1 Ocak 2023 Pazar

Hz. MUHAMMED’DEN SONRA MÜSLÜMANLAR İLE YAHUDİLER ARASINDAKİ İLİŞKİLER

 


Hz. Muhammed'den Sonra Müslümanlar ve Yahudiler:


İslâm’ın tabiî gelişmesi ve yayılması; Müslüman olmayanların İslâm’ı seçip benimsemesiyle olacaktı. Hz. Muhammed en önce, putperestleri Müslüman etmeğe uğraşmış; Ehl-i Kitap’tan olanları bir kenara bırakmıştı. İslâm’ın günden güne gelişip yayılması, bir kısım insanları da Müslüman olmaya sevketmişti. O zaman Müslümanlar, İslâm’ı kabul edenlerle uğraşmıyor, herkesin gerçekten ihtida ettiğine inanıyorlardı. Peygamber zamanında bunların ne derece İslâm’ı kabul ettiği meselesi üzerinde durulmuyordu. Zaten onlar da mümkün olduğu kadar, böyle bir şüpheye fırsat vermekten kaçınıyor, zahiren hepsi Müslüman görünüyordu. İman dereceleri ancak, Cenâb-ı Hakk’a malûmdu. Hattâ, “Biz gerçekten iman ettik” diyenlere karşı Allah, Peygamberine, onlara şöyle demesini bildiriyor : «Siz kalplerinizle iman etmediniz. Ancak Müslüman gözüktük deyin. Henüz iman kalplerinize girmemiştir». Bu Âyet’ten Müslüman olmuş olanlardan bazılarının görünüşte Müslüman oldukları, imanlarının tam sağlam olmadığı ortaya çıkıyor ki; bunların ne olduğu, Hz. Muhammed’in vefatından sonra belli olacaktır.


Bu durumu, Arnold, şöyle izah ediyor: «Bazı Arap kabilelerinin ne kadar sathî bir surette Müslüman oldukları Peygamber’in irtihalinin hemen akabinde büyük ölçüde vukua gelen dinden dönmelerden anlaşılır. Bu gibilerin siyasî icaplardan dolayı İslâm’ı kabul ettikleri ortaya çıkar. Bunlar, daha sonra büyük bir millî hareket şeklini alan cereyana kendilerini kaptıran takımdandırlar. ilk ihtida edenlerin tuğyan (taşkınlık) dolu şevk ve hevesleri, sonradan İslâm’a gelen bu gibilerin hesaplı ve ihtiyatlı tutumlarında bulunmaz. Bununla beraber bunlar içinde bile; din için samimî bir şevk ile duygulu oldukları ve -evvelce benzerlerini gördüğümüz veçhile- kendi cemaatlerine dinî telkinatta bulunmak gayreti ile canlarını fedaya hazır bulundukları halde Müslüman saflarını sıklaştırmaya gelenler bulunmuştur». Bunlar arasında gerçekten İslâm’ı kabul edenler ve bu uğurda savaşanların -az da olsa-var olduğu inkâr edilemez.


İslâm’ın nûru dünyaya yayıldığı zaman Yahudi ışığı büsbütün sönmüş; fakat o, yolundan bir adım bile dönmemiş ve güneş gibi hakikatlere daima sırtını çevirmiştir. Yahudiler, İslâm’ın saf, âlî ve ulvi varlığı önünde biat etmesi lazımken, en büyük mücadelesini İslâm ve onun Peygamberi ile yapmıştır.


Hz. Muhammed’in zekâsı ve devamlı mücadelesi önünde Yahudi mağlup ve perişan edilmiş; fakat o, bundan asla ibret almamış, “şer ve menfaatine”  Hz. Muhammed zamanında da ve ondan sonra da devam etmiştir. İslâm’a karşı takip ettiği siyasetin merkezini, kaleyi içten yıkmak oluşturmuştur.


Napolyon’un, Yahudiler, Mûsa zamanından beri cibilliyetlerinin icabı olarak daima ihtikâr (vurgun) ve hile yolunda yürür dediği belirtilmektedir. Yahudilerin, vurgun vurmak için zahiren Müslüman ve bâtınen eski inançlarını yaşattıkları ve bu vesile ile İslâm’dan Öç alma yolunu tuttukları ileri sürülen görüşler arasındadır.


Yahudilerin ilim sahiplerinden olup Hz. Ebu Bekr devrinde Müslüman olan, Hz. Ömer devrinde de Müslüman olduğuna dair rivayetler bulunan ve Hz. Osman devrinde ölen (Ebu îshak diye künyelenen) Ka’bu’l-Ahbar (Ö. 32/652-3), Yemen Yahudilerindendir. O, Müslüman olduktan sonra, Medine’ye gelmiş, sonra Şam ve Hımıs'ta ikamet etmiştir. Müslümanlar arasında ilmine hürmeten «Hibr» (Yahudi âlimi) denmiştir. Ka’bu’I-Ahbâr, İslâm’da, ilk «siyonist» olarak gösterilmektedir. Hz. Ömer, onun Peygamber’den herhangi bir şey rivayet etmesine mani olmuş, yalan rivayetlerde bulunmasından dolayı onu dövmüş ve daima murakabe altında bulundurmuştur. Bundan dolayı Kâ’b’ın Hz. Ömer’in katlinde büyük rol oynadığı ileri sürülmüştür. «Kâ’b’ın Müslüman olduktan sonra da Yahudiliğini devam ettirdiğine dair örnekler vardır.»


Hz. Ömer 638’de Kudüs’e girdiği zaman beraberinde Müslümanlığı benimseyen Kâ’bu’l-Ahbâr’ın da olduğu belirtilmektedir. İslâm’ı kabul etmiş olmasında herhangi bir tereddüt yoktur. Ancak, Müslüman olduktan sonra, eski an’ânesini yaşattığı, bunları Müslümanlara aşılamağa çalıştığı ve Hz. Muhammed'den yalan rivayet ettiği söylenmektedir.


Her ne olursa olsun bu tip insanlara güvenilmemesi, eski inançlarında sebat etmiş olmalarına bağlanmaktadır.


Müslümanlar, Yahudilerden gördükleri kötülük ve ikiyüzlülüğe (riyakârlığa) rağmen, onlardan intikam almağı düşünmek şöyle dursun, onları himaye etmişlerdir. “Halife Ömer ül’ Faruk 640 tarihinde İskenderiye’yi fethettiği vakit orada hiç de iyi bir durumda; olmayan 45.000 Yahudiyi himayelerine almışlar ve onları fena akıbetlerinden korumuşlardır. O zamana kadar gayet kötü muamele gören İsrailoğulları, ancak Müslüman bayrağı altında hürriyet ve adalet mefhumlarını tanımışlardı”.


Yahudi olan Avram Galanti de, aynı hususu tekid eder mahiyette şöyle diyor: «Yahudiler, İslâm memleketlerinde himaye görmüşlerdir. Milâdın 640 senesinde İskenderiye’yi fethetmiş olan Halife Ömerü’l-Faruk bu şehirde 40.000 Musevi bularak himayesi altına almıştır... Türkiye Musevîleri, bu memlekette en geniş ve en hararetli bir himayeye mazhâr olmuşlardır. İslâm devletlerinin eskiden beri Yahudilere karşı olan bu himayesi Musevî alemince büyük takdir ve minnettarlıkla yâd ve zikredilir...»



Aklı başında Yahudilerin bu himayelerden minnet duydukları ve duymalarının lâzım geldiği çok yerde ifade edilmektedir. Ama, Müslümanların başarılarını çekemeyip, hasîslik edenler de az değildir. 


Müslümanlar, kendi aralarında birlik ve beraberliği sağlayarak yayılma ve gelişme gösterdikleri bir sırada, birbirlerine düşmeleri sebepsiz olamazdı. Çünkü; her şeyin bir sebebi vardır. İşte bu sebeplerden biri olarak, bir Yahudi gösterilmektedir.


Abdullah B. Sebe ve Etkileri:


Müslümanlar arasına büyük bir ikilik, çatışma sokarak İslâm'ı sarsmak, za’fa uğratmak ve inananları parçalamak isteyenlerin başında Abdullah b. Sebe adında «dönme» bir Yahudi bulunmaktadır. İbn Sebe, zahiren Müslüman olmuş; fakat hakikatte İslam’a karşı derin kin duymuş bir kimsedir. Gâyesi İslâm’ı sarsmaktır. Bu gayeye ulaşmak için o, halk arasında İslâm damgası altında, bir çok hurafeler yaymaya başlamıştır.


İbn Sebe, Basra, Küfe, Mısır vb. yerleri dolaşmış; idareden şikayetçi olan ve eski an’anelerine bağlı halk arasına tefrika sokmaya, İran, Hıristiyan ve Yahudi inançlarıyla ilgili teferruatı İslâm’danmış gibi gösterip Din’e dahil etmeye çalışmıştır. Hz. Osman’ın şehit edilmesinde ve Müslümanların birbirine düşman olmasında büyük rol oynamıştır. Hz. Ali’nin şehid edilmesinden sonra da İran, Hind, Mısır, Yahudi ve Hıristiyan inançlarında yer alan bazı hususları Hz. Ali'ye atfetmiş; onun «ilâh» olduğunu, ölmediğini, göğe çekildiğini, dünyayı düzeltmek ve adaletle doldurmak için yakında geleceği İnancını yaymıştır. Böylece bir «Sebeiyye» fırkası ortaya çıkarmıştır.


Abdullah b. Sebe ile ilgili olarak Taberî şöyle demektedir: «Abdullah b. Sebe, San’alı bir Yahudidir ve annesi siyahidir. Osman zamanında Müslüman olmuş, sonra Müslüman diyarlarda sapık fikirler yaymaya başlamıştır. Önce Hicaz’da iken sonra Basra, Küfe ve Şam’a gitmiştir. Şam’da kimseyi yoluna ram edememiş, Şam halkı onu şehirlerinden çıkarmış, bunun üzerine o da Mısır’a gitmiş, orada şöyle konuşmuştur: Tuhaftır, insanlar İsâ’nın ileride döneceğini kabul ederler de Muhammed de dönecektir diyeni yalanlarlar. Oysa Allah (C.C.) şöyle buyurmuştur; “(Ey Muhammed) Kur’ân’a uymayı sana farz kılan Allah, seni, döneceğin yere döndürecektir.” Böyle olunca Muhammed, dönmeye İsa’dan lâyıktır. Bu görüşü kabul edildi, halk Ric’at’ hakkında konuşmaya başladı. Abdullah b. Sebe, bundan sonra şunu ileri sürdü: Bin tane Peygamber ve her Peygamberin de bir vâsisi vardır. Ali de Muhammed’in vâsisidir. Bundan sonra şöyle dedi: Muhammed, Peygamberlerin sonuncusu, Ali de vâsilerin sonuncusudur. Daha sonra şunu ortaya attı: Peygamberlerin vasiyetini tutmayıp, hilâfına hareket edenden, haksız olarak ümmetin başına geçenden daha zâlim kimse olur mu? Osman, hilâfeti, hakkı olmayarak ele geçirmiştir, bu Allah’ın elçisinin vasiyetine aykırıdır. Ey nâs! Harekete geçiniz, emirlerinizi zorlayınız, Emr-i bi’l-Ma’ruf ve Nehy-i anil-Münker’i izhar ediniz; insanları bu yola çağırınız. Faaliyetine bu yolda devam ile bütün memleketlere bu fesadı yaydı, gizli mektup gönderme yolu ile kendi görüşünde olanlarla haberleşti, emr-i bi’l-ma-ruf ve nehy-i ani’l-münker’i izhar ettiler...»  Houtsma da; Sebe’nin İslâm’ı Hz. Osman devrinde kabul ettiğini, Hicaz, Basra ve Kufe’de serserice dolaştıktan sonra, oralardan kovulmuş bulunduğunu ve Suriye yoluyla Mısır’a gidip orada, Osman’ın idaresinden şikayetçi olan kimselere iltihak etmiş olduğunu belirtmektedir.


Abdullah b. Sebe, Hz. Ali için “Sen İlâhsın” demiş ve Sebeiyye fırkası da; Cuz’i ilâhî’nin tenasüh ile Ali’den sonra İmamlara geçtiğini savunmuştur. Şia’dan Gâliye fırkası da bunun bir benzerini söylemiştir. Hattâ, Şiîliğin kurucusunun da bu Abdullah b. Sebe olduğu görüşü, hâkimdir. Şiîliğin kurucusu olarak gösterilen Abdullah b. Sebe, Hz. Ali’nin, Peygamber’in vasisi olduğunu, dolayısıyla Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer’den değil de Hz. Osman’dan hilâfete daha lâyık bulunduğunu savunmuş ve delil olarak da şu görüşü ileri sürmüştür:

 


“Yuşe brNûn Mûsâ’nın vasisidir, o Mûsâ’nın yerine geçmiştir. Ali için de durum böyledir”. Böylece o, Peygamberlerin bir vasisi olacağını savunmaktadır. Eğer böyle ise, Hz. Ebû Bekr’den ve Ömer’den de önce hilâfeti alması lâzımdır. Neden sadece Osman’dan efdâl dediği düşündürücüdür. Çünkü, onları kabul etmekle bir nebze hakkı kabul etmiş ve bu yolla Müslümanları kandıracağını düşünmüş olsa gerektir. Yoksa, âdil hareketlerinde bir şüphe olmayan bu iki halifeyi inkâr etmesi, dâvasını güçleştirecektir. Böyle hareket etmekle haktan yana gözüküp bâtıla rahatça hizmet edebilmektedir.


Şiiliği ile ilgili olarak Tanyu; «Şiiliği, Yemenli bir Yahudi olan ve sözde dönmüş görünen Abdullah b. Sebe (Seba)’nin kurduğu ileri sürülmektedir. Şiilikle ilişkisi bulunan bazı bilginler, onun uydurma olduğunu söylemekte ve böyle bir şahsın değil, başka şahısların icraatının bu ad altında birleştirildiğini iddia etmekte, böylece Abdullah b. Sebe’yi reddetmeye veya inkâra özenmektedirler» demektedir.


Bu hususta, Murtaza’l-Askerî’nin, H. 1381/M. 1961’-de Mısır’da tab’edilen «Abdullah b. Sabâ» adlı eserini Türkçe’ye «Abdullah b. Sabâ Masalı» (Bir Yalancının Düzmeleri) diye 1969’da çevirip Önsöz ekleyen Abdül-bâki Gölpınarlı Önsözünde, bazı rivayetleri de vererek; Abdullah b. Sabâ’nın bir masal olduğuna, bu masalı uyduran Seyf b. Ömer’in güvenilir bir kişi olmadığına; tarihçilerin, Yahudi dönmesi olarak belirttikleri bu kişinin Yahudiyken de Yûşa hakkında aynı inancı benimsediğine, Müslüman olunca, aynı inancını Hz. Ali’ye tatbik ettiğine yer vermektedir, Gölpınarlı, Abdullah b. Sebe hakkında ileri sürülen görüşleri özetledikten sonra, bu zât hakkındaki düşüncelerinde Dr. Tâhâ Hüseyin’in şüpheye düştüğüne, Belâzurî’nin ((Ensâbu’l-Eşrâf«ında bu husûsa yer vermediğine, sadece Taberi’nin Seyf b. Ömer’den naklettiğine dikkati çekiyor ve Müslüman tanınan bir Yahudinin şehirleri gezip halkı ayaklandırmasının mümkün olamayacağını, hatta bu işi başardığı halde valilerin işe el atmamasını belirterek, bunu Şia düşmanlarının uydurduğunu kaydediyor. O, kitap yazan bazı şahısların da eserlerinde, îbn Sabe’nin hurâfî bir destan kahramanı olduğunu açıkladıklarını, sonra Murtaza’L-Askeri’nin de «Abdullah b. Sabâ» adlı eserinde, bu masalı uyduran Seyf b. Ömer olduğunu, bu Ömer’in de böyle uydurma kişiler icad ettiğini, Taberî’nin de buna dayanarak bilgi verdiğini belirtiyor.


Tahâ Hüseyin, Abdullah b. Sebe’yi şahıs olarak tam inkâr etmemekle beraber, onun tesirinin ileri sürüldüğü kadar olamayacağı üzerinde durur. Buna delil olarak o, şunları gösteriyor: 1. Sebe hakkında rivayet edilenler hak esasına ve gerçek tarihe dayansa idi tesirini Sıffin’de de gösterirdi. 2. Hz. Ali taraftarları hükümet konusunda ihtilâf ettikleri zamanda tesirini gösterirdi. 3. Sulhu istemeyen ve ondan nefret eden, ona meyleden veya ortak olanları da tekfir eden yeni hizibde de (Haricîler) te’siri görülürdü. Onun halbuki bunlarda zikrini görmüyoruz.

Dr. Tahâ Hüseyin, bu iki durumu bir sebebe bağlıyor. O da şudur; îbn Sebe, vehimdir, eğer vehim değil, gerçekten varsa da, tarihçilerin tasvir ettikleri gibi bir kişi değildir. Şîa düşmanları bunu böyle büyütürler. Haricîlerin Melik ve Hilâfet konusunda bir iddiaları olmadığı ve devamlı isyan ettikleri için İbn Sebe’nin tesiri söz konusu olamazdı.


Kutluay, Sıffın, Hakem Olayı ve Haricîlerin ortaya çıkışlarını İbn-i Sebe'ye bağlıyor. O, böylece birbirine tamamen zıd olan Haricilik ve Şiîlik’in menşede aynılık gösterdiğini, fakat bu aynılığın bütün Şiî mezhebleri için vârid olmadığını ilâve ediyor.


Dr. Tahâ Hüseyin; Belâzurî’nin, Abdullah b. Sebe ile Sevdâ'nın aynı kişi olmadığını, İbn Sevdâ’nın Abdullah îbni Vehb el-Hemedâni olduğunu ileri sürdüğünü; Hz. Ali ile Hz. Osman döneminde İbn-ı Sebe ve as-babından, bir yer hariç -Sebe’nin başkalarıyle Hz. Ali’ye, Hz. Ebu Bekr’den sual etmeye gelmesi, onun da onları kovmasını- bahsetmediğini kaydetmektedir.


Dr. Tahâ Hüseyin gibi Belâzurî de, Abdullah b. Sebe’nin mevcud birisi olduğu kanaatindedir. Ancak, bazı kaynakların Abdullah b. Sebe ile Sevdâ’yı aynı kişi olarak göstermesine rağmen, Belâzuri, bunları ayırmaktadır. Böyle olunca, Abdullah b. Sebe mevcuttur, mevcut olan bir kişinin de, hâliyle, kendine göre yapacağı işler olacaktır.

Dr. Mahmud Kasım, «Dirâsâtün fi’l-Felsefeti’l-İslâmiyye» adlı eserinde, Hz. Ali’nin hilâfeti zamanındaki nifakın başının İslâm kisvesine bürünmüş Yemenli bir Yahudi Abdullah b. Sebe olduğunu, onun siyasî ve dinî fitneyi çıkaran, hileli mahkemeyi çizen bulunduğunu kaydediyor ve Müslümanların çok işini fesad ettiği için de tenkid ettiğini belirtiyor. Eserin başka bir yerinde, Mesih İsâ. b. Meryem gibi Hz. Ali’ye ulûhiyet isnad eden îbni Sebe’nin Gnosticisme cemiyetine dahil olduğuna, Batıni fikirlerle uğraştığına, Kur’ân’ın bazı âyetlerini te’vil edip, Kabbala görüşlerini İslâm’a dahil etmeğe çalıştığına da yer veriyor.


Mahmud Kasım, Tahâ Hüseyin’in görüşlerini de tenkid ediyor ve şöyle diyor: «Tahâ Hüseyin de biliyor ki, Abdullah b. Sebe, bu husûsla da kalmadı, tâ Hakem Olayı’na kadar gitti. Ebu Musa el-Eş’ârî’nin seçilmesinin altında bu husûsun olması lâzımdır... Dr. Tahâ Hüseyin’in söylemek isteyip de söyleyemediğini biz söyleyelim: Hz. Ali’nin propagandistleri zındıklardandı ve bunların elçisi Yemenlidir. Bu görüş Yemen’de kurulan gizli cemiyetler hakkında bahisler açar...»


Murtaza’l-Askerî’nin eserini incelediğimizde gördük ki, A. Gölpınarlı’nın Önsöz’ünde bahsettiği «Ric’at» inancı, Cemel Vak’ası vb. şeylere, kitapta, fazla yer verilmemiş, sadece eser sahiplerinin görüşleri ele alınmış, bu kitaplarda sadece hilafet konusu ve Seyf b. Ömer’in güvenilir bir kişi olmadığı üzerinde durulmuştur. Bunun yanında, Hartum Üniversitesi eski tarih Prof. İhsan Abbas’ın, Murtaza’l Askeri’ye bu kitabı hakkında yazdığı mektuba, konunun özüyle İlgili bir cevap verilmemiştir.


Ayrıca Murtaza’l-Askerî’nin eserinde, Şia’nın çıkışına sebep olanın ve Yahudilikten ilhamla «Ric’at» fikrini yayanın İbn Sebe olduğuna dair tarihçilerin ileri sürdükleri görüşlere yeterli cevabı bulamadığımızı belirtmeliyim. Kitapta, sadece Ibn Sebe’nin uydurma bir kişi olduğu işlenmekte, bunun da Seyf b. Ömer’in rivayetlerine güvenilemeyeceğinden ileri geldiği savunulmaktadır. Belâzurî’nin eserinde, bu rivayete yer vermemesi; Hadîs ve Rical bilginlerinin, bu kişiyi zayıf ve terkedilmiş saymaları; Seyf b. Ömer’in tarihî rivayetlerini de terketmeye sebep olabilir mi? Veya Seyf b. Ömer’in bu kadar geniş bir muhayyeleye sahip olması mümkün mü? gibi sorular akla gelmektedir, Kaldı ki İbn Haldun, «Taberi’ye güvenmemiz, olayları doğru anlatmasındandır. Onun kitabı, İbn Kuteybe’nin ve başka tarihçilerin kitaplarından daha güvenilir bir kitaptır» demektedir. Taberî’nin, tarihî olayları, güvenilir kaynaklardan aldığı ileri sürülmektedir. Bu olayda, Taberî’nin sağlam bir kaynağa dayanmadığını kabul edersek, diğer nakiller için de bir genelleme yapmamız gerekmez mi? Veya bu konuyla ilgili olarak anlatılanların hepsini zaid mi addederiz?


Asıl konu; bir fitnenin zuhurudur. Muhakkak ki, her şeyi doğru olarak ifade etmesi gerekenler, nasıl ayrılığa düşerler? Bunda, bazı sebeblerin aranması yersiz Olmasa gerek. Kur’ân ve Sünnet varken niçin bu bölünme, bu düşmanlık ve bu olaylar? İşte tarih içinde bunların çözülmesi gereklidir. Yoksa Abdullah b. Sebe’nin uydurma bir kişi olduğunu ileri sürmek meseleyi çözmez. Mesele, ancak gerçekler ortaya serilerek halledilir. Değilse, belirli bir görüşü veya fikri -taraftarı diye- müdafaa etmek veya red etmek, din için de, taraftarlar için de bir şey kazandırmaz. Müfessirler dahi tefsire Yahudi rivayetlerinin girdiğini kabul ediyorlar. Böyle olunca İbn Sebe’yi hayalî bir kişi olarak kabul edersek, bir başkasının varlığını kabul etmemiz lâzım gelmez mi? O zaman, İslâm düşmanı olup, intikam peşinde olanlar yok mu? O halde niçin böyle bir fitne zuhur etmesin. Anımızda bile aramıza fitne ve fesat tohumu sokarak yıkmaya çalışanların varlığı inkâr edilemiyecek derecede açık değil midir? O halde, meseleye, bir Ehli Beyt meselesi olarak bakılmamalı, bir dinî mesele olarak bakılmalıdır. Ehl-i Beyt’i eleştirmek, bizim İslâm inancımız, yetkimiz ve konumuz dışındadır. O zaman Ehl-i Beyt’ten olanlar sahabe arasında yer almaktadır. Sahabenin adâlet ve fazileti âyet ve hadîslerce sabittir. Hz. Muhammed (S.A.V.), bir hadîsinde, «Sakın ashabıma sebb ü şetm etmeyiniz. Onların şeref ve fazileti yüksektir» demektedir.


Prof. Muhammed Tanci, şöyle demiştir: Şia, hilâfetle birlikte ortaya çıkan bir fırkadır. Hz. Muhammed (S.A.V.) zamanında ve Hz. Ebû Bekr'e biat edilişinden önce bu fikir mevcut değildir. Şia, Hz. Ali’yi seven ve onun halife olmasını isteyen Müslümanların meydana getirdiği bir fırkadır. Bu husûsta İbn Sebe’den önce, Şiîlikle ilgili herhangi bir aşırı hareketin olmadığı görülmektedir. Bütün kanlı çarpışmalar ve bölünmeler Cemel Vak’ası ile başlamaktadır. Bu vak’anın başlangıcı da Hz. Osman’ın şehadetine dayanmaktadır.


Hz. Osman’ın idaresinden şikayetçi olan kimseler, birleşerek ve hattâ bir kısım Müslümanları kendi düşünceleri etrafında toplayarak, Hz. Osman’ı katletmeye karar vermiş ve kararı infaz etmişlerdir. Tabiî Hz. Osman’ın katli ve Hz. Ali’nin hilâfeti -istemeyerek de olsa- iki tarafı birbirine dargın hale getirmiştir. Hz. Osman taraftarları, onun katillerinin bulunmasını istiyorlardı. Fakat katiller kendilerini gizlemek için başka yollara başvuruyorlardı. Durum, öyle bir hal alıyorki,, iki tarafı birbiriyle harb edecek vaziyete getiriyordu. Bunun asıl sebebi, Abdullah b. Sebe ve arkadaşlarından başkaları tarafından bilinmiyordu.


İbn Sebe, “Cemel Vak’ası”nın da içindedir. O, taraftarlarıyla beraber harbi körükleme peşindedir ve arkadaşları tarafından ileri sürülen hiçbir şeyi kabul etmemektedir. Çünkü her iki taraf anlaşırsa, Osman’ın katilleri cezalanacak, bu da kendilerinin sonu demek olacaktır. Sebe’nin arkadaşlarından Adiyy b. Hâtem, «Şayet iki taraf savaşa bir girişirlerse bizimle uğraşacak zamanlan kalmaz...» teklifini ileri sürmektedir: Bunu başkan İbn Sebe’de tasvib ederek şöyle demektedir: “Güzel düşündün, iki taraf bir defa kıtale başlarsa, birleşmeleri ihtimali ortadan kalkar, sizinle uğraşmazlar, herkes meşgul edilmiş olur, aksi halde ey Osman’ın katilleri, hepiniz 2500 yahut 2600 kişisiniz, bu durumda kimseye karşı koymadan ezilirsiniz.,.”


Görüldüğü gibi bulanık suda balık avlama durumuna düşmüşler ve muvaffak olmuşlar da... «Cemel Vak’ası» ile ilgili olarak Taberi’den nakledilen rivayeti vermekte fayda görüyoruz:


«Cemel Vak'ası başlamadan önce iki tarafın ordu mensupları ve liderleri, yarının hayır, getireceğini umarak huzur-u kalple yattıkları esnada, gece, bir toplantı daha akdeden Sebeiyye, güneş doğmadan harekete geçmeye karar verdi. (Şureyh b. Evfa’nın) ‘Geç kalmayıp, acele de etmeden tam zamanında hareketle iki tarafın tutuşturulması, kılıç kılıca çarpışmanın şartıdır’ şeklindeki görüşü uyarınca ve Abdullah b. Sebe’nin direktifleri ile, grup grup, gecenin karanlığında hücuma geçtiler. Uyanan herkes hâliyle kılıcına sarılıp ‘Ne oluyor?’ diyordu. Her iki tarafa da uygun cevap hazırlanmıştı : ‘Basralılar baskın yaptı, davranın’ ve karşı tarafa da, ‘Kûfeliler baskın yaptı, kalkın.’ Böylece iki taraf da karşıdakilerin baskınına uğradığını zannederken, Sebeiye kıyasıya savaşa devam ediyor, işi büyütmek için fasıla bile vermiyorlardı. Ali’nin ‘Durun durun’ nidalarına kimse kulak bile vermiyordu.»


«İşte bu İbn Sebe ve onun tarafından veya yandaşları tarafından ortaya atılıp yayılan fikirler yüzünden İslâm âlemi kanlı çatışmalara ve bölünmelere, sonuçsuz düşmanlıklara sahne olmuştur. Bunlar, Yahudi gayelerine uygun bir görevle, öç alma ve İslâm düşmanlığı sonucu mudur? Bunu kesinlikle tespit güçtür. Fakat şurası bellidir ki o zamanki ve sonraki olaylar bu meş’um rol ve faaliyeti ortaya koymaktadır.»


Biz de, İbn Sebe’nin görüşlerinin dayandığı husûslardan hareket ederek, kısa bir tahlilini yaptıktan sonra bir kanaat belirteceğiz. O, insanların, İsa’nın döneceğine inandıkları halde, Hz. Muhammed’in döneceğini söyleyeni yalanlamakta olmalarını kınamakta ve Kasas, 85 âyetini kendisine delil olarak almaktadır. Böylelikle Âyet’teki «Meadin» lafzını yeniden dünyaya dönüş olarak açıklamaktadır. Halbuki müfessirler onu Mekke’ye dönüş olarak tefsir ve tercüme ederler. Ömer Nasuhi Bilmen’in tefsiri şöyledir: «Muhakkak O zât ki (O Hâlık-ı Azimü’şşan ki), senin üzerine Kur’ân-ı farz kıldı (Sana-Kur’ân’ın âyetlerini indirdi ve O Kur’ân’ın ahkâmına göre güzel amelde bulunmayı sana emretti, bir vazife-i diniye kıldı). Elbette seni dönülecek yere (Kendi vatanın olan Mekke-i Mükerreme’ye) iade edecektir (orayı düşmanlardan temizleyerek fethe muvaffak olacaksın). Bu mübarek âyetlerde Resûl-i Ekrem’e teselli bahş oluyor; onun ulvî vatanına avdet edeceğini bir mucize olarak tebşir ediyor ve Resûli Zişan’ın bir ümidi, bir mesaisi olmaksızın kendisine Kur’ân-ı Azim’in vahy edildiğini bildiriyor». Celâleyn ve Elmalılı tefsirlerinde de «Meâdin» lâfzı, Mekke olarak açıklanmıştır. Fikri Yavuz da âyeti şöyle tercüme etmektedir: «Muhakkak ki Kur’ân-ı sana inzâl eden (Allah) seni (âhirete göçmeden önce, hicret ederek içinden çıktığın) Mekke’ye geri çevirecektir;). Görülüyor ki îbni Sebe, âyeti kendi fikrine delil olmak üzere yanlış tefsir etmiştir. İslâmî kaynaklara göre Peygamberler silsilesi Hz. Muhammed’e kadar devam etmekte ve onunla bu nübüvvet kapısı kapanmaktadır. Hz. Muhammed’den sonra bir vasî bırakılmamıştır. Ona bir vasî isnat etmek Yahudilik inancından kaynaklanmaktadır. Hz. Muhammed’in bu yolda bir vasiyetinin olmadığında bütün âlimler ittifak halindedir. îbn Sebe Yahudilik görüşlerini İslâma da sokmak istemektedir. Çünkü Yahudilikte, Tevrat’ın Hz. Musa’ya indirilmesiyle din tamamlanmaktadır. O, yerini Yeşu’ya bırakmakta; Yeşu, Musa’nın vasisi olmakta ve Nebiler birbirini takip, etmektedir. Mesih’in haberciliğini yapacak olan Eliyahu’ya intizar, ümidiyle «Nübüvvet» müessesesi daima açılmaya hazır bir kapı olarak durmaktadır. Fakat Kur’ân-ı , Kerîm, bu kapıyı Hz. Muhammed’le kesin olarak kapatmaktadır.


Yahudilerdeki Mesih; İsrailoğullarını zulümden kurtaracak, onları Kudüs’e götürecek ve «bin yıllık dünya hükümranlığı»nı kuracak bir kurtarıcıdır. Şîa da, Ehl-i Sünnet’in zorla ele geçirdiklerine inandıkları hilâfeti Ehl-i Sünnet’ten alıp Ehli Beyt’e verecek ve dünyayı huzura kavuşturacak bir kurtarıcı beklemektedir. Bu kurtarıcı, Yahudilerin «Mesih»inin karşılığı olarak “Mehdî muntazar”dır. Halen Şîa onu bekleme halindedir. Bu görüş, Ehli Sünnet yolunda olan bir kısım insan tarafından da benimsenmiştir. Hatta Abdullah b. Sebe’-nin Hz. Ali’ye gelerek «Sen sensin», yani «Sen İlahsın» iddiasında bulunması üzerine Hz. Ali, iki çukur açılması emrini vermiştir. Fakat böyle bir cezalandırmadan çıkacak dedikodudan çekinerek onu Medain’e sürmüştür.


Houtsma, «Kendisinin Ali’ye taabbudu (tapınması) o kadar uygunsuz görüldü ki, Ali onu Medain’e nefy etti (sürdü.)» demektedir.


Hz. Ali'nin «İlâh» olduğu iddiasından sonra, onun ölümünü kabul etmemek zorunlu olacaktı. Nitekim İbn Sebe’nin de bu yolu seçtiğini görüyoruz: «Onun beynini yetmiş bohça içinde getirseniz bile, biz onun gelip idaremizi ele almadan ölmeyeceğini biliriz... Öyleyse o ölmemiştir. Kıyamet gününden önce bu dünyaya yeniden dönecek, cevr ile dolan arzı yeniden adaletle dolduracaktır. Ali’nin suretinde katledilen şeytandan başkası değildir, onun öldürüldüğünü sananlar, Yahudi ve Hıristiyanların Mesih’in öldürüldüğünü zannetmeleri gibi, vehme düşenlerdir. O göklerdedir ve pek yakında inerek düşmanlardan intikam alacaktır». İbn Sebe, beklenen Mehdi’nin Ali b. Ebî Talib’den başkası olmadığını ve «İlâh» olduğunu da söyleyerek Müslümanlar arasında fitne-fesat çıkarmayı başarmıştır.


Ehli Sünnetlin, hâlâ Yahudi dinine mensup olan ibn es Sevdâ’nın (Sebe) Ali ve evlâdı hakkındaki bu gibi iddia ve te’villeriyle Müslümanların dinini ifsada çalıştığı, kanaatini taşımakta olduklarını görüyoruz. Atilhan'ın görüşü de şöyledir : «İbn Sebe adındaki Yahudinin sureti haktan görünerek, maahaza Müslümanlığı parçalamak, mü’minler arasına şüphe ve nifak sokmak ve böylece nûm bütün cihanın zulmetlerini yırtmak istidadında olan Muhammed dininin aydınlığını karartmak için birkaç arkadaşıyla Müslüman olmuş gibi gözükerek ve yüzlerine îslâm maskesi takarak diyar diyar, iklim iklim dolaşıp dini mübin aleyhine ne kadar iblisâne çalıştıkları Islâm tarihini az - çok bilenlere malûmdur».


Kutluay'ın kanaati, Şii hareketlerinin hepsinin, Şiîliğin asıl kurucusu Abdullah b. Sebe’den sonra olduğu, gayesi ne olursa olsun, Ali taraftarlığını ilk olarak bunun sistematik şekilde ortaya atmış bulunduğu şeklindedir. Onun önceleri «vesâyet» doktrini şeklindeki iddiasının, zamanla daha ileri giderek, Ali b. Ebi Talib’e uluhiyet nisbetine kadar varmış ve sistemi, daha sonraki devirlere, bu kisve ile intikal etmiştir. Şiî fırkalarından bugüne kadar varlığını devam ettirenler, zaman bakımından, Sebeiyye ve Muhtariye’den sonradır. Mahmud Kasım; İslâm fitnesinin başı olarak Abdullah b. Sebe'yi göstermekte ve «Mesîh İsa b. Merye’nin Allah’ın hulûl ettiği gibi Hz, Ali’ye tenasüh yoluyla hulûlü fikrini de îbni Sebe’nin ileri sürdüğünü ve bu da, -Sebe’nin Gnoscism cemiyetine dahil olduğunu gösterir» demektedir.


Ehl-i Sünnet de, İbn Sebe’nin, bu işlere girişirken Yahudiliğini devam ettirdiği kanaatindedir. Zaten, bu fikirler, o zaman sadece Yahudilerce biliniyordu. Buna ilâveten, Yahudilerin eskiden beri an’anelerine bağlı olmaları, düşmanlarına karşı daima bir peygamber beklediklerini söylemeleri ve Müslümanlarla yakın temaslarının olması; Hz. Muhammedi çeşitli tertiplerle öldürmeye tevessül etmeleri, insanı bu kanaatin doğruluğuna inandırıyor. Gerçi içlerinde ibn Selâm ve Hz. Safiye gibi inananların olmasına rağmen, inanmayanların ve inanır görünenlerin de varlığına şahit olmaktayız. Abdullah b. Sebe'nin Müslüman kılığına girerek tefrikalar ve ayrılıklar vücuda getirdiğini belirtmeye çalıştık. Eğer Sebe, gerçekten İslâm dinine inanmış olsaydı, parçalama yerine birleştirmeye giderdi. Bir bütün olan Müslümanları- Hz. Ali'nin gayretine rağmen- birbirine düşman etmezdi. Sonra Hz. Osman devrinde İslâm’ı kabul etmesi de düşündürücüdür. İşte, istemeyerek insanın aklına şu husus gelmektedir: O zaman bazı huzursuzluklar zuhur etmiş ve bu huzursuzluklar İslâm düşmanları için bulunmaz bir nimet olmuştur. Bunu da ancak Müslüman görünerek yapmak söz konusudur. Çünkü, Müslümanların desteğini sağlamak için onlardan görünmek lâzımdır. Kuvvetle muhtemeldir ki İbn Sebe, bu yolu seçmiştir.


Asr-ı Saadet'te, Müslümanların soruları, Kur’ân-ı Kerîm’in diliyle ve Peygamberin sözüyle cevaplandırılıyordu. Daha sonraki yıllarda itikat konularında ayrılıklar ve farklı anlayışlar ortaya çıkmış, hattâ mezhep toplulukları türemiştir. Bu mezheplerin tarihteki isimleri «Fırka» dır. Kutluay, bu tip fırkalara «İ’tikadî Mezhepler» demekte ve bu itikadi mezhepleri de iki sebebe bağlayarak mütalea etmektedir :


«1 — İçtimaî ve buna bağlı olarak dinî sebepler;


2 — Siyasî sebepler. Bunun için de iktidar sahibi olmak isteyen kimselerin bu emellerini gerçekleştirmek için dinî ve bazı kimseleri istismar etmeleri de beraber mütalea edilmelidir».


Abdullah b. Sebe’nin, bazı âyetleri ve Hz. Ali’yi istismar ederek, itikadda bazı yanlış yorumlara giriştiğini ve İslâm’da ilk kez bu tip hareketlerin başladığım görüyoruz. Gelişim Yayınları’nın çıkardığı «Dinler Tarihi Ansiklopedisi»nde, mezheplerin çıkışındaki dış (harici) sebepler şöyle izah edilmektedir: «Bunlardan kastımız, yabancı etkiler altında İslâmiyet’e zıt bir amaç güden mezhepleri doğuran nedenlerdir. Bu tip mezhepler her ne kadar İslâm toplumlarında doğmuş ve İslâm dinî metinlerini, yani Kur’ân ve Hadîs’i kullanmışsalar da, amaçları İslâmiyet’i yolundan saptırmaktır. Ülkeleri fethedilmiş milletlerin bir kısmı Müslümanlığı 'kabul etmiş, ama bir kısmı da etmemiştir. Bir kısım daha vardır ki onlar görünürde Müslüman olmuşlar, ama gerçekte kendi dinlerinde kalmışlardır. İşte bu grup insanlar, İslâmiyet’ten öç alma peşine düşmüşler, eski dinleri ve kültürleri yönünde İslâmiyet’i yorumlamaya kalkışmışlardır». îbn Sebe de bu yolu seçmiştir demek, iftira olmasa gerek. Çünkü Allah’ın âyetlerini apaçık inkâr edip, insana «Uluhiyet» bahşetmek imân etmemenin alâmetidir. Çünkü Kur’ân’da, “Allah’a ve Peygamber’e inandık' ve itaat ettik diyorlar da bundan sonra onlardan bir taife yüz çeviriyor. Onlar imân etmiş kimseler değildirler” buyurulmaktadır.


Yukarıda zikredilen bu Âyet’de, İslâm’ı lisanlarıyla kabul ve itiraf edip, kalben kabul etmeyen bir takım münâfık kimselerin o çirkin hâlet-i ruhiyeleri teşhir ve takbih edilmektedir. Kur’’ân’da bu tip insanların amellerinin boşa çıktığı şu ' şekilde beyan edilmiştir: “Kâfir olanların ve Allah yolundan dönenlerin bütün amellerini Allah boşa çıkarmıştır.” «Kendilerine hak belli olduktan sonra arkalarına (eski küfürlerine ve bâtıl dinlerine) dönenleri, bu işi yapmaya şeytan şevketmiş ye onlara ümit vermiştir». İnsanın şeytanın teşvikine uymaması, sağlam imanla ve ondan sonra da şüpheye düşmemesiyle mümkündür.



Doç. Dr. Abdurrahman KÜÇÜK’ün DÖNMELER TARİHİ adlı kitabından alıntılanmıştır. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak