Dünyanın Sonu (Batış ve Yokoluş)
Altay halklarının efsanelerinde sadece dünyanın yaradılışı değil, dünyanın sonu hakkında da kafa yorulmuştur. Moğolların yaradılış efsanelerinde anlatıldığı üzere, daha yaradılış esnasında dünya batma tehlikesi geçirmiştir. Yeryüzünü çevreleyen denizde yaşayan Losun isimli dev bir yılan, yukarı çıkıp, zehrini fışkırtarak yeryüzünde yaşayan çoğu insan ve hayvanı öldürmüştür. Bu canavarla savaşmak üzere Tanrı, göklerden Oçirvani isimli bir kahraman yollamış ama Oçirvani’nin gücü bu yılanı alt etmeye yetmemiştir. Yılanla giriştiği mücadelede yenilen kahraman, Sumer dağına kaçarak canavara kurban olmaktan güç belâ kurtulmuştur. Sumer dağında kudretli kartal Garide’nin suretine giren kahraman, yılana tekrar saldırmış, pençelerini yılanın kafasına geçirip onu üç defa kutsal Sumer dağı etrafına doladıktan sonra bir taş ile başını ezerek öldürmüştür.
İçinde geçen isimlerden de anlaşılacağı üzere Hindulardan, Moğollara geçmiş olan bu efsane (Oçirvani/Bodhisatva Vairapani, Sumer/Sumeru ve Garide/Garuda) bize İskandinav efsanelerinde geçen (Gylfaginning, 50), zehir tükürerek havayı ve toprağı zehirleyen Midgard yılanını hatırlatmaktadır. İskandinav efsanelerindeki yılan, “dünyanın ucunda” yok edilir. “Deniz yükselmeye ve yılan devasa öfkesiyle kıvrılarak yeryüzünde sürünmeye başladığında” Tanrı Thor, yılana saldırarak, onu öldürür ama yılan tarafından ısırıldığı için kendisi de ölür.
Üzerinde insanların yaşadığı yeryüzü için başka bir tehlike de yerin batmasıdır. Yeryüzünün uçsuz bucaksız engin bir denizin (İlk deniz) yüzeyinde olduğu tasavvuru, günün birinde yeryüzü zemininin ağırlığına dayanamayıp batacağı ve dünyanın sular altında kalabileceği korkusunu yaratmıştır. Muhtelif dönemlerden kalma Asya efsanelerinde bir zamanlar bir selin gelerek (Tufan) nasıl yeryüzü üzerindeki hayatı yok ettiği ve kurtulan bir insanın yeni insan neslinin atası olduğu dile getirilir.
“Tufan Efsaneleri” isimli eserinde dünyanın bir çok yerinden çok zengin derlemeler toplayarak, Tufan’ın kökenini araştıran R. Andree, bu efsanelerini iki şekilde ortaya çıktığı sonucuna varmıştır. Bunlardan biri, belli bir coğrafyada meydana gelen fırtına, deprem veya benzeri bir tabii afet sonucu yaşanan yıkımın, kendiliğinden veya bu efsanelerin başka bir bölgeden gelen kültür akımlarıyla söz konusu bölge inançlarına nüfuz etmesiyle ilgili olduğudur. R. Andree, araştırmalarında Altay halklarının efsaneleri üzerine yoğunlaşmamış olduğu için, Altay efsanelerinin bu gruplardan hangisine girdiği sorusunun cevabını Andree’nin eserinde görmek mümkün değildir. Fakat, diğer yandan Orta Asya coğrafyasının; Dicle, Fırat veya Nil havzaları gibi zaman zaman taşkınları ve sellerin yaşandığı bir coğrafya olmadığı göz önüne alındığında, bu efsanelerin Altay halklarına başka kaynaklardan girmiş olduklarını söylemek mümkündür. Peki, bu efsaneler nereden ve ne zaman Altay halklarının kültürüne girmiştir? Bunların çok eski dönemlerde yaşanılanlara mı dayandığı, yoksa nisbeten daha yakın dönemlerin mirası mı olduğu sorusu cevaplandırılamamış, muamma olarak kalmaktadır. Daha sonraki dönemlerde Altay kültürüne giren bazı efsanelerin, efsanenin nisbeten eski anlatımlarının (tabi, eğer varsa) yerini almış olması da ihtimâl dahilindedir.
Aşağıda nakledeceğimiz Buryat efsanesi, bu konuda efsanenin çok yaygın ve modern bir anlatım örneğini temsil etmektedir. Efsanede anlatıldığına göre, Tufandan önce Burkhan, bir adama büyük bir gemi yapmasını emretmesi üzerine, adam her gün ormana giderek gemiyi yapmaya başlar. Günlerden bir gün adamın karısı, kocasına her gün ormanda bu kadar heyecanla neler yaptığını merak edip sorduğunda; adam gerçek niyetini gizleyerek, ormanda ağaç kesmeye gittiğini söylemekle yetinir. Adamın olmadığı bir anda şeytan Şitkur kadına gelerek, kocasının kendisine yalan söylediğini, aslında ormanda bir gemi yaptığını anlatır. Şeytan, verdiği bilgiye karşılık olarak kadından; ”Yakında gemi hazır olup, kocan gemiye binmeni istediğinde, ona hemen itaat edip, hemen gemiye binme. Sana kızıp, dövmeye başladığında ona “Şitkur, neden beni dövüyorsun de, ve sonra da gemiye bin” demesi için söz vermesini iste. Kadının kabûl etmesinden kısa süre sonra yağmurlar yağıp, sular yükselmeye başlar ve adam bütün ailesine gemiye binmelerini söyler. Kadın buna karşı çıktığında, adam sinirlenir ve onu dövmeye başlar. Kadın, şeytanın söylemiş olduğu gibi adama; “Şitkur, neden beni dövüyorsun” der ve sonra da gemiye biner, fakat bu arada şeytan da onunla beraber gemiye girmiş olur.
Efsanenin ileriki bölümlerinde adamın, Burkhan’ın yardımı ile “Hayvanların efendisi” (Argalanzon) dışındaki bütün hayvanları gemiye alınışını anlatır. “Hayvanların efendisi” kendisini büyük görmekte ve boğulma tehlikesi olmadığına inanmaktadır. Gemiye çıkan şeytan, fare suretine bürünerek, geminin tabanında delikler açmaya başlamasıyla Burkhan, fareleri öldürmesi için bir kedi yaratır. Sellerin acımasızca bütün yeryüzünü kaplamasıyla, bu arada “Hayvanların efendisi”de boğulur. Onun koskocaman kemikleri hâlen muhtelif yerlerde bulunabilir. Efsanenin değişik anlatımlarından, bu devasa hayvanın mamut olduğu anlaşılmaktadır.
Sagayerler arasında kayda geçmiş olan bir efsanede ise, gemiyi yapan adamın adı Noj olarak geçmektedir. Şeytan, adamın karısını kocasının ormanda ne yaptığını öğrenmeye ikna eder ve adamın gemi yaptığını öğrenince, adamın gündüz yaptığı işleri geceleri bozarak, geminin yapılmasını engellemeye çalışır. Yağmurlar başlayıp, sular yükseldiğinde gemi hâlâ hazır değildir ve Tanrı bu sebeple seçmiş olduğu aileyi kurtarmak için demirden yapılmış bir başka vasıta yollar. Bu suretle Noj, karısı, ailesi ve bütün hayvanlar Tufandan kurtulurlar.
Bu her iki efsanede de şeytanın ve gemiyi yapan adamın karısının rolleri dikkât çekmektedir, zira her ikisi de diğer yönlerden İncil’de bahsi geçen Tufan hikayesini hatırlatmaktadır. İkinci efsanedeki Noj, zaten İncil’deki Nuh peygamberdir.
İrtiş Ostyakları ve Güneydeki Vogul efsanelerinde ise şeytan, kadına sarhoş edici içecekler vererek, adamın niyetini açıklamasını sağlar. Ostyak efsanesinde gemiyi yapan adamın adı, Tatarlardan geçen bir isim, Pairekse’dir.
Doğu Avrupa’da da buna benzer efsaneler vardır ve muhtemelen bu efsanelerin çıkış yeri burasıdır. Pseudo-Methodius eserinin Rusça baskısında bu efsane görülebilir. Bu efsane, Sibiryaya yerleşen Ruslar hâtta Baykal’ın ötelerinde bile oldukça yaygın olup, büyük ihtimâlle de Sibirya’ya bu Rus göçmenler vasıtasıyla girmiştir. Efsanenin bu varyantının ana hatları şöyledir: Nuh’un neden böyle bir gemi yaptığını öğrenmek için şeytan, Nuh’un karısına, Nuh’a sarhoş edici içkiler içirmesini tavsiye eder. İçkinin tesiriyle bilincini kaybeden Nuh’da, Tanrının ona verdiği sırrı ifşa eder. Gerçeği öğrenen şeytan, Nuh’un gemiyi yapmasını engellemek için uğraşır, ama bütün gayretlerine rağmen gemi hazır olur. Nuh karısına lânet okuduğu esnada, şeytanın adını da telaffuz ettiği için, şeytan kadınla beraber gemiye binmeyi başarır ve girer girmez, fare suretinde gemide delikler açmaya başlar.
Pseudo-Methodius’da nakledilen efsane ise, İncil’deki efsane üzerine inşa edilmiş geç dönem Doğu efsaneler grubuna girer. İncil’de Nuh’un karısının her ne kadar pek adı geçmese de, Arap efsanelerinde yeri olan bir figürdür. Bunu, Kuran’ın 66. suresinde Nuh ve Lut peygamberlerin karılarının “lânetli” olarak anılmasından anlayabiliyoruz. Şeytanın, Nuh’un karısı aracılığıyla gemiye binmesi, bize Dähnhardt’ın benzerliğe dikkâtimizi çektiği bir İslâm efsanesini hatırlatmaktadır: Gemi hazır olup, bütün hayvanlar çiftler hâlinde gemiye girerken, Nuh; eşeğin gemiye girmekte direndiğini gördüğünde, eşeğe kızıp: “seni lânet olası, bin gemiye” diye haykırmasıyla, şeytan İblis’de gemiye biner. Daha sonra şeytanı fark eden Nuh, şaşırır ve ona gemiye nasıl bindiğini sorduğunda şeytan; “Senin emrin üzerine bindim gemiye, Tanrı’nın yarattıkları arasında lânetli olan tek yaratık benim” cevabını verecektir. Bu efsanelerin Sibirya’ya İslâm kanalıyla mı girdiği konusunda herhangi bir delil yoktur.
Aşağıda nakledeceğimiz Altay efsanesi ise kendine has bazı özellikler taşımaktadır. Suların (cayık) bütün yeryüzünü kaplama tehlikesi ortaya çıktığında, Baş Tanrı Ülgen, Nama adında mübarek bir adama bir gemi (käräp) yapmasını emreder. Gözleri zayıf olan Nama, geminin inşa işlerini oğulları Soozun-uul, Sar-uul ve Bliks’e verir. Bir dağın tepesinde inşa edilen gemi hazır olduğunda Nama, geminin 80 kulaç uzunluğunda iplerle köşelerinden yeryüzüne bağlanmasını emreder. Bu ipler sayesinde suların ne zaman 80 kulaç derinliğe ulaştığını bilmeyi hesaplayabilmektedir. Nama, ailesiyle gemiye binerken, sulardan korkarak ona sığınan bütün hayvanları ve kuşları da yanına alır, yedi gün ve yedi gece sonra sular artık 80 kulaç derinliği aştığında geminin iplerini çözerler. Yedi gün ve yedi gece daha geçtikten sonra, en büyük oğluna pencereleri açıp dışarısını gözetlemesini söyler. Soozun-uul dışarıya bakıp; ”her şeyin sular altında olduğunu, sadece dağların zirvelerinin göründüğünü” bildirir. Bir süre sonra oğluna aynı şeyi tekrar söylediğinde oğlu; “gök yüzü ve sular dışında görünen hiçbir şey yok” diye cevap verdikten bir süre sonra gemi iki dağın arasında karaya oturur. Nama, pencereyi açarak önce bir kuzgunu serbest bırakır, ama kuzgun geri dönmez. İkinci gün Nama, bir kargayı, üçüncü gün de bir saksağanı dışarı yollar ama, bunlar da geri dönmezler. Dördüncü gün Nama bir güvercini gönderir ve güvercin gagasında bir kayın dalı ile geri döner. Diğer kuşların neden geri gelmediklerini güvercinden öğrenirler ki; kuzgun bir geyik leşi, karga bir köpek leşi, saksağan da bir at leşi bulmuş ve onları yemek için orada kalmışlardır. Nama, bunu duyunca çok öfkelenir ve onları şu sözlerle lânetler: “Şimdi ne yapıyorlarsa, dünyanın hitamına kadar da aynısını yapsınlar” der. Efsanenin devamında, karısı artık yaşlanmış olan Nama’ya; yakında ölüp öte dünyaya gideceğini ve orada Nama’ya hizmet etmeleri için Tufandan kurtulan bütün insan ve hayvanları öldürmesini söyler. Annesinin niyetini anlayan, lâkin buna karşı çıkmaya cesaret edemeyen büyük oğul Soozun-uul, babasına gördüğü bir rüyayı anlatmaya başlar: “Mavi-siyah renkli bir ineğin bir insanı yediğini gördüm, insandan geriye sadece ayakları kalmıştı” der. Nama, oğlunun yaptığı kıyaslamayı anlar, kılıcını çekip, karısını ortadan ikiye böler. Daha sonra Nama ölüp, gökyüzüne çıktığında, oğlu Soozun-uul’u da yanına alır ve onu beş yıldızdan oluşan bir takım yıldızına dönüştürür.
Her ne kadar efsanede kahramanın karısı kötü bir insan olarak tasvir edilirse de, bu efsane daha önce nakledilmiş olan dualist efsanelerden farklı olup, dolayısıyla bu efsanenin Orta Asya’ya gelmesi diğerlerinden farklı bir yoldan olmuştur. Bu Tufan efsanesinin kahramanı, hâlen Altaylardaki bir çok ayin ve inanışın önemli bir parçasıdır. Kendisine Cayık-Han (Tufanın efendisi) adı verilir ve Baş Tanrı ve insanlar arasında bir nevi aracı, aynı zamanda insanların koruyucu ruhu olduğuna inanılır. Bazı bölgelerde her yıl bahar aylarında yüksek bir dağda yapılan bir törenle onun için beyaz bir koyun kurban kesilir. Aynı zamanda ölenlerin koruyucu ruhu olarak anıldığından, bir kişinin ölümünün 40. gününde yapılan “ölenin evinin temizlenmesi”ne katılması ve ölen kişinin yanında götürdüğü hayvanlarının geri getirmesi için dua edilir. Şaman ayinlerinde de adı geçer ve insanların dualarını Baş Tanrıya ulaştırması umut edilir. Göğün üçüncü katında, ölenlerin ruhlarının gittiği cennet katında yaşamaktadır ve yeni doğan çocuklara ruhlarını ulaştırmak için oradan ulağını yollamaktadır. Bu özelliği sebebiyle aynı zamanda “Cayuci”(yaratıcı) olarak da anılmaktadır.
Sayotelerin Tufan efsanelerindeki kahraman, sadece şimdiki insan neslinin atası değil, aynı zamanda bir nevi yaratıcı olarak görülmektedir. Dünyayı taşıyan kaplumbağa hareket ettiğinde, “İlk deniz”in suları sel hâlinde dünyayı kaplamaya başlar. Dünyanın sular altında kalacağını tahmin eden bir ihtiyar, demirden dövülmüş bir sal yapıp, ailesiyle beraber bu sala binerek sellerden kurtulur. Sular çekildiğinde sal, bir dağın tepesinde karaya oturur. Selden sonra bu “Merhametli efendi” (Kayra-Han), her şeyi baştan yaratmaya başlar. Efsanede, kahramanımızın insanlara sarhoş edici içkileri yapmayı öğrettiği özellikle belirtilmektedir ki, bu aynı zamanda İncil’de de Nuh’a atfedilen bir motiftir.
Tufan efsanelerinin Altay Tatarlarının tasavvurlarında ne derece yer ettiği, söz konusu geminin hâlâ o dağın tepesinde olduğuna dair duydukları sarsılmaz inançtan anlamak mümkündür. Oraya gidip geri dönen kimse olmadığı için, o dağa gitmeyi kimseye tavsiye etmezler, ama bazı bölgelerde orada hâlâ geminin yapımında kullanılan büyük çivilerin bulunduğu anlatılır.
Ancak, bu Tufan efsanesindeki kahramanın, bir nevi ilâhi yaratık hâline gelmesiyle, adına düzenlenen merasimlerle anılması ve bu kadar geniş bir coğrafyada te’sir bırakmasının sebebi acaba nedir? Bu durum ne İncil’de geçen Tufan efsanesiyle, ne de Ruslar aracılığıyla bölgeye ulaşmış olan efsanelerle açıklanabilir. Bu tasavvurun kökeni, İran mitolojisindeki efsanevî bir yaratık olan Yima’da yatar. Daha önce bahsi geçen Nama ve oğullarının isimlerinin nereden geldiği meçhûl olmakla birlikte, Yima; Hind efsanelerinde adı geçen Yama’ya karşılık gelmekte ve Altay bölgesinde Şal-Yime adıyla tanınmaktadır. Bu bileşik ismin ilk bölümü; yâni -şal, kökeni Tibet’e kadar uzanan bir isimdir ve “Ölülerin efendisi” anlamına gelmektedir. Altay yaradılış efsanelerinden birinde Tanrı; “Şal-Yime, sen benim olanlardan birisin, yanına; daha önce sarhoş edici içecekleri tatmış, çoluk çocuk, sığır ve koyun sahibi birini bul ve ölüleri de yanına al” der. Bu sebeple; Şal-Yime, sadece ölenlerin değil, aynı zamanda küçük çocukların da koruyucu ruhu olarak addedilmektedir.
İran efsanelerinde, Yima’nın yaşadığı dönemlerde çok dehşetli bir kış mevsiminin hüküm sürdüğü, insan, hayvan ve bitkilerin dünyadaki hayatı sona erdirdiğini, bunun tek istisnasının da Yima’nın inşa ettiği bir sığınağın altına sığınanlar olduğu anlatılır. Bu yönüyle efsanemiz bize Tufan efsanesini hatırlatır. Bu efsaneye paralel ve hâtta onunla irtibatlı olduğunu düşündüren bir Altay efsanesinde, dünyanın sonunu getiren şiddetli bir kış ve don dönemi olduğu ve “demir boynuzlu mavi oğlak” ile alışılmadık bazı tabii afetlerin bu dönemin emaresi olduğuna vurgu yapılır.
“yedi gün boyunca oğlak dünyanın etrafında koştu ve korkunç bir şekilde meledi; deprem, yedi gün devam etti; dağlar, yedi gün boyunca yandı; yağmur, yedi gün boyunca yağdı; yedi gün boyunca, fırtınalarla dolu yağdırdı; yedi gün boyunca kar yağdı”
Bütün bunların sonunda dehşet verici bir soğuk dönem başlar. Bu dönemim sonuna doğru dışarıyı kontrol etmek maksadıyla sığınaktan dışarı ulaklar yollanır. İlk olarak horoz dışarıya gönderilir, horoz soğuktan ölünce, kaz ve kuzgun gönderilir. Bu son gönderilen iki hayvan soğukta hayatta kalmayı başarırlar. Her ne kadar İskandinav efsanelerinde (fimbul winter) geçse de, genelde diğer halklarda çok nadir rastlanan “soğuklar sebebiyle dünyanın sonunun gelmesi” tasavvuru hiç şüphesiz ki Altay kültürüne İran’dan girmiş olmalıdır.
Ancak, aşağıda nakledeceğimiz Tufan efsanesinin, Yenisey kültürüne nereden girdiğini söylemek çok daha zordur. Zira, “Yedi gün boyunca sular yükseldi ve bu arada suda yüzen kütüğe tutunmayı başaran bazı insan ve hayvanlar kurtuldular. Sert esen kuzey rüzgârı, insanları birbirlerinden ayırdı ve insanlar değişik diller konuşup, değişik halkları meydana getirdiler” denmektedir.
Her ne kadar bu efsanenin ana fikri, değişik dillerin ve halkların ortaya çıkışlarını izah etmek olsa da, Yenisey nehrinin taşkınlar sonucu meydana gelen bir tabii afetten kaynaklanan mahalli bir efsane olma ihtimâli yoktur ve yaygın olarak görülen Tufan efsanelerinden de ayrı tutulması gerekir.
Çok daha uzaklarda yaşayan Samoyedler arasında da bazı Hind ve Altay efsanelerinde göründüğü gibi bir tekne ve içindeki yedi kişinin Tufandan kurtulduğu kayda geçirilmiştir. Bu Samoyed efsanesinin devamında; bu selleri çok çetin bir kuraklığın takip ettiği ve selden kurtulanların susuzluktan ölme tehlikesi yaşadığı anlatılır. Bu kuraklıkta insanlar, toprakta çok derin bir kuyu kazıp, su bularak kurtulmayı başarırlar, ama yiyecek bulmak daha da zor olur. Kurtulanların çoğu açlıktan ölür, aralarında sadece açlıktan fare yemeye başlayan bir delikanlıyla, bir genç kız kurtulur. Şimdiki insan neslinin atası da bu çifttir.
Kuzey-Doğu Sibirya efsanelerine göre insanlar kütükleri birbirlerine bağlayıp, büyük sallar yaparak sel felaketinden kurtulmuşlardır. İnsanlar, yanlarında az bir erzak ile sığındıkları bu salların akıntıya kapılıp, açık denize sürüklenmemesi için uzun iplerle bu salları büyük kayalara bağlamış ve hayatta kalmayı başarmışlardır. Seller çekildikten sonra, sallar yüksek dağların tepesinde karaya oturmuştur. Kamçaladların Tufan efsanesi bu şekilde olup, Amerika’da da buna benzer efsanelere rastlanır.
Bazı Kuzey Sibirya halklarının efsanelerinde bu Tufan felâketi dışında, dünyadaki bütün hayatı yok eden bir “Ateş tufanı”ndan da bahsedilir. Baykal Tunguzları, yedi yıl süren bir ateş püskürmesi sonucu her şeyin nasıl yanmış olduğunu ve dünyanın bir ateş denizine dönüştüğünü anlatırlar. Bu felâket esnasında bir kartala binip göklere çıkan bir erkek çocukla, bir kız çocuk dışında bütün insanlar hayatlarını kaybederler. Göklerde bir süre dolaştıktan sonra, suyun buharlaşmasıyla ortaya çıkan bir toprak parçasının üzerine inerler.
Vogullar, Baş Tanrının şeytanı ortadan kaldırmak için yeryüzüne bu ateş felaketini gönderdiğine inanırlar. Bütün yeryüzü ve yaratılanlar “Ateş denizi” içinde kaybolurken, sadece tanrılar ve bazı insanlar hayatta kalmayı başarırlar. Efsaneye göre bu insanlar, tavanı mersin balığı derisiyle yedi kat kaplanmış olduğu için yanmayan, kavak ağacından yedi katlı bir salın üzerine yapılmış bir “demir gemi”ye sığınarak bu felâketten kurtulmuşlardır. Anlaşılacağı üzere bu felâketten kurtulma yöntemi de Tufan efsanesine benzemektedir. Vogulların anlatımına göre bu felâket, Tunguz efsanesindeki gibi yedi yıl sürer. “Yedi yaz ve kış boyunca ateşler yandı ve yedi yaz ve kış boyunca dünyayı kavurdu” denmektedir.
Obdorsk bölgesindeki Jurakeler, Nadye adını verdikleri, güneyde bir yerlerde olan kutsal yerden bahsederler ki, burada yedi dallı kutsal kayın bulunmakla, insanlar kurban vermek için buraya gelirler. Günün birinde, bu ağacın kökleri çürümeye başlar ve köklerin yedincisi de çürüdüğünde ağaç devrilip, dibinden kanlar akmaya başlar, ama bu akan gerçek kan değil, ateştir. Ateşten sonra kutsal su akmaya başlar ve bütün nehirler taştığından, insanlar bu felâketten kurtulmak için kocaman bir sal yapıp, her hayvan cinsinden bir çift yanlarına alırlar.
“Ateş Tufanı” efsanelerine Asya’nın muhtelif yerlerinde de rastlanır. Hindistanda Dravid halkı, insanların gittikçe daha da kötüleştiğini gören Tanrının yeryüzüne büyük bir ateş felâketi gönderdiğine inanırlar. Bu felâkete aynı Vogullar da olduğu gibi, “Ateş denizi” adı verilir. Saklanıp, bu felâketten kurtulmayı başaranlardan sadece biri erkek, diğeri kız olan iki kardeştirler.
“Ateş seli” tasavvuru aynı zamanda dünyanın gelecekteki sonu ile de ilişkilidir. Altay Tatarları insanlar arasında günahların gittikçe arttığını gören şeytan Erlik’in insanları kendi hükmü altına almak için iki yardımcısını yer altından yeryüzüne yolladığını anlatırlar. Bu yardımcıların isimleri Karaş ve Keray’dır, ama Baş Tanrı Ülgen’in emriyle, göklerden Mandişire iner, Keray’ı itip yere düşürür ve bedenini parçalar. Bunu gören Erlik, yardımcısının yanına koşar ve Mandişire’yi öldürür. Bunun üzerine Ülgen, diğer yardımcısı Maidere’yi (Budizmdeki Bodhisatva Maitreja) yeryüzüne, insanların arasına gönderir ve Maidere’de insanların çoğunu kendi yanına çeker. Buna çok öfkelenen Erlik, Maidere’ye “seni kılıcımla öldürebilecek kadar güçlüyüm” der ve kılıcını çekip Maidere’ye saldırıp, yaralar. Maidere’nin yaralarından akan kan bütün yeryüzünü kırmızıya boyar ve kendiliğinden yanmaya başlayarak, alevler bütün yeryüzünü sarıp, göklere yükselir. O esnada Ülgen gelir, ellerini çırpar ve “Ölüler, ayağa kalkın” diye seslenir. Bu emir üzerine ayağa kalkmaya başlayan ölülerden birisi topraktan, bir diğeri alevlerin içinden, bazısı sudan, bazıları da bir balığın veya vahşi hayvanın ağzından çıkar. Bütün dünyayı saran bu yangından sonra yeryüzünün kirletilmiş karanlık yüzeyi kaybolur, geriye onun altındaki beyaz yüzey kalır. Tanrı Ülgen onunla yeni ve daha güzel bir dünya yaratır. Bu yangında Erlik ve diğer kötüler de yanıp, kül olup giderler.
Radlof, araştırmaları esnasında bu efsaneyle ilgili olarak bulup, kayda geçirdiği bir şiirin son bölümünü şöyle aktarır:
“Sonra Erlik’in fedaileri çıktılar yukarı
Karaş ve Keray
Yeraltının derinliklerinden
Yeryüzüne çıktıklarında
Ülgen’in yiğitleri geldiler
gökten inerek
Mandişire ve Maidere
Onlarla savaşmak üzere
Maidere’nin kanı
Bütün yeryüzünü alev alev yaktı
ve böylece dünyanın sonu geldi”
Her ne kadar Tanrının yardımcıları olan Mandişire ve Maidere, Budist mitolojisinden gelme isimler ise de, erken dönem hıristiyan efsanelerinde karşılıkları vardır. Bu efsanelere göre Tanrı’nın daha yaşarlarken yanına almış olduğu Elias ve Enoch, dünyaya geri dönecek ve şeytan (veya Deccal) ile savaşırken öleceklerdir. 9.yy’da yazılmış olduğu tahmin edilen Muspilli isimli bir Alman halk şiirinde Elias, Altay efsanesindeki Maidere’ye benzer bir rol oynamaktadır. Elias’da, Maidere gibi şeytanla savaşırken hayatını kaybeder ve sonrasında bedeninden akan kan alev alarak bütün dünyayı yok eder. Bu benzerliklere dayanarak, birbirinden bu kadar uzak iki ayrı coğrafyada ortaya çıkan bu efsanelerin aynı kaynaktan çıktığını söyleyebiliriz.
Pseudo Methodius’un Rusça mealinde de bir çok kişinin, Elias ve Enoch’un kanı ile dünyanın alevler içinde kaldığı inancıyla, dünyanın sonunun tasviri yer alır. Hatta, Elias’ın Deccal ile savaşırken yaralanıp, yaralarından akan kanın alev alarak dünyayı tutuşturması üzerine Rus dinî edebiyatında muhtelif şiirlere rastlanır.
Bu durumda, yukarıda nakletmiş olduğumuz Altay şiirinin, Rusya’dan gelme bir ilham kaynağı olup olmadığı sorusu ortaya çıkmaktadır. Ancak belirtmek gerekir ki, böylesi bir varsayım kendi içinde birtakım önemli soruları da beraberinde taşımaktadır. Meselâ, eğer Altay halkları bu efsaneleri Altay bölgesine nisbeten daha geç dönemlerde gelen Ruslardan almışlarsa, Ülgen’in ve özellikle de Erlik’in yardımcılarının yabancı adlar taşıması nasıl açıklanabilir?
Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.
Çeviren: Erol Cihangir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder