7 Aralık 2022 Çarşamba

Gündelik Hayatımızda Temizlik - 11

 



Takım Elbise


Takım elbisenin siyah rengi 16. yüzyılda dünya imparatorluğu kurmaya niyetlenen, bir yandan Amerika’ya gemiler gönderirken bir yandan da önce Yahudi sonra Müslümanları sürgün veya din değiştirme seçeneklerinden birini seçmeye zorlayan, sonra da din değiştirenlerin saf kan olmadığı için aşağılandığı bir toplum yaratan ve Engizisyon mahkemelerini kuran İspanyol Katolik krallığının sofu ciddiyetinden kaynaklanıyordu. Avrupa’ya İspanya’dan yayıldı. Pantolon, yelek ve ceketin aynı kumaştan olması Fransa’da 1860’larda yaygınlaştı.


At binmenin yaygınlığı nedeniyle ceketin kuyruğu iki parçalı yapılıyor, rüzgârdan korunmak için gerektiğinde yaka kapatılabilsin diye yakaya da ilik açılıyordu. 1890’larda takım elbise iş hayatının gerekliliklerinden biri oldu. Biçimine göre düğmelerin kapanmış veya açılmış olması saygı ve görgü ifadesi haline geldi. Örneğin kruvaze ceketin daima ilikli olması muaşeret kuralı oldu.


Ceket Avrupa dillerine, İspanyolca jaco, Eski Fransızca jcujuet, Fransızca jcujuette, İtalyanca giacchetta, İngilizce jacket, Almanca Jacke veyaJoppe biçimleriyle yayıldı; kökü Arapça sakk’tan geliyordu.


Takım elbiseyi bütünleyen yelek ise eskiden yaz kış giyilirdi. Arkası pamuklu, kışlıkları süet deri olan yelekler takım elbise giymeyen esnaf, özellikle balıkçılar gibi soğukta ve açık havada çalışanlar tarafından tercih edilen bir giysi oldu. Yeleğin içine kazak giyilmeye başlanırken, yeleklerin cepleri büyütülüp çoğaltılarak işlevselleştirildi.


Türkiye’de takım elbise, Avrupa tarzı başlık dışında Tanzimat döneminden itibaren memur kesiminden başlayarak yerleşmişti. II. Mahmud saray görevlilerinden Hüsnü ve Avni beyleri setre pantolon giydirerek çarşıya yollamış, halkın tepkisini ölçmek istemişti. Çarşıda beylerin bir parçalanmadığı kalınca da, Ramazan ayında olunduğu için, ikisini de oruç yedikleri suçlamasıyla kabahatli bulup sürmüştü. Padişahın arzusu gerçekleşip Batı tarzı kıyafet: memurlardan başlayarak benimsendi, ancak takım elbisenin yerli biçimleri ve aşamaları da oldu:


istanbulin İstanbullu terzilerin buluşuydu; sade ve uzun etekli, düz yakalı setrenin alaturka biçimiydi. 1860’larda diz kapağına kadar uzanır, beli dar, omuzları ve eteği genişti. 1890’larda eteği kısaldı, daraldı. Tanzimat döneminde resmi kıyafet niteliği kazandı.


Redingot II. Abdülhamid zamanında yaygınlaştı, istanbulinin göğsü tamamen kapalı olduğundan kolalı gömlek, yaka ve kravat olmadan da giyilebiliyordu. Redingot ancak bunlarla birlikte giyilebildiğinden ve bu kıyafetle abdest alma olanağı bulunmadığından, alaturka ile alafranga taraftarları arasındaki çekişmede simgesel bir anlam kazanmış, redingot giyenler ‘beynamaz’ olarak suçlanmışlardı. Avrupa’da resmi kıyafet olarak giyilmeye devam edilirken 1930’ların sonunda terk edildi.


Jaketatay İstanbulluların ‘bonjur’ adını verdiği, II. Meşrutiyet döneminde yaygınlaşan, önü çapraz kesilerek arkaya kıvrılmış, kıvrıkları iki parçalı ceket.


Smokin 1890’da Fransa ve İngiltere’de ortaya çıktı. Ön yakaları ipek saten kaplanmış bir tür cekettir. İngiltere’de eve döndükten sonra yemek ve geceyi geçirmek için giyilen kıyafetken, davet ve balolarda giyilmeye başlandı.


Frak uzun etekli ve yırtmaçlı, siyah resmi takımdır; Fransızca frac, 1700’lü yılların ilk yarısından itibaren bu anlamı kazanan İngilizce keşiş elbisesine verilen frock adından gelir. 



Şapka


Atatürk’ün, 1925 Kastamonu gezisinde, “Siperli şemsli serpuş, bunu açık söylemek isterim, bu serpuşun ismine şapka denir,” diyerek tanıttığı şapka, üç ay sonra çıkarılan kanunla resmi başlık oldu.


İlk günlerde İtalyan Borsalino kardeşler İstanbul’da bir gemi yükü şapkaları olduğu için büyük kâr elde ettiler, fakat İstanbul’a şapka sevkiyatına rağmen, kâğıt şapka yapanlara, kadın şapkası giyenlere de rastlandı. Şapka fabrikası kurulması ve Hereke ve Feshane fabrikalarının şapka imal edilecek duruma getirilmesi tartışılırken, tekke ve zaviyelerin de kapatılmasını düzenleyen kanun aynı günlerde çıkarılınca, tepkiler doğdu. Seyyar Ankara İstiklal Mahkemesi’nin verdiği idam ve hapis kararlarıyla isyan ve direnişler bastırıldı. Başı açık gezmek de ayıp olduğundan, Yakup Kadri’nin romanlarına konu olduğu gibi, yıllarca direnip sokağa çıkmayan hocalar oldu. Ama eski sadrazamlardan, o zaman seksenlerinde olan Tevfik Paşa (1845-1936), “Yahu, bu fesden de kolay geçti! ” demişti.


Şapka gerçekte yasadan önce orduda kabul edilmiş, dikkati çekmemişti. Şapkadan önce II. Mahmud fesi Türkiye’ye getirirken, o zaman da önce askeri kıyafet olarak benimsenmişti. Yeniçeri Ocağı kaldırıldıktan sonra II. Mahmud yeni başlık arayışına girmişti; fesin, Fransız Devrimi sırasında, azat olan esirlere giydirilen Frig başlığının moda olmasından sonra buradan Yunan adaları ve Garp Ocaklarına yayıldığı söylenmekteyse de, fesin biçimiyle Frig başlığı fazla benzeşmemektedir. Fakat serasker ve kaptan-ı derya Koca Hüsrev Paşa’nın Tunus’tan getirilen fes giyen kalyoncularla selamlığa çıktığı ve Tunus’tan elli bin fes sipariş edilerek fes nazırı atandığı bilinmektedir. Ve elbette bu dönemde fese övgüler de yazılmıştır: “Al renkler bahşeder ruhsare-i hûbana fes/ Şah-i gül de benzemez mi gonca-i handana fes.”


1828’de kıyafet nizamnamesi çıkarıldığında bir amaç da sarık sarma imtiyazı olan ulema sınıfı dışında insanların sarık sarmasını önleyerek, gerçekten ulema sınıfına mensup olanlarla olmayanları ayırt etmek, bir bakıma da tekke ehlini tecrit etmekti. Böylelikle ulema sınıfı fese karşı çıkarken gayri Müslimler özellikle Rumlar fesi benimsemiş ve Müslüman toplumla bu konuda bütünleşmekten hoşnut olmuştu. Memurlar dışında kadın erkek halk, çeşitli biçimlerde fes giymeye başladı. Fesin halk tarafından giyilmeye başlanması üzerine, memurlardan ayırt edilmesi için ‘dalfes’ giymesi, yalnız ulemanın fese beyaz tülbent sarabileceği kararlaştırılmış ancak uygulanamamıştır. Kırsal kesimde kadın ve erkeklerin tülbent, çember, yemeni sarılı fesleri bugün milli kıyafet sayılmaktadır.


Ali Kuma, İskender, Davut, Vezir, Pinel, Potı, Vayl, Fırt, Bol Fırt, Koehler, Çifte Pehlivan, Dopnig, Şlık, Hamidiye, Aziziye, Efendi ve İzmir gibi çeşitli fes biçimleri olduğu gibi, ‘ferahi’ adı verilen, ibiğe dikilen pirinçten parça ve süsleri, çeşitli biçim ve renklerde ve sallandırıldığı tarafa göre anlamlandırılan püskülü ile fes kültürü doğmuştur. II. Mahmud döneminin bükülmemiş ipekten bol mavi iplikli püskülü rüzgârda dağıldığından, ellerinde tarak parayla püskül tarayan sokak çocuğu mesleği doğmuş, 'püsküllü bela’ deyimi o zaman çıkmıştı. Püskül beş gramdan bir buçuk kiloya kadar değişmekte, askeri öğrencilerden kabadayılık meraklıları en hafifini, efeler ise en ağırını taşımaktadır. Püskülün aldığı biçimler ve anlamları çeşitlenince, 1845 yılın da her rütbenin kaç dirhem püskül takabileceğini belirleyen nizamname çıkarılmış, örme püskül herkes için mecburi tutulmuş, askerlere beylik fesle birlikte ferahi de verilmeye başlanmıştır.


Fes kalıpları önce ahşapken İzmir’de pirinç kalıplar çıkmış ve İstanbul’a yayılmış, kalıbın ısıtılması ile fesi ütülemek ve kalıplamak mümkün olmuş ve kalıpçı esnafı doğmuştu. Fesin üstüne sarılan tülbent, yazma, yemeniyle kadın erkek çeşitli toplumsal kesimlerin başlıkları oluştu. Örneğin, medrese öğrencileri arasında sağ kulağın üstüne üç santim ve sol kulağın üstüne sekiz santim eninde kabarık sarılan sarığa zirzop denirdi ve ilmiye sınıfının külhanlarını da bunlar oluştururdu.


Fes Cumhuriyet’ten önce de tartışılmış, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Avusturya’ya karşı Bosna-Hersek’i ilhaki nedeniyle yürütülen boykot kampanyası sırasında, feslerin çoğu Avusturya’dan ithal edildiği için fes karşıtı görüşler kuvvetlenmiş ve istiklal Savaşı sırasında yaygınlaşan kalpak ilk bu dönemde başlık olarak giyilmiş ve önerilmiş, 1908’de polis üniforması olarak kül rengi çuha kalpak benimsenmiştir. Gayri Müslim yurttaşlar 1890’lardan itibaren artan oranda şapka giymeye başladığında, fes yalnız Osmanlılığın değil Müslümanlığın da simgesi olmuştu, işgal döneminde fesin ve feslilerin gördüğü hakaret şapkayı da düşman olarak simgeleştirmişti. Aynı duygular İngiltere yönetimindeki Mısır ve Hindistan’da da görülür ve bu ülkelerde fes İngiliz yönetimi sona erdikten sonra kendiliğinden kullanımdan kalkmıştır.

Latince cappa, küçültülmüş biçimi cappellııs, İtalyanca cappello, Fransızca chapeau Balkan ve Slav dillerinde şapka başlığın adıyken, kenarlı şapkanın tarihi Eski Yunanlı avcılarla başlar. Etrüsk ve Romalıların da kullandığı İngilizce fek , Almanca Filz, İtalyanca feltro, eski Fransızca feltre’den bugün feutre keçe anlamına gelirken fötr şapkanın da kökenidir ve anlaşılan Kırgız başlıkları gibi bir şeydir.


Bataklı Damın Kızı Aysel filminde (1935) görüleceği gibi 1930’lu yıllarda köylüler de kocaman fötr şapkalar giyer. Bir süre sonra şehirlerde şapka modası gelişirken, köylerde kasket benimsenmiştir. Kasket (Fransızca casquette, İspanyolca casco, miğferin küçültülmüş biçimi) Almanya, İngiltere, Fransa’da 1890’lardan itibaren işçi sınıfı ile özdeşleşmiş, kitlesel spor gösteri ve toplantıların yayılmasıyla önce üst sınıfların spor giysisi olan bu başlık, simge haline gelmiştir. 1892’de İngiltere parlamentosuna seçilen ilk işçi milletvekili ve İşçi Partisi’nin ilk parlamento grup başkanı (1906) olan Keir James Hardie’nin meclise kasketle girmesi bu bağlamda anlam kazanmaktadır.


İlk silindir şapka 1796’da Fransa’da giyildi, 1797’de İngiltere’de erkek giyimi satan John Etherington silindir şapka giyip sokağa çıktığında, başına toplanan kalabalık nedeniyle, kamu düzenini bozmaktan tutuklanmıştı. Siyasetçiyi simgeleyen silindir şapkaya karşı kasket simgeselleşirken, Türkiye’de kasketin öncülüğünü ortaokuldan itibaren erkek ve kız öğrencilere kasket giyme mecburiyeti getiren devlet yaptı. 1970’lerin sonuna doğru şehirliler için kaliteli ve ‘marka’ olanları'da üretilen kasketler Türkiye’de moda oldu ve Ecevit’in de herhalde bu modaya katkısı oldu. 12 Eylül öncesinde, siyasal görüş ayrılıkları nedeniyle Karslıların Erzurum’dan geçmeleri sorun olmuş, otobüsler aranıp Karslılar sorguya çekilmeye başlanmıştı; Rus biçimi kasket giyen Karslı yurttaşlar, en tanınmışı Turiz marka olan sekiz köşe kasket giyen Erzurumlular tarafından kolayca teşhis ediliyorlardı.


1930’lu yıllarda, sayfiyelerden yayılan bir modayla sokakta kadınlar çorapsız, erkekler şapkasız dolaşmaya başlamış, sayfiye dışında ayıplanmalardır. Erkeklerin şapkasız dolaşması mümkün görülürken, kadınların çorapsız ve şapkasız olması görgüsüzlük sayılmıştır. O günün anlayışına göre, “Bir kız on iki yaşına kadar şapkasız dolaşabilir. Ondan sonra yaşının icabına göre bir şey kullanmalıdır,” (Süheylâ Muzaffer).


Bugün 1930’lu yıllara göre iyice küçülen şapkalar emekli memurun simgesi sayılıyor. Eski şapkalar kovboy şapkası gibi bugün tuhaf karşılanacak boyda iken, annelerin ördüğü veya ünlü markaların ürettiği yün başlıklar ve eski kep veya boyacı şapkasının daha modern biçimi olan Amerikan beyzbol şapkaları daha yaygın. Kenarlı kadın şapkası ise üniversiteli kızların modası. 



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak