Selçuklular, Sünni Samanoğulları Devleti'nin hakimiyeti altındaki Maveriünnehr'de ortaya çıktılar. Türkler arasında Sünni İslam'ın yayılmasına vesile olan Samanoğulları Devleti'nin ordusunu ve halkının büyük bir kısmını Türkler teşkil etmekte idi.' Bunlar, Hilafet ordusundaki soydaşları gibi Sünniliği müdafaa etmekteydiler. Nitekim Samani emiri İsmaili Mezhebine meyledince Türk komutanlar onu tahtından indirmekte tereddüt etmemişlerdir.'
Türklerin Sünniliği kabullenişleri hem kendileri, hem de İslam dünyası açısından çok önemli bir olaydır. Zira Türklerin Ortadoğu'ya intikal ettikleri dönemde İslam alemi bölünmüş bir vaziyette Sünni ve Şii merkezli iki başkent tarafından idare edilmekteydi. Sünni Türklerin Ortadoğu'ya gelmesi, Şii propagandası ve saldırıları ile yok olma tehlikesiyle karşılaşan Sünni alemin adeta bir kurtuluş vesilesi olmuştur. Öyle ki Sünnilik, bu yeni ve zinde kuvvetle birlikte, kendisini yok etmeye çalışan Şii düşüncesine karşı siyasi, ilmi ve askeri alanda üstünlük elde edecektir.
SELÇUKLULAR DÖNEMİNDE MEZHEPLER
İslami ilimierin teşekkül ve ekolleşme dönemi, İslam'ın ortaya çıkışından hayli zaman sonra olmuştur. Bunun dini, sosyal ve kültürel sebepleri mevcuttur. Hz. Peygamber hayatta iken Kur'an ayetlerinin indirilişi tamamlanmadığı için, kendisinden Kur'an'ın dışında bir şey yazılmasını yasaklamıştı. Bu yasak Hz. Peygamber'den sonra da sürdürülmüştür. Nitekim Hulefai Raşidin döneminde Kur'an'ın cem edilmesi, sonra da çoğaltılması ile bu endişe bertaraf edilmiştir.' Emeviler düneminde ise Islam'ın ikinci kaynağı olan hadislerin tedvini başlamıştır. İslam'ın iki temel kaynağı olan Kur'an ve hadislerin muhafaza altına alınmasıyla birlikte Abbasiler döneminde diğer İslami ilimler, bu arada fıkhi ve itikadi mezhepler de gelişmiş ve esasları belirlenmeye başlamıştır. Hiç şüphesiz bunda Emevilerin olumsuz tesirlerini silmek ve ulemaya dayanarak otoritelerini sağlamlaştırmak isteyen Abbasilerin takip ettikleri politikaların payı büyüktür.
Abbasiler döneminde okullaşan ve yayılma imkanı bulan büyük Sünni mezheplerden biri olan Şafiilik, kurucusunun yaşadığı bölge ve hadis kaynağına yakın olması bakımından özellikle Mekke, Medine ve Mısır civarında geniş oranda yayılmıştır. Bir başka büyük mezhep olan Maliki Mezhebi ise daha çok İslam aleminin batı kesimlerinde Mağrib ve Endülüs'te yayılmış, Irak bölgesinde fazla taraftar bulamamıştı. Hanefilik de Abbasilerin hakim olduğu bütün ülkelerde yayılmış ve mezhebin otoritesi devletin otoritesiyle orantılı olmuştur. Irak ve Maveriünnehr bu mezhebin en fazla müntesibinin bulunduğu coğrafya haline gelmiştir. Hanbeli Mezhebi, çeşitli sebeplerden dolayı Bağdad ve çevresi dışında fazla yayılma imkanı bulamamış, mensupları azınlık durumunda kalmıştır.
Fıkhi mezheplerin yanında, onlarla birlikte yayılan, bazı durumlarda ise fıkhi mezheplerle aynileşen itikadi mezhepler ise büyük oranda Eş'ari ve Maturidi mezhepleridir. Ehl-i sünnetin bu iki büyük mezhebinden Eş'arilik, Mutezilenin X. ve XI. asırlarda zayıflamasından sonra Ehl-i sünnetin görüşlerini açıklayan ve insanlar tarafından benimsenen bir mezhep oldu. Eş'arilik daha çok Şafiiler ve Malikilerce kabul edilerek bu mezheplerin yayıldığı sahalarda varlık gösterdi. Bu şekliyle Mısır, Hicaz ve Irak Eş'ariliğin geniş şekilde hakim olduğu saha olurken, Horasan bölgesinde de Eş'ariliği yücelten büyük alimler varlık göstermişlerdir.
Imam Eş'ari'nin çağdaşı ve onun gibi Ehl-i sünnetin büyük itikat imamlarından olan İmam Maturidi ve adıyla anılan Maturidilik de daha çok Türkistan, İran ve Irak coğrafyasında taraftar bulmuştur. Bu şekilde yayılmış bulunan fıkhi ve itikadi mezhepler gelişmelerini devam ettirerek Selçuklular dönemine kadar gelmişlerdir. Selçukluların Sünni İslam dünyasının lideri olmaları, bu yöndeki mezhepler açısından büyük avantajlar sağlamış, onların hem fikri yönden güçlenmelerine, hem de yeni sahalara yayılmalarına imkan hazırlamıştır. Böylelikle, Ehl-i sünnetin güçlenip üstünlük sağlaması Selçuklular sayesinde mümkün olmuştur.
Hanefilik
Kufe'de dünyaya gelen ve kendi adıyla anılan Hanefi Mezhebi'nin görüşlerini Kitap ve Sünnet doğrultusunda açıklayan Ehl-i sünnetin büyük imamı Ebu Hanife (öl.767), fıkıh sahasında İslam'ın çok büyük simalarından birisidir. Otuz senelik tedris hayatında 4000 talebe yetiştirmiş ve bunlardan 560'ı fıkıhta şöhret sahibi olmuştur." Abbasilerin iktidara gelmesiyle birlikte, İmparatorluğun hudutları içinde yaşayan geniş halk kitleleri hızla İslam'a girmeye başlamışlardır. İslamlaşma olayında Abbas! Devleti'nin himayeci politikalarının etkisi kadar, hakim mezhep konumunda olan Hanefiliğin en geniş ve müsamahakar mezheb olmasının da rolü büyüktür."
Abbasiler tarafından kabul gören ve desteklenen Hanefilik, özellikle de Ebu Hanife'nin talebelerinden Ebu Yusuf'un Harun Reşid (766-808) tarafından Bağdad Kadılkudatlığına (Baş kadılığa) getirilmesiyle beraber hızla yayılmıştır. Bu dönemde atanan bütün kadılar Ebu Yusuf'un emriyle Hanefi Mezhebi'nden seçilmişlerdir." Bu mezhebin Abbasiler yanındaki itibarı o kadar yüksek olmuştur ki, Memun (813-833 )'un veziri Fadl b. Sehl'e Ebu Hanife'den hoşlanmayan bir fakih müracaatta bulunarak Hanefi sisteminin kaldırılmasını istemişti. Vezir, alimlerden bir grup toplayarak bu konuda onların görüşlerini almak istedi. Ama onlar, bunun imkansız olduğunu, zira bütün ülkenin Hanefi Mezhebi'ni benimsernesi yüzünden halkın idareye karşı ayaklanabileceğini söylemişlerdir.
Türklerin Sünni İslam'ı benimsemelerinde en büyük etken, Samanilerin Maveraünnehr bölgesine hakim olmaları ve İslam'ın onlar vasıtasıyla Türklere ulaşmasıdır. Samanoğulları'nın Sünni olmaları ve giderek artan bir şekilde Türk gücüne ihtiyaç hissetmeleri sonucunda gelişen münasebetler, tüccarlar ve uç bölgelerdeki medreselerden yetişen mutasavvıf dervişler, Türklerin İslamlaşmasında, özellikle de Sünni itikadı benimsemesinde büyük rol oynamışlardır. Hanefilik, Abbasilerden itibaren Irak ve doğusundakı ülkelerde halkın ve hükümetin mezhebi olması hasebiyle en yaygın mezhep olma durumunu muhafaza etmiştir. Selçuklular, İslam'ın hamisi olmakla kalmamış, İran ve Irak coğrafyasına hakim olduktan sonra, bu bölgenin eski hakimi Deylemilerin Şiiliği kabullenmesinin aksine Sünniliği ve onun Hanefi yorumunu benimseyerek, bu uğurda kafir soydaşlarıyla savaşacak kadar samimi davranmışlardır.
Türklerin Hanefi Mezhebi'ni benimsemelerindeki en büyük etken, bahsedilen coğrafi ve kültürel tesirlerin yanında, Haneflliğin yayılma sahasında olmaları ve bu mezhebin bariz vasıflarından birisi olan şahsi hürriyetlere diğer mezheplerden daha fazla değer verip, onu himaye etmesidir. Özellikle kadınlar ve gayrimüslimler hakkında diğer mezheplere göre daha müsamahakar olup, örf ve adetlere önem vermesi de Haneflliğin ayrı bir hususudur. İslam'a girip, bu mezhebi seçen milletlerin milli benliğini takviye eden bir unsur haline gelen Hanefi Mezhebi, bu yönüyle de insanların işini kolaylaştırırken, aynı zamanda daha akılcı ve gerçekçi bir mezhep olduğunu da göstermişti. Fert ve devlet hayatında hürriyetine son dercede düşkün olan Türklere bahsedilen özellikleri yüzünden Hanefllik çok cazip gelmiş ve onlar tarafından benimsenmiştir. Hanefllik aynı zamanda hukuki yönlerini daha ziyade Türk çevrelerinden alarak geliştiği; yani felsefe ve düşünce yapısı bakımından da uygunluğu sebebiyle Türkler tarafından kabul görmüştür.
Hanefi - Maturidi Birlikteliği
Ehl-i sünnetin büyük imamlarından olan Ebu Mansur el-Maturidi (öl.944) Semerkand'da dünyaya gelmiş ve yine orada vefat etmiştir. Kelam ve düşüncelerin yoğun olarak tartışıldığı bir dönemde yaşayan Imam Maturidi, Mutezile ve diğer ehl-i bidatle mücadele etmiştir. Kelamdaki geniş bilgisinin yanı sıra fıkıh ve usulde de maharet sahibi idi. Imam Mituridi irikat konusunda Ebu Hanife'nin yolunu takip etmiş ve Ebu Hanife'nin görüşlerini şerh ederek açıklık getirmİştir. Maveraünnehr’de Hanefilerin imamı ve Ebu Hanife'nin takipçisi olması hasebiyle, müteakip ulema ona intisap etti. Bu yüzdendir ki, Maturidilik, Maveraünnehr ulemasının mezhebi olmuştur.
Mutezile ile Eş'ari arasında bir yol benimseyen İmam Mituridi, kelam ilmine bir yenilik getirmiş, akla, herhangi bir mübalağaya sapmaksızın ve haddini aşmaksızın büyük bir yer vermiştir. İmam Mituridi, aklı ve nakli ayrı ayrı birer bilgi kaynağı olarak kabul ederken, aklın yanılıp hataya düşebileceğini de kabullenir. Fakat Eş'ari gibi aklı sırf Allah'ın hitabını (emir ve yasaklarını) anlamak için bir alet seviyesinde görmez. Aksine aklın din tarafından bildirilmeden önce de bazı şeylerin iyiliğini anlayabileceğini savunur. Dine aykırı olmayan hususlarda aklın hükmünü esas alır.
İmam Maturidi'nin İmam Ebu Hanife'nin yolunu takip etmesi, Bağdad dini ortamından uzak ve ilmi münakaşaların serbestçe yapıldığı Maveriünnehr'de yetişmesi, üslup ve metotta ona bir üstünlük sağlamıştır. Eş'ariliğin doğduğu Bağdad ve Basra bölgeleri çeşitli kelami görüşlerin çatışma alanı halinde iken, Maturidi'nin yetiştiği Semerkand ve Buhara bölgeleri bu tartışmalardan ve çekişmelerden uzak bir haldeydi. Dolayısıyla İmam Maturidi, meseleleri daha salim kafayla düşünme ve akıl süzgecinden geçirme imkanına sahip olmuştur. Eş'ari, sürekli Mutezileyle mücadele sebebiyle, kendi fikir ve çalışmalarına birtakım gereksiz, yerine göre de aşırı unsurlar karıştırmıştı. Eş'ari'nin fikir ve düşüncelerini benimseyip onun yolunda yürüyenler bu aşırı unsurları daha da çoğaltmışlar, gelişme bahanesiyle yeni yeni şeyler ilave etmişlerdi. Oysa İmam Maturidi'nin çizgisinde bu tür yanlışlıkları görmek mümkün değildir.
Maturidi, Sünni doğmuş, Sünni yaşamış ve bu akide üzerine vefat etmiştir. Çağdaşı Eş'ari, Mutezili iken; O, Sünni akaidini ilmi ve akli delillerle savunmakta idi. Eş'ariliğe nazaran daha serbesiyetçi bir fikre sahip olan Mituridilik, hilafet merkezi Bağdad'dan uzak oluşu ve kelami münakaşaların yoğun yapıldığı bu coğrafya alimlerince az tanınması yüzündendir ki, bazıları tarafından kelam alimi olarak kabul edilmez. Müsteşriklerin çoğu "Hanefi-Maturidi" tabirini kullanırken," bizzat Hanefi tabakat kitapları bile onu mütekellimden çok fakih olarak göstermektedirler.
Yapılan bu değerlendirmeleri bir tarafa bıraktığımızda görünen şudur ki: Ehl-i sünnetin büyük imamlarından olan ve kendinden sonra gelen kelam alimlerini de büyük oranda etkileyen İmam Maturidi ve onun görüşleri daha çok Maveriünnehr, Hindistan ve Irak coğrafyasında, Hanefiliğe paralel olarak yayılmıştır. Hanefi akaidinin şekillenmiş biçimi olan Maturidilik, akla ve iradeye verdiği değer sebebiyle, zaman zaman Mutezileye yaklaşmıştır. Eş'arilerin, Allah'ı tanımanın şeriatle vacip olduğu görüşüne karşılık, Maturidiler yine aklı ön plana çıkararak, pek çok konuda Mutezilenin fikirlerine karşı olmalarına rağmen, "Allah'ın akıl tarafından bilinebileceği" gibi akıl ve iradeye yönelik konularda Mutezileyle benzer fikirleri savunarak birbirlerine yakın duruma gelmişlerdir.
Yapılan izahlardan da anlaşılacağı üzere Mituridilik, kurucusunun da Türk olması hasebi ile tamamen Türkistan coğrafyasında yayılmış, dine sonradan dahil edilenlerden uzak, akla dayanan ve şer'i esasları olmayan bir mezheptir. Türkistan'da çıkıp yayılması, Hanefi görüşlerine paralellik arz etmesi ve akla gerektiği kadar önem vermesi, onun Türkler, dolayısıyla Selçuklular arasında yayılıp gelişmesine zemin hazırlamıştır.
Hanefi - Mutezili İlişkileri
Hanefiler itikadi yönden büyük bir ekseriyetle Maturidi olmakla beraber, diğer itikadi mezhepleri seçenler de yok değildi. Ehl-i sünnet’in dışında kabul edilen Mutezile Mezhebi bunlardan birisidir. Maturidiler, Eşarilere göre daha akılcı ve hürriyetçiydiler. Maturidilerin çoğunluğunun Hanefi Mezhebi'ni seçmelerinin sebebi: Maturidiliğin, Hanefi akaidinin teşekkül etmiş şekli olmasının yanında, Hanefi'lerin daha çok akla itimat etmeleri ve fıkıhta "Rey Medresesi"ni temsil etmelerindendir. Akla verdikleri önem sebebiyle diğer mezheplerden ayrı bir özellik kazanan Mutezile Mezhebi'nde olanların büyük çoğunluğu da bahsedilen bu sebeplerden ötürü fıkhi mezhep olarak Hanefiliği benimsemişlerdi. Zira Mutezilenin akla verdiği değerle, Hanefi'lerin akla verdiği değer benzerlik arz ediyordu. Bu yakınlaşma ise, ileride izah edileceği şekliyle, Mutezile Mezhebi'nden olanların bir kısmının amelde Hanefi Mezhebi'ni seçmelerine sebep olmuştur.
VIII. asırda ortaya çıkan, Kur'an'ın mahluk olması, kulun fiillerinin yaratıcısı olması, özellikle de büyük günah işleyenlerin durumu ve akıl konusundaki görüşleriyle diğer fırkalardan ayrılan Mutezile, daha çok insana, aklının ortaya çıkardığı ·değerlere, Kur'an-ı Kerim'in de üstünde mutlak bir değer atfetme yoluna sapmıştı. Abbasilerin ikinci döneminde ·güçlenen Mutezile, bilhassa Memun döneminde (SD-833) devletin dini doktrini haline gelmiş ve diğer görüşlere karşı şiddet noktasına varan baskılar uygulanmıştı. İslam akaidini Yunan felsefesine dayanarak münakaşa eden, dolayısıyla felsefeyi dine ilk sokan Muteziledir. İrade hürriyeti ve insan mesuliyetinin mümessilleri olan, bu düşünce mensupları İslam aleminde “hür düşünceliler”, "İslam rasyonalistleri" olarak tanındılar.
Mutezileler, kendi içlerinde hür düşünceye önem vermelerine rağmen, kendileri gibi düşünmeyenlere karşı şiddet uygulamışlardır. Bu da onların gözden düşmelerine sebep oldu. Özellikle X. asırda Şianın yükselişe geçmesi ve Abbasilerin yavaş yavaş nüfuzlarını kaybetmeleri Mutezilenin de nüfuzunu azalttı. Buna rağmen Mutezile Irakta Büveyhiler zamanında bir miktar canlanma gösterdi ve bazı Büveyhi valilerinin gayretleriyle eski itibarını bir nebze kurtararak doğuya doğru yayılma imkanı buldu. 980 yıllarından itibaren Büveyhiler, Ehl-i sünnet karşısında güçlenmesi için Mutezileye yardıma başladılar. Bu yardım ve destek işi artarak devam etti. Büveyhi devlet adamlarından meşhur edip ve Büveyhi veziri olan es-Sahib b. Abbas (öl.995) vezirliği müddetince Mutezillleri desteklediği gibi, onsekiz sene süren vezirlik müddetince özendirme, mal, makam ve tehdit yollarını kullanarak Mutezile fikrinin yayılmasına yardımcı olmuştur. XI. asır Mutezilenin yıldızının parladığı, Kadı Abdulcebbar (öl. 1024) ve Ebu'l-Hüseyn el-Basri (öl.1038) gibi önemli Mutezile İmamlarının yetiştiği dönem olmuştur. Büveyhiler Devleti yaşadığı müddetçe Mutezile fikri Ehl-i sünnet aleyhine desteklenmiştir. Daha sonraki gelişmelerle birlikte Mutezile Büveyhilerin, Eşarilik ve onun şahsında Ehl-i sünnet düşüncesi de Selçukluların yanında yer almıştır.
Büveyhilerle birlikte canlanma dönemine giren Mutezilenin, Selçuklular döneminde de devam ettiğini görmekteyiz. Bunun temel sebeplerinden biri, yukarıda kısaca değinildiği gibi bir kısım Hanefilerin itikatta Mutezili görüşü benimsemeleri, bir başka sebebi de Tuğrul Bey ve Alp Arslan'ın vezirliğinde bulunan Amidulmülk Kunduri'nin aynı şekilde amelde Hanefi, itikatta Mutezili olmasıdır.' Hanefiliğe ve Mutezile görüşüne taassup derecesinde bağlı olan vezir, Şafiileri ve Eş'arileri sevmezdi. Sultan Tuğrul Bey'den Horasan minberlerinde Rafızilere lanet okutma izni alan Kunduri, Şafii ve Eş'arileri de bu hükme dahil ederek minberIerde lanet okutınaya başlamıştı. Bu yüzden ülkede fitne çıkmış ve pek çok Sünni alim eziyet görmüştü.
Alp Arslan'ın 1063'de Selçuklu tahtına geçmesinden sonra durum düzelmiştir. Sultan, halkın Kunduri'ye olan meylini görünce, veziri yakalattırıp, önce hapsettirdi, sonra da öldürttü. Kunduri'yi müteakip vezirliğe getirilen ve Sünniliğin önemli savunucularından olan Nizamülmülk, bu durumu düzeltmiş, tüm Ehl-i sünnet alimlerine de gereken itibarı göstermiştir.
Hürriyetçi ve akılcı olmaları sebebi ile Hanefilik ve Mutezililiğin ortaklık arz ettiği, bu sebepten bazı Mutezili alimlerin amelde Hanefi Mezhebi'nden olduğu görülmüştü. Bahsedilen bu hususla ilgili Selçuklular döneminde önemli alimlere rastlanmaktadır. Bu Hanefi-Mutezili alimler kadılık görevlerinde bulunmakta, medreselerde ders vermekte ve sultanlar tarafından iltifat görmekteydiler. Selçuklular Sünni dünyanın lideri, aynı zamanda Sünniliğin savunucusu olmalarına rağmen, bu Mutezili alimlere karş ı hoşgörü göstermişlerdir ki, bu da dikkate değer bir hususdur.
Selçuklular döneminin önemli Mutezili alimlerinden birisi Tefsir sahasının önde gelen şahsiyetlerinden olan Ebu Yusuf el-Kazvini'dir (öl. 1095).53 Mutezili alimlerden bir diğeri de Muhammed b. Abdullahen Nasihdir (öl.1091). Hanefi-Mutezili olan bu alim dönemin önemli şahsiyetlerindendir. Nişabur kadısı iken hakkında şikayette bulunulmuş, bunun üzerine buradan alınarak Rey kadılığına getirilmiştir. Muhammed b. Ahmed el-Buhari de ( öl.l090) Haleb kadılığı yapmış dönemin önde gelen Mutezile alimlerindendir. Sultanları tarafından iltifat gören bir başka Mutezili alim de Ali b. Hasan es-Sandali'dir (öl.1091). Sultan Tuğrul Bey'le birlikte Bağdad'a gelmiş, sonra Nisabur'a dönerek burada vaazlar vermişti. Mutezile kelamı üzerine maharet sahibi olan bu alimin Ebu Muhammed el-Cüveyni ve oğlu İmamu'l-Harameyn el-Cüveyni ile itikat ve fıkıh konularında ihtilafları, münazaraları vardı. Bu şahsın bir de tefsiri mevcuttu. Sultan Melikşah, bu alimi Nisabur Camiinde görmüş ve niçin kendisini görmeye gelmediğini sormuştur. es-Sandali, cevaben: "Meliklerin hayırlısı, ulemanın ayağına gidendir; ulemanın şerlisi de meliklerin ayağına gidendir. Böyle olmak istemediğim için gelmedim" cevabını vermiştir.
Ehl-i sünnet olmamaları sebebiyle bütün Mutezili alimlere aynı hoşgörünün gösterildiğini söylemek mümkün değildir. Nitekim davranışlarıyla toplum tarafından dışlanan ve fikirleri sebebiyle kargaşa çıkaran Mutezililer pek de iyi karşılanmamışlardır. Elli sene boyunca evinden çıkmasına müsaade edilmeyen Ebu Ali el-Mutezili (öl.1085), fıkıh ve nahivdeki maharetine rağmen ahlakının bozukluğu yüzünden insanlar tarafından dışlanan Ebu'I-Kasım el-Ukberi (öl.1063) ve Bağdad şehrine girmesine müsaade edilmeyen Muhammed b. Ahmed el-Beykendi (öl.1089) gibi isimler bu gruptan olan Mutezili alimlerdir.
Selçuklular büyük oranda yaşadıkları coğrafyanın sosyo-kültürel şartlarının ve kendi düşünce yapılarının gereği olarak Sünniliği, onun da Hanefi yorumunu benimsemişlerdi. Türklerin Sünniliği bu şekilde benimsemelerini izah etmeye çalışan bazı müellifler, Türkün ruh yapısı ve seviyesinden habersiz değillerse, bilgisizlik ve art niyetle izah edilebilecek birtakım izahlar getirmektedirler. Bu yaklaşım şekli hemen hemen her konuda kendini göstermekte, kayda değer hiç bir İş veya müessese Türke yakıştırılamamakta, hiçbir şey yapılamazsa onun yabancı bir kaynaktan alındığı ispata çalışılmaktadır. Bu yaklaşımları ilmi ve akli ölçüler içerisinde görmek mümkün değildir.
Dolayısıyla bunlar, birtakım ırki ve coğrafi endişelerin sonucu oluşan görüşlerdir.
Türklerin Sünniliği benimsemesini izah eden batılılardan C. Cahen: Türklere her türlü dini akım ulaşmış olmasına rağmen, onların din adamlarının tartışmalarıyla ilgilenmeyip, kendi inançları, yahut da siyaset gereği tutuculuğun savunucusu olduklarını; zira bu durumun Selçukluların Horasan'daki fetihlerine yardımcı olduğunu, onların siyasetin gereği olarak, o dönemde İslam dünyasında yaygın hale gelen tutuculuğu benimsediklerini söylemektedir. Cahen'in bu iddialarına bakıldığında, Sünniliğin tutuculuk gibi algıladığını, Türklerin Sünniliği benimsemelerinin sebebi olarak da siyasi endişeleri ve yeni toprakları fethetme arzusuna bağlandığını görürüz. Aynı mantığı ve yaklaşımı Arap müellifi Abdulmedd Bedevi'de de müphede etmek mümkün. Müellif, Selçukluların Hanefilik ve Maturidiliği benimsemeleri, göçebe olmaları hasebi ile, fikri ve akli yolla olmayıp aksine, hamasi duygularla ve taklit şeklinde olmuştur, demektedir. Bu izahlara bakıldığında Türk göçebeliğinin iyice anlaşılamadığı ve "nomad"lıkla karıştırıldığı anlaşılmaktadır. Gerçekte ön yargıdan kaynaklanan bu yaklaşım tarzı, Selçuklular ve takip eden Osmanlılar için de geçerli sayılmıştır.
Selçuklu tarihi araştırmacıları arasında farklı düşünenlerin sayısı hiç de az değildir. Bunlardan biri olan L. Rasonyi: "İslam'ın manevi teceddüt devresi de Selçuk yayılış çağına rastlar" derken:"' "Müslümanlar ile SelçukIular arasında engel olarak duran Ceyhun ve Seyhun nehirleri aslında onlar ile dünya tarihi arasında engeldi. Selçukluların Müslüman oluşu ile birlikte, İslam yeni bir kuvvet kazanmıştır. İslam, Türk kuvveti ile yükselmiş ve onları dünya tarihi çerçevesine sokmuştur" şeklinde meseleye yaklaşmıştır.
Selçukluların tarih sahnesinde oynadıkları role ve insanlık tarihinde yapmış oldukları medeniyet hamlelerine baktıktan sonra birinci görüşe katılmak mümkün değildir. Selçuklu Sultanları bazı istisnalar dışında Sünnilikten ve Hanefilikten yana olmuşlar, Hanefi ulemayı diğerlerine tercih etmişlerdir. Nitekim Kendisi de son derece dindar bir şahıs olan ve "Ben kendime bir saray yaptığımda, onun yanında bir mescit yaptırmazsam Allah'tan haya ederim" düşüncesinde olan Tuğrul Bey, 1047 senesinde Büveyhi Sultanı ile arasındaki sulhun yapılmasında Hanefi alim Ebu Muhammed el-Buhari'yi görevlendirmişti. Aynı şekilde Sultan Alp Arslan da Hanefi alimlere itibar etmekte, Hanefi alim Ebu Nasr Muhammed el-Buhari'yi yanından hiç ayırmamaktaydı. Namazlarını onun arkasında kıldığı gibi, gittiği seferlerde onu beraberinde götürmekteydi.
Selçukluların Hanefiliğe olan bağlılıklarını Bağdad'a gelişlerinden itibaren yapılan uygulamalardan ve gelişen olaylardan gözlemek mümkündür. Tuğrul Bey, Bağdad'a geldiğinde Bağdad Kadılkudatlığında yirmi yedi seneden beri Şafii alim İbn Makula bulunmakta idi. 1055 senesinde bu alim vefat edince yerine yeni kadı atanması lüzumu hasıl oldu. Halife Kaim Biemrillah vezirine: "İbn Makula hoş bir kadıydı, lakin ilimden hali idi. Şimdi alim ve dindar bir kadı istiyorum" dedi. Vezir, itikattaki mezhebi Mutezililik kadar ameldeki mezhebi Hanefilikte de mutaassıp olan Kunduri'ye baktı ve onun isteği doğrultusunda Hanefi alim Ebu Abdullah ed-Dameğani ( öl. 1085) çağrılarak "Kadılkudatlık" görevi ona tevdi edildi.
1 Şubat 1056 salı günü hilat giyen ve tayin kararı okunan ed Dameğani, ertesi hafta çarşamba günü Tuğrul Bey'in yanına giderek hizmetinde olduğunu bildirdi. Sultan da ona elbise ve katır hediye etti. Önce Horasan'da, sonra da Hanefi ulemasının büyüklerinden Kuduri'den okuyarak yetişen bu alim, birincisi Halife Kaim diğeri de Halife Muktedi'ye olmak üzere iki defa da vezirlik yapmıştı. Halifelerin ve sultanların katında itibarı fazla olup, Tuğrul Bey ona son derecede hürmet gösterirdi.
Otuz sene boyunca bu görevi yürüten ed-Dameğani, Hanefi Mezhebi'nin yayılmasında büyük görev ifa etmiştir. Nasılki Ebu Yusuf, Harun· Reşid'in başkadısı olunca atadığı kadılar vasıtasıyla Hanefiliğin o dönemde yayılmasını sağlamışsa, aynı şekilde otuz sene bu görevi ifa eden ve "Kadılkudat" olması hasebi ile diğer kadıları atama yetkisin sahip bulunan ed-Dameğani ile de Hanefilik büyük bir gelişme göstermiştir. Ülkenin değişik yerlerine atanan kadılar Hanefi Mezhebi'ne mensup olanlar arasından seçilerek atanmış, bunlar da gittikleri yerlerde mezheplerinin intişarına yardım etmişlerdir. Selçukluların siyasi desteği de bu Kadılkudat'ın ve temsil ettiği mezhebin arkasında olduğu için, bahsedilen dönemde Hanefilik kolayca yayılma ve gelişme imkânı bulmuştur.
ed-Dameğani, ilimdeki derin vukufiyetiyle İmam Ebu Yusuf'a benzemesinin yanı sıra, uygulamada da onun gibi uzun süre Kadılkudatlık makamında kalmış olmasından dolayı, kaynaklar onu Ebu Yusuf'un denginde görmüşlerdir." Hanefiliğin yükselişi açısından bu benzetme ve Tuğrul Bey'den itibaren Melikşah'ın son dönemlerine değin hilafet merkezinde Hanefi bir Kadılkudatın bulunması dikkate değer bir durumdur. Bu alimin vefatından sonra yine eskisi gibi Şafii mezhebinden bir alim Ebu Bekr eş-Şaşi (eş-Şami) (öl. 1095) Bağdad Kadılkudatlığına getirilmiştir."
Ebu Bekir eş-Şaşi'nin vefatından sonra tekrar bir Hanefi ve ed Dameğani'nin oğlu olan Ebu'I-Hasan Ali ed-Dameğani ( öl.1119) Kadılkudatlık makamına getirildi. Babası gibi "ilimde derya misali" olan Ebu'l-Hasan, yirmi senesi Halife Müsterşid Billah döneminde olmak üzere bir rivayete göre yirmi dört, başka bir rivayete göre de yirmi dokuz sene kadılık yapmıştır. Ebu'I-Hasan ed-Dameğani'nin dört halifeye Kadılkudatlık yaptığı ve bu işin meşhur Kadı Şureyh'ten başkasına nasip olmadığı bilinmektedir. Kaza İşlerinin yanı sıra devrin alimleri ondan hadis de nakletmişlerdi." Görünen şekliyle hilafet merkezi Bağdad'da Hanefi tesiri Melikşah'dan sonra da devam etmiştir. Aksi varid olsaydı, Hanefi bir alim yirmi dokuz sene bu makamda tutulmazdı.
Selçukluların Hanefilik hakkındaki İcraatları sadece "Kadılkudat" tayiniyle sınırlı değildir. Selçuklu Sultanları Hanefi oldukları için bu konuya büyük ihtimam göstermişlerdir. Hanefiliğin gelişmesi için medreseler bina etmek ve buralardan Hanefi Mezhebi'ne mensup insanlar yetiştirmek de onların gayeleri arasında olmuştur. Nitekim Tuğrul Bey'in Nisabur'da bir medrese inşa ettirdiği bilinmektedir. Bu şekilde medrese inşa faaliyetlerinden biri de Bağdad'da Hanefi medresesinin açılmasıdır. Selefi Tuğrul Bey gibi Hanefi Mezhebi'ne sıkıca bağlı birisi olan Sultan Alp Arslan'ın izni ve desteği ile Nizamülmülk Bağdad'da Şafiiler için Nizamiye Medresesi inşasına başladığında ( 1064) , Alp Arslan'ın elçisi olarak Halifeye Şerefulmülk Ebu Sad el-Harezmi gönderildi. Bu elçi Bağdad'a Sultan'ın mektubunun yanı sıra, kıymetli taşlar ve değerli bir mushaf da getirmişti.
Şerefulmülk Ebu Sad el-Harezmi, Bağdad'a geldiğinde Nizamül mülk'ün vekilleri Nizamiye Medresesi'nin inşasına başlamışlardı. Bunun üzerıne, Hanefiler için bir medrese inşa etmek kastıyla yer aramaya başladı ve en uygun yer olarak da İmamı Azam Ebu Hanife'nin kabrinin yanını seçip, burada inşaatı başlattı. Civardaki evleri satın aldıktan sonra eski mescidi de yıktırarak büyük bir saha elde etti. Mühendisleri ve ustaları yığarak önce Ebu Hanife'nin kabri üzerine kubbeli bir türbe yaptırdı, arkasından da bu türbenin hizasında geniş bir mescit ve Hanefiler için bir medrese inşa ettirdi. Medresede ders verecek müderrisleri tayin edip, medreseye, müderrislere, öğrencilere ve medresenin kütüphanesine gelirleri harcanmak üzere bir vakıf kurdu.
Ebu Sad, yaptırdığı medresenin Şafiilerin medresesi olan Nizamiye Medresesi'nden önce bitirilip, eğitime başlaması için çok aceleci ve hızlı davranmaktaydı. Nitekim bu emeline de nail oldu. Nizamiye Medresesi'nden dört ay onüç gün önce medreseyi bitirmeye muvaffak oldu ve medrese açıldı. Bu gaye için hiçbir masraftan çekinmeyip, külliyatlı miktarda para harcadı ve Bağdat'da Şafii Nizamiye Medresesi'nden önce Hanefi medresesi eğitime başlamış oldu. Bu medresede ilk dersi Hanefilerin önemli şahsiyetlerinden Ebu Tahir İlyas ed-Deylemi ( öl. 1098) vermiştir. Yine ünlü Hanefi alimi Ebu Talib el-Hüseyn ez-Zeynebi de (ol. 1111) bu medresede elli sene boyunca Hanefi Mezhebi üzere ders veren önemli bir şahsiyet olmuştur.
Bağdad, Horasan ve Maveraünnehr kadar olmasa da, önemli Hanefi Alimlerinin yetiştiği merkezlerden birisidir. Bahse konu dönem için Irak ve Musul'da kadılık yapan, Halife Kaim Biemrillah ve vezir Nizamülmülk ile görüşmeleri olan İbnu's-Simnani ( öl. 1073) ; Irak'ta Hanefilerin şeyhi, lügat, nahiv ve hadiste üstat Ebu Galib b. Bişran (öl. 1069); Kufe kadılığından sonra Bağdad'a gelerek burada hadis öğreten Ahmed b. Muhammed es-Sakafiyyi ( öl. 1102); sultanlar tarafından iltifat gören, ilim meclislerine vezirlerin de katıldığı İsmail b. Ali el-Hatibi (öl. 1108) gibi Alimleri örnek olarak göstermek mümkündür.
Hanefi Mezhebi'nin asıl yayılma sahası ve büyük imamlarının yetiştiği yer, önceden de belirtildiği gibi, Horasan ve Maveraünnehr'dir. İstisnalar dışında bu bölgeler tamamen Hanefi kültürünün yaşandığı ve geliştiği yerlerdir. O kadar ki, Belh'den bahseden Şeyhulislam Abdullah b.Ömer el-Belhi: "Bu beldenin nimeti; halkının Müslüman, Ehl-i sünnet ve'l-cemaat olması ve halkının tümünün Hanefi Mezhebi'nden olmasıdır" demektedir. Bu durum, bölgede yerleşmeye çalışan Şafii Mezhebi karşısında da kendisini göstermiştir. Nitekim 1087 senesinde Nizamiye Medreseleri zincirinin devamı olarak Belh'de Nizamiye Medresesi açılınca bu medreselerin Şafii Mezhebi üzere eğitim vermelerinden dolayı, hiç bir Belhli bu medresede müderris veya muid olarak görev almamıştı. Bu sebepten dışarıdan ve Araplardan oluşan müderrisler getirtilerek medresede görev verilmiştir." Aynı şekilde Rey'den bahseden Kazvini, şehir halkının Hanefi ve Şafiilerden meydana geldiğini, fakat Şafiilerin diğerlerine göre çok az mensubunun bulunduğunu bildirmektedir." Kaynakların naklettikleri bu bilgiler, bölgedeki Hanefi Mezhebi'nin durumunu ve yaygınlığını gösteren önemli misallerdir.
XI. yy'da Horasan ve Maveraünnehr'den çok büyük Hanefi alimler çıkmıştır. Semerkand'da fetva işlerine bakan ve verdiği fetvaları bir sandıkta saklayarak, benden sonra gelenler bunları görsünler ve hatalarını anlasınlar diyen Ebu Nasr el-İsbicabi (öl. 1087); onbir ciltlik "el-Mebsut" adlı eserin sahibi, aynı zamanda "Camiu's-Sağir" ve "Camiu'I-Kebir"i şerheden ünlü alim Fahru'I İIslam Pezdevi (öl. 1089) aynı aileden gelen, yazdığı eserlerle "doğuyu ve batıyı dolduran" Ebu'l Yusuf el Pezdevi (öl. 1099); Maveraünnehr'in büyüklerinden olan ve değerli alimler yetiştiren Ebu Bekr b. Muhammed Haherzade ( öl. 1090) on beş ciltlik meşhur "el-Mebsut" adlı eserini hapiste yazan döneminin büyük alimi Şemsu'I-Eimme es-Serahsi (öl. 1090); yaşadığı dönem için Hanefilerin örnek gösterilen alimlerinden olan ve "Küçük Ebu Hanife" lakabıyla anılan Ebu'I-Fadl ez-Zerenceri İmam Merğinani'den fıkıh okuyan, ömrünü ilim yaymak ve hadis dinlemekle geçiren, zamanında Maveraünnehr'de Hanefi Mezhebi'ni en iyi bilen Ali b. Muhammed el Isbicabi (öl. 1140) ; Nisabur'un kadısı ve "Şeyhu'I-İslam" lakaplı; vaktinde mezhebinin önde geleni Ebu Nasr en-Nisaburi ( öl. 1089) gibi sayıları daha da çoğalabilecek alimler bu bölgelerde yetişen büyük Hanefi ulemasından bazılarıdır.
Türkistan ve Irak Hanefiliğin yoğun şekilde yaşandığı bölgeler olurken, Irak'a yakınlığından dolayı Halep ve Antakya'da da Hanefilik yaygın mezhep durumundaydı. Hanefilik, Şam bölgesine ise VIII. asırda girmeye başlamıştı. Esasen büyük fıkıh İmamı ve Evzai Mezhebi'nin kurucusu imam Evzai'nin yaşadığı ve mezhebini yaydığı yer olması hasebi ile,"' bu bölgede Evzai Mezhebi mensupları çoktu. Bu sebepten Dımaşk'te Evzai Mezhebi kadısının yanında birde Hanefi kadı görev yapmaktaydı. Hanefi alim Kuduri'nin öğrencilerinden el-Mufaddal b. Muhammed el-Hanefi (öl.1052) burada kadılık yapmış ve kaza İşlerine bakmıştır.
Şafiilik, Şam bölgesinde Hanefiliğe nazaran daha genİş müntesibi bulunan mezhep durumundaydı. Bu sebepten kadılar Şafii Mezhebinden atandığı gibi, Emevi Camii'nin imamları da Şafiilerden seçilmekteydi. Bu durum, Hanefi alim Ebu Abdullah Muhammed el-Balasağuni et-Türki'nin (öl.1112) Dımeşk kadılığına atanmasına kadar devam etmiştir. Mutad olduğu üzere kadılar Şafiilerden atanırken, bu defa bir değişikliğe gidilerek, Dımeşk'e bir Hanefi alim kadı olarak atanmıştı. Kadı Balasağuni, mezhepte mutaassıp olması ve halkın yeni uygulamayı kabullenememesi sebebiyle tepki gördü ve halk camilerin kapılarını kapatarak açmadılar. Bu uygulama tekrar Şafii Mezhebinden bir kadı atanana kadar sürdü.
Hanefi ulema sadece tedris ve ifta İşleri görmemiş, halifeler ve sultanlar tarafından bürokratik görevlerde de vazifelendirilmişlerdir. Tuğrul Bey'in 1047 senesinde Büveyhi Sultanı ile arasındaki sulhun yapılmasında Hanefi alim Ebu Muhammed el-Buhari'yi görevlendirdiği bilinmektedir. Aynı şekilde Ebu'I-Kasım es-Semnani (öl.1099) de Musul kadılığı yaptıktan sonra Bağdad'a gelmiş ve Bağdad'da olup bitenleri Nizamülmülk'e bildirmekle mükellef tutulmuştur. Yine başka bir Hanefi alim Ebu Talib ez-Zeynebi (öl.1118) Halife tarafından "Nakibu'l-Abbasiyyin ve't Talibiyyin" vazifesi verilen bir şahsiyettir. Bu alimler gibi değİşİk görevIere getirilen diğer alimlere de rastlanmaktadır. Netice itibariyle, Selçuklu Sultanları tarafından himaye gören ve desteklenen Hanefilik gelişerek imparatorluğun en fazla müntesibi bulunan mezhebi haline gelmiştir. Türklerin himayesi sayesinde gelişen ve yaygınlaşan bu mezhep, daha sonraki Türk devletlerinin de adeta resmi mezhebi olarak kabul görmüş ve en yaygın Sünni mezhep olma özelliğini korumuştur.
Ahmet Ocak’ın Selçukluların Dini Siyaseti (1040-1092) Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder