Günümüz Avrupa medeniyetinin kökeninin eski Yunan olduğu çok genel bir kabuldür. Nitekim ilk dönem cumhuriyet yazarlarımızdan İsmail Habip SEVÜK bu konuda şunları söylüyor:
"Bugünkü Avrupa medeniyeti, Yunan ve Latinden gelen hümanistliğe dayanır. Avrupa, Büyük Rönesansa o sayede erdi. Bugünkü medeniyet şu veya bu Avrupa milletlerinin değil, Yunan ve Latin'e eklenmiş Avrupa'nındır. Arada Ortaçağ Hıristiyanlığı da aşılanarak Yunan ve Latin'i Rönesansa bağlayan ve Rönesans'tan (892-1954) zamanımıza kadar uzanan yekpare bir Avrupa medeniyeti ... Bu kül halinde bir nur cephesidir. Hangi millet bu nurlu cepheyi bütün endamıyla kendi diline aksettirebilmişse, o «tam Avrupalı» olur. Avrupalı millet demek, Avrupa coğrafyasında bulunan demek değil; Avrupalı millet evvela bütün Antikiteyi yani Yunan ve Latin'in belli başlı eserlerini, sonra diğer Avrupa milletlerinin de yine belli başlı kitaplarını kendi diline nakledendir."
Yazarımızdan çok daha önce Alman düşünür ve yazarı F. Schiller (1759-1805) de Alman toplumunun kimlik arayışında Yunanistan'ı bir toplumun nasıl hür vatandaşlar oluşturabileceğinin bir örneği olarak görüyordu. Aynı dönemde bir diğer Alman. yazar da Greklere hayranlığını şöyle ifade ediyordu:
"Biz, bilim öğrenmedeki yalınlığıyla Greklerin milli karakterinin aralığına asla ulaşamayız. İyisi mi gelin, olabileceğimiz kadar olalım ve Greklerden sadece karakterimizin izin verdiği ölçüde kopya çekelim.
Gayet tabiidir ki, Avrupa toplumlarının Yunan medeniyetine hayranlığı Almanlarla sınırlı kalmamış, tüm Avrupa milletlerini de içine almıştır. Nitekim 1821 yılında Osmanlı Devleti'ne karşı Mora Yarımadası'nda çıkan Yunan ayaklanması hemen bütün Avrupa milletleri ve Rusya tarafından desteklenmiş; siyasi, mali ve askeri katkılarla günümüz Avrupa medeniyetine beşiklik ettiği kabul edilen Yunanistan'ın bağımsızlığı sağlanmıştır. Bu süreçte Fransızlar, Yunan isyanına destek amacıyla gönüllü asker göndermişler, banka hesap numaraları açarak isyanın mali kaynaklarına katkıda bulunmuşlardır. İngiliz, Fransız ve Rus donanmaları birleşerek Mora'nın güvenliğini sağlayan Osmanlı donanmasını Navarin'de yakmışlardır.
Ege'de yani ilkçağın bu en gelişmiş «medeniyet havzası»nda M.Ö. 3000'lerde başlayıp M.Ö. 600'lere doğru yükselen, M.Ö. 500-400 yıllarına doğru daha da ilerleyerek dehaya doğru koşan bir medeniyete rastlıyoruz. Nitekim bu medeniyetten günümüze intikal eden veriler, Attika'daki Antik-Yunan düşünce atölyelerinin en seri üretimleri gerçekleştirdiklerini, akli unsurların armonik kaynaşmasından bir deha oluşturduklarını gösteriyor.
Ege'de oluşan yüzü dünyaya dönük bu medeniyetin oluşumunda, bölgenin doğudan batıya giden, kuzeyden güneye inen ticaret yollarının kavşak noktalarında bulunuyor olmasının önemli bir payı vardır. Nitekim Grekler; denizcilik ve ticaret yoluyla Mısır, Babil ve Asur'daki gelişmiş astronomi ve matematik bilgilerinden büyük ölçüde yararlandılar. Thales ve Pythagoras'da olduğu gibi bu konudaki temel bilgileri oralardan aldılar. Ne var ki, Grek filozofları, adı geçen medeniyetlerin sadece pratikte yararlandıkları bu bilgilerin dayandığı temel yasaları tespit ederek onlara ilmi bir hüviyet kazandırdılar. Böylece, ulaştıkları matematik bilgisi; felsefe yapmalarının ve akıl yürütmelerinin de önünü açtı. Sonuçta Grek felsefi düşünce geleneği daha da zenginleşti. Eflatun'un kendi kurduğu akademinin kapısına yazdırdığı şu söz, o günkü akli bilimlere verilen önemi göstermektedir: «Matematik bilmeyenler buraya giremez!»
GİRİT ve MİKEN MEDENİYETİ
M.Ö. 3000'lerde ortaya çıkan Girit medeniyeti sadece Ege'nin değil, Avrupa'nın da en eski medeniyeti olarak kabul edilir. Denizcilikte ileri giden, toprakları tarıma elverişli olmadığı için ticarete ağırlık veren Giritliler, kendi ülkelerine Sicilya'dan kalay, Kıbrıs'tan bakır, Yunanistan'dan şarap ve zeytin, Mısır'dan tahıl ve dokuma ürünleri ithal ettikleri gibi, diğer ülkelere de ünlü Girit çanak ve çömleklerini pazarlamışlardır. Ticaretle zenginleşen adalılar dünyanın bilinen ilk şehircilik örneğini vermişler, eşsiz mimari güzellikte ev ve saraylar yapmışlardır.
Knossos Sarayı'nın duvarlarındaki freskler veya boyanmış alçı kabartmalar, kral ve ailesinin rahat yaşantısını ve Girit halkının eğlenceye olan düşkünlüğünü gösteren önemli sanat eserleridir.
M.Ö. 2000'de Yunanistan'a gelip yerleşen Akalar (Mikenler), Girit medeniyetine son verdikleri gibi bütün Ege adalarına da hakim oldular. Böylece devraldıkları Girit medeniyetinin tesirlerini Yunanistan, Batı Anadolu ve Ege adalarına da yaydılar.
Homeros'un İlyada Destanı'nda, Aka Kralı'nın Truvalılarla giriştiği Ege Denizi'ndeki üstünlük mücadelesi anlatılır. Bu hikayeye göre Akalılar tahtadan yapılmış bir atı Truva'ya hediye ederler, tahta atın içine gizlenen savaşçılar daha sonra ortaya çıkıp rakiplerini hile ile alt ederler.
Şato ve Kuyu mezarları ile ünlü Miken medeniyeti, Yunanistan'a Balkanlardan gelip yerleşen Dorlar tarafından ortadan kaldırılmıştır.
YUNAN MEDENİYETİ ve DEMOKRASİ
Dorlar, M.Ö. 1200'lerde Girit ve Rodos dahil, Mora Yarımadası ve tüm Ege'ye hakim oldular. Askeri disiplinleri ile baskıcı bir yönetim oluşturarak halka zulmettikleri için halkın bir kısmı Yunanistandan ve adalardan Doğu Akdeniz'deki Fenike şehirlerine yerleştiler. Bu göçmenler yerli halka gemicilik sanatını öğrettiler.
Anadolu'ya gelenler ise İyon şehir devletlerini kurdular. M.Ö. 600'lü yıllardaki İyonya, tecrübi bilimlerin ilk boy attığı bir bölge olması bakımından bilim tarihinde önemli bir yer işgal eder. Geometride üçgeni bir daire içine oturtma kuramını ortaya atan, cisimlerin yüksekliğini gölgelerinin boyuyla ölçme tekniğini bulan Thales; yıl ile mevsimlerin uzunluğunu hesaplayan Anaksimandros; anahtarı bulan Teodoros; tıp biliminin kurucusu, tıbba klinik gözlemi ilk getiren, anjin ve bağırsak şeridi hastalıklarını isabetle teşhis eden Hipokrotas; atom mefhumunu bugünküne yakın biçimiyle ilk kullanan Demokritos; bilimsel anlamda ilk astronom olan Anaksagoras ve dünyanın yuvarlak olduğunu ilk söyleyen Pythagoras gibi Antik Ege medeniyetinin sembol isimleri hep İyonya'da yetiştiler.
Dorların kötü yönetimiyle sınıflara ayrılan halkın çeşitli arayışları sonucunda ibtidai seviyede de olsa ilk demokratik yönetim modeli ortaya çıktı. Böylece Yunan şehir devletlerinde, kadın ve kölelerin oy haklarının olmadığı ilk doğrudan demokrasi uygulamasına geçildi. Drakon ve Solon isimli kanun adamlarının (Arhon) kölelik ve sınıf farklılıklarının ortadan kaldırılması yönünde attığı adımlar Klistenes'le beraber daha katılımcı bir noktaya ulaştı. Ancak kölelere yine de hak verilmedi.
PERS-YUNAN SAVAŞLARI
Persler batıya doğru ilerleyerek Batı Anadolu’da Lidya'yı ve İyon şehirlerini ele geçirdiler. Perslerin bu zengin şehirlere koydukları ağır vergilerden dolayı halk arasında isyanlar çıktı. Yunanlıların da bu isyanları desteklemesi sonucunda M.Ô. 490'da başlayan Pers-Yunan Savaşı yaptıkları taktik hatalar yüzünden Perslerin yenilgisiyle sonuçlandı.
Bu savaş Yunanlılarda millet şuurunun ortaya çıkmasına yol açtı. Yunan Şehir Devletleri birleşerek Pers istilasına karşı Delos birliğini oluşturdular. Bu yenilginin intikamını almak isteyen Persler, bu kez Pelaponnes hariç Atina'ya kadar ilerlediler. Pers Kralı Keyhüsrev bu şehri yakıp yıktırdı. Bu olay diğer şehirlerdeki direnişi artırdıysa da işgalleri önleyemedi. M.Ö. 480 ve 479 da yapılan diğer savaşlarda ise Persler, Yunanistan ve adalardan çekilmek zorunda kaldılar. Son kez Mikate Savaşı'nda donanması yanan Persler, Yunanlılarla barış yapmak zorunda kaldılar. Bu barışa göre Persler ve Fenikeliler Ege Denizi'nden çekilecekler, İyon şehirleri de bağımsızlıklarını elde edeceklerdi. Ancak Atina ve Isparta arasındaki tarihi gerginlik tekrar nüksedince, İyon şehirleri de bir müddet daha Pers hakimiyetinde kaldılar.
ESKİ YUNAN'DA BİLİM ve FELSEFE
Atina'da bilim yapılan başlıca merkezler; halk okulları, tiyatrolar ve açık hava meclisleriydi. Yunanlılar on sekiz yaşına kadar okula devam ederlerdi. Sokrates, kurduğu düşünce mektebinde insanlara kendilerini tanımalarını, faziletli, akıllı ve bilgili birer vatandaş olmalarını tavsiye etmişti. Sokrates'in bu düşüncesi, Yunan putperestliğine karşı bir hareket olarak algılanmış, Yunan tanrılarına olan inancı zayıflattığı gerekçesiyle zehirlenerek öldürülmesine hükmedilmiştir.
Epikür ve arkadaşlarının ortaya koyduğu tenperest felsefeye ait antik putperestliğin ilkel biçimini günümüzde de yeşertmek isteyenler, Yunan kaynaklı tiyatro, drama, gösteri vesair sanatlarda bütünüyle ahlaki kayıtlardan sıyrılmak suretiyle, seleflerinin saplandığı süfliyet bataklığında boğulmaktadırlar.
Bu da gösteriyor ki, bilim ve felsefede çok ince bir zihin işçiliği düzeyine ulaşan Yunanlılar, manevi hakikatleri keşfetme bakımından aynı performansı gösterememiş, bu konuda iç aydınlanmalarını gerçekleştirme çabası gösteren ahlaklı düşünürlere tahammül edememiştir. Bilim ve felsefe alanlarında ulaştığı zenginliği, doğru ve ahlaki bir yaratılış anlayışıyla kaynaştıramamanın sonucu olarak birkaç yüz yıl içinde o görkemli parlaklığını yitirmiş, bin yıldan fazla süren bir unutuluşa mahkum olmuştur. Eğer İslam bilginlerinin «hikmeti» kendi yitiği sayan engin ufku olmasaydı, bu unutuluş daha da uzun sürecek, belki de bir daha tarih sahnesine bile çıkamayacaktı. Yunan düşüncesi, kıymetli bir beşeri tecrübe birikimi olması bakımından bütün insanlığın bilimdeki kilometre taşlarından biridir. Mesela Aristo mantığı, yüzyıllarca bir düşünce şablonu olma niteliği taşımıştır. Eflatun da, zengin iç dünyasının labirentlerinde hakikati aramış, el yordamıyla bulduğu ipuçlarından hareketle tek tanrı inancına ulaşmıştır. Hatta sırf tektanrıcı olduğu için İslam filozoflarınca muteber bir düşünür olarak kabul edilmiştir. Özellikle M.Ö. 400'lü yıllardaki bu filozoflar, kendilerinden önceki Homeros ve Hesiodos gibi şair ve tarihçilerin aktardıkları Antik-Yunan mitolojisine ait anlatıları ciddiye almamışlar, almadıkları gibi şiddetle eleştirmişlerdir. Ne yazık ki, Rönesans'la birlikte gelişen sanat ve edebiyat akımları Yunanlı bu üç büyük filozofun eleştirdiği Yunan mitolojisini tekrar gündeme getirmiştir. Böylece düşünce zenginliği ile ahlaki bir dünya algısı arasındaki çatlaklık yine onarılamamış, Eski Yunan'ın hurafeleri, batı sanat ve edebiyatının ilham kaynağı olmayı bugüne kadar sürdürmüştür.
Yunan ve batı medeniyetinin kavrayamadığı husus şudur ki; gerek akıl ve gerekse gönül itibarıyla olsun insan, vahiyle beslenmemesi halinde düşünce çıkmazları ve çarpık hislerin girdabından asla kurtulamaz. Onun için Hz. Mevlana; "Akıl, Mustafa’ya kurban olsun!" diyerek bütün zirvelerin anahtarlarını eline almış, akli yönden de kalbi yönden de yüceldikçe yücelmiştir.
Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder