3 Ocak 2023 Salı

ARAPLARIN GÖZÜYLE HAÇLI SEFERLERİ-2


İSTİLA (1096 - 1100)


Frenklere bakınız! Biz Müslümanlar cihadı yürütmek için hiçbir coşku göstermezken, onların dinleri için nasıl canla başla savaştıklarını görünüz.

SELAHADDİN

 




FRENKLER GELİYOR


“Bu yıl esnasında, Marmara denizinden çok büyük bir kalabalık halinde Frenk birliklerinin geldiklerinin görüldüğüne ilişkin haberler ard arda gelmeye başlar. Bu haberler, ülkesi bu Frenklere daha yakın olan emir Kılıçarslan tarafından da teyid edilir.”


İbn el-Kalanissi’nin burada sözünü ettiği sultan Kılıçarslan, istilacılar geldiğinde daha onyedi yaşında bile değildir. Onların yaklaştığını haber alan ilk Müslüman yönetici olan, gözleri hafif çekik bu genç Türk sultanı, hem onlara ilk bozgunu tattıran, hem de korkunç Frenk şövalyelerine ilk yenilen kişi olacaktır.


Kılıçarslan, daha 1096’nın Temmuzunda, muazzam bir Frenk kalabalığının Konstantinopolis yolunda olduğunu öğrenmiş, hemen en kötü şeyleri düşünmüştür. Elbette bu adamların asıl amacını bilmemektedir, ama Doğu’ya gelmeleri hiç de iyi şeylerin habercisi değildir.


Yönetmekte olduğu sultanlık, Türklerin Rumlardan henüz ele geçirdikleri bir ülke olan küçük Asya’nın büyük bölümüne yayılmaktadır. Nitekim. Kılıçarslan’ın babası Süleyman, yüzyıllarca sonra Türkiye adını alacak olan bu toprağı ele geçiren ilk Türk olmuştur. Bu genç Müslüman devletin başkenti İznik’te (Nikea), Bizans kiliseleri camilerden daha fazla sayıdadırlar. Kentin garnizonu Türk süvarilerden meydana geliyorsa da, halkın çoğunluğu Rumdur ve Kılıçarslan bu uyruklarının gerçek duyguları konusunda hiç hayale kapılmamaktadır; onlara göre o hep bir barbar çetesinin reisi olarak kalacaktır. Kabul ettikleri yegâne hükümdar, adı bütün dualarda alçak sesle tekrarlanan, Romalıların imparatoru basileus (vasilevs) Aleksios Komnenos’tur. Aleksios aslında daha çok Rumların imparatorudur ve bu Rumlar, Roma imparatorluğunun mirasçıları olduklarını iddia etmektedirler. Zaten Araplar da onların bu niteliğini kabul etmişlerdir ve - XI. yüzyılda olduğu gibi XX. yüzyılda da onları Rum (Romalı) terimiyle tanımlamaktadırlar. Kılıçarslan’ın babasının Bizans imparatorluğundan fethettiği ülkenin adı da Rum Sultanlığı olmuştur.


Aleksios, o dönemde Doğu’nun en saygın kişilerinden biridir. Kısa boylu, gözleri kötülük eğiliminden parlayan, özenli bir sakalı olan, hareketleri yücelik taşıyan, her zaman altın ve ağır mavi kumaşlara bürünen bu ellilik adam, Kılıçarslan’ın üzerinde gerçek bir cazibe yaratmıştır. Konstantinopolis’te, İznik’ten yürüyerek üç gün uzaklıkta olan masalsı Bizans’ta hüküm süren odur. Bu yakınlık, genç sultanda karışık duyguları harekete geçirmektedir. Bütün göçebe savaşçılar gibi, fetih ve yağma düşü görmektedir. Bizans’ın efsanevi zenginliklerinin elinin ulaşacağı bir yerde olduğunu hissetmek hoşuna gitmiyor değildir. Ama aynı zamanda kendini tehdit altında hissetmektedir; yalnızca kentin hep Rum olarak kalması isteğinden değil, aynı zamanda Türk savaşçılarının Konstantinopolis’in bu kadar yakınında olmalarının imparatorluğun güvenliği için sürekli bir tehdit oluşturmasından ötürü de, Aleksios’un İznik’i geri alma konusundaki umudunu hiçbir zaman kaybetmediğini bilmektedir.


Yıllardan beri iç bunalımlardan ötürü parçalanmış olan Bizans ordusunun bir yeniden fetih savaşına tek başına girmesinin olanaksızlığına karşın, Aleksios’un her zaman yabancı yardım güçlerine başvurabileceği kimsenin meçhulü değildir. Bizanslılar, Batı’dan gelen şövalyelere başvurmakta hiçbir zaman tereddüt etmemişlerdir. Ağır zırhlarıyla paralı asker veya Filistin’e giden hacılar olarak çok sayıda Frenk Doğu’yu ziyaret etmektedir. Demek ki bunlar 1096’da Müslümanların yabancısı değillerdir. Bundan yirmi yıl kadar önceleri -Kılıçarslan henüz doğmamıştı, ama ordusundaki yaşlı emirler bunu ona anlatmışlardı-, bu sarı saçlı maceracılardan biri olan Roussel de Bailleul adındaki birisi, Küçük Asya’da özerk bir devlet kurmayı başarmış, hatta Konstantinopolis’in üzerine bile yürümüştü. Korkudan çılgına dönen Bizanslılar, Kılıçarslan’ın babasına başvurmaktan başka çare bulamamışlar; o da Basileus’un özel habercisi ona gelip de imparatorun yardımına koşması için yalvardığında kulaklarına inanamamıştı. Türk süvarileri bunun üzerine Konstantinopolis’e yönelmişler ve Roussel’i yenmeyi başarmışlardı. Süleyman, bunun karşılığında altın, at ve topraktan meydana gelen cömert bir ödül almıştı.


Bizanslılar, bu olaydan beri Frenklerden çekinmektedirler, ama deneyimli askerden yana sürekli sıkıntıda olan imparatorluk orduları, paralı asker tutmak zorunda kalmaktadırlar. Ama bunlar yalnızca Frenklerden meydana gelmemektedir; hıristiyan imparatorun bayrağı altında çok sayıda Türk savaşçı da vardır. Zaten Kılıçarslan da Temmuz 1096’da binlerce Frenk’in Konstantinopolis’e yaklaştığını, Bizans ordusundaki bazı soydaşları sayesinde öğrenmiştir. Haber kaynaklarının çizdikleri tablo karşısında şaşırıp kalmıştır. Bu Batılılar, görmeye alıştıkları paralı askerlere çok az benzemektedirler. Gerçi aralarında birkaç yüz şövalye ve oldukça kabarık sayıda silahlı piyade vardır; ama onların yanı sıra üstü başı yırtık pırtık binlerce kadın, çocuk ve yaşlı da vardır: Adeta bir istilacı tarafından ülkelerinden sürülmüş bir halk. Bunların hepsinin sırtında, haç biçiminde dikilmiş kumaş şeritleri taşıdıkları da anlatılmaktadır.

Tehlikenin boyutlarını değerlendirmekte zorlanan genç Sultan, Bizans ordusundaki casuslarına, çok daha dikkatli olmalarını ve bu yeni istilacıların hareketleri ve eylemleri hakkında kendini sürekli haberdar etmelerini emretmiştir. Ne olur ne olmaz diye, başkentinin istihkâmlarını elden geçirtmiştir. Bin fersahtan (altı bin metre) daha uzun olan İznik surlarının üzerinde iki yüz kırk kule vardır. Kentin güneybatısındaki İznik gölünün (Askanios) durgun suları, harika bir doğal koruma sağlamaktadırlar.


Ancak, ağustosun ilk günleriyle birlikte tehlike belirginleşmeye başlamıştır. Bizans tekneleriyle taşınarak Boğazı geçen Frenkler, korkunç sıcağa rağmen kıyı boyunca ilerlemektedirler. Geçtikleri yol üzerinde bazı Bizans kiliselerini yağmalarken görülmelerine rağmen, her yerde Müslümanları yok etmeye geldiklerini haykırdıkları duyulmaktadır. Önderleri herhalde Pierre adlı bir keşiş olmalıdır. Sultanın haber kaynakları, bunların sayılarını onbinlerce olarak tahmin etmekte, ama kimse onların nereye gittiklerini söyleyememektedir. İmparator Aleksios, onları İznik’e bir günlük yürüyüş mesafesinde, başka paralı askerler için daha önce kurdurttuğu Civitot adı verilen (Yalova yakınlarında Kivetot, Kibotos) kampa yerleştirmeye karar vermişe benzemektedir.


Sultanın sarayında çılgınca bir hareketlilik vardır. Türk süvarileri her an atlarına binmeye hazır beklerlerken, Frenklerin en küçük hareketlerinden bile haber getiren casus ve izcilerin sürekli gidiş gelişlerine tanık olunmaktadır. Bu Frenklerin, her sabah binlerce kişiden meydana gelen sürüler halinde ordugâhlarından ayrılarak civarda talana çıktıkları, bazı çiftlikleri yağmalayıp diğerlerini yaktıkları, sonra da Civitot’ya dönüp yağmalarının ürününü paylaşmak üzere kavga ettikleri anlatılmaktadır. Bunda sultanın askerlerini şaşırtacak birşey yoktur. Efendilerini endişelendirecek birşey de yoktur. Aynı durum bir ay boyunca sürmüştür.


Fakat Eylül ortasına doğru, Frenkler birden adetlerini değiştirmişlerdir. Herhalde artık çevrelerinde talan edecek birşey kalmadığından, söylendiğine göre İznik’e yönelmişler, hepsi de hıristiyan olan birkaç köyden geçerken, bu hasat mevsiminde ambara kaldırılmış olan ürünlere el koymuşlar, direnmeye çalışan köylüleri acımasızca katletmişlerdir. Hatta küçük çocuklar bile canlı canlı yakılmıştır.

Kılıçarslan kendini hazırlıksız yakalanmış hissetmektedir. İlk haberler ona ulaştığında, saldırganlar çoktan başkentinin surlarının dibine ulaşmışlardır ve kent halkı yangınlardan yükselen dumanları gördüklerinde güneş daha batmamıştır. Sultan hemen bir süvari birliği çıkartmış, bunlar Frenklerle ilk çatışmaya girişmişlerdir. Kalabalık tarafından ezilen Türkler, param parça edilmişlerdir. Sadece birkaç kişi kurtularak kanlar içinde İznik’e geri dönmüştür. Saygınlığının tehdit altında olduğunu düşünen Kılıçarslan, çarpışmaya hemen girişmek istemektedir, ama ordusunun emirleri onu bundan vazgeçirirler. Birazdan akşam olacaktır ve Frenkler hızla ordugâhlarına geri çekilmeye başlamışlardır. İntikam beklemelidir.


Çok uzun süre değil. Başarılarından cesaret almışa benzeyen Batılılar, iki hafta sonra gene kent surlarının önünde belirirler. Süleyman oğlu bu kez zamanında haber aldığından, ilerlemelerini adım adım izlemektedir. Birkaç şövalyenin yanı sıra, özellikle binlerce hırpani yağmacıdan meydana gelen bir birlik İznik yoluna girer, sonra kentin çevresini dolaşarak doğuya yönelir ve Kserigordon kalesini gafil avlayarak ele geçirir.


Genç Sultan karar verir. Frenklerin, kaderlerinin mühürlendiğinden habersiz, zaferlerini kutlamak için sarhoş oldukları küçük müstahkem kaleye doğru, adamlarının başında hızla at sürer. Çünkü Kserigordon kalesi Kılıçarslan’ın askerlerinin iyi bildikleri, ama bu deneyimsiz yabancıların fark edemedikleri bir tuzak içermektedir: Kalenin su kaynağı dışarıda, surların epeyi uzağındadır ve Türkler onun girişini hemen tutmuşlardır. 


Kuşatma altındakiler için korkunç bir azap başlamıştır: Binek hayvanlarının kanını ve kendi idrarlarını içecek duruma gelmişlerdir. Ekimin bu ilk günlerinde, göklere umutsuzca bakarak, birkaç yağmur damlası düşsün diye bekleşirken görülmektedirler. Boşuna. Bir hafta sonra, seferin komutasını yürüten Renaud adında bir şövalye, eğer hayatı bağışlanacak olursa teslim olmayı kabul eder. Frenklerin halk önünde dinlerinden çıkmalarını şart koşmuş olan Kılıçarslan, Renaud’nun yalnızca Müslüman olmaya değil, aynı zamanda Türklerin yanında kendi yoldaşlarına karşı dövüşmeye hazır olduğunu bildirmesi karşısında hiç de şaşırmamıştır. Renaud’nun aynı şartlara boyun eğme durumunda kalan birçok arkadaşı Suriye veya Orta Asya kentlerine esir olarak gönderilmiştir. Diğerleri ise kılıçtan geçirilmişlerdir.


Genç Sultan başarısıyla iftihar etmekte, fakat soğukkanlılığını korumaktadır. Geleneksel ganimet paylaşımı için adamlarına zaman tanıdıktan sonra, hemen ertesi gün onları yeniden düzene davet etmiştir. Frenkler yaklaşık altı bin adam kaybetmişlerdir, ama geriye kalanlar hiç kuşkusuz altı kat daha kalabalıktırlar ve bunlardan ya şimdi kurtulunabilir, ya da asla. Sultan, bunu başarabilmek için hileye başvurur, iki Rum casusu, Renaud’nun adamlarının çok iyi durumda olduklarını, İznik’i ele geçirmeyi başardıklarını, kentin zenginliklerini dindaşlarıyla paylaşmaya hiç de niyetli olmadıklarını bildirmesi için ordugâha gönderir. Bu arada Türk ordusu devasa bir pusu kuracaktır.

Böylece özenle yayılan söylentiler, Civitot ordugâhında beklenen kaynaşmayı yaratır. Toplanılmakta, Renaud ve adamlarına küfür edilmektedir, İznik’in yağmalanmasına katılmak üzere hiç vakit kaybetmeden yola çıkmaya karar verilmiştir. Fakat, nasıl olduğunu kimsenin bilmediği bir şekilde, Kserigordon seferinden canlı kurtulanlardan biri ortaya çıkar, arkadaşlarının uğradığı kaderin gerçeğini anlatır. Kılıçarslan’ın casusları görevlerini başaramadıklarını düşünmektedirler, çünkü Frenklerin en aklı başında olanları insanları sükûnete davet etmektedirler. Ama ilk şaşkınlık anı geçtikten sonra, heyecan yeniden hükmünü sürmeye başlar. Kalabalık kıpırdanmakta ve ulumaktadır; savaş alanına gitmek istemektedir, ama artık yağmaya katılmak için değil, “şehitlerin intikamını almak” için. Tereddüt geçirenler hainlikle suçlanmaktadır. Sonunda en kuduruk olanlar üste çıkar ve ertesi gün yola çıkmaya karar verilir. Hileleri anlaşılan, ama hedeflerine ulaşan Sultanın casusları zafer kazanmışlardır. Efendilerine, çarpışmaya hazırlanması için haber gönderirler.


Batılılar, 21 Ekim 1096’da şafakla birlikte ordugâhlarından ayrılırlar. Kılıçarslan uzakta değildir. Geceyi Civitot yakınlarındaki tepelerde geçirmiştir. Adamları, iyice gizlenmiş olarak yerlerini almışlardır. Sultan da, bulunduğu yerden, uzakta bir toz bulutu kaldıran Frenk saflarını görebilmektedir. Çoğu zırhsız birkaç yüz şövalye önde ilerlemekte, arkalarından düzensiz bir piyade kalabalığı gelmektedir. Yola koyulalı daha bir saat bile olmadan, Sultan onların yaklaşan uğultularını duymaya başlamıştır. Sultanın arkasından doğan güneş, onların yüzlerine çarpmaktadır. Nefesini tutarak, emirlerden birine hazır olmalarını işaret eder. Kaçınılmaz an gelmiştir. Ancak görülebilen bir el işareti, şurada burada fısıltısıyla verilen birkaç emir ve işte okçular yaylarını germişlerdir. Birdenbire bin ok, tek bir ıslık sesiyle atılır. Şövalyelerin çoğu daha ilk dakikalarda devrilir. Sonra piyadelerin biçilme sırası gelir.


Göğüs göğüse çarpışmalar başladığında, Frenkler çoktan bozguna uğramışlardır. Arkada kalmış olanlar, savaşçı olmayanların daha yeni uyandıkları ordugâha koşarak geri dönerler. Yaşlı bir papaz, bir sabah ayini yapmaktadır, birkaç kadın yemek hazırlamaktadır. Kaçanların, peşlerinde Türkler olduğu halde kampa ulaşmaları ortalığa dehşet saçar. Frenkler dört bir yana kaçışmaktadırlar. Yakındaki koruya ulaşmaya uğraşanlar hemen yakalanırlar. Daha akıllı olanları, sırtını denize vermiş olma gibi bir üstünlüğü olan bir kaleye sığınarak barikat yaparlar. Yararsız tehlikelere atılmak istemeyen Sultan, onları kuşatmaktan vazgeçer. Böylece iki üç bin kişi kurtulacaktır. Birkaç günden beri Konstantinopolis’te bulunan Pierre l’Ermite (Keşiş Pierre) de bu sayede canını kurtarmıştır. Fakat yandaşları daha az şanslıdırlar. Kadınların en gençleri, Sultanın süvarileri tarafından emirlere dağıtılmak veya köle pazarlarında satılmak üzere kaldırılmışlardır. Herhalde yirmi bin kadar olan diğer Frenkler kılıçtan geçirilmişlerdir.


Kılıçarslan zaferini kutlamaktadır. Çok korkunç olduğu söylenilen şu Frenk ordusunu yok etmiştir ve kendi birliklerinde kayıplar çok küçüktür. Ayaklarının dibine yığılmış devasa ganimete bakarken, en büyük zaferini kazandığına inanmaktadır.


Oysa tarihte çok az zafer, kazanana bu kadar pahalıya malolacaktır.


Başarısından sarhoşa dönen Kılıçarslan, ertesi kış yeni Frenk gruplarının Konstantinopolis’e geldiği haberlerini duymazdan gelir. Ona göre, hatta en bilge emirlerine göre, burda kaygılanılacak herhangi birşey yoktur. Aleksios’un parayla tuttuğu yeni askerler Boğaz’ı aşmaya cüret ederlerse, daha öncekiler gibi paramparça edileceklerdir. Sultana göre, o anın büyük sorunlarına, yani komşuları Türk sultanlarına karşı yürüttüğü amansız mücadeleye geri dönme zamanı gelmiştir. Onun ve ülkesinin kaderi işte tam burada belirlenecektir. Rumlar veya onların tuhaf Frenk yardımcılarıyla olan çarpışmalar, oyunun sahne arasından başka birşey olmayacaktır.


Genç Sultan bunu çok iyi bilecek konumdadır. Babası emir Süleyman, hayatını 1086’da bu emirlerarası bitmez tükenmez çarpışmalardan birinde kaybetmiş değil midir? Kılıçarslan o tarihte daha yedi yaşındaydı ve birkaç sadık emirin vesayeti altında tahta çıkmıştı, ama iktidardan uzaklaştırılmış ve hayatının tehlikede olduğu bahanesiyle İran’a gönderilmişti. Pohpohlanıyor, şımartılıyor, dikkatli bir köle ordusu her hizmetine koşuyor, ama sultanlığını kesinlikle ziyaret edemeyeceğine ilişkin yasakla birlikte sıkı bir gözetim altında tutuluyordu. Ev sahipleri, yani gardiyanları, onun kabilesi olan Selçuklu soyuna mensup kişilerden başkası değillerdi.

Eğer XI. yüzyılda Çin sınırlarından Frenklerin uzak ülkesine kadar herkesin bildiği tek bir ad vardıysa, o da Selçuklu idi. Uzun örgülü saçları olan binlerce göçebeyle birlikte Orta Asya’dan gelen Selçuklu Türkleri, Afganistan’dan Akdeniz’e kadar olan bölgenin tümünü birkaç yıl içinde ele geçirmişlerdi. Peygamberin ardılı ve parlak Abbasi imparatorluğunun varisi olan Bağdat halifesi, 1055’ten beri onların elinde yumuşak başlı bir kukla haline gelmişti. İsfahan’dan Şam’a, İznik’ten Kudüs’e onların emirleri efendilik etmektedirler. Müslüman Doğu, üç yüzyıldan beri ilk kez tek bir hanedanın otoritesi altında birleşmişti ve bu hanedan, İslamiyet’e eski şanını geri getirmeye kararlı olduğunu ilan ediyordu. 1071’de Selçuklular tarafından ezilen Rumlar, bellerini bir daha doğrultamamışlardır. En büyük eyaletleri olan Küçük Asya, istila edilmiştir; artık başkentleri bile güvencede değildir; Aleksios da dahil, Rum imparatorları Batı’nın en büyük önderi Roma’daki papaya sürekli elçiler göndererek, İslamiyet’in yeniden su yüzüne çıkması karşısında kutsal savaş çağrısı yapması için yalvarıyorlardı.


Kılıçarslan, bu kadar saygın bir soya mensup olmakla iftihar etmiyor değildir, ama Türk imparatorluğunun birliğinin görünüşte olduğunu da bilmektedir. Selçuklu soyundan kuzenler arasında hiçbir dayanışma görülmemektedir: Hayatta kalmak için öldürmek gerekmektedir. Kılıçarslan’ın babası Küçük Asya’yı, yani geniş Anadolu’yu kardeşlerinin yardımı olmaksızın fethetmiştir ve güney yönünde Suriye’ye doğru yayılmak istediği için kuzenlerinden biri tarafından öldürülmüştür. Ve Kılıçarslan İsfahan’da zorla tutulurken, babasının ülkesi parçalanmıştır. Yeniyetme Kılıçarslan, 1092’de gardiyanlarının arasında çıkan bir kavga sayesinde serbest bırakılınca, otoritesinin artık İznik surlarının ötesine geçmediğini görmüştür. Bu tarihte daha on üç yaşındaydı.


Sonra, ordusundaki emirlerin tavsiyeleri sayesinde, cinayet işleyerek, hile yaparak, babasından kalan toprakların bir bölümünü geri alabilmiştir. Bugün artık sarayından daha çok at sırtında zaman geçirmekle övünebilir. Fakat Frenkler geldiğinde daha birçok şey belli değildir. Küçük Asya’daki hasımları güçlerini korumaktadırlar, hatta onun lehine olmak üzere o kadar güçlüdürler ki, Suriye ve İran’daki Selçuklu kuzenleri kendi kavgalarının içine gömülmüşlerdir.


Özellikle doğuda, Anadolu yaylasının perişan yüksekliklerinde, bu belirsiz dönemlerde, Danişmend adında garip bir kişi yaşamaktadır. “Bilge” denilen bu kişi, geçmişi karanlık, maceracı, çoğu okumasız yazmasız olan diğer Türk beylerinin tersine, çok çeşitli alanlarda eğitim almıştır. Kısa bir süre sonra Danişmendnâme olarak adlandırılan ünlü bir destanın kahramanı haline gelecektir. Bu destan, Ankara’nın güneydoğusunda yer alan bir Ermeni kenti olan Malatya’nın fethini tasvir etmektedir; bu kentin düşüşü, anlatının yazarları tarafından, ileride Türkiye olacak toprakların müslümanlaşmasındaki belirleyici dönemeç olarak kabul edilmektedir. 1097’nin ilk aylarında, Konstantinopolis’e yeni bir Frenk birliğinin geldiği haberi Kılıçarslan’a ulaştığında Malatya çarpışması başlamış durumdaydı.

Danişmend kenti kuşatmıştır ve genç Sultan da, Anadolu’nun tüm kuzeydoğusunu işgâl etmek için babasının ölümünden yararlanmış olan bu hasmının bu kadar saygın bir zafer kazanacağı fikrini kabul etmemektedir. Onu bu konuda engellemeye kararlı olarak, süvarilerinin başında Malatya’ya ilerlemiş ve onu korkutmak üzere, ordugâhını Danişmend’inkinin yanına kurmuştur. Gerilim artmakta, çatışmalar giderek ölümcül hale gelerek çoğalmaktadırlar.


1097 Nisanı geldiğinde çatışma kaçınılmaz olmuştur. Kılıçarslan buna hazırlanmaktadır. Ordusunun esas bölümü Malatya surlarının dibinde toplanmıştır, tam bu sırada çadırının önüne bitkin bir süvari gelir. Haberi nefes nefese söyler: Frenkler buradadırlar; Boğazı yeniden geçmişlerdir, bu kez geçen yıldakinden daha kalabalıktırlar. Kılıçarslan sükûnetini korur. Kaygılanmayı haklı çıkartacak hiçbir şey yoktur. Frenklerle daha önce karşılaşmıştır, ne yapılacağını bilmektedir. Sonunda, yalnızca İznik halkını ve özellikle de yakında doğuracak olan karısını sakinleştirmek üzere birkaç süvari birliğine başkentteki garnizonu takviye emrini verir. Kendi de, Danişmend’le işini bitirir bitirmez dönecektir.


Kılıçarslan, Mayısın ilk günlerinde, yorgunluk ve korkudan titreyen yeni bir haberci geldiğinde, Malatya çarpışmasına ruhu ve bedeniyle bulaşmış durumdadır. Habercinin sözleri sultanın kampını dehşete boğar. Frenkler İznik kapılarındadırlar ve kenti kuşatmaya başlamışlardır. Yazın olduğu gibi hırpani yağmacı çetelerden değil de, ağır teçhizatları olan binlerce şövalyeden oluşan bir ordu söz konusudur. Ve bu kez Bizans imparatorunun askerleri de onlara katılmışlardır. Kılıçarslan adamlarını yatıştırmaya çalışır, onun da içi içini yemektedir. İznik’e dönmek üzere Malatya’yı hasmına terk mi etmelidir? Başkentini kurtarabileceğine hâlâ emin midir? İki cephede de kaybetmeyecek midir? En sadık emirlerine uzun uzun danıştıktan sonra, ortaya uzlaşma biçiminde bir çözüm çıkar: Şerefli bir adam olan Danişmend’i görmeye gitmek, onu Rumların ve paralı askerlerin giriştikleri fetih hareketinden ve Küçük Asya’daki bütün Müslümanların karşı karşıya oldukları tehlikeden haberdar etmek ve ona husumete son vermeyi önermek. Sultan, daha Danişmend cevabını vermeden ordusunun bir bölümünü başkente gönderir.


Bu durum karşısında birkaç gün içinde bir ateşkese varılır ve Kılıçarslan zaman kaybetmeden batının yolunu tutar. Fakat İznik yakınlarındaki tepelere vardığında gözünün önüne çıkan manzara damarlarındaki kanı dondurur. Babasının ona miras bıraktığı muhteşem kent her bir yandan kuşatılmıştır: Bir sürü asker, son saldırıda kullanılacak olan hareketli kuleleri, gülle ve taş atan mancınıkları yerleştirmek üzere uğraşmaktadır.


Emirler kesin konuşurlar: Yapılacak birşey yoktur. Çok geç olmadan ülke içlerine çekilmek gerekir. Ancak genç Sultan, başkentini bu şekilde terk etmeye razı olmaz. Kuşatmacıların en az sağlam şekilde mevzilendikleri yere benzeyen güneyden son bir delme harekâtına girişmek için ısrar eder. Çarpışma 21 Mayısta şafakla başlar. Kılıçarslan kalabalığın içine öfkeyle dalar ve çarpışma güneş batana kadar kudurmuş bir şekilde sürer. İki tarafın da kayıpları ağırdır, ama ikisi de konumunu muhafaza etmiştir. Sultan ısrar etmez. Artık kıskacı hiçbir şekilde açamayacağını anlamıştır. Bu kadar kötü başlanılan bir savaşa bütün güçleri sürmek, kuşatmayı birkaç hafta, hatta birkaç ay uzatabilir, ama bizzat sultanlığın varlığını tehlikeye sokar. Esas itibariyle göçebe bir halkın içinden çıkmış olan Kılıçarslan, iktidarının kaynağının ne kadar cazip olsa da bir kente değil de, ona itaat eden birkaç süvariye bağlı olduğunu bilmektedir. Kısa bir süre sonra, çok daha doğuda yer alan Konya’yı başkent yapacak, ardılları da burayı XVI. yüzyılın başına kadar ellerinde tutacaklardır. Sultan artık bir daha İznik’in hayalini kurmayacaktır.


Uzaklaşmadan önce, acı veren kararından haberdar etmek ve onlara “çıkarlarına uygun şekilde” davranmalarını tavsiye etmek üzere, kenti savunanlara bir veda mesajı gönderir. Bu sözlerin anlamı, Türk garnizonu kadar kentin Rum halkı için de açıktır: Kenti Frenk paralı askerlere değil, Aleksios Komnenos’a teslim etmek gerekmektedir. Bunun üzerine, askerlerinin başında İznik’in batısında mevzilenmiş olan Bizans imparatoruyla pazarlıklar başlar. Sultanın adamları, efendilerinin kuşkusuz takviye alıp geleceğini umarak zaman kazanmaya uğraşmaktadırlar. Fakat Aleksios’un acelesi vardır: Batılılar son saldırıya hazırlanmakla tehdit etmektedirler; bu durumda onun yapacağı birşey olamaz. Frenklerin geçen yıl İznik yakınlarında neler yaptıklarını hatırlayan müzakereciler dehşet içindedirler. Kentlerinin yağmalandığını, erkeklerin katledildiğini, kadınların ırzına geçildiğini daha şimdiden görmektedirler. Artık tereddüt etmeden kaderlerini imparatorun ellerine bırakmaya karar verirler ve imparator teslim koşullarını bizzat belirler.


18 Haziranı 19’una bağlayan gece, Bizans ordusunun çoğu Türk olan askerleri Askanios (İznik) gölünü kayıklarla sessizce geçerek kente girerler, garnizon çarpışmadan teslim olur. Sabahın ilk ışıklarında, imparatorun beyaz ve altın sarısı sancakları çoktan surların üzerinde dalgalanmaktadır.


Frenkler saldırıdan vazgeçerler. Kılıçarslan, böylece uğradığı talihsizliğin içinde bir teselli bulacaktır: Sultanlığının önde gelenleri hayatta kalacaklar ve hatta yanında yeni doğurduğu bebeği olan genç hanım sultan, Konstantinopolis’te bir kraliçe gibi karşılanacak, Frenkler buna çok kızacaklardır.

Kılıçarslan’ın genç karısı, dahi bir maceracı, Frenk istilası arifesinde çok ünlü bir Türk emiri olan Çaka Bey’in kızıdır. Küçük Asya’da düzenlediği bir akın sırasında Rumlar tarafından yakalanarak hapsedilen Çaka, gardiyanlarını Yunancayı çok kolay öğrenerek etkilemiştir; öylesine ki, birkaç ay sonunda bu dili kusursuz konuşur hale gelmiştir. Parlak, becerikli, iyi konuşmacı olan Çaka Bey, imparatorluk sarayının müdavimlerinden olmuş, hatta ona bir soyluluk ünvanı bile verilmiştir. Fakat bu şaşırtıcı yükselme ona yetmemektedir. Gözü daha, çok daha yukarılardadır: Bizans imparatoru olmak istemektedir.


Çaka Bey bu amacına ulaşmak için çok tutarlı bir plan yapmıştır. Bu doğrultuda, Ege denizine bakan İzmir limanına yerleşmiş, burada bir Rum armatörün yardımıyla kendine gerçek bir savaş filosu kurmuştur; bu filoda hafif çektiriler, kürekli tekneler, iki oturaklı ve üç oturaklı kadırgalar vardır, bunların toplamı yüze ulaşmaktadır. İlk aşamada, aralarında Rodos, Sakız (Khios) ve Samos’un da olduğu çok sayıda adayı ele geçirmiş ve egemenliğini Ege kıyısının tümü üzerinde genişletmiştir. Kendine böylece bir deniz imparatorluğu oluşturduktan sonra, İzmir’deki sarayını imparatorluk sarayı modeline göre düzenleyerek, kendini vasilevs (imparator) ilân etmiş ve gemilerini Konstantinopolis’e saldırtmıştır. Aleksios’un saldırıyı püskürtmesi ve Türk gemilerinin bir bölümünü tahrip etmesi için muazzam çabalar göstermesi gerekmiştir.


Kılıçarslan’ın gelecekteki kayınpederi bundan cesaretsizliğe kapılmayarak, savaş gemilerini yeniden inşa etmeye girişmiştir. Kılıçarslan sürgünden döndüğünde ve Çaka’nın da kendi kendine, Süleyman’ın oğlunun Ruma karşı mükemmel bir müttefik olacağını düşündüğünde, 1092’nin sonları gelmiştir. Kızını Kılıçarslan’a vermiştir. Fakat genç Sultanın hesapları kayınpederininkilerden çok farklıdır. Konstantinopolis’in fethi ona saçma bir proje olarak gözükmektedir; buna karşılık, Küçük Asya’da kendilerine bir toprak parçası kopartmaya uğraşan Türk beylerini, yani en başta Danişmend ve fazlasıyla muhteris Çaka’yı tasfiye etmenin yollarını aradığını yakın çevresinde bilmeyen yoktur. Sultan bu projesini uygulamakta tereddüt etmemiştir; Frenklerin gelmelerinden birkaç ay önce, kayınpederini ziyafete çağırmış, onu sarhoş ettikten sonra, herhalde bizzat kendi bıçaklamıştır: Çaka’nın oğlu tahta geçmiştir, ama babasının ne zekâsı, ne de hırsı vardır onda. Kılıçarslan’ın karısının erkek kardeşi olan yeni emir, denizci beyliğini bu 1097 yazına kadar, yani Rum filosunun İzmir limanına beklenmedik bir haberciyle, kızkardeşiyle gelmesine kadar idare etmekle yetinmiştir.


Sultan hanım, imparatorun üstüne titremesinin nedenlerini anlamakta gecikmiş, ama onu çocukluğunun geçtiği İzmir’e gönderince herşeyi açıkça kavramıştır. Kardeşine, Aleksios’un İznik’i aldığını, Kılıçarslan’ın yenildiğini ve güçlü bir Rum ve Frenk ordusunun kısa bir süre sonra güçlü bir donanmayla birlikte İzmir’e saldıracağını açıklama görevini taşımaktadır. Çaka’nın oğlu, eğer hayatını kurtarmak istiyorsa kızkardeşini Anadolu’nun bir yerlerinde olan kocasının yanına götürmeye davet edilmektedir.


Öneri reddedildiği için, İzmir beyliği sona ermiştir. İznik’in düşmesinin hemen ertesinde, tüm Ege kıyısı, bütün adalar, Küçük Asya’nın bütün Batı parçası artık Türklerin elinden çıkmış olmaktadır. Ve Rumlar, Frenk askerlerinin yardımıyla daha öteye gitmeye kararlıymışa benzemektedirler.


Fakat Kılıçarslan, sığındığı dağlık bölgede silahlarını indirmiş değildir.


İlk günlerin şaşkınlığı geçtikten sonra, sultan karşılık vermeye etkin bir şekilde hazırlanmaktadır. İbn el-Kalanissi, “Asker devşirmeye, gönüllü toplamaya ve cihad ilân etmeye giriştiğini” yazmıştır. Şamlı vakanüvis, Kılıçarslan’ın “bütün Türklerden yardıma gelmelerini istediğini ve onların da buna kalabalıklar halinde uyduklarını” eklemiştir.

 

Sultanın bu doğrultudaki ilk hedefi, Danişmend’le bir ittifak anlaşması yapmaktır. Basit bir ateşkes artık yeterli değildir; Küçük Asya’daki Türk güçlerinin tek bir ordu gibi birleşmeleri şimdi şarttır. Kılıçarslan, hasmının vereceği cevaptan emindir. Gerçekçi bir strateji uzmanı olduğu kadar mümin bir Müslüman da olan Danişmend, Rumların ve Frenk müttefiklerinin ilerlemelerinin kendini de tehdit ettiğini düşünmektedir. Onlarla, kendi toprakları yerine komşusunun topraklarında karşılaşmayı tercih etmektedir ve artık vakit geçirmeden, binlerce süvarisiyle Sultanın ordugâhına gelir. Birbirlerine kardeşçe davranırlar, danışırlar, plan yaparlar. Tepeleri kaplayan bu kalabalık savaşçıları ve atları görmek, komutanlara yeniden güven verir. Fırsat çıkar çıkmaz düşmana saldıracaklardır.


Kılıçarslan avını gözlemektedir. Rumların arasına sızan casusları ona değerli haberler uçurmaktadırlar. Frenkler, yollarına İznik’ten sonra da devam etmeye kararlı olduklarını ve Filistin’e kadar gitmek istediklerini yüksek sesle ilân etmektedirler. İzleyecekleri yol bile bilinmektedir: Güneydoğu yönünde, sultanın elinde kalmış tek büyük kent olan Konya’ya doğru inmek. Demek ki Batılılar katetmek zorunda oldukları bu dağlık bölge boyunca bağırlarını saldırılara açık tutmak zorunda kalacaklardır. Gereken tek şey, pusu kurulacak yeri seçmektir. Bölgeyi iyi tanıyan emirler tereddüt etmezler. İznik’ten dört yürüyüş günü uzaklıkta olan Dorylaion (Eskişehir) kentinin yakınlarında, yolun çok derin olmayan bir vadinin içine girdiği bir yer vardır. Eğer Türk savaşçıları tepelerin gerilerinde toplanırlarsa, beklemekten başka yapacak birşeyleri kalmaz.


1097 Haziranının son günlerinde, Kılıçarslan, yanlarında küçük bir Rum birliği olan Batılıların İznik’ten ayrıldıklarını öğrendiğinde, pusu çoktan kurulmuş durumdaydı. Frenkler, 1 Temmuzda şafakla birlikte ufukta gözükürler. Şövalyeler ve piyadeler sakin sakin ilerlemekte, kendilerini bekleyenden hiç haberleri yokmuşa benzemektedirler. Sultan, aldığı tertibatın düşman izcileri tarafından keşfedilmiş olmasından korkmuştur. Ama bunun böyle olduğuna dair bir belirti yoktur. Selçuklu sultanı açısından memnuniyet verici diğer bir konu da, Frenklerin haber verilenden daha az kalabalık gözükmeleridir. Acaba bir bölümleri İznik’te mi kalmıştır? Bunu bilmemektedir. Her durumda ilk bakışta sayısal üstünlüğe sahiptir. Buna bir de gafil avlayacak olmasının üstünlüğü eklenecek olursa, gün onun lehine geçmelidir. Kılıçarslan sinirli, ama güvenlidir. Ondan yirmi yıl daha fazla tecrübesi olan Danişmend de öyledir.


Hücum emri verildiğinde, güneş tepelerin arkasından yeni yeni yükselmeye başlamıştır. Türk savaşçıların taktiği çok denenmiştir. Onlara Doğuda yarım yüzyıldan beri süren askeri üstünlüklerini bu taktik sağlamıştır. Orduları hemen hemen tamamiyle, harika ok atan hafif süvariden oluşmuştur. Bunlar düşmana yaklaşmakta, üzerine öldürücü oklarını yağdırmakta, sonra hızla uzaklaşarak, yerlerini yeni bir saldırı birliğine bırakmaktadırlar. Genelde, birkaç dalga sonunda avları can çekişmeye başlamaktadır. Bunun üzerine son göğüs göğüse döğüş başlamaktadır.


Fakat bu Dorylaion çarpışması esnasında, kurmaylarıyla birlikte yüksek bir düzlüğe yerleşmiş olan Sultan, eski Türk yöntemlerinin artık alışılmış etkinliğe sahip olmadıklarını kaygıyla farkeder. Aslında Frenkler hiç de çevik değillerdir ve Türklerin ardı ardına gelen saldırılarına cevap vermekte aceleleri yokmuşa benzemektedirler. Fakat savunma sanatını tam anlamıyla bilmektedirler. Ordularının esas gücü, şövalyelerin bütün bedenini, hatta bazen binek hayvanlarını da kaplayan şu kalın zırhların içinde yer almaktadır. İlerlemeleri ağır ve yavaşsa da, askerler oklara karşı mükemmel bir şekilde korunmaktadırlar. Bu çarpışma gününde, aradan saatler geçtikten sonra, Türkler karşı tarafa, özellikle piyadeler arasında olmak üzere hiç kuşkusuz çok kayıp verdirtmişlerdir, ama Frenk ordusunun esas bölümü olduğu gibi durmaktadır. Acaba vücut vücuda çarpışmaya mı girişmek gerekir? Bu tehlikeliye benzemektedir: Çarpışma alanının çevresinde meydana gelen çok sayıdaki mücadelelerde, bozkır süvarileri gerçek bir insandan kale olan şövalyelere karşı hiçbir şey yapamamışlardı. Hırpalama harekâtını hep sürdürmek mi gerekiyordu? Gafil avlanmanın şaşkınlığı geçtiğinden, karşı taraf bal gibi girişim önceliğini ele alabilirdi.


Uzakta bir toz bulutu görüldüğünde, emirlerden bazıları geri çekilme harekâtına girişilmesini önermişlerdi bile. Bu, yaklaşan yeni bir Frenk ordusuydu; bu ordu birincisi kadar kalabalıktı. Sabahtan beri çarpıştıkları sadece öncü birlikleriydi. Sultanın seçim hakkı kalmamıştı. Geri çekilme emrini vermek zorundaydı. Daha bunu yapmasına fırsat kalmadan üçüncü bir Frenk ordusunun Türk hatlarının gerisinde, kurmayların çadırının bulunduğu bir tepeden görüldüğü haberi geldi.


Kılıçarslan bu kez korkuya esir düşer. Atına atlar ve dağlara doğru dört nala sürer ve askerlerine ödeme yapmak için hep yanında taşıdığı ünlü hazinesini bile bırakır. Danişmend ve emirlerin çoğu da onun arkasından seğirtirler. Ellerinde kalan tek koz olan hızdan yararlanan çok sayıda süvari de, galiplerin kendilerini izlemelerine fırsat bırakmadan uzaklaşmayı başarır. Fakat askerlerin çoğu, dört bir yandan kuşatılmış olarak çarpışma alanında kalmıştır. İbn el-Kalanissi’nin yazacağı üzere, “Frenkler Türk ordusunu paramparça ettiler. Öldürdüler, yağmaladılar ve köle olarak sattıkları çok sayıda esir aldılar.”

Kılıçarslan kaçarken, kendi cephesinde çarpışmak üzere Suriye’den gelen bir süvari birliğine rastlar. “Artık çok geç” diye itiraf eder, “bu Frenkler çok kalabalık ve çok güçlüler, artık onları durdurmak üzere hiçbir şey yapılamaz”. Sözüyle eylemini birleştiren ve fırtınanın geçmesini beklemeye kararlı olan yenik Sultan, Anadolu yaylasının muazzam genişliği içinde kaybolur. İntikamını almak için dört yıl bekleyecektir. Artık istilacıya hâlâ bir tek doğa direniyormuşa benzemektedir. Toprakların kuraklığı, dağ yollarının darlığı ve gölgesi olmayan yolların üzerine çöken yaz sıcağı, Frenklerin ilerlemesini bir miktar geciktirmektedir. Dorylaion çarpışmasından sonra, aslında bir ayda geçilebilecek olan Anadolu’yu yüz günde aşmışlardır. Bu arada, Türklerin uğradığı bozguna ilişkin haberler tüm Doğu’da dolaşmıştır. “İslamiyet için utanç verici olan bu olay haber alındığında gerçek bir panik çıktı” diye yazmaktadır Şamlı vakanüvis. “Korku ve endişe büyük boyutlara ulaştı.”


Korkunç şövalyelerin yakında geleceklerine dair haberler, ortalıklarda aralıksız dolaşmaktadır. Temmuz sonunda, Suriye’nin iyice kuzeyindeki el-Balana köyüne yaklaştıkları söylentisi çıkmıştır. Onlarla çarpışmak üzere binlerce süvari toplanmıştır. Bu yanlış bir alarmdır, Frenkler ufukta gözükmemişlerdir. En iyimser olanlar, istilacıların yarı yoldan dönmüş olabileceklerini söylemektedirler. İbn el-Kalanissi, çağdaşlarının bayıldığı müneccimlik meselelerinden birinde bu kanıya katılmaktadır. “Bu yaz, batı yönünde bir kuyrukluyıldız belirdi, inişi yirmi gün sürdü, sonra bir daha gözükmemek üzere kayboldu.” Fakat hayaller çabuk kaybolur. Haberler giderek kesinleşmektedirler. Eylül ortasından itibaren, Frenklerin ilerlemesini köy be köy izlemek mümkün hale gelmiştir.


21 Ekim 1097’de, Suriye’nin en büyük kenti olan Antakya Kalesinden bağırışlar yükselir: “Buradalar!”. Birkaç işsiz güçsüz burçlara yığılır, ama çok uzakta, ovanın dip tarafında, Antakya gölünün yakınlarında bulanık bir toz bulutundan başka birşey göremez. Frenkler daha bir günlük, belki de daha fazla bir yürüyüş mesafesindedirler ve herşey onların uzun bir yolculuktan sonra, biraz dinlenmek için durmak isteyeceklerini düşündürtmektedir. Ancak ihtiyat, kentin beş ağır kapısının şimdiden kapatılmasını gerektirmektedir.


Suklarda (çarşı) sabahki bağırtı çağırtı kesilmiş, satıcılar ve müşteriler donup kalmışlardır. Kadınlar dualar mırıldanmaktadırlar. Korku kente egemen olmuştur.



AMİN MAALOUF

ARAPLARIN GÖZÜYLE HAÇLI SEFERLERİ

Çeviren: Mehmet Ali Kılıçbay

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak