Kazak, Süveter, Hırka
Kazak, süveter ve hırka yenidir. Bunlardan hırka eski ve dönüşmüş, öteki ikisi ithaldir. Hırka, Çinlilerin halen giydiği tarzda, pamuklu, çoğunlukla baklava dilimli dikişli, astarlı üstlüktür. Astarla kumaş arasına pamuk konur. Derviş hırkası denilen ucuzları olduğu gibi, astâr ve yüzü değerli kumaşlardan yapılan süslü ve lüks olanları da vardır. Hırkanın kökeni tartışmalıdır, Arapça hirka'dan geldiği söylenirken, Eyuboğlu Arapça kerake, kerrake ve hirka’nın, adını Kilikya yününden aldığını söyler. Latince Cilicia’dan (Kilikya) türetilen cilicis Kilikyalı ve keçi kılından yapılan kaba giysi anlamlarındadır ve Fransızcada da cilice Kilikya (7. yüzyıl), caraco Türkçe kerake (17. yüzyıl) ile açıklanmaktadır. Her durumda bu günkü önü açık, yünden yapılan hırka ile eskinin hırkası aynı giysi değildir.
Hırka, tarikat ehli arasında ‘taç’ kadar törenseldi ve ancak pir eliyle giydirilirdi. Hz. Muhammed’in sahabesine giydirip hediye ettiği düşünülen hırkalar kutsal emanet olarak saklanmaktadır. Topkapı Sarayı’nda bulunan hırka-i saadet’i peygamber okuduğu övücü şiirler nedeniyle Zübeyr oğlu Kaab’a hediye etmiş, sonra Muaviye bu hırkaya büyük paralar teklif etmiş ve şair ölünce de nihayet satın almıştır. Bu hırka 1,24 m boyunda, geniş kollu, siyah yünlü kumaştan yapılmıştır. İçi kaba dokunmuş krem renkli yünlü kumaşla kaplıdır.
Kazak (Fransızca casaque) Şemseddin Sami’ye göre “geniş kollu bir nevi asker kaputu” (1886), Ali Hazima’ya göre “kolları geniş olup ev içinde giymeye mahsus olan roba”dır (1911). Fransızcaya İtalyanca casaccn’dan giren sözcük 1413’te “tunique d’homme” olarak açıklanır ve Farsça kazagand'dan geldiği bildirilir. Kazağın eski halinin de kalın üstlük olduğu anlaşılmaktadır. Bugünkü kazaktan farkı kolsuz ve V yaka olması olan süveter İngilizce suıeater ‘terlik’den gelmektedir.
Kazak, hırka ve süveterin bugünkü biçimleriyle yaygınlaşmalarında günlük kıyafet kurallarının esnekleşmesi kadar sentetik yün üretiminin de etkisi vardır. Köylü kadınlar yalnızca çorap örmeyi bilirken, ev ekonomisi uzmanı şehirli ev kadınları evin ihtiyacını kendi üretimiyle karşılar; mahallede satış yaparak veya dükkân ve firmalara mal bırakarak geçimini sağlayanlar da vardır. Satın alınsın, evde dokunsun, el işi kazaklar ve ‘marka’lar artık kadın erkek kış giyiminin olağan parçaları olmuştur.
Palto, Manto, Yağmurluk
Paltoya eskiden aba denirdi. Kaput Cumhuriyet’le başladı; palto ise Avrupai kesime sahip kaputtur.
Fransızca capote ve.paletot başlıklı, ‘kapüşon’lu üstlüktür, ikisi de kırsal kesimin kullandığı, 16. yüzyılda yaygınlaşan ve 17.-18. yüzyıllarda askeri kıyafet olarak benimsenen giysilerdir. Bir dönem Asakir-i Mansure-i Muhammediye zabitleri için pelerin, askeri öğrenciler için de kaput yerine pelerin benimsenmişti. Pelerini ressam Üsküdarlı Hoca Ali Rıza ile Şevket Dağ, makfarlan denen, kolsuz, cepli, pelerinli paltoyu da Abdülhak Hamil giyerlerdi. Fransızca pardessus (perdessus: üstlük) 1836’da, trençkot (İngilizce trench'Coat: siper, hendek paltosu) 1920’de çıktı.
Kaban Arapça kaba’dan gelir ve İspanya’da köylülerin giydikleri ağır üstlüğe gaban biçimiyle ad olduktan sonra İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren yaygınlaşmıştır.
Latince mantellum'dan Avrupa dillerine çeşitli anlam ve biçimlerde yayılan sözcük Fransızca manteau’dan manto biçimiyle kadın paltosuna ad oldu; mantonun yayılışı Mütareke döneminde İstanbul’a gelen manto ve eşarplı Beyaz Rus kadınlarla oldu.
Amerika yerlileri yağmura karşı ayakkabı ve başlıklarını bir otun sütümsü özsuyuyla sıvıyorlardı. 16. yüzyılda yerlileri taklit eden İspanyollar onların ağlayan, akan anlamında caao-chu (kauçuk) adını verdikleri bu malzemeyi kullanmayı öğrendiler. İspanyolların ağaç sütü adını verdiği sıvı Avrupa’ya götürüldü ve üzerinde birçok çalışma yapıldı. 1748’de Fransız François Fresneau’nun ürettiği daha bükülgen ve az yapışkan madde kötü kokusu nedeniyle başarı kazanamadı. 176l ’de kauçuğun terebentinde çözülmesiyle şeklini değiştirmek mümkün oldu. 1770’de Ingiliz Joseph Peirstley çalışmaları sırasında bu sütlü lateksin grafiti çok iyi sildiğini keşfetti ve İngilizce adı buradan, ovalamak, sürtmek anlamında rnb’dan rubber olarak kaldı (bugün lastik, kauçuk ve silgi anlamlarına gelir). 1791’den itibaren kumaşların su geçirmez hale getirilmesi için kauçuk kullanımıyla ilgili birçok patent alındı. Giyim sanayiinde yağmurluk yapımında kullanılan benzolle işlemden geçirilmiş kauçuk yağmurlukları 1823’te Charles Macintosh icat etti.
Türkiye’de muşammâ kurutucu boyayla su geçirmez hale getirilen bezin adıyken, ilk kauçuk kökenli yağmurluklara da muşamba denildi.
Kaşkol
Boyun ve göğsü koruyan kışlık boyun atkısı, ipekli, pamuklu, tiftik yünden yapılıp uzunluğu ve renkleriyle kıyafetin aksesuarı olduğunda Fransızca cache-col adını alır. Cacher (saklamak, gizlemek, örtmek) ve col (yaka) sözcüklerinden oluşan kaşkolün Fransızcada nez (burun) sözcüğüyle cache-nez biçimi de üretilmiştir. Evde örülen kaşkoldan, marka ve moda olanlara kadar çok yaygın kullanımı varken, şapka, baston, şemsiye gibi aksesuar kullanımının ortadan kalkması, kışlık kıyafetlerde ve üstlüklerde yaşanan gelişmeler, özellikle fermuarlı kışlıkların göğüs ve boynu koruması sonucu daha sıcak tutan ve ucuz ürünler üretilmesi nedeniyle kaşkola artık eskisi kadar ihtiyaç duyulmuyor.
Şal
Farsça ve Hintçe şal, Sanskritçe savata alacalı rengârenk kumaşın adıdır. Atkı gibi baş ve omuza da alınan dört köşe büyük yün, ipekli kumaş ya da örtülere şal denir, Doğu ve Batı’da derviş ve keşişler tarafından kullanılırdı. 1590’da dörde katlanıp başa sarılan, kenarları desenli, dayanıklı ve pahalı uzun beyaz kumaş olarak tanımlanmıştır. 18. yüzyıla kadar Fransızcada châle denilirken, İngiliz etkisi ile chal, Schal, shauıl biçimlerini almıştır. 1680’de Meninski’nin Türkçe sözlüğüne aldığı şal, en ünlüsü Keşmir" olmak üzere Kaşan, Trablus, Horasan ve Lahor’dan ithal edilir, elbise, bohça, vb. dikilen yünlü kumaş olarak kullanılırdı. Şal taklidi yünlü kumaşlara şalaki, hatta Lahor işinin taklidine de lahoraki denir.
Türban
Türban, Avrupalıların Osmanlılarla ilk temas etmelerinden itibaren tülbente verdikleri addır. Meninski tülbenti başa örtülen ince beyaz muslin olarak açıklar. Sözcük Arapça bir yüzü pamuklu kadife olan dul’dan Farsça dul-bant biçimiyle Türkçeye geçmiştir. Avrupa’ya tulipant, toüibarı, turbant biçimleriyle geçtiği gibi Avrupa dillerinde lale anlamına gelen tulip sözcüğünün de yanlış anlama veya benzetme sonucu tülbentle ilişkili olduğu söylenir. Fransız kaynaklarında 1498’de toliban, 1538’de turban olarak görülür. İngiliz kaynaklarında, 1595’te “Türkler gibi at biner, başlarına tolliban sarmazlar”; 1611’de Cotgrave’in Fransızca sözlüğünde “toliban, turbant veya Türk başlığı, Turban: turbant, Türk başlığı, beyaz ince kumaş tan sarık”; 1745’te Zedler’in Universal Lexicon’unda, Türklerin sultanlarının türbanına çok saygı gösterip dokunamadıkları, Tulbentar veya Dul-bentar Aga’nın türban için özel görevlendirilmiş olduğu anlatılır.
Türban 1920-30’lu yıllarda Fransız usûlü baş bağlama olarak çarşaftan çıkan Türk kadınının modern örtünme yolu sayıldı. Örneğin Halide Edip türban bağlıyordu. 1990’lı yıllarda özellikle üniversitelerde başı kapalı kızlarla yönetim arasında giyim nedeniyle sorun yaşandığında, ara model olarak gündeme geldi, ama iki tarafı da memnun etmedi.
Mendil
Çin’den getirilen geniş, hafif keten kumaşlar Fransa’da 15. yüzyılda kadınların çok ilgisini çekmiş ve moda olmuştu. Çinli işçilerin güneşten korunmak için başlarına bağladıkları bu örtüler Fransa’da da couvrechef yani baş örtüsü olarak adlandırıldı. Fakat bu çekici kumaşları alan hanımlar, güneş yokken de onları ellerinde taşıyarak hava atıyorlardı. Ingilizler sözcüğü kercief olarak aldılar ve elde taşındığı için handkerchief olarak adını tam koydular. Avrupa’da zengin kadınlar zaten güneşe karşı şemsiye taşıdıklarından mendil ilk andan itibaren süs öğesi olarak kaldı. 1500’lerde ipek, gümüş ve altın işlemeli mendiller yaygınlaştı. 1599’da IV. Henri’nin on iki yeni, birkaç eski gömleği, beş tane de mendili vardı. İsmin baş harfleri işlenmiş dantelli mendiller I. Elisabeth döneminde İngiltere’de çıktı. Sevgililer birbirlerinin adlarının baş harfleri yazılı mendilleri değiş tokuş ettiler, erkekler şapka bağlarının, kadınlar göğüslerinin arasında taşıdılar bu mendilleri.
Burun silmek için ise çevrede ne bulunursa o kullanılıyordu. Romalıların özellikle ter silmek için kullandıkları sudarium adlı kumaşlar Roma’yla birlikte tarihe karışmıştı. 1530’da Rotterdamlı Erasmus elbise yenlerine burun silmenin doğru olmadığını, mendili tavsiye ettiğini yazıyordu. Yunancadan aldığımız manüli'nin kökü ise Latince havlu anlamında manus (el) sözcüğünden türetilmiş el-bezi mantele’den gelmektedir.
Mendillerin dört köşe oluşu ise, Marie Antoinette’in isteği ve Kral XVI. Louis’nin 1784’de, bundan sonra üretilecek mendillerin “uzunluğu genişliğine” eşit olması için çıkardığı fermana bağlanır.
Mendilin yaygınlaşmasına görgü kuralları, sağlık endişeleri ve mikrobun keşfi kadar sanayinin gelişip kumaşın ucuzlamasının da rolü oldu. Osmanlıların destmal’ı, Anadolu’nun terlik, yağlık adıyla aynı işlevi gören dokumaları varken, bir dönem takım elbisenin ayrılmaz parçası haline gelen, ilkokullarda temizlik kollarının kontrol ettiği mendil, 19. yüzyıl İstanbul’unda aşk oyunlarının işaretleşme aracı oldu. Anadolu’da oyalarıyla aynı biçimde folklora girdikten sonra, kâğıt mendilin yaygınlaşmasıyla hayatımızdan çıktı.
Yelpaze
Eski Mısır’da, filmlerdeki firavunu yelpazaleyen köle görüntülerinden bildiğimiz gibi, yelpaze üst sınıfın ihtiyaçlarını karşılamaya yönelikti.
Çin’de yelpaze çok daha yaygın ve çeşidiydi. Çinlilerin yelpazesi IS 6. yüzyılda Japonya’ya geçtiğinde katlanır yelpaze icat edildi ve kadınlar ayrı ayrı dans, çay, vb. yelpazeleri edinirken, erkekler de binicilik, hatta savaş yelpazeleri taşıdılar.
12.yüzyılda Çin’e giren katlanır yelpazede yapılan yeni düzenlemeyle tek parça ipeğin yerine bambu veya fildişine takılı ayrı parçalar kullanılmaya başlandı. 15. yüzyılda Doğu’dan Avrupa’ya çeşitli mallar taşıyan tüccarlar her çeşit Japon ve Çin yelpazesini de tanıttılar. Rönesans’ta zengin kadınların modası olan yelpaze, egzotik kuştüyleriyle ve değerli maden ve taşlarla süslenen bir ziynet eşyası halini aldı. 18. yüzyılda üstleri desenli ve yazılı, daha küçük boyda yelpazeler moda olurken, 19. yüzyılda işlemeli kumaşlar, danteller yaygınlaştı. 18. yüzyılın aşırı süslü kıyafetleri, mendil, şemsiye, baston ve yelpazeyle tamamlanıyordu.
İstanbul’da da İtalya danteli ve sandal ağacından yelpazeler moda oldu ve şemsiyeyle birlikte kadınların aksesuarları arasına girdi. Yelpaze hasır örgü, fildişi, bağa, kumaş, dantel, kuştüyü ve kâğıttan yapılmaya başlanarak çeşitlendi. Birinci Dünya Savaşı ertesinde bütün dünyada ve Türkiye’de kullanımı azaldı. Direktör Ali Bey’in Lehçet’ük Hakayık (1897) adlı mizah sözlüğünde “siper-ifftne” dediği yelpazenin gizli dili de, renk ve çiçekler gibi, geçmişte kaldı.
Uygurcadaki yelpigü ve yelpimek sözcükleri yelpazenin Orta Asya’da kullanılmaya başlandığını gösteriyor. Yelpaze sözcüğünün etimolojisi ise açıklanabilmiş değil.
Eldiven
Eldiven 1930’lara kadar kadın kıyafetinin ayrılmaz parçasıdır ve adabı muaşeret kurallarına göre zarif bir kadın eldivensiz sokağa çıkamaz. Bayram ve törenlerde beyaz, cenazede siyah, gezintilerde çeşitli renklerde olması gibi kuralları vardır. Nureddin Büngül’e göre, ipekten örüldüğü, şallar kumaşlar üzerine inciler ve meşin üzerine elmaslar takıldığı zaman elçek diye bilinirdi, yılan derisinden, güderiden yapılmaya başlanalı eldiven denilir olmuştur. Kaşgarlı Mahmud’un Divan’nında eliglik biçiminde bulunduğu gibi, Anadolu halk ağızlarında da elçek, ellik biçimleriyle vardır ve etimolojik olarak tam anlamıyla açıklanamayan eldiven sözcüğü Türkiye (İstanbul) Türkçesine özgüdür. Eldiven aristokrasi ve burjuvazi arasında gördüğü bu itibarlı dönemden sonra normal işlevine dönmüş, soğuklarda veya iş gereği kullanılmaya devam etmiştir. Eldivenin toplumsal yaşamımızda yaptığı ayrımcılık, çarşıda satılanlar beş parmaklı iken, annelerin ördüğü yün eldivenlerin büyük çoğunlukla başparmağı olup, öteki parmakların aynı kese içine girmesidir.
Şemsiye
Eski Mısır’da şemsiye, yelpazenin uzantısı olarak üst sınıfların statü simgelerinden biriydi. Çin’de şemsiye Budist simgelerden biri ve Çinli memurun onurudur. Şemsiye Eski Yunan ve Roma’ya geçtiğinde (İngilizce şemsiye (umbrella), Latince umbra yani gölge’den gelir) kadın eşyası olarak benimsendi. Amfiteatrda erkeklerin kadın şemsiyeleri yüzünden gösterileri izleyememesi imparator Domitianus’a şikâyet olarak götürülmüş, fakat imparator kadınlar lehine karar vermişti.
1332’de Ibn Battuta İstanbulluları, asker sivil, büyük küçük, bu şehrin insanları yaz kış başlarının üstünde koca şemsiyeler (mahallat) taşırlar, diye anlatmaktadır. Venedik’in parlak çağında, Hindistan’da Timurlular döneminden itibaren, Madagaskar’da ve Aşanti yöneticilerince toplumsal statü simgesi olarak kullanılan şemsiye, John Marignolli (1350), Ruy Clavijo (1404), Barbosa (1516), John de Barros (1553) gibi Avrupalı seyyahlar tarafından tanımlanması gereken tuhaf bir nesne olarak görülmüştür.
yüzyılın ikinci yarısında Fransa’da şehirli sınıfın şemsiye taşıması âdeti başlamış, Lale Devri’nden itibaren Osmanlı üst sınıfı tarafından da benimsenmiştir. 18. yüzyıla kadar Avrupa’da erkekler şemsiye taşımaz ve ıslanırlardı. Ingiltere’de Jonas Hanway’in (1712-1786) şemsiye taşıma inadı sonucu şemsiye erkeklerce de kullanılmaya başlandı. Hanway Rusya ve Uzakdoğu ticaretinden zengin olmuştu ve kendisini hayır işlerine adamıştı. 1750 yılından itibaren çok az sokağa çıkıyor, her çıkışında da şemsiyesini yanına alıyordu. Eski arkadaşlarınca kadınımsı bulunuyor, sokak serserileri laf atıyor, arabacılar yağmurlu günlerde çamur sıçratıyorlardı. 1786’da Hanway ölmeden önce Ingiltere’de erkekler, centilmenlerin ‘Hanway’ lakabını taktıkları şemsiyeyi kullanmaya başladılar.
II. Abdülhamid döneminde kadın erkek yağmurda siyah, güneşte değişik renklerde, sadakordan, sapı fildişi, gümüş şemsiyeler kullanılması yaygınlaşmıştı. Kadınlar püsküllü, boncuklu şemsiyelerinin altına volan bağlıyorlardı ve erkeklerle şemsiyelerini döndürmeleri, elden ele geçirmeleri, açıp kapamaları, indirip kaldırmaları gibi hareketlerden oluşan şemsiye diliyle konuşuyorlardı. Şemsiyeler pusulayla haberleşmek için de elverişli bir aksesuardı. Araplar şemsiyeye matariye, Farslar baraniye derken, Avrupa’da yağmura karşı umbrella, güneşe karşı parapluie adıyla ayrışmıştır. Türkiye’de halk arasında kullanımı yağmurlu günlerle sınırlı olmakla birlikte adını Arapça güneş anlamında şerm’ten almıştır.
Şemsiye eldiven gibi belirli sınıfın kullanımında olmaktan çıkmış ve sonuçta kullanım alanı daralmış, fakat halka mal olarak yağmurlu günlere özgü hale gelmiştir. Telleri balina kemiği, bakır ve çelik telden yapılan, 1860’dan itibaren sapı ikiye katlanan, otomatik kapanan, çeşitli boy ve renklerde şemsiyeler, genişleyen şehirli nüfus için artık doğal ihtiyaçtır.
Kudret Emiroğlu’nun
GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ
kitabından alıntılanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder