Güneş ve Ay
Altay Tatar efsanelerinde çok eski dönemlerde güneşin ve ayın olmadığından bahsedilir. O zamanlarda insanların uçabildiklerine ve kendiliklerinden ışık ve ısı saçtıkları için de güneşe ihtiyaç duymadıkları anlatılır. Bir gün bu insanlardan birisi hastalandığında, Tanrı onu iyileştirmesi için bir yaratık yollar. Bu yaratık göğe iki metal ayna (toli) yerleştirir ve o zamandan beri dünya aydınlıktır.
Bu efsane daha önce görmüş olduğumuz bir başka inançla, insanların cennetten kovulmadan önce ışık saçan varlıklar olduğu inancıyla irtibatlı görünmektedir. Kalmuklar, insanların cennette oldukları dönemde ay ve güneşin olmadığını, güneş ve ayın insanlar cennetten kovulup, dünya karanlığa büründüğünde yaratılmış olduğuna inanırlar.
Söz konusu efsanede yer alan güneş ve ayın bir ayna olarak tasavvur edilmesi, kehanetle ilgili inanç ve ritüellerle de ilgilidir. Bu inanışlara göre, dünyada olan biten her şey, güneş ve ay tarafından kahinin aynasına yansıtılır. Altay destan kahramanlarından biri, kaybettiği tayını nereye gitmiş olduğunu bulmak için aynasını güneş ve aya çevirerek yansımayı inceler. Bu tarz bir kehanet ve kahinlik geleneği, Kuzey Sibirya halklarından Ostyaklar arasında güneş, geleceğe ilişkin kehanette bulunmak için önemli bir nesnedir. Kahin, güneşe ve yansımasına bakarak, uzaktaki bir kişinin bile kaderini ve ilişkilerini görebilir. Bu sebeple olmalı ki, Sibirya şamanları geleneksel olarak giysilerinin üzerine metal parçaları ve aynalar asıp, taşırlar.
Yine Orta Asya’da Buryatlara ait kayda geçirilen bir efsaneye göre, bir zamanlar birden fazla, üç veya dört tane güneş varmış; bu sebeple dünya boğucu derecede sıcakmış. Sonra Erkhe-Mergen isimli bir kahraman gelip, bu güneşlerden biri hariç, hepsini oklayarak denize düşürmüş ve geriye sadece şimdi dünyamızı ısıtıp, aydınlatan güneşimiz kalmış. Torgut efsanelerindeyse, insanların ilk yaratıldığı dönemde şeytan (šulma), Tanrının (Burkhan bakši) yaratmış olduğu dünyayı yakıp kavurması için üç tane güneş yaratmış, bunun üzerine Tanrı, bir sel yaratarak, şeytana boyun eğdirdiği gibi, gökte de sadece bir güneş bırakıp, diğerlerini şeytanı kovduğu yer altının derinliklerine gömmüş.
Amur vadisinde de birden fazla güneşe dair efsanelere rastlanır. Goldelerin anlattıklarına göre çok uzun zamanlar önce üç tane güneş varken, insanlar ışıktan kör, sıcaktan kavrulacak hale gelirler. Yeryüzünün sıcaklığından nehirler kaynar, geceleri üç güneş Batıp, üç ay çıktığından, insanlar uyuyamaz hale gelirler. İnsanları bu eziyetten kurtarmak için bir kahraman çıkıp, okuyla güneş ve aylardan ikişer tanesini vurarak gökyüzünden düşürür. O zamanlar yeryüzü daha yumuşak olup, daha sonraki zamanlarda sertleştiği için, bu kahramanın ayak izleri hâlâ kayalar üzerinde dururmuş. Bu bölgedeki bazı Tunguz kabileleri dağlardaki taş kömürünün üç güneşin dünyayı kavurduğu zamanlardan kalma olduğu, oklanarak öldürülen diğer iki güneşin de hâlâ güneşin iki yanında birer gölge olarak kaldığına inanırlar. Goldeler gibi Gilyaklarda da üç güneşle, üç ay inancı vardır. Bu üç güneşin ısısı yüzünden yeryüzü yanar ve kaynayan denizin içinde batar. Bir ren geyiğine binen efsanevî bir kutsal varlık çıkıp, güneş ve ayların fazla olanlarını oklayarak öldürür ve yeryüzünde hayat bundan sonra yeniden başlar.
Karşılaştırma yapılacak olduğunda, başka kültürlerde de birden fazla güneşin olduğu efsanelerine rastlanır, meselâ Çin’de on, Hindistan’da yedi ve Sumatra’da da sekiz tane güneş olduğuna inanılır.
Bir Buryat efsanesinde esir edilip, sonra serbest bırakılan gök ışıkları üzerinedir. Gökyüzü ve yeryüzü, çocuklarının evlenmesi sonucu birbirleri ile akraba olduklarında; “Yeryüzünün efendisi”, “Gök Tanrı”yı ziyaret edip, ayrılırken güneş ve ayı kendisine hediye etmesini ister. Gök Tanrı, ay ve güneşi “Yeryüzü efendisine” verir. “Yeryüzünün efendisi” onları alıp, bir çekmeceye kapatmasıyla bütün tabiat bir anda kararır. Bunun üzerine Gök Tanrı, kirpiye güneş ve ayın yerini bulup kendisine getirmesini emretmesi üzerine kirpi, “Yeryüzünün efendisi”ni ziyaret eder. Ayrılırken, “Yeryüzünün efendisi” kirpiye misafirperverliğinin yadigârı olarak bir hediye vermek ister ve kirpiye ne istediğini sorar. Kirpi de ondan “serap yaratan at”la, “yankı mızrağı”nı ister. Yeryüzünün efendisi, bunları vermek istemediğinden, bunların yerine kirpiye güneş ve ayı verir. Kirpi de, bu gök ışıklarını tekrar eski yerlerine dönmeleri için bırakır ve dünya yeniden aydınlığa kavuşur.
Alarsk bölgesi Buryatlarında bu efsanenin bir başka şekline rastlanır. Bu anlatımda göklerin ruhu “Hãn-čurmasan” ve denizlerin ruhu ”Lusat” arasında bir misafirperverlik hediye teatisi yapılır. İlki diğerine güneş ve ayı hediye ettiğinde bütün dünyanın kararmasıyla, insanlar birbirlerini bulamadıkları gibi, hayvanlar da umutsuzca bağrışırlar. Bu dönem tam üç yıl sürer ve dünyadaki canlıların çoğu ölür. Güneş ve ayı gökyüzüne nasıl tekrar getireceğini bilemeyen “Göklerin ruhuna” bir kirpi, “Denizlerin ruhuna” misafirliğe gitmesini ve ayrılırken de hediye olarak vermesi imkânsız bazı şeyleri, meselâ ormanların uğultusunu ve denizlerdeki körfezleri istemesini tembih eder. “Denizlerin ruhu” bu dilekleri yerine getirmek istemediği için, güneş ve ayı geri verir. Bundan sonra da “Göğün ruhunun” kızıyla, “Denizin ruhunun” oğlu evlenirler.
Muhtelif başka efsane ve destanlarda kirpi, tavsiyeler veren bilge bir hayvan kimliği ile karşımıza çıkar ki, bazı yerlerde ateşi bulan, bazı yerlerde tarım yapmayı öğreten varlık kirpidir. Eski İran mitolojisinde de bu hayvanın çok özel bir yeri vardır.
Altay Tatarlarının güneş ve ayın meydana gelişini anlatan efsanelerinde, Oçirvani’nin kılıcının üzerine bir ateş parçası koyup, bunu göğe fırlattığı ve güneşin bu şekilde meydana geldiği anlatılır. Ay ise, Oçirvaninin kılıcını sertçe suya vurmasıyla meydana gelmiştir. Güneş, ateşten yapılmış olduğu için yakıcı derecede sıcak, ay ise sudan yaratılmış olduğu için soğuktur. Ayın yaratılmasıyla ilgili bu inanç sebebiyle, gece don ve buzlanmalarla, nemin aydan kaynaklandığına inanılır. Soğuk ay ve sıcak güneş tasavvuru, Teleüt efsanelerinden birinde; “bir Han, kızının taliplerinden, ayı kapısının önüne, güneşi de penceresinin önüne getirip koymasını ister. Ama ay getirildiğinde ocakta kaynayan su donar, güneş getirildiğindeyse etraftaki her şey eridiği” biçiminde geçer.
Bir çok Türk kökenli halk, güneşin dişi (Güneş ana), ayın da erkek (Ay baba) olduğuna inandıkları gibi, bazı efsanelerde Ay Han ve Güneş Han’dan bahsederler. Çin kaynaklarına göre, Moğol hükümdarları sabahları güneşe ve akşamları da aya ibadet ederlerdi. Goldeler, hastaların iyileşmesi için güneşe adak adarlar, böylesi durumlarda şamanın yardımı istenmez, hastanın kendisi veya yakını güneş doğmadan dışarı çıkıp, güneşin doğmasını bekler. Güneş, dağların arkasından çıktığı anda da şu sözlerle dua eder: “Kardeşimi iyileştir, o cesur bir insan, sana bunun için yiyecek sunacağız”. Hasta sağlığına kavuşursa, güneşe bir horoz, bir ördek veya bir domuz kurban edilir. Kanının bir kısmıyla, kalbi, karaciğeri ve akciğeriyle, bazı iç organları doğan güneşe doğru atılır. Aynı şekilde, güneşe doğru damıtılmış içkiler de serpilir. Sunakta değil de, evde herkesin kendi başına yapabildiği bu kurban ayininde, Çin kültürü etkisi sezilmektedir. Geçim kaynakları tarım olan İdil Çuvaşları da “Güneş ana”ya beyaz bir sığır kurban ederler.
Goldeler ise, sadece güneşe değil, ay ve Orion (avcı) yıldız kümesine de kurban sunarlar. Diğer halklarda ay kültüne ilişkin yeni doğan ayın selamlanma merasimi dışında pek teferruatlı bir bilgi yoktur. Bu tören esnasında mutluluk ve sağlık getirmesi dilenir. Her ne kadar ay ve güneş, Tunguz şaman ayinlerinde çok önemli bir yer işgâl etmesine rağmen, Kuzey Sibirya halkları arasında güneş ve aya hayvan kurban edilme adetine hemen hemen hiç rastlanmaz. Güneşin insanların yaptıkları her şeyi gördüğü inancı, Tunguzlarda sık sık kullanılan “güneş görüyor” veya “güneş biliyor ki” ifadelerinden de anlaşılmaktadır. Yakutlar’da yemin edilirken, güneş şahit gösterilerek; “eğere yalan söylüyorsam, güneş beni ısı ve ışığından mahrum etsin” denir. Orta Asyadaki İranlılar arasında da güneşin adı verilerek, yemin edilmesine, güneşin, andından dönenleri cezalandıracağına inanılır.
Diğer pek çok halk gibi, Altay halkları da zamanı ölçmek için güneşin ve ayın evrelerini temel almışlardır. Plano Carpini’nin aktardığına göre Moğollar, sefere çıkış veya benzeri önemli şeyleri sadece dolunay veya yeni ay dönemlerinde gerçekleştirirler. Yakutlar, Estonyalılar ve Finliler düğünlerini yeni ay çıktığında yaparlar. Güneş ve aya bakarak hava durumunun yorumlanmasında ise hemen hemen Avrupadakilere benzer yorumlar yapılır. Tunguzlar ve Yeniseyler, ayın etrafında hare oluşmasını kışın havaların soğuyacağına, yazın da yağmur yağacağına dair bir işaret sayarlar. Bu hareler için; “havalar kötüye gideceği için ay çadırını kuruyor” denir ve bu inanış, Ostyaklar arasında da geçerlidir.
Bunun yanında aydaki lekeler, hemen hemen bütün halkların hayâl gücünü meşgûl etmiş ve bir çok efsaneye de malzeme sağlamıştır. Meselâ, Yakutlar arasında anlatılan bir efsaneye göre hayatın zorluklarına dayanamayan ve aydan yardım isteyen yetim bir kıza ay acıyarak, onu kendi yanına almaya karar verir. Her tarafın donduğu bir gece, kız su getirmeye gittiğinde ay aşağı iner, kızı kucağına alır ve gökyüzüne geri döner. Bu yüzden aya dikkâtle bakıldığında, omzunda iki tane su kovasının asılı olduğu sırık taşıyan bir kız görülebilir. Bazı bölgelerdeki Yakutlar, aya bakıldığında iki çocuğun görülebileceğini söylerler. Bu efsaneye göre, su almaya giden iki kardeş-biri erkek diğeri kız- yolda durup ayı seyretmeye başlarlar ve bunu farkeden ay onları yanına alır. Bu sebeple Yakutlar çocuklarına özellikle dolunay dönemlerinde aya bakmamalarını yenbih ederler.
Buryatlarda ise, aya bakıldığında sadece kovaları ile beraber bir kız değil, ayrıca bir de söğüt ağacı görülür. Bu efsanedeki öksüz kızın çok merhametsiz ve sert bir üvey annesi olduğu ve kızın bir gün su getirmeye gittiğinde biraz oyalanıp geç kaldığından dolayı, üvey annenin; “keşke güneş veya ay seni alsa” diye beddua etmesi üzerine, kızın dönüş yolunda güneş ile ayın kendi üzerine doğru alçaldıklarını görüp, korkarak bir söğüt ağacının arkasına saklandığı, güneş tam yaklaşıp kızı alacakken, ay güneşe; ”sen gündüzleri çıkıyorsun, ben ise geceleri, kız benim hakkım” demesi üzerine, güneşin bunu kabûl etmesiyle, ayın kızı, söğüt ağacıyla birlikte yeryüzünden alıp götürdüğü anlatılır ki, bu efsane aynı şekilde Yakutlar arasında da anlatılır.
Tunguzlar arasında kayda geçirilen bir başka efsaneye göre ise, su getiren bir kız, aya yalvararak, kendisini bu hayatın meşakkât ve çilesinden kurtarmasını diler, ay da kıza acıyarak onu kovalarıyla beraber yukarı çekip, yanına alır. Goldeler’de, su getirmeye gidip uzun süre ortada görünmeyen kızına; “keşke ay seni alsa” diye beddua eden taş kalpli bir anne hikayesi anlatılır ki, söylendiğine göre, ay o kadar hızla gelip kızı alır ki, kız kovalarını bile toplamaya vakit bulamaz. Gilyaklar da aya bakıldığında, omzundaki sırıkla, ucunda su kovaları taşıyan bir kız görülebileceğine inanırlar.
“Ayın aldığı su taşıyan kız” efsanesinin bir başka anlatımına İzlanda Edda’larından birinde rastlanır. Bu efsane aynı şekilde kıta Avrupası’nda yaygın olarak bilinmekte, yine ilginç bir şekilde, bazı Kuzey Amerika yerlileri arasında da –meselâ, Tlingit ve Hayda yerlileri arasında-aya bakıldığında omzunda su kovaları taşıyan bir genç kız görülebileceği inancı hâkimdir.
Altay Tatarları arasında anlatılan bir başka efsanede, ayda yaşayan bir ihtiyar adamdan bahsedilir ki, bu ihtiyar, çok kötülük yapmış ve insan yiyen bir kimsedir. Gökteki varlıklar, insanların bu adamdan çektiklerine acıyarak, bir araya gelip ne yapabileceklerini konuşurlar. Güneş: “Ben aşağıya inip, insanları bu yaratıktan kurtarmak isterim, ama ben aşağıya inersem, benim sıcaklığım bütün insanlara zarar verir” demesi üzerine, ay insanların kendi soğuğuna dayanabileceklerini söyleyerek, bu vazifeyi üstlenir ve yere iner, adamı bir çalılıkta frenk üzümü yerken bulur ve onu çalıyla birlikte alıp, gökyüzüne çeker. Bu yüzden bugün hâlâ bu insan yiyici canavar ve frenk üzümü çalısı ayın üzerinde görülebilmektedir.
Turuhansk bölgesinde yaşayanlar, ayın yüzeyinde, davuluyla birlikte bir şamanın görülebildiğine inanırlar. Zamanında çok kudretli bir büyücü olan bu şaman, ay ile savaşmaya karar vermiş, ama aya daha yaklaşamadan ay onu yakalayıp, esir almıştır.
Tatar, Kalmuk ve Moğol inanışlarına göre, ayın üzerinde bir tavşan bulunmaktadır. Şamanlar, göğe yaptıkları seyahâtte bazen bu tavşanı avlamaya çalışırlar. “Ay tavşanı” tasavvuruna benzeri şekilde, Hind, Çin ve Japon efsanelerinde hâtta yeryüzünün başka bölgelerinde de rastlanır.
Ayın küçülmesini Yakutlar, bazı efsanevî kurt ve ayıların ayı yemeleri ile açıklarlar. Ay tekrar büyüyüp kendi boyuna ulaştığında, bu vahşi hayvanlar tekrar gelip, onu yemeye başlarlar. Goldeler, ay tutulmasının sebebinin Gök Tanrı’nın köpeği olduğundan hareketle, Gök Tanrı’nın köpeği eğer ayı ısırmayı başarırsa, ayın göğün en uzak noktasına kaçarak, şifalı otlarla kendi yaralarını tedavi ettiğine, bu esnada da ışıklarının dünyaya ulaşamadığına inanırlar. Gilyaklar, ayda oturan bir köpeğin ayı ısırdığına, İskandinav Edda’sında da iki kurdun güneş ve ayı yutmaya çalıştıkları anlatılır.
Ayın erkek, güneşin de dişi olduğunu tasavvur eden Goldeler, ayın düzenli olarak kaybolmasını, ayın güneşi takip etmesine bağlarlar.
Ay ile güneş buluştuklarında, ay kaybolmaktadır. Telengitler de güneş tutulmasını erkek olan güneş ile, dişi olan ayın gökyüzünde buluşmaları şeklinde açıklarlar.
Ay ve güneş tutulmaları, ilkel toplumlarda korkuyla karışık bir merak uyandırmıştır. Buryatlar, canavar bir hayvanın ay ve güneşi takip ettiğine ve kimi zaman da onları yuttuğuna inanırlar. “Alkha” isimli bu canavar, bütün dünyayı karanlığa boğduğunda, tanrılar öfkelenerek, bu yaratığın vücudunu ikiye bölerler. Hayvanın alt tarafı kopup düşerken, kafa kısmı hayatta kalır ve gökyüzünde dolaşmaya devam eder. Ay ve güneş, artık canavarın kendilerini gövdesinde saklayamayacağı için tekrar gökteki yerlerini alırlar. Buryat inanışlarına göre; “Alkha” peşlerine düştüğünde, ay ve güneş ondan kaçmaya çalışır ve yardım isterler. Bu sebeple insanlar, bağırıp gürültü yaparak gökyüzüne taşlar ve oklar atarak bu canavarı korkutmalıdırlar.
Bazı yerlerde anlatıldığına göre Oçirvani (Vairapani), insanlara iyilik yapmak istediğinde ay ve güneşten insanlar için “hayat suyu” hazırlamalarını ister, ama “Arakha” gelip bunun hepsini içer ve fıçının içini de pisletir. Bu vahşi yaratığın yaptıklarını ve yerini aya sorup öğrenen Tanrı, onu bulur bulmaz saldırıp, ikiye ayırır. Arakha’nın hâlen yaşayan ön tarafı bu sebeple sık sık ayı rahatsız etmektedir. Bazıları da aydaki lekelerde bu vahşi yaratığın bedeninin görülebileceğini anlatırlar.
Güneş ve ay tutulmalarına sebep olan bu “Alkha” veya “Arakha”, Hind efsanelerinde geçen “Rahu” ile aynıdır. Moğollarda bu yaratığın efsanesi mevcuttur. Tanrılar (Devalar) ve şeytanlar (Asuralar) “Süt denizini” yarattıklarında, buradan ilk olarak güneş ve ay çıkıp, gökyüzüne yerleşirler. Bunun yanında bir tas “Hayat suyu” da ortaya çıkar ve şeytanlar bu suyu kendileri için alıkoyarlar. Bunun üzerine Khurmusta diğer tanrıları toplayıp, bu içecekten içen şeytanların gittikçe daha da güç kazanacaklarını, bu sebeple bu suyu onlardan çalmaları gerektiğini söyler. Bunu duyan güneş, alımlı bir bakire suretine bürünürek, “Hayat suyu”ndan içmek için toplanmış olan şeytanların yanına gider. Bu sıvının onlara zarar verebileceğinden şüphelenen, lâkin ne yapmaları gerektiğinden emin olamayan şeytanlara öncelikle yıkanmaları gerektiği tavsiyesinde bulunur ve onlar yıkanırken, güneş “Hayat suyu” kabını alarak tanrıların yanına döner. Şeytanlar bu ihanetin farkına vardıklarında tası geri almak için içlerinden “Rahu” adlı birini ay suretine sokarak, karşı tarafın arasına sızmasına karar verirler. Ama tam o sırada gerçek ay gelir ve kendi suretine bürünmüş olan Rahu’nun tanrıları kandırmak üzere hazırlandığını görerek, bunu Vairapani’ye haber verir. Vairapani, Rahu’yu kılıcı ile ikiye bölmesiyle, o günden beri Rahu’nun bedeninin sadece üst kısmı yaşamakta ve güneşle ayı takip etmeye devam etmektedir.
Amur vadisi boylarında görülen, güneş ve ayı takip eden ejderha tasavvuruysa hiç şüphesiz Çin kültüründen geçmiştir. Orman Tatarları ve Altyalılar, ay tutulmasının ayın üstüne çıkan yedi başlı ve insan yiyen jälbägän isimli bir yaratıktan kaynaklandığına inanarak, ay tutulduğunda “jälbägän yine ayı yedi” derler. İdil boyu Tatar ve Çuvaşları da, ara sıra güneş ve ayı yutan bir hayâletten bahsederler ki, bu hayâlet bunlardan birini yuttuktan sonra, çok sıcak oldukları ve ağızları yanmaya başladığı için tekrar dışarı çıkartmak zorunda kaldıklarına inanırlar.
Buryatlar gibi başka bir çok halk da ay ve güneşi gürültü yaparak koruyabileceklerine inanırlar. Ruysbroek, Moğolların ay tutulmaya başladığında yüksek sesle bağırıp çağırdıklarını, davul çaldıklarını, tutulma geçtikten sonra da mutluluk içerisinde şölenler düzenleyip, yiyip içtiklerini anlatır.
Güneş ve ayın dışında, Kutup yıldızı, küçük ve büyük Ayı, Ülker ve Orion yıldız kümesi, Venüs ve Samanyolu da Altay halklarının ilgisini çekip, hayâl güçlerini cezbeden unsurlar olup, aynı gök cisimleri Kuzey Amerika yerlileri arasında da benzeri ilginç inançları oluşturmuştur.
Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.
Çeviren: Erol Cihangir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder