka, garba, şimale ve cenuba (yani doğu, batı, kuzey ve güney) yayılacaksın; yerin bütün kabileleri sende ve zürriyetinde mübarek kılınacaktır» (Tekvin, X X III/13 ) şeklinde yapılmaktadır. Tesniyede bu, «sen Allah’ın Rabbe mukaddes bir kavimsin; Allah’ın Rab yeryüzünde olan bütün kavîmlerden Kendine has kavim olarak seni seçti» (Tesniye, V II/6) biçiminde belirmektedir.
Yeryüzünde mevcut dinler arasında «Tevhid» noktasında İslâm’a en yakın din, Yahudiliktir. Ancak Tanrı Yahudiler’de millileşmekte, sadece bir kavme hasredilmekte; yorulmak, dinlenmek ve güreşmek gibi İnsanî sıfatlarla vasıflandırılmaktadır. Bunun yanında Melek, Âhiret, Peygamber anlayışı ve inancı açık olarak görülmemektedir. îman esasları; Tanrı’nın birliği, Musa’nın en büyük peygamber oluşu ve, gecikmiş olsa da, “Mesîh”in geleceği prensipleri etrafında oluşmaktadır. Bundan dolayı Yahudiler’in, Tanah’ın rivayetlerini tefsir ederek, İslâmla Yahudiliğin iman ve ibadetleri yönünden ihtilâfı olmadığını belirtmeleri isabetli görülmemektedir. Çünkü Hz. Muhammed, son Peygamberedir. Ona inen Kur’ân son Kitap’tır. Bunlar İslâm’da imanın şartlarından ikisidir. İslâm’da imanın şartlarından birini inkâr “küfür” olarak görülmektedir. Bu hususu Hikmet Tanyu şöyle belirtmektedir: «İslâmiyetle Yahudilik arasında türlü şekillerde sıkı bir münasebet olmuştur. İslâmiyet, daha açık bir ifadeyle Kur’ân, Musa’yı Peygamber ve Tevrat’ı Allah tarafından vahyedilmiş kabul eder, fakat hemen tesbit edilmediğini, çok sonraları yazıldığı için esasından tamamen saptırıldığını belirtir... Dinler Tarihi, ilmî araştırmalar sonunda, bu ciheti kesinlikle teyid etmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in 18 yerinde Tevrat kelimesi geçmekte, Hz. Musa’dan 34 Sûre’de bahsedilmekte, 13 Sûre’de de Yahudilere değinilmektedir. Bu bahislere rağmen iki din arasında çok önemli farklar yardır. Yehova ve Allah, Ahiret, Kurban, Kıyamet, Ruhun Ölmezliği vb. İslâmiyet, itikat ve amel bakımından temel olarak Kitap, Sünnet gibi iki kaynağa dayanırken, Yahudilikte değişiktir.» Bu ve bunun gibi benzer farklar bile, ikisinin aynı olmadığına yeter zannederiz. Kur’ân, geldiği gibi zaptedilmiş, içine hiç bir kul sözü karıştırılmamış ve tenakuzlar bulunmayan bir mucizedir. Fakat bugünkü Teyrat zamanında kaydedilmemiş, ondan asırlarca sonra yazılmış, muhtevasına kul sözü karıştırılmış ve tenakuzlar yeralmış bir kitaptır.
Hemen şunu da diyebiliriz ki, Yahudiler Mesîh Sevk-i tabisiyle yaşadıkları halde, Hz. Muhammed’e (S.A.V.) imân etmemelerinin ve ona en büyük düşmanlık duymalarının izahı mümkün değildir. Halen İbranî, Kudüs (Yeruşalâym) Üniversitesi’nde Yahudilere göre, Mesih’in gelip gelmediğinden bahseden «Seyfer ha-İka-rim» okutulup incelettirilmektedir. Halen bir Mesih’in gelmesini bekleyen bu Yahudiler, Hz. Muhammed’e inanmamıştır. Onların inancına göre Mesîh, Yahudiler arasından çıkacak ve onları kurtuluşa götürecektir.
Bir başka husûs da şudur: İslâm kaynaklarınca Hz. İbrahim, Allah’tan salih bir oğul ister; Allah da ona, İsmail’i verir. Hz. İsmail, ona yardım edecek çağa gelince, rüyasında, üç gün üst üste onu boğazlıyor olarak görür ve bunu oğluna söyler. İsmail de, “emrolunduğun şeyi yap. Beni inşallah sabredenlerden bulacaksın” der.
Hz. İbrahim ahdini yerine getirmek üzere oğlu İsmail’i kurban etmeye götürür. Onu yan üstü yatırır. Tam keseceği sırada Allah (C.C.) tarafından bir KOÇ gönderilir ve, bilindiği gibi, bu koç kesilerek kurban borcu ifâ edilmiş olur. Bu ahdinden dolayı Hz. İbrahim mükâfatlandırılır ve salihlerden olmak üzere İshak ile müjdelenir.
Eski Ahit (Tevrat), kurban hadisesini şöyle anlatmaktadır: «Şimdi oğlunu, sevdiğin biricik oğlunu, îshak’ı al ve Moriya diyarına git ve orada sana söyleyeceğim dağların birinin üzerinde onu yakılan kurban olarak takdim et» ve hikâye devam etmektedir. Kurbanın vuku’ bulduğu yerin adı «Yehova - yire» konulmaktadır. İbrahim’e zürriyetinin düşmanlarının kapısına hâkim olacağı va’dedilmektedir. Bir başka yerde İshak’ın azîz kılındığı ve îshak da oğullarından Esav’ı çok sevdiği; fakat diğer oğlu Ya’kûb’un, babası İshak’ı kandırıp Esav yerine kendisini azîz kıldırdığı; diğer kardeşlerini kendisine kul olarak verdiği ve Yahudilerin de bu azîz olan Ya’kûb’un soyundan geldikleri yer almaktadır. Yahudilerin kendilerini daima efendi, diğer milletleri köle olarak görmeleri Kutsal Kitaplarındaki bu ve benzeri ifadelere dayanmaktadır.
Yahudilerin kendilerini Yahudi olarak isimlendirmeleri Hz. Ya’kûb’un Yuda veya Yahuda adındaki oğluna nisbetledir. Hz, Yâ’kûb’un oniki oğlundan dördüncüsünün adı olan Yahuda (Yuda) oniki oğlun soyuna ad olmuş ve onlar Yahudi olarak adlandırılmıştır. Böylece onlar, hem Hz. Y'a’kûb’a Tanrı tarafından verildiği kabul edilen «İsrail» lakabından meydana gelen «Benî İsrail» (İsrailoğulları), hem de Yahudi olarak isimlendirilmiştir. Bu isimler hep aynı kavmin insanlarını belirtmektedir. Türkiye’de kullanılan «Musevî» adı, Türkiye dışında Türkçe bilmeyen Yahudilerce bilinmemekte ve kullanılmamaktadır.
Îslâmî ilimlerde, Tefsir’de «İsrailiyât» kelimesi kullanılmaktadır. Bu kelime İsrâiliyye’nin çoğuludur ve Yahudi kelimesine oranla husûs ifade etmektedir. «Her İsrailî Yahudi olduğu halde, her Yahudi İsrailî neseb şayılmaz.) İsrâiliyât teriminden, Yahudi kültür ve medeniyetinden tefsire aktarılan rivayetler ve tesirler anlaşılmaktadır. Diğer dinlere nisbetle Yahudilikten gelen haberler ve Müslümanların onlarla münasebeti daha fazla olmuştur. Bundan dolayı tefsirde «İsrâiliyât» önemli bir yer tutmaktadır. Biz de, Yahudileri, Kur’ân’da çok sık bahsedilmesi, Müslümanlarla yakın münasebetler içinde olması, «Ehl-i Kitab» kabul edildikleri için Hz. Muhammed’in ilk dönemlerde onlarla dostâne geçinmesi ve sonradan İslâm’a zarar vermek istemeleri yönünden ele alıp incelemeyi uygun bulduk.
Allah, Hz. Muhammed’den önce gönderdiği her peygambere kendilerine inanılacağına, tasdik edileceğine ve muhaliflerine karşı yardım edileceğine söz vermiştir, Buna, karşılık onlardan da kendilerine inanacak ve tasdik edecek herkese ulaştırma sözü almıştır. Bu söz gereği olarak peygamberler üzerlerine düşen hak ve vazifeleri yerine getirmişlerdir. Yüce Allah, Hz. Muhammed’e hitaben bu hususu şöyle açıklamaktadır: “Allah peygamberlerden şöyle ahid almıştı : Size kitap ve hikmet verdim sizde olanı tasdik eden bir peygamber gelince, ona muhakkak inanıp kendisine yardım edeceksiniz, ikrar edip bu ahdi kabul ettiniz mi? demişti. Onlar da, ikrar ‘ettik’ demişlerdi. Bunun üzerine Allah onlara: Öyle ise (birbirinize) şahitlik edin, ben de sizinle beraber şahitlik ederim, demişti.” Böylece Allah, «bütün peygamberlerden, kendilerine inanılmak ve karşı gelenlere karşı kendilerine yardım edilmek üzere, söz almıştır. Peygamberler de, iki kitap ehlinden (Tevrat’a ve İncile inananlardan) kendilerine inanıp sözlerini doğrulayanlara dinlerini bildirdiler.»
Hz. Muhammed ve Yahudiler:
Böylece Hz. Muhammed, ahdini yerine getirmek jçin peygamberliğini, yakından başlamak üzere tebliğ ediyor. Hz.. Hatice, Hz. Ali, Hz. Ebubekr ve Zeyd b. Haris ilk Müslümanlardan oluyor. Hz. Muhammed İslâm’ı ilk önce gizli yaymaya başlıyor, daha sonra «Sana emrolunanı açıktan açığa beyân et, müşriklerden yüz çevir» âyetinin hükmüyle hareket ediyor; fakat Mekke müşriklerinin mukavemetiyle karşılaşıyor. Buna rağmen, Hak bildiği yolda, bir ân bile olsa, tereddüt eseri göstermiyor. O, her Hac zamanı Kâbe’ye gidiyor, ziyarete gelenlere İslâm’ı anlatıyor. Yine böyle bir zamanda Medine’nin Hazrec kabilesinden yedi kişi geliyor. Hz. Muhammed onlarla konuşuyor; İslâm’ı anlatıyor ve Kur’ân’dan âyetler okuyor. Bu Medinelilerin -ki daha önce bir peygamberin geleceğini duymuşlardı-gönülleri İslâm’a ısınıyor; fakat kabileleri arasında vukubulmuş olan ayrılığı kaldırıp, birlik sağlandıktan sonra, gelecek bu mevsimde tekrar görüşmek üzere ayrılıyorlar. Medine’de istedikleri durumu meydana getirdikten sonra Hz. Peygamber’i Medine’ye davet ediyorlar. İslâm tarihinde «Hicret» olayı dediğimiz olay vuku buluyor.
Hicret olayı sırasındaki Medine’nin durumu şöyle tasvir ediliyor : “Yahudiler, Arap, yarımadasında İslamiyet’ten asırlarca önce yayılmış ve yarımadada Yahudi kolonileri kurulmuştu. Bu kolonilerin en tanınmışı Yesrib’dedir şehir sonradan Medine adı ile anılmıştır.» Romalıların Şam’ı ele geçirip Yahudileri çiğnemeleri ve öldürmelerinden sonra, Yahudilerin üç kabile olarak (Beni Nadir, Kaynuka, Kurayza), burada yerleşmişlerdir. Arnold, Yesrib (Medine) şehrinin hayli zamandan beri Yahudilerin işgali altında bulunduğundan, bunların millî felâketlerinden, İmparator Adriyan’ın hükümeti altında maruz kaldıkları zulümlerden dolayı kendi memleketlerinden kaçıp burada yerleşmiş olduklarını; Ahbâriyyun da, «Hz. Muşa zamanında gelmiş olduklarını; Kutluay ise, “Arabistan, Yemen, Hicaz, Irak ve İran’da yaşayan Yahudi cemaatlerinin bu bölgelere ne zaman yerleşmiş olduklarının kesinlikle bilinmediğini” ifade etmektedir. Yahudilerin kendi memleketlerini bırakıp buraya, yerleşmeleri, «Arz.ı Mev’ud»un istilasından sonra olduğu muhakkaktır. Ne zaman gelirlerse gelsinler, Hz. Muhammed Medine'ye geldiği sırada burada yoğun bir Yahudi kitlesi bulmuştur.
Babil Kralı Buhtunnasar (Nabukadnazar), Kudüs’ü zaptedip Yuda Krallığı'na son verdiği (M.Ö. 586) , Tevrat’ı imha edip «Mabed’i yakıp yıktığı, îsralloğulları’ndan bir kısmını esir aldığı sırada bazı Yahudi grupları Hicaz taraflarına gitmiş; Vadı’l Kurâ, Teymâ ve Yesrib’e yerleşmiştir. O, sırada, orada, Cürhümlüler’den bazı topluluklarla Amâlikâ’nın kalıntıları bulunmaktadır. Yahudiler, önceleri, onlarla iyi geçinmiş; zamanla çoğalınca onları oradan kovup şehri ele geçirmiş ve uzun zaman Yesrib’de (Medine) yaşamaya başlamışlardır.
Yesrib (Medine) şehrinde, Yahudiler’den başka, putperest olan Evs ve Hazrec kabileleri vardı. Bunlar birbirleriyle iyi geçinemiyorlardı. Yahudiler, bunlara, «Yakında bir peygamber gelecek; biz ona tâbi olacağız ve onunla birlikte sizi Âd ve İrem gibi yok edeceğiz» diyorlardı.
Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Hazrec'den yedi kişi, Hz. Muhammed’le konuştuktan sonra kendi aralarında «Şüphe yok, Yahudilerin zuhur edeceğini söyledikleri peygamber budur, haydi kendisine ilk katılan biz olalım» şeklinde konuşup İslam’a girmişlerdir. Bu, İslâm’ın dönüm noktası olmuştur. Böylece Peygamberi Medine'ye davet etmişlerdir,
Yahudilik’te, «Tevrat’ın Hz. Musa’ya indirilmesiyle din tamamlanmamakta», o yerine Yeşu'u (Yohoşu’a) bırakmakta, nebiler birbirini takip etmektedir. Tevrat’ın nüzûlünü takibeden yüzyıllar içinde gelen nebiler silsilesi «Malaki» ile sadece Ahd-i Atik’de sona ermekte; fakat istikbalde zuhûr edecek ve MESÎH’in haberciliğini yapacak olan Eliyahu’ya intizar ümidi sebebiyle «Nübüvvet» müessesesi açılmaya hazır bir kapı olarak durmaktadır. Yine Peygamberlik hususundaki düşünceleri de; peygamber, yeryüzünde Allah’ın hükümranlığının temsilcisidir, birbirine bağlı uzun bir peygamberler silsilesi vardır; bu, Musa’da bitmemiştir; dünyanın sonuna kadar onun yerini alacak bir nebî bulunacaktır. Halbuki, İslâm’da Peygamberlik Hz. Âdem’le başlar, Hz. Muhammed’le son bulur. Fakat o (Hz. Muhammed) , Allah’ın Resûlü ve Peygamberlerin sonuncusudur. Allah’ın emirleri de Hz, Muhammed’e bildirilen, hiç bir değişikliğe uğramadan onun ölümüne kadar devam eden ve ondan sonra da değişmeden günümüze kadar gelen, bundan sonra da değişmesi mümkün olmayan Kur’ân-ı Kerîm’le son bulmuştur.
Hz. Muhammed (S.A.S.), Medine’ye (Yesrib) vardığı zaman, Medine halkı, bir kurtarıcının geleceği hakkında bir fikre sahip bulunuyordu. Onlar, Hz. Muhammed’in Allah’ın Resûlü olduğu talebini anlamaya, Mekke müşriklerinden daha müsaitti. Putperestler için böyle bir fikir tamamiyle meçhuldü. Çünkü, bütün dünya putperestliğin zulmet ve cehaleti içinde yuvarlanıp giderken, Hz. İbrahim’in Allah nazarjyesini teyid eden Hz. Musa’nın şenatı Allah’ın «BİR»liğini bir daha ortaya atmış ve «Âhirzaman Peygamberi» nin geleceğini tebşir etmişti. Bunun için Ehl-i Kitab’ın Hz. Muhammed’e iman etmesi, onun tek peygamber olduğunu desteklemesi lâzımdı. Ehl-i Kitab’ın İslâm karşısındaki durumları hiçte böyle olmamıştır.
Hz. Muhammed, Mekke’den Medine’ye «Hicret» ettiği sırada Medine Yahudileri, Fatyûn isminde gayet ahlâksız bir reisin idaresinde, vaziyete hâkimdiler. Fatyûn, hain ve zalimdi. «Bu adam, evlenecek her kızın mutlaka kendi evinde bir gece geçirmesini istemiş, ve bunu kabul ettirmişti. Yahudiler bu namus dışı harekete zorla tahammül ediyorlardı. Aynı hareket, Ensar’a da tahmil edilmek istendiğinden bunlar derhal isyan etmişlerdi. Ensar’ın reisi, bu durum karşısında isyan edip Fatyûn’u öldürmeye muvaffak olmuştur». Bu ahlâk dışı olayı bütün Yahudilerin kabul etmesi mümkün değildir; ama kabul edenlerin var olduğunu yukarıdaki kaynak bildirmektedir. Yahudilerin istemeyerek de olsa boyun eğmek zorunda kaldıkları bu olaydan, ancak Medineli Müslümanlar sayesinde kurtuldukları ve Müslümanların putperestlere olduğu kadar Ehl-i Kitap’tan olanlara da hidayet yolunu gösterdikleri malûmdur.
Hz. Muhammed, Medine’ye «Hicret» ettikten sonra, Yahudilerin reislerini yanına celbetmiş, onlarla bir dostluk ve ittifak muahedesi akdeylemiş; fakat Yahudiler, çeşitli bahanelerle, bu muahedeyi bozup Müslümanların aleyhine dönmüşlerdir. Bütün ticaret merkezlerini elde edip, Müslümanlara fahiş faizlerle borç para vererek, onları müşkül duruma sokmuş ve rehin olarak Müslüman çocuklarını istemişlerdir. Medine’nin en kıymetli topraklarını ellerine geçirmek suretiyle servet sahibi olan Yahudiler, zina ve kumara son derece düşkünlük göstermişlerdir. Bununla ilgili olarak Talmut’da şöyle bir maddenin bulunduğu belirtilmektedir ; «Eğer Yahudi olmayan bir insan zarurete düşerse, ona vereceğiniz paraya o kadar büyük faiz koyunuz ki; o adam, altından kalkamasın, bütün malını satmaya mecbur olsun. Yahudinin bu gibi şeylerden istifade etmesini, kendisinden başkasını ezmesini bilmesi şarttır». Eğer Talmut’ta böyle bir hüküm varsa, demek ki Yahudiler, Talmut’un emrini yerine getirmeye çalışarak, Müslümanları ezme siyaseti gütmüşlerdir.
Yahudilerin servet sahibi olmak arzularına ve bu servetlerini baskı unsuru olarak kullandıklarına -bugün olduğu gibi- o gün de şahit olmaktayız. Halbuki Hz. Muhammed, Yahudileri Ehl-i Kitap olarak kabul ediyor ve onları kendi taraflarına almaya çalışıyordu. Ziya Şakir, bu hususta, şöyle diyor: «İslâm’ın zuhur etmesi, önce Yahudilerin üzerinde hiçbir sarsıntı husûle getirmemişti. Çünkü îslâm sadece putperestlikle mücadeleye girişmiş, Yahudilere ve Hıristiyanlara (Ehl-i Kitap) nazarı ile baktığı için, onlara çok geniş bir müsamaha göstermişti». Kur'ân’da; « (Yahudi ve Hıristiyanlardan) Düşmanlıkta ileri gidenler müstesna olmak üzere Yahudi ve Hıristiyanlarla en güzel şekilde mücadele edin (yumuşak ve tatlı söz söyleyerek hakkı anlatın. Düşmanlıkta ileri gidenlerle ise, savaşın). Bir de deyin ki: «Biz hem bize indirilene (Kur’ân’a), hem de size indirilene (Tevrat ve İncile) iman ettik. Bizim İlâhımız ve sizin İlâhınız BİR’dir, yalnız O'na itaat ederiz» buyurulmaktadır. Ömer Nasuhi Bilmen, bu âyetin tefsirini şöyle yapmaktadır : «Bu mübarek âyetler, Ehl-i îslâmın Ehl-i Kitab’ı ne veçhile din-i İslâm’a dâvet ve onlar ile mübahase edeceklerini bildiriyor ve o Peygamber-i Zişân’a verilen Kur’ânı Mübîn’e ehl-i kitabın ve bir kısım müşriklerin imân ettiklerini, onu ancak kâfirlerin inkâr eylediklerini haber veriyor... (ve ehl-i kitap ile) de yani; Yahudiler ve Nasâra taifeleriyle de onları irşâd için (en ziyade güzel suretten başkalarıyla mücadele etmeyin) gazaba, hiddete mağlup olmaksızın kemâl-i rıfk ile, hayırhahâne bir surette mübahaseye, onları ikaza çalışın.»
Allah’ın (C.C.), Peygamberine hitaben, «İşte bundan dolayı sen davet et ve emr olunduğun gibi istikamette bulun ve onların hevâlarına tâbi olma ve de ki ; Allah’ın indirmiş olduğu Kitab’a iman ettim ve aranızda adaletle hükmetmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimizdir, sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bizedir, sizin amelleriniz de size aittir. Bizimle sizin aranızda husumet yoktur.» Bu âyet şöyle tefsir ediliyor : «Bir hüccete ihtiyaç kalmamıştır, hak zahir olmuştur, Size karşı bizde nefsanî bir husumet yoktur ki, ondan dolayı sizi takbih ve teşhir etmiş olalım. Biz yalnız Allahımız’ın emrine riayet, insaniyete hizmet, içindir ki, sizi din-i İslâm’a davet ediyoruz, aramızda Bir din kardeşliğinin tecellisini temine çalışıyoruz»
Görülüyor ki, ilk zamanlar Ehl-i Kitab’a karşı bir kardeşlik hissi ye onlarla iyi münasebet kurma tavsiye ediliyor. Hz. Muhammed de bu yolu seçerek onlarla andlaşma yapıyor. İslam’ın ilk yıllarında bu durumu teşvik eden âyet ve hadis hayli çoktur. «Hz. Muhammed (S.A.V.) halkın ahenk ve huzur içinde yaşamasını ve İçtimaî birlik vücuda getirmelerini istemiş ve bu maksatla bir takım andlaşmalar da yapmıştı. Muhacirlerle Ensâr arasında imzalanan andlaşma içine Yahudiler de dahil edilmiştir. Bu andlaşmada şöyle denilmektedir: ‘Bize tâbi olan Yahudilere gelince : Onlara da yardım edilir. Onlar da müsavi muameleye tâbi olup zulme uğramazlar. Onlara karşı gelinmez. Müslümanların sulhu birdir. Yahudiler, beraber muharip oldukça, müminlerle müttefik muamelesi görürler. Benî Nadir Yahudileri müminlerle beraber olan bir ümmettir. Yahudilerin dini kendilerine, mü’minlerin dini kendilerine aittir. Yahudilerin köleleri de kendileri gibidir. Muhammed’in müsaadesi olmadan kimse çıkarılamaz, intikam yasaktır. Yahudilerin nafakaları kendilerine, Müslümanların nafakaları da kendilerine aittir».
Kur’ân-ı Kerîm, en çok Yahudilerden ve onların inatçılığından bahsederek Müslümanlara ibret dersi de vermektedir. Yine onlar, İslam’ın huzurunda, bu dini dağıtmak için çok gayret sarfetmişlerdir. Hz. Peygamber’in sağlığında, onlardan Müslüman olanların adedi bir kaç tanedir. Buharî’de yer alan bir haberde Peygamberimiz, «Bana Yahudilerden 10 kişi iman etseydi, bütün Yahudiler de iman ederlerdi» buyurmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’in açık hükümlerine ve Peygamberin müsamahasına rağmen, Yahudilerden Müslüman olanların sayısı -sağlığında- sayılabilecek bir ölçüdedir. Hz. Muhammed’in vefatından sonra, Müslüman olanların sayısı artmış görünmektedir. Yahudilerden Müslüman olanların sayısı arttıkça, nifak da artmıştır. Bu nifak, daha ziyade, Peygamber’in ölümünden sonra, İslâmî kaynaklarda olmuştur (tefsir vb. gibi). Cerrahoğlu, bu konuda, şöyle demektedir : «Bu gibi menkûlat, zamanla çoğalmış, gafil olan müfessirler kitaplarını, çeşitli merviyatla doldurmuşlardı. Bu rivayetlerin İslamiyet’e girişi bidayetteki Müslümanların kültürlerinin zayıflığında aranacağı gibi, İslâmiyet’e diğer dinlerden gelenlerin şahsî durumlarında da aramak lâzımdır. Onlardan bir kısmı menfaat dolayısiyle Müslüman olmuş, hattâ bu dinî düşman olarak görmüş, onu zayıflatmak için, ona zararlı olabilecek şeyleri de sokmuştur. Onlardan diğer bir kısmı, hakîkaten samimî Müslüman olmuşlar, psikolojik bir hâl olarak bir ömür yaşadıkları dinin, zihinlerine yerleştirdiği alışkanlıktan kurtulamamış, ellerinde olmayarak eski dinlerinde gördükleri câzip şeyleri yeni dinde de görmek istemişlerdir». A,İnan, «Her yerde ve her zaman insan toplulukları birbirinin aşağı yukarı aynı olduğu için eski kavimlerde olduğu gibi Müslüman kavimlerde de birçok hurafeler İslâm dininin emirleri imiş gibi yerleşmiştir. Muhtelif dinlere mensup olan kavimler Müslüman olduktan sonra bu hurafeler çoğalmaya başlamıştır. Çünkü her kavim İslâm cemaatine eski dinlerinden birşeyler getirmişlerdir. Bu putperestlik devrinin kalıntıları olan hurafeler, Dinler Tarihi araştırmalarından anlaşıldığına göre, İlâhî gerçek din (İslâm) için her devirde bulaşıcı bir İçtimaî hastalık olmuştur» diyor ve gerçek din bilginlerinin her devirde bunlarla mücadele ettiğini, fakat bazı müfessirlerin, İsrailiyât (Tevrat, Talmud ve benzeri kitaplardan) ile Samî kavimlerin folklor malzemelerinden faydalanarak, yaptıkları tefsirlere, bilmeyerek, bir takım hurâfeler ve hikâyelerin, Kur'ân-ı Kerîm’in esas talimatına aykırı olarak, girmesine sebep olduğunu; bu hususta Hârût’la Mârût hakkındaki hurâfelerin İslâmiyet’in melekler hakkındaki talimatına aykırı bulunduğunu kaydediyor. Zaten samimî olarak kendi dininden dönüp İslâm’ı kabul edenlere diyecek birşeyimiz yoktur. İslâm inancına göre eğer bilmeyerek hata işlenmiş ise Allah affetmekte; çünkü Peygamberimiz «Ameller ancak niyetlere göredir» buyurmaktadır. Fakat, asıl mesele; inanır görünüp de, inanmayanlardır. Bunların gayesi elbette İslâmiyet’i yıkmak olacaktır. Bir kaleyi içerden fethetmek, dışardan fethetmekten daha kolaydır. Buna da, daha çok Ehl-i Kitaptan olanlarda şahit oluyoruz. Çünkü putperestlerin, inançları belirli ve sağlam bir kaynağa dayanmadığı için, eski inançlarını yaşatmaları mümkün değildir. Ama, Ehl-i Kitap (Yahudi ve Hıristiyanlar) için bunu demek mümkündür. Hele bunlar, Yahudiler gibi, kendilerini, Kutsal Kitaplarının öğretilerinden; necip bir ırk olduklarına ve Hz. Musa'nın peygamberliğinin devam ettiğine inandıran bir millet olursa... Onların bu tip inançlarını bugüne kadar yaşattıklarını görmek mümkündür. Müslüman gibi görünüp, eski dinlerinde sebat etmiş Yahudiler yanında Hıristiyanları da zikredebiliriz. Ancak konumuz Yahudiler olduğu için, onlara, burada yer vermeyi lüzumsuz görüyoruz.
Tevrat’ın çeşitli kişiler tarafından kaleme alındığı ve Musa’dan 1000 yıl sonra, ancak bugünkü şekle geldiği düşünülürse, bu kadar uzun bir müddet içerisinde, çeşitli etkiler arasında, Musa’ya ne derece sadık kalınacağını tahmin etmek güç olmasa gerektir. Böyle olunca da, çelişkilerin, birbirini tutmaz tekrarların olması tabiî görülebilir.
Kısas-ı Enbiya’da, «Hz. Muhammed, Bedr Gazvesi’nden muzaffer dönünce, din-i îslâm pek ziyade kuvvet buldu. Bunun üzerine, (Medine’deki Yahudiler) ‘Tevrat’ta mezkûr olan Nebiyyi Ahirü’z-Zaman budur’ demeye başladı ve henüz imân etmeyenlerden bazıları imân eyledi, bazıları da zahiren İslâm’a girdi. îşte bu cihetle ehl-i İslâm içinde bir hayli münâfıklar peydâ oldu». diye zikredilmektedir. Bedr Gazvesi’nden sonra, Yahudilerle yapılan anlaşmanın akabinde, Yahudilerden olan Kâ’b b. Eşref, Mekke’ye gidip Kureyş’i Ehl-i İslâm aleyhine tahrik etmiştir. Bu tahrik ve teşvikler Uhud Gazvesinden sonra daha da artmıştır.
Uhud Gâzvesi’nden sonra Yahudiler, fikir ve tavırlarını değiştirmişlerdi. Hz. Muhammed, Müslümanlarla andlaşma yapan Yahudilerin andlaşmaya olan sadakatlerini öğrenmek için, Kuba yakınındaki Beni Nadir Yahudilerine, aralarında Hz. Ebu Bekr, Ömer, Ali gibi ashâbdan on zâtla gitti. Bunlar, İslâm aleyhinde bulunmamak üzere, Hz. Muhammed’le anlaşmışlar ve onun Kütüb-ü Semaviyye’de (İlâhî Kitaplar) vadolunan «Âhir Zaman Nebisi» olduğunu söylemeye başlamışlardı. Fakat bir taraftan da Mekke ve Medine münafıkları ile muhabere ediyorlardı, Peygamber, Yahudiler’e gidiş gayesini ve teklifini açıklayınca ilkin iyi karşılanmış, fakat sonradan aralarında bir dedikodu başlamış ve birkaç kişi bir araya toplanıp aralarında birşeyler konuşmuştur Bu, Peygamber’i öldürmek için bir hazırlıktır. Suikast, Hz, Muhammed’in oturduğu damın başına çıkıp büyükçe bir taş atmak şeklinde olacaktır. Bu işi yerine getirmeyi de Amr b. Cihâş üzerine almıştır. Amr b. Cihâş dama taşı atmak için çıkmış; fakat bundan haberdar olan Hz. Muhammed, derhal oradan kalkmış ve Medine’ye dönmüştür. O, Medine’ye dönünce, Muhammed b. Mesleme’yi Benî Nadîr-e elçi göndermiş, andlaşmayı bozduklarından ve Peygamber’e karşı suikast hazırladıklarından dolayı, on gün zarfında, memleketlerinden çıkıp başka bir yere gitmelerini emretmiştir.
Âdetleri üzere Yahudiler sıkıştıkları vakit inanmış görünmeyi, rahata kavuştukları zaman düşmanlıkları ve kendi inançları doğrultusunda yaşamayı alışkanlık haline getirmişlerdir. Aynı şeyi Hz. Musa’ya karşı da yaptıklarını Kur’ân-ı Kerîm şöyle belirtmektedir : «(Ey îsrailoğulları, hem hatırlayın ki!, Bir vakit sizi ve atalarınızı Fir'avn avanesinden kurtarmıştık, sizi azabın kötüsüne sürüp oğullarınızı boğazlıyor, kızlarınızı hayatta (diri) tutmak istiyorlardı ve bunda, sizin için Rabbiniz tarafından büyük bir imtihan vardı. Yine hatırlayın ki, bir vakit sizden ötürü denizi yardık da hepinizi kurtardık, Fir’avn avanesini ise, sizler bakıp dururken, suda boğduk. Bir vakit de Musa’ya, Tûr’da vahy için kırk gece vâde vermiştik. O, Tür’a gittikten sonra, siz, buzağıyı tanrı edindiniz ve bu halinizle zalimlerden oldunuz». Bir başka Âyet’te, «İtaat için sağlam söz verdikten sonra, arkasından döneklik ettiniz» denilmektedir.
îsrailoğulları, Tevrat’ın hükmünce amel edeceklerine söz verdikten sonra bu sözlerinden dönmüşlerdir. Yahudilerin sözü daima zahiren olmuş, bâtınen bir şey vuku bulmamıştır. Bundan dolayı onların sözüne güvenilemeyeceği kanaati yaygınlaşmıştır. Ancak Müslüman olmuş bir kısım insanı bundan istisna ediyoruz. Çünkü içlerinden samimi olarak İslâm’ı kabul etmiş olanlar bulunmaktadır. Bunlardan birkaç örnek vereceğiz.
Hz. Muhammed Medine’ye vasıl olup, Hz. Halid Ensâri’nin hanesine misafir olduğunda, bunlardan Abdullah b; Selâm'ın durumu şöyle anlatılır : «O gün Medine ahalisi, Hz, Halid’in hanesine gelip Resûl-i Ekrem'i ziyaret ettikleri sırada Ulemâ-ı Yahud’dan (Abdullah b. Selâm) dahi geldi ve dikkatle Hz. Peygamber’in yüzüne baktı “bu yüz yalancı yüzü değildir’ deyip hemen îslâm ile müşerref oluverdi”, yine Medine’de, ilim, fazilet ve servet sahibi Muhayrik isminde bir Yahudi vardır. O, Hz. Muhammed’in İlâhi kitaplarda zikredilen «Âhir Zaman Peygamberi» olduğuna inanmış; fakat birdenbire dindaşlarından ayrılıp İslâm’ı kabul edememiştir. Muhayrik’in Uhud Gazvesi’nde İslâm’ı kabul ettiğini Ahmed Cevdet Paşa şöyle anlatmaktadır : «Gazve-i Uhud günü, diğer rüesayı Yahud’un yanına gidip Kütüb-i Semaviyeye nazaran bugün Uhud’da cenk ve cihâd eden Zât-ı Şerif’in Nebiyyi Ahirü’z-Zaman olduğundan şüphe yoktur. Ona yardım etmek üzerimize farzdır dedikte onlar da ‘bu gün yevm-i sebttir. Bir işe yapışamayız. Muharebeye nasıl gidelim’ demişlerdir.
Muhayrik ‘Onun şeri’ati yevm-i sebt resmini nesli etti. Kalkınız gidelim, o Nebiy-yi Zişân’a yardım edelim’ demiş ise de dinlememişler. O dahi artık dayanamayarak ilân-ı İslâm ederek Huzûr-ı Nebevî’ye geldi : “Ya Resûlallah! Eğer ben şehid olursam cümle emvalimi umur-i cihada sarfet” diye vasiyet etti. Bâdehû kendisini ortaya attı ve merdâne cenk ederek şehid olup dâr-ı Cennet’e gitti. İşte onun hakkında Resûl-i Ekrem, “Muhayrik, millet-i Yahûd’un en hayırlısıdır” dedi.
Bu arada Yahudi olup, İslâm’a girip, Hz. Muhammed’in zevcesi olma mertebesine yükselen ve samimî Müslüman olan Hz. Safiye’yi de zikredelim.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, Hz. Muhammed’in sağlığında, Müslüman olan Yahudilerin sayısı üç-beş kadardı. Bu ilk Müslüman olanlar, samimî olarak kabul edilebilir. Daha sonra Müslüman olanlara, tereddütle bakılabilir.
Yahudilerin büyük din âlimlerinden olan Abdullah b. Selâm, Hazreti Muhammed’le temas edince, onun Tevrat’ta zikri geçen son Peygamber olduğunu anlamış ve Müslüman olmuştur, Abdullah b, Selâm’ı kendilerinin âlimlerinden ve mürşidlerinden sayan Yahudiler, İslâm’ı kabul etmesinden sonra onun aleyhinde söylenmedik söz bırakmamışlardır. Biraz evvel övgüde bulundukları bu adamın hakkında birçok şeyler uydurup Yahudi mahallelerine yaymışlardır. Bu hâdise de, Yahudilerin İslâm aleyhtarlığını körüklemiş ve Mekke’de müşriklerle uğraşan Hz. Muhammed, Medine’de de Yahudilerle uğraşmak zorunda kalmıştır. Bunlar Ehl-i Kitap olduklarından karşılarına peygamberler tarihine ait sorular çıkarıyorlardı. Bu mücadelede hileye başvurmaktan çekinmiyorlardı. Tevrat’ta olan şeyleri bile ayaklar altına alıyor ve Peygamber’e sorulmayacak şeyler soruyorlardı. Ortalığı karıştırmak için hile ve yalan yolunu tercih ediyorlardı.
Bedr Gazvesi’ndeki başarıyı takiben, Uhud Gazvesi’nde ganimet sevdasına düşüp, harbin sonuna kadar bulundukları yerlerden ayrılmaması gereken Müslüman1ar yerlerini terkedince savaş, Müslümanların şehîd vermelerine sebep olmuştur. Uhud'da şehid olanlar defnedildikten sonra, Resûl-i Ekrem, Medine’ye gelmiştir. «Şühedânın evlâd ve iyâl ve akrabaları ağladıkça güruh-u münafıkin, memnun olurdu, İslâm’ın bu mağlubiyeti üzerine Yehûd taifesi dahi şımarmıştı». Bu ve benzeri olaylar Hz. Muhammed’in bunlara karşı kesin tavır almasına sebep olmuştur.
Yahudiler; bunlarla yetinmeyerek, her türlü ikilik, düşmanlık tohumları ekmeğe, ortalığı karıştırmağa, türlü olaylar çıkarmağa çalışmış ve İslâm’a karşı büyük bir düşmanlık duymuşlardır. Kur’ân-ı Kerîm, Yahudiler hakkında çok dikkate değer âyetlerle, bu durumu, belirtmiştir.
Yahudiler; hem Hz. İsa’yı, hem de Hz. Muhammed’i peygamber tanımıyor ve İslâm dininin kendi kitaplarından alındığını ileri sürüyorlardı. Hattâ işi silâhlı direnişe bile götürmüşlerdi. 628 yılında Yahudi kalesi olan Hayber, Müslümanlar tarafından zaptedildi. Burası Hz. Muhammed zamanında Yahudiliğin merkezi idi. Medine’den suçları dolayısıyla çıkarılmış Yahudiler de Hayber Şehrine yerleşmişlerdi. Yahudilerin, İslâm düşmanlariyle anlaşmalar yapmaları, onlara yardım etmeleri, başlangıçta iyi olan ilişkileri bozmuştu. Hendek savaşında Benî Kurayza Yahudiler İslâm düşmanlarıyla anlaşmışlardı. Peygamberimize suikast tertip etmeye teşebbüs eden Benî Nadir Yahudilerine on gün mühlet verilmiş; ancak, Yahudiler çıkıp gitmeye hazırlanırken, münafıkların reisi Abdullah îbni Ubey îbni Selül onlara «Yerinizde sebat ediniz. Biz size yardım ederiz, Yahud-i Benî Kurayza ile muâhid ve müttefikiniz olan Kabile-i Katafân dahi imdad ederler» diye gizlice haber göndermiş olduğundan Benî Nadir, evvelki çıkıp gitme niyetlerinden vazgeçip, çıkmayacaklarını bildirmiş ve elinden geleni geri koymaması için, Hz. Muhammed’e haber göndermişlerdi.
Münafıkların bu halini beyan etmek üzere aşağıda meâllerini vereceğimiz âyetlerin nazil olduğu ifade edilmektedir. Âyetler bu hâdiseyi şöyle anlatmaktadır: “Şu münafıklık yapan kimseleri görmüyor musun? Ehl-i Kitap'tan küfreden kardeşlerine şöyle diyorlar: Andolsun, eğer siz yurtlarınızdan çıkarılırsanız, biz de, sizinle beraber çıkarız. Sizin hakkınızda ebedî olarak kimseye itaat etmeyiz ve size karşı harp yapılırsa muhakkak size yardım ederiz. Halbuki Allah, onların yalancı olduklarına şehadet ediyor”.
Münafıkların hali Kur’ân-ı Kerîm’de çok yerde zikredilmektedir. Hattâ, Cenâb-ı Hak, Hucûrat Sûresi’nde bunları şöyle uyarmaktadır: «(Ganimet hevesi ile görünüşte İslâm’ı kabul eden bazı) Bedeviler; «Biz gerçekten iman ettik» dediler.» (Ey Resûlüm, onlara) de ki: (Siz kalplerinizle iman etmediniz, ancak biz (kılıç korkusundan ve İslâm nimetinden faydalanmak için) Müslüman gözüktük deyin; henüz imân kalplerinize girmemiştir.» İmanlarında sadık olanları da şöyle açıklamaktadır: «Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah’a ve Peygamberine iman etmişlerdir; sonra (imanında) şüpheye düşmemiş; Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşmışlardır. İşte böyle kimseler imanlarında sadık olanlardır,»
Yahudiler, Müslümanlara karşı, silahlı direnişlerde de bulunmuştur. Çeşitli suçları dolayısiyle, yerleşmiş bulundukları, Medine’den kovulan Yahudiler’in çoğu Hayber’de toplanmıştır. Medine’nin Şam yönünde ve Medine’ye dört konaklık bir mesafede bulunan Hayber, büyük bir şehirdir. Arapların en büyük ticareti Şam’la olmaktadır. Yahudilerin Şam yolu üzerinde böyle toplanıp bir kuvvet oluşturması, İslâm için zararlı görülmüştür. Ancak o güne kadar Müslümanlar, Mekke müşrikleri ile uğraştıklarından, Şam tarafını düşünmeye fırsat bulamamışlardır. Mekkelilerle Hudeybiye’de anlaşma yapılınca, Şam tarafını düşünme fırsatı doğmuştur.
Hz. Muhammed zamanında Yahudilerin merkezi ve kalesi olan Hayber, 628 yılında, Müslümanlar tarafından zaptedilmiştir. Hz. Muhammed, 200 atlı, 1500- 1600 piyade ile Medine’den çıkıp Hayber’e gelmiştir. O, önce barış ve anlaşma teklifinde bulunmuş; fakat teklifi reddedilmiştir. Bunun üzerine Yahudilerin kumandanı Merhab ile Hz. Ali çarpışmış; Hz. Ali ve birlikleri galip gelmiştir. Savaşta Yahudilerden 93 kişi ölmüş ve Müslümanlardan 15 kişi şehid olmuştur. Hz. Muhammed’e Hayber’de kaldığı günlerde bir suikast da düzenlenmiştir. Yahudilerin ileri gelenlerinden, olan ve savaşta yakınları ölen Zeynep adında bir Yahudi kadını, Hz. Muhammed’i arkadaşlarıyla beraber yemeğe davet etmiş ve kızartılmış koyun etine zehir katarak, onları, öldürmeyi planlamıştır. Ancak Hz. Muhammed yapılan planı anlamıştır.
Bu olayı Enes b. Mâlik şöyle nakletmektedir : «Hayber’de bir Yahudi, Nebî’ye, zehirleyerek kızartılmış bir koyun takdim etmişti. Resûl-i Ekrem, bundan yemiş, kendisiyle beraber Bişr İbn-i Berrâ da yemişti. Sonra Resûl-i Ekrem, Ashaba, ‘bu et zehirlidir, yemeyiniz’ demişti. Bu hiyaneti yapan Yahudi karısı getirildi. (Kadın cürmünü itiraf etti). Bunun üzerine Ashâb tarafından, ‘Bu kadım öldürelim mi, ya Resûlallah?’ diye soruldu. Peygamber de, ‘Hayır, öldürmeyiniz!’ buyurdu. (Resûl-i Ekrem nefsi için ahz-i intikam i’tiyadında değildi). Fakat bilâhare, Bişr, zehirden dolayı vefat edince, kadın kısas edildi. Bu bir lokma zehirli etin tesirini zaman zaman Resûl-i Ekrem küçük dili üzerinde hissederdi».
Bu zehirleme ile ilgili bir başka rivayet de Ebu Hureyre’den nakledilmektedir : «Hayber fetholunduğu zaman Nebî’ye (S.A.S.) (Haris kızı Zeynep tarafından) içi zehirli (kızartılmış) bir koyun hediye edilmişti. (Bunun zehirli olduğunu vahiy ile bilen) Nebî, Ashâba, ‘Hayber’de ne kadar Yahudi varsa onları bana toplayınız!’ buyurdu. Ashâb da toplayıp getirdiler. Resûllullah bunlara hitâb ederek (Burada çeşitli sorular sorarak, yalanlarını ortaya çıkarıp doğru söylemeye teşvik ettikten sonra, koyunla ilgili soruyu soruyor), ‘Şu koyuna zehir koydunuz mu?’ diye sordu. Yahudiler, ‘Evet, koyduk!’ dediler. Resûlullah, ‘Bu cinayete sizi ne şevketti?’ demişti. Yahudiler de, ‘Biz şöyle düşündük; Eğer sen yalancı (Peygamber) isen (koyunu yer ölürsün) biz de müsterih oluruz. Eğer hakîkî bir Peygamber isen sana bir zarar erişmez!’ diye cevap verdiler».
Görülüyor ki Yahudiler, Hz. Muhammed’i yok etmek için bir kaç defa benzeri teşebbüslerde bulunmuştur. Bu zehir hadisesini, sadece Zeynep adlı kadının tertibi olarak düşünmek zordur. Bunun bütün Hayber Yahudilerince tertiplenmiş, planlanmış olduğu anlaşılmaktadır. Hz, îsa Olayı’nda olduğu gibi Hz. Muhammed’i de ortadan kaldırmaya, dâvasına engel olmaya çalışmışlardır. Çünkü Yahudi Kutsal Kitapları’nda ve öğretilerinde Peygamberlerin Yahudi olacağı işlenmektedir. Bunun için Yahudi ırkından olmayan veya sadece Yahudileri kurtarmayı, hedef almayan kimseleri «Peygamber veya kurtarıcı» kabul etmezler. En büyük Peygamber olarak da Hz. Musa’yı görürler. Bundan dolayı, ilk fırsatta, çıkan Hak Peygamberleri ortadan kaldırmayı gaye bilmişlerdir. Fakat Yahudiler arasından çıkacak ve Yahudileri «Arz ı Mev’ûda götürecek «Mesih» i beklemelerinde herhangi bir endişe, kopukluk olmamıştır.
Yahudilerin Hz. Muhammed’e karşı intikam hissi ile dolu olduklarını gösteren başka bir olay, ona sihir yapmış olmalarıdır. Bu, Hz. Aişe’den rivayet edilen bir hadîste yeralmaktadır. Yapılan sihrin tesiri konusunda çeşitli görüşler bulunmaktadır. Sihir ister tesir etsin, ister etmesin; fakat önemli olan böyle bir şeye teşebbüs edilmesidir. Yahudilerden görülen bu kadar ihanete rağmen Müslümanlar, herhangi bir intikama kalkışmanmış ve onlara daima şefkat göstermiştir.
Hz. Muhammed, Hayber’de yenik düşen Yahudilerin canlarını bağışlamış, onları vergiye bağlamış ve onlara iyi muamele etmiştir. Hayber arazisi, Beytü’l mal için fetholunmuştur. Bu fetihten sonra harp ganimetleri taksim olunurken Huvey b. Ahtab’ın kızı Safiye, Hz. Muhammed tarafından, Dihyetül-Kelbî’ye verilmiştir. Ancak onun Kelbi’ye verilmesine çeşitli itirazlar olunca Hz. Muhammed, onu kendisine almıştır. Sahabe, Peygamber’in onu cariye olarak mı, yoksa zevce olarak mı alıkoyacağını merak etmeye başlamıştır. Resûl-i Ekrem, Safiye'yi hicap ve perde arkasına alınca, onun “ümmühâtri mü’minîn” sırasına geçeceği anlaşılmıştır. Daha sonra da onunla evlenmiştir. Hayber’den «altı mil) uzakta bulunan bir yere varınca, zifaf için konaklamak emredilmiş, fakat Safiye buna razı olmamıştır. Hayber’den «on iki mil» uzaklıktaki «Sahbâ»ya varınca zifaf vuku’ bulmuştur. Daha önceki itirazının sebebi Safiye'den sorulunca o, önceki yerin Yahudilere yakın olduğu için Peygambere zararlarının dokunabileceğini düşünmüş olduğunu söylemiştir. O’nun Peygamber için bu endişesi, büyük muhabbete sebep olmuştur. Bir rivayette, Safiye’nin yüzünde dayak izi tesbit edilip sebebi sorulunca, onun şöyle dediği belirtilmektedir: «Bir gece rüyamda sanki ayı gökten inip koynuma girmiş gördüm. Zevcim Kinâne’ye hikâye ettim. Sen şu üzerimize gelen Arap Meliki’nin (Hz. Muhammed.’i kasdederek) zevcesi olmağa göz dikmişsin, diyerek yüzüme bir tokat aşketti ve izi kaldı». Safiye’nin kocası Kinâne, Hayber Savaşı’nda ölenler arasındadır.
Safiye binti Huvey, Yahudi olduğu için, Ashâb ve Peygamberin hanımları arasında tereddüt meydana getirmiştir. Ancak, gerek kendi tutumu ve gerekse Hz. Muhammed’in güveni, bu tereddütü gidermiş; onun diğer Yahudilere benzemediğini ve İslâm’ı samimî olarak kabul ettiğini göstermiştir.
Hayatı boyunca Hz. Safiye, Hz. Muhammed’e çok bağlı ve saygılı olmuş, yakın davranmıştır. Hz. Muhammed’in ölüm döşeğini çevreleyen diğer eşleri arasında Hz. Safiye, «Keşke, senin uğradığın hastalığa ben uğrasaydım, senin yerine yatan ben olsaydım» diye Hz, Muhammed’e olan sevgisini ve bağlılığını dile getirmiştir. Bu söz üzerine Peygamberin diğer zevceleri birbirine bakışıp göz kırpmışlardır. Hz. Muhammed, onların bu yaptıklarının farkına varmış ve «Safiye bu sözünde sadıktır» diyerek onun sadakatini, samimiyetini teyid etmiştir. Hicri 50. yılda vefat eden Hz, Safiye’den, Hz. Muhammed hakkında, mühim hadîsler nakledilmiştir. Rivayetlere göre Safiye’nin inanmasının samimiyeti konusunda bir şüphe yoktur ve o, diğer Yahudiler‘den farklıdır. Çünkü Yahudilerden İslâm’ı kabul edenlerin büyük çoğunluğuna Müslümanlar, hep şüphe ile bakmış ve onlara pek güvenememiştir.
Doç. Dr. Abdurrahman KÜÇÜK’ün DÖNMELER TARİHİ adlı kitabından alıntılanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder