31 Mart 2023 Cuma

CİHAN HAKİMİYETİ ANLAYIŞINI TAMAMLAYAN UNSUR: TÜRK ORDUSU

 

Türklerde Ordu


Bozkır hayat şartları kendine en uygun orduyu çıkarmıştır. Eli silah tutan herkesin asker, her askerinde her an savaşa hazır olduğu bir ordu söz konusudur. Eski Türk ordusunu diğer bütün yerleşik ve orman kavimlerinin ordularından ayıran temel özelliklerinden biri de ücretsiz oluşu, daimi olması ve süvarilerden kurulu bulunmasıdır.


Askerî olarak düzenli ordu ile onlu teşkilat ilk kez Mete Han (Mete) tarafından kurulmuştur. Mete Han, bir tümen (on bin kişi)’nin komutanıydı. Kaynaklarda onun için “demir disiplinli” ibaresi geçmektedir. Yabancılar bu disipline hayran kalmışlardır.


Türk ordusunda asker olanların hemen hepsi “süvari”dir. Türkler uzun süre atın üzerinde bulunur, atın üzerinde yer-içer ve sohbet ederlerdi. Kız-erkek küçük yaştan itibaren eğitilir, büyüdüklerinde hem savaşa katılmada hem de atı sürebilmede yetenekli olurlardı. Kaynaklarda süvarilerin atlarını dizleri ile yönettikleri anlatılır. Çünkü kolları ok atmak için çalışmaktadır. Ata, deve ve fil gübresi koklatarak savaş sırasında korkmamasını sağlarlardı. Yine ata kişnememeyi öğreterek onun böylece plan-pusu alanını belli etmemesini sağlarlardı. At ile sahibi iç içe olduklarından ve birbirlerini dost-adaş kabul ettiklerinden sahibi öldüğünde atın ağladığı kaynaklarda anlatılmaktadır.


Türklerde ordular daimi idi. Sürekli olarak her asker ordunun bir unsuru durumundaydı. Her an tehlikeye açık bozkır hayat şartları bunu gerektiriyordu. Yaptıkları her türlü spor, eğlence ve avlanmalar askeri eğitim özelliği taşıyordu. Her türlü faaliyet, iyi savaşçılık özellikleri kazanma üzerine kuruluydu. Askerî-idarî unvanları taşıyanlar emirlerindeki askeri güçlerle her zaman savaşa hazır kumandanlardı. Hükümdarların özel muhafız kıtalarının dışındaki kuvvetler (merkez orduları), yüksek görevdeki bir devlet adamının sorumluluğu altındaydı.


Eski Türk devletlerinde ordu yukarıda da ifade ettiğimiz üzere 10’lu teşkilat üzerine kurulmuştu. En büyük askeri birlik olan 10 bin kişilik kuvvete tümen adı veriliyordu. Tümenler 1000’lere, 100’lere, 10’lara ayrılmış olup başlarındaki komutanlara, Tümen başı, bin başı, yüz başı, on başı gibi unvanlar takdim ediliyordu. Bu onlu sistem Türk tesirine giren yabancı topluluklarda da görülmektedir.


Bütün yerleşik kavimlerde görülen hareketsiz kitle muharebesi usulüne göre yetiştirilmiş, ağır teçhizatlı orduların aksine hafif silahlı ve hareketli süvarilerden oluşan Bozkır Türk ordularının uyguladığı hızlı, ani ve şaşırtıcı hücumlara dayanan savaş sisteminde birlikler arasındaki bağlantı bu şekilde sağlayabiliyordu. Ayrıca sol ve sağ (doğu ve batı) başbuğlarının yüksek idaresi altında eğitilen ve onların emirleri altında savaşa katılan ordunun 10’lu sisteme bağlanması, eski Türk devletlerini sosyal açıdan kabilevî (ayrılıkçı) kalıptan kurtararak, devlet bütünü haline getiriyordu. Neticede devletin bütün gücü barışta ve savaşta ortak gayeler etrafında birleşiyordu. Bu durum aslında bodunlar ve boyların sıkı işbirliğinden doğduğu açıkça görülen Türk devletlerinde sağlamlık ve devamlılığı sağlıyordu.


10’lu sistemin sosyal ve idari açıdan çok önemli iki fonksiyon icra ettiği anlaşılmaktadır. Birincisi devlet güçlerinin tümünün boy, soy ve benzeri ayrılıklarına bakılmaksızın 10’lu sisteme bölünerek, merkezden tayin edilen kumandanlar aracılığı ile en üstte tek sevk ve idareye bağlanmasıdır. Bu durum herkesin birbirine yardımcı olduğu millet birliğini meydana getiriyordu. İkinci olarak bütün idari görev sahipleri aynı zamanda asker olduklarından, ordunun görev ciddiyeti her türlü sivil, idari birimlere yansıdığı için devlet mekanizması askeri disiplin içinde çalışıyordu. Böylece eski Türk devletinin askeri karakteri ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla Türklere neden asker (ordu) millet denildiği anlaşılmaktadır. Eski Türk topluluğu iki temel unsura dayanıyordu: biri aile diğeri ordu; devlet denilen kurum da bunun teşkilatlanmış hali idi.


Bu sisteme dayalı olmak üzere Asya Hun, Avrupa Hun, Kök-Türk, Uygur gibi çok geniş alana yayılan Bozkır Türk devletleri kurulmuş ve dünya tarihi sahnesinde mühim roller oynamışlardır. Türk orduları kuruluşları, kıyafetleri, savaş taktikleri ve sair sebepler yüzünden düşmanları tarafından fazla abartılmış, özellikle sayıları hakkında mübalağalı rakamlar verilmiştir.


İslâmiyetten önceki devrede Türk ordularında önemli faaliyetler için özel birlikler de bulunmaktaydı. Savaş zamanında düşman ordusunun durumunu öğrenmek için bir keşif kolu gönderilirdi. Bu keşif koluna yelme denirdi. Karahanlılarda ise tutgak adı verilirdi. Yine Karahanlılarda İslâm öncesinin devamı olarak görülen birlikler vardı. Onlarda öncü birliklere Yezek adı verilirdi. Gece düşmanın ordugâhına baskın yapan birliğe ise akıncı denmekteydi. Ordugâhı koruyan nöbetçiler sakçı adlandırılırdı. Sakçılar düşman casuslarının sızmasına ve sabotaj faaliyetlerine karşı im (parola) kullanmaktaydılar. Parolayı bilmeyen kimse öldürülmekteydi.


Düşmanlarının baskın hareketlerine karşı son derece dikkatli olan eski Türkler, düşman faaliyetlerini önceden öğrenebilmek için gözetleme kuleleri yapmışlardı. Bunlara da kargu (kargug) denirdi. Aynı kulelere küzet, içindeki nöbetçilere de küzetçi (közetdeçi/közetküçi) adı da veriliyordu.


Gözetleme kulelerinin yerleri genellikle çevreye hâkim tepelerden seçilmekteydi. Kaşgarlı Mahmud’un ifadesine göre gözetleme kuleleri minare biçiminde yapılmaktaydı. Düşmanın durumu, kulelerde yakılan ateşler (gece) ve ateşlerden çıkan dumanlar (gündüz) vasıtasıyla haber veriliyordu. Gündüz dumanların 170 km. mesafeden görülebildiği, günümüzde uygulamalı tespitlerden anlaşılmıştır.


Türk ordusunun asker sayısının zamana ve duruma göre değişmesi gayet normaldir. Çünkü askerin sayısı, devletin gücüyle doğrudan bağlantılıdır. Ancak, kaynaklarda kaydedilen bazı rakamlara tesadüf edebiliyoruz. M.Ö.199 yılı civarına ait kayıtlarda Asya Hun Hakanlığının asker sayısı 400 bin olarak gösterilmiştir. Aynı durumu Kök-Türk hakanlığının çok güçlü olduğu 560, 621, 698’li yıllarda da görebiliyoruz. M.Ö.199 tarihinde gerçekleşen ve kaynaklara geçen, meşhur kuşatma kaynaklara ilginç bir biçimde geçmiştir. Yani Çin imparatoru Kao-ti’nin, Büyük Hun hükümdarı Mete tarafından Pe-teng kalesinde kuşatıldığı esnada ordunun düzenlenmesi anekdotal tasvir edilmiştir. Buna göre doğudaki yüz bin askerin atı demir kırı (gri), güneydeki yüz bin süvarinin atı doru, batıdaki yüz bin süvarinin atı ak (beyaz), kuzeydeki yüz bin süvarinin atı kara yağız renklerden oluşmuştu. Biraz mübalağalı görülen bu düzenlenme biçimi daha çok kozmolojik düşünce sistemine uygun sıralanmıştır.


Türk savaş taktiklerinde hile geçerlidir. Genelde harekât, az kuvvetle çok düşman nasıl bertaraf edilebilir, üzerine kuruludur. Çinliler Türklere yenile yenile bu taktiği öğrenmişler ve M.Ö. II.yüzyılın sonlarında bir Çinli general bu taktikle Hunları yenmiştir. Türkler bu taktiği Malazgirt,  Niğbolu, Mohaç gibi savaşlarda da kullanmışlardır. Bunu yanında Türkler, uzun süre dayanabilen, heybelerinde saklayabilecekleri kurutulmuş eti (pastırma), kurutulmuş ekmek (peksimet)’i icat etmişlerdir. Bunlar daha sonra Çin’e ihracat ürünü olmuştur.


Türklerde savaştan önce keşif hareketleri olur, akınlar yapılır, nerede ne var bilinirdi. Daha sonra yıpratma savaşlarına geçilir, burada Türk akıncıları dolaşır ve düşmana vur-kaç halinde saldırırlardı. Bunun yanında bölgedekileri psikolojik korku ile yıldırırlardı. Düşmanın geldiğini öğrenmek için “karguy” adı verilen ateş kuleleri yapılmıştır. Çin ordusunun hareketi ateş ile iletilirdi. VI. yüzyılda Batı Roma, Gotlara karşı “turan taktiği”ni uygulamıştır.


Diğer bir taktik de iki ülke arasında boş yer bırakmaktır. Bu boşluk at gidişi ile 5 günlük mesafedir. Böylece Türkler kendilerine karşı yapılacak ani baskınların önüne bu şekilde geçmişlerdir.


Türk süvarisinin elbiseleri tunik tarzı cekete benzer bir kıyafetle, pantolon, çizme ve keten gömlekten oluşmaktaydı. Latin ve Bizans kaynaklarında bu elbiselerden ve süvarilerin at biniciliğinden söz edilmiştir. Nitekim daha sonraki dönemlerde bu giyim tarzı, Avrupa’ya da geçmiştir.


Bizans Devleti, Türk ordusunu incelemiş, silahlarını gözlemlemiştir. Üç Bizans imparatoru buna dair eser yazmışlardır. “Taktika Strategos” isimli eserler meydana getirerek kendi ordularına bir nevi askeri stratejiler ve giyim ile teçhizat konusunda el kitabı hazırlamışlardır.


Türk Silahları


Türk milleti ve ordusunun en önemli silahı ok ve yaydır. Sonra mızrak, kalkan, bıçak, kılıç, gürz vs. görülür. Türkler daha sonra “refleks” adı verilen bir yay icat etmişlerdir. Yayın gerginliği ile bir miktar menzil elde edilirken, yay tersine çekilerek daha gergin olmakta ve okta daha hızlı gitmekteydi, böylece menzil artmaktadır. Bazı kaynaklarda Türklere mahsus “ıslık çalan ok” tan bahsedilmektedir. Bu ok’un yaydan çıkmasıyla beraber yüksek hızdan dolayı çıkardığı ıslık sesi nedeniyle bu şekilde adlandırıldığı ifade edilmektedir.


Savaş araç ve gereçleri bakımından da eski Türk ordusu, diğer milletlerden farklı idi. Özellikle süvari ve süvarilik üzerine kurulu olduğunu söylediğimiz ordunun temel dayanağını at oluşturuyordu.


Türklerin atı çok iyi eğitmeleri ve savaş alanlarında kullanmaları askeri faaliyetlere yön veriyordu. Aslında çok iri olamayan Türk atı kaba kıllı, son derece dayanıklı, çevik ve süratliydi. Türkler bütün işlerini atları vasıtasıyla yapıyorlardı. Kaşgarlı Mahmud’un ifadesiyle, kuş için kanat ne ise Türk için de at o idi. Bundan dolayı her çadırın önünde daima koşumlu bir at hazır bulunmuştur.


Atı ilk evcilleştiren ve savaş alanında kullanan millet Türklerdir. Komşularına özellikle Çinlilere süvari tekniği Türklerden geçmiştir. M.Ö. 307 yılında yaptıkları bir reformla hareket kabiliyeti az, ağır savaş arabalarını hizmetten kaldırarak, Hunlarınki gibi hafif süvari birlikleri oluşturmuşlardır.


At binicisine son derece yüksek hareket yeteneği, sürat ve manevra üstünlüğü sağlıyordu. Türklerin büyük devletler kurarak geniş sahalara ve birçok kavme hükmedebilmeleri at sayesinde mümkün olabiliyordu. Türklerde devlet at üzerinde kurulmakta ve at üzerinde yönetilmekteydi.


Avrupa Hunları hakkında Bizanslıların tuttuğu kayıt ilginçtir: “Atlarına ȃdeta yapışmış gibi binen Hunlar, tabii ihtiyaçlarını gidermek için dahi atlarından inmezlerdi. At sırtında alış-veriş yaparlar, yerler içerler; hatta atın ince boynuna sarılarak uyuyabilirler ve güzel rüyalar görürlerdi. At sırtında istişare etmek suretiyle önemli kararlar verirlerdi.” Çocuklar daha küçük yaşlarından itibaren ata binmeyi öğrenirlerdi. Üç-dört yaşındaki çocuklar için dahi eyer takımları vardı. Daha da önemlisi annesinin yardımından yeni kurtularak ayakta duran bir Hun çocuğunun yanında eyerlenmiş at hazır bulunurdu.


Binit ve koşum takımları olarak da epey zengin idiler. Bunları başında gem (oyan), yular (burunduk, tin) eyer (eder) ve üzengi gelmekteydi. Gem ve yular, atı sevk ve idare etmek için kullanılmaktaydı. Gem sadece atlara takılırdı. Yular ise, hem atlar için, hem de arabaya koşulan hayvanlar için kullanılırdı. Eski Türk gemi, genellikle ahşap olup, üzeri stilize edilmiş, hayvan figürleriyle süslüydü. Ahşap kısmı birçok parçadan oluşmaktaydı. Bu parçalar, tespih taneleri gibi içeriden açılmış deliklerden geçirilen bir sırımla birbirine bağlanmaktaydı. Gem esas olarak ağızlık (gem), askı ve dizgin (çetgen) olmak üzere birbirini tamamlayan üç kısma ayrılırdı. Atın burnunun ve alnının üst kısmında birleştirilmiş olan askı, ağızlık kısmının sabit durması için başka bir halka gibi geçirilmekteydi. Dizgin ise atın ağzının iki yanında bir halka ile geme bağlanmaktaydı. Binici dizgin vasıtasıyla atı idare ederdi.


Bununla beraber binit ve koşum takımın en önemli unsurlarından biri de eyer idi. Eyerin üstü içe doğru hafif kavisli olup, ön ve arka kısımlarında yastık gibi bir çıkıntı veya iki çıkıntı bulunurdu.


Köpçük adı verilen çıkıntılar, binicisinin ileriye ve geriye doğru kaymasına engel olmaktaydı. En önemli fonksiyonunun binicinin rahatını ve dengesini sağlamak olan eyer, atın tam sırtına oturtulmaktaydı. Yalın olarak kullanılmayan eyerin hem altında hem üstünde örtüler bulunurdu. Altındaki örtüye terlik veya örtük üstünde bulunan örtüye belleme denmekteydi. Genellikle terlik keçe, belleme halı türünden bir örtü idi.


Atın iki yanında eyere sırımla bağlı üzengiler vardı. Binici buraya ayağını koyardı. Binicilerin dengesini sağlayan üzengileri sabitleştirmek için kolan (orgun), kuskun (kudurgun) ve göğüslük (kömüldürük) kullanılmaktaydı. Kolan yünden örülmüş enli bir kuşaktı. Bu kuşak atın karnının altından, kuskun da kuyruğunun altından geçirilerek eyere bağlanmaktaydı. Göğüslük ise atın göğsünde birleşen üç kayış olup, bu kayışların iki ucu eyere, bir ucu da kolana monte edilmekteydi. Kayışların göğüste birleştiği yere, bazen bir nazarlık takılmaktaydı. Binici kuskuna yancık adı verilen yiyecek torbasını asmaktaydı. Kolan ve kuskun binicinin ani duruşlarında veya sağa sola manevralarında eyerin bulunduğu yerde dönmesini ve ileri kaymasını önlemekteydi. Önemle vurgulamak gerekir ki Avrupalılar, at ile ilgili teknik malzemelerin pek çoğunu olduğu gibi üzengi’yi de Türklerden özellikle Avarlardan öğrenmişlerdir. Avarların VI- VII. asırlarda Doğu Avrupa sahasında bulundukları dönemlerde Batılı toplumların bundan çok etkilendiğini söyleyebiliriz. Sosyal, kültürel, sanat ve askeri alanlarda Avar Türklerinden çok istifade etmişlerdir.


Binit ve koşum takımları, genellikle deri ve ahşaptan yapılmaktaydı. Her binit ve koşum takımı aynı özellikte ve değerde değildi. Beylere ait özel yapılmış bazı binit ve koşum takımı vardı. Mesela ünlü Kök-Türk devlet adamı Tonyukuk’un anıt mezarında yapılan kazıda bu devlet adamına ait altından bir binit ve koşum takımı bulunmuştur. Kazıyı yapan bilim adamının raporunda adı geçen bu binit ve koşum takımları kayıplara karışmıştır. Bugün nerede olduğu bilinmemektedir.


Eski Türkler silaha tolum, silah kuşanmaya da tolummanmak veya tolumlanmak diyorlardı. Eski Türk askerleri seferlerde ve savaşlarda silahlarını ve yiyeceklerini yanlarında taşırlardı Hâlbuki başka ordular, silahlarını ve yiyeceklerini taşımak için binlerce araba kullanıyorlardı. Türkler, at üzerinde dörtnala giderken oklarını önlerinde, arkalarında ve yanlarında bulunan hedeflere isabetli şekilde atmaktaydılar.


Avrupa Hunlarının çağdaşı Romalılar, Hunların başarısını iyi ok atmaya ve iyi ata binmeye bağlamışlardır. “ Antik devirde hiçbir zaman at ile süvarisi arasında bu derce büyük bir uygunluğa rastlanmamıştır. Hunlar atları üzerinde sanki çivilenmiş gibi otururlar, sanki bir araya yapışmışlardır, sanki bir arada büyümüşlerdir. Romalıların gözünde onların atları çirkin fakat dayanıklıydı. Bu atlar inanılmaz iş gücüne sahip bir bozkır ırkıydı. Karların altında yiyecek bulurlardı. Daima bol sayıda atlarla hareket ederler bindikleri yorulduğunda dinlenmiş atlarla değiştirirlerdi. Bir Hun süvarisi beklenmedik bir yerde aniden ortaya çıkardı”.


Eski Türk kurganlarından çeşitli silahlar açığa çıkarılmıştır. Bunların başında uzaktan savaş silahı olan ok ve yay gelmektedir. Ok genellikle temren, ahşap çubuk ve yelek gibi kısımlardan meydana geliyordu. En eski Türk oklarının temreni kemikten yapılıyordu. Daha sonra kemiğin yerini demir almıştır. Bundan dolayı ok ucuna demirden yapılmış anlamında temürgen yani temren adı verilmiştir. Ayrıca ok ucuna başak da denilmekteydi. En çok kullanılan temren üç dilimli idi. Ayrıca düz, yivli veya çengelli temrenler de vardı. Bunlardan en tehlikelisi çengelli temrenler idi. Atılan ok insanı öldürmemiş, yani yaralı bırakmışsa, okun çıkarılması sırasında çengelli temren yaralıda büyük hasar yapmaktaydı. Türklerin kesme (enli temren), yasıç (yassı ve uzun) adını taşıyan temrenleri de vardı. Eğitim amacıyla yapılan temrensiz oklara kavla denirdi.


Bazen temrenin üzerinde ortada birleşen delikler açılarak, hedefe giderken ses yani ıslık çıkaran oklar yapılmaktaydı. Bu oklar Osmanlı döneminde de kullanılmış olup, bunlara Çavuş Okları adı verilmekteydi. Söz konusu oklar daha çok işaret vermek veya hedef göstermek için kullanılmaktaydı. Çavuş oklarını ilk bulan ve kendi birliklerinde kullanan Asya Hun hükümdarı Mete’dir.


Okun ahşap çubuğu genellikle huş (koguş) ağacından yapılırdı. Ahşap çubuğun arkasına da yelek ilave edilmekteydi. Bundan maksat okun hedefe giderken dengesinin bozulmamasını, yani dosdoğru gitmesini sağlamaktı. Bu tür oklara yüklüg ok denilmekteydi.


Oku hedefe fırlatma aracı olarak kullanılan yay, genellikle son derece sert ve sağlam bir ağaç türü olan kayın ağacından yapılırdı. Yayın iki kısmı vardır. Biri sert ve sağlam bir ağaçtan yapılan veya boynuzdan yapılmış kavisli kısım, diğeri öküz bacaklarının sinirinden veya hayvan bağırsağından yapılmış gerilen kısmı. İkinci kısma kiriş denmekteydi. Kiriş yani sinir kısmı, kavisli ahşabın iki ucuna bağlanmak suretiyle yay meydana getirilmekteydi. Yayın üstüne sırım (ince deri parçası) veya sinir sarılmaktaydı. Bundan maksat, yayın direncini artırmak, hem de kuruyup evsafını yitirmemesini sağlamaktı. Ayrıca esnekliğini koruması için yayın üzerine zamk da sürülmekteydi.


Ok çubuğunu arka kısmının tam ortasında gez (kez) adı verilen bir kertik bulunmaktaydı. Gez vasıtasıyla kirişe yerleştirilen ok, yayı bir elle tutmak ve diğer kirişi germek suretiyle kullanılan çift kavisli refleks yaylar idi. Bu yaylarla atılan okların öldürme gücü çok yüksekti. Ok menzili yaklaşık 660-684 m idi.


Hunların, Doğu Avrupa’ya hiç tanınmayan yayları getirmeleri “sihirli silahları” şeklinde yorumlanmasına sebep olmuştur. Hunların yaylarını pekiştirmek için kullandıkları bazı kemik safihalar İtil, Özi ve Kerç bölgelerinde bulunmuştur. Yayın ölçüleri konusunda değişik bilgiler bulunsa da en büyüklerinin 160, hatta 140-150 cm boyunda olduğu tahmin edilmektedir. Avar oklarının ise 120-130 cm uzunluğunda olduğu bilinmektedir. Ancak, bazı mezarlarda daha küçük boyutlarda ok ve yaylara da rastlanmıştır. Kafkaslardan Orta Avrupa’ya kadar I. ve V. yüzyıllara ait ok ve yayların kökeni Moğolistan ve Baykal Gölü civarında ortaya çıkmaktadır. Yay tıpkı sadak gibi omuza asılmak suretiyle taşınmaktaydı. Başka bir ifade ile söylemek gerekirse ok ve yay Türk savaşçısının daima elinin uzanabileceği bir yerde bulunurdu. Herkesin her an savaşa hazır olduğu bir toplumda, bu durum kendini daima güvende hissetmesini sağlıyordu.


Eski Türk kurganlarında kılıç, meç (kısa kılıç), mızrak (kargı, süngüg), kısa mızrak (kaçut, bıçak) hançer (bügde/bükte), gürz (topuz), kamçı (berge), tolga, börk ve kement (ukruk) gibi çeşitli yakın savaş silahları bulunmuştur. Bunlardan kılıç, Türk savaşçısının en çok kullandığı silah idi. Türk kılıçlarının kabzaya yakın kısmı düz, uca yakın kısmı ise hafif kavisliydi. Bu rast gele verilen bir eğrilik olmayıp, savaşçının vurduğu darbede bütün gücü burada toplardı. Bu durumdan dolayı Türk kılıcının darbe özelliği çok yüksekti.


Genellikle ahşap olan Türk kılıçlarının kabzaları (boyın), sade ve yalın değildi. Kabzaların başı, bazen Türklerin hayatında önemli bir yer tutan kurt başları şeklinde yapılarak, kılıçlara sanat eseri özelliği kazandırılıyordu. Kabzaları muhtelif kıymetli taşlarla ve altın kaplama ile süslüdür. Diğer silahlardan mızrak ölülerin mezarları üzerine dikilmiş olarak rastlanır. Kılıçlar kın adı verilen bir çeşit kılıf içinde taşınmaktaydılar. Kılıç kını bir halka ile savaşçının kemerine asılmaktaydı. Kılıç çekmekte kolaylık sağlamak için kılıç kınının yeri sol tarafta bulunmaktaydı.


Eski Türk hayatında bıçak, hem günlük hayatta, hem de savaşlarda en çok kullanılan eşyalardan idi. Türklerin çok çeşitli bıçakları vardı. Bunlardan en çok dikkat çekeni her iki tarafı kesen kıngırak adlı bıçaktır. Türkler bu tür bıçağa bugün kama adını vermektedirler.


Türk savaşçılarının çeşitli savunma silahları da vardı. Bunların başında kalkan (tura), zırh (yarık) ve tolga (tulga, yaşuk/aşuk) geliyordu. Kalkan genellikle deri, ahşap ve demir gibi silah darbelerine dayanıklı maddelerden yapılmaktaydı. Zırh ve tolga ise deri ve çeşitli madenlerden imal edilirdi. Türkler iki çeşit zırh kullanmaktaydılar. Bunlardan biri kübe yarık, diğeri say yarık adıyla anılmaktaydı. Kübe yarık bütün vücudu örten zırh idi. Say yarık ise sadece demir göğüslükten ibaretti.


Saldırı Yöntemleri


Türk savaş sistemi hareket ve sürat üzerine kuruluydu. Bunu sağlayan da hiç şüphesiz atın evcilleştirilmesi, ehlileştirilmesi ve eğitilmesi idi. Süratin savaştaki önemini keşfeden millet gerek Avrupalı gerekse diğer milletlerin tarihçilerine göre Türklerdi. Geniş bozkır coğrafyalarını kısa sürede aşmanın başka da yolu yoktu. Kısaca Türkler, atın sağladığı sürat ve hareket kabiliyeti sayesinde karşı konulmaz bir güce ulaşmışlardır.


Türk savaş sisteminde müstakil ve hareketli birlikler başlıca rol oynamaktaydı. Bu birlikler, savaşta tam bir hareket serbestliği içinde sık sık dağılmakta ve birleşmekteydiler. Savaşçılar da at üzerinde süratle giderlerken öne, arkaya ve yanlara isabetli ok atışı yapabilmekteydiler.


Irmakların, vadilerin ve tepelerin sağladığı avantajlardan azami ölçüde yararlanmak, ȃdeta savaş taktiğinin bir parçası idi. Türkler, savaşta kendilerine avantaj sağlayacak stratejik yer ve mevkileri düşmana kaptırmamaya büyük özen gösteriyorlardı. Bundan dolayı savaş meydanına düşmandan önce gelmeyi ve stratejik mevkileri tutmayı hiçbir zaman ihmal etmezlerdi.


Türklerde savaş için ayın birinci ve ikinci yarısı, zamanın gece ve gündüz, havanın da yağışlı ve yağışsız olması gibi durumlar çok önemliydi. Bu konuda onlar, kendileri için en uygun zamanı seçmekteydiler. Mesela Hunlar, genellikle ayın ilk yarısında hücuma geçmekte idiler. Ayın ikinci yarısında da geri çekilmeye başlarlardı. Sürpriz baskınlarda da özellikle ayın dolun (bedir) halde bulunduğu geceyi tercih etmekteydiler. Çünkü bu durum düşmanı en pasif halinde basabilmek için kendilerine büyük avantaj sağlamaktaydı. Öte yandan Türkler, yağmurlu havalarda savaşmaktan daima çekinirlerdi. Çünkü yağmurda yayın üzerindeki zamk erimekte, kiriş gevşemekte ve bu durum da yayın kullanılmasını son derece güçleştirmekteydi. Hatta bu durum savaşı bırakmayı ve geri çekilmeyi bile zorunlu kılmaktaydı. Daha sonraki dönemlerde yağmurda erimeyen zamklar yapılmış ve yağmur yağdığı zamanlarda da savaşılmıştır.


Yıldırma Ve Yıpratma


Türkler savaşa önce düşmanın maneviyatını bozmakla başlıyorlardı. Bu konuda en çok başvurdukları yöntem korkutma idi. Çünkü savaşın gidişi ve sonucu üzerinde korkunun çok büyük etkisi vardı. Her şeyden önce korku, düşünceyi ve hareketi bozmakta, iradeyi zayıflatmakta, azmi ve cesareti kırmakta ve savunma gücünü azaltmaktaydı. Korkunun insan üzerindeki bu gücünü ve etkisini çok iyi bilen Türkler, amaçlarına ulaşmak için korkutmayı ustalıkla kullanıyorlardı. Bunun için onlar daha sefere çıkmadan önce kendileri hakkında korkunç rivayetler (psikolojik harekât) yaymak suretiyle düşmanlarının arasına büyük korku salıyorlardı. Bu faaliyet, düşmanla karşılaşıp yüz yüze gelince daha başka şekillerde devam ediyordu. Mesela onlar, küçük gruplar halinde beklenmedik zaman ve yerlerde yaptıkları sürpriz saldırılarla bir taraftan düşmana maddi kayıplar verdiriyorlar, diğer taraftan yeri göğü inleten korkunç naralar atarak, tüyler ürperten çığlıklar çıkararak ve ağır tehditler savurarak, düşmanın moralini çökertmeye çalışıyorlardı.


Türkler savaşın yıldırma ve yıpratma safhasında daima uzaktan savaşmayı tercih ediyorlardı. Bu hiç şüphesiz akıllıca bir davranış idi. Çünkü Türkler uzaktan savaşta bir taraftan ağır kayıplar verdirirken diğer taraftan kendileri için kan kaybını büyük ölçüde azaltıyorlardı. Türklerin uzaktan savaş için kullandıkları yegâne silah, çok uzak mesafelere isabetli attıkları ok idi. Onlar, atları üzerinde ȃdeta uçar gibi süratli bir şekilde saldırırlarken, bütün oklarını düşman üzerine boşaltmaktaydılar. Yağmur gibi yağan oklar karşısında düşman ordusunun ön safları da ȃdeta tırpan yemiş otlar gibi birer birer yere serilmekteydi (Kaşgarlı Mahmud’un ifadesine göre). Bu hareket düşman ordusunu maddeten ve manen çökertinceye kadar devam ederdi.


Öte yandan Türk birliklerinin yaptıkları keşif seferleri ve akınlar da bir bakıma düşmanın gözünü yıldırmak ve yıpratmak amacını güdüyordu. Türkler, özellikle gözlerine kestirdikleri ülke üzerine büyük bir sefer hareketine girişmeden önce birçok defa keşif seferi ve akın yapmaktaydılar. Bu arada küçük akıncı birlikleri düşmanın yığınak merkezlerine, önemli yol kavşaklarına, yiyecek ve malzeme depolarına yüzlerce baskın düzenlemekteydiler. Bu baskınlar düşmanı takatsiz düşürünceye kadar devam ederdi.


Sahte Geri Çekilme


Türk savaşçıları oklarını boşaltıp düşman ile yüz yüze gelince, mızrak, gürz ve kılıç gibi yakın savaş silahlarını kullanıyorlardı. Böylece taraflar arasında kanlı bir boğuşma başlıyordu. Fakat yüz yüze çarpışma çok uzun sürmüyordu. Bu arada Türk komutanları düşmanın savaş gücünü ölçüyorlardı. Eğer Türk komutanları bu ilk yüz yüze çarpışmada baş edemeyecekleri bir kuvvetle karşılaştıklarında anlamışlarsa, birliklerine süratle geri çekilme emrini veriyorlardı. Bundan amaç düşmanın saflarının bozulmasına ve emir-komutanın yitirilmesine sebep olmaktı.


Sahte geri çekilme büyük bir sürat içinde gerçekleşiyordu. Bu arada Türk savaşçıları, tıpkı saldırıda olduğu gibi, atları üzerinde geri dönüp oklarını aynı isabetle atarak arkalarından gelen düşmana kayıplar verdiriyorlardı. Bu durum pusunun kurulduğu yere kadar devam ediyordu.



Pusuya Düşürme ve İmha


Pusu, Türk savaş sisteminin son safhası idi. Pusu kurulacak yer önceden belirlenmekteydi. Pusu yeri için genellikle iki tarafı dağlık derin vadiler ile ormanlık, bataklık, çöl ve uçurum kenarları gibi belirli özellikleri olan arazi parçaları seçilmekteydi. Savaştan önce bazı birlikler burada pusuya yatmaktaydı. Sahte geri çekilme ile pusu yerine çekilen düşman, burada kıskaç veya çember içine alınmaktaydı. Bundan sonra düşman birkaç saat içinde tamamen imha ediliyordu. Yıldırma-yıpratma, sahte geriye çekilme ve pusu ile imha kadim Turan Taktiği, Sahte Ricat veya Kurt Kapanı stratejisinin safhalarıdır. Bu strateji Türk ordusunu dünyanın en iyi ordusu statüsüne çıkartmıştır. Bu taktiğin iki temel unsuru vardır o da at ve süratli hareket etme yani çok hızlı olmadır.


Bu yöntemlerin dışında ırmak veya bir nehirden geçiş sırasında saldırı ile arkadan saldırı taktiklerini de uygulamışlardır.



Savunma Yöntemleri


Çöle Çekme Yöntemi


Uygulamada en zor olan yöntemlerden biridir zira düşmanın kendisinin bilinçli olarak çöle çekildiğinin farkında olmaması gereklidir. Daha çok İskit, Hun ve Kök-Türkler döneminde uygulanmıştır. Bu taktiğin uygulanması için askeri teşkilatlanmanın çok iyi olması zorunludur.


Saldırıya geçen düşman ordusu ve onun komuta kademesine sızılması ve güçlü bir bilgi iletişiminin sağlanması mecburiyeti vardır. Çöl’e çekilme planı uygulandığında çöl de kendilerini zor durumda bırakmayacak tedbirler de alınır ve bunlar çok gizli, seri ve hızlı bir şekilde yerine getirilerek düşman ordusu imha edilirdi.


Sarp Arazide Pusuya Düşürme Yöntemi


Hayatı bozkırda geçen Türkler, bozkırın her karışını çok iyi bildikleri için düşman ordusunu en sarp ve engebeli arazilere çekerlerdi. Bu araziler manevra ve hareket kabiliyetini en az seviyeye düşürüyor, saklanamayan düşman askerleri açıkta kalarak kendilerine saldıranlar için tam bir av oluyorlardı. Bu yöntemle düşman ordusu çok rahat imha edilirdi. Bu yöntemde önemli olan düşmanın bunu fark etmemesi idi ki o yüzden de gizli uygulanırdı.


Boğazda Düşmanı imha Yöntemi


Bu yöntemde düşman ülke topraklarına girdiğinde ülkenin hükümdarı ve komutanı bir boğaz bulur (ki topraklarını çok iyi bildiği için bu kolayca tespit edilir) ve o boğazdan düşmanın girmesi engellenirdi. Önce öncü birlikler gönderilerek düşman ordusunun imkanlar dahilinde boğazın bulunduğu bölgeye yönlendirmesi yapılırdı. Düşman boğazı geçtiğinde yüksek tepelerden ve her yönden saldırılarak düşman ordusu dağıtılıp imha edilirdi.


Yabancı Yazarların Gözünden Türk Ordusu


Aşağıda çeşitli yazarların eserlerinde Türk ordusu hakkında verdiği bilgilerden bazıları aktarılmıştır:


Ammimanus Marcellinus: “Piyade olarak dövüşmeye hiç alışkın değillerdi. Bir defa eyere oturduktan sonra, küçük ve çirkin, ama yorulmak bilmeyen ve yıldırım gibi giden atlarına sanki yapışık kalırlardı. Bütün hayatlarını atları üzerinde kâh bacaklarını ayırarak, kâh kadınlar gibi yan oturarak geçirirlerdi. At üzerinde kurultay toplarlar, alış- veriş yaparlar, yerler içerler, hatta boynuna doğru eğilerek uyurlar. Savaşlarda korkunç çığlıklar atarak, düşmanın üzerine çullanırlar. Bir direnme ile karşılaşınca, hemen dağılırlar, ama kısa zaman sonra aynı süratle gelerek, önlerine çıkan her şeyi delip geçerler. Buna rağmen bir müstahkem mevkii kuşatıp, merdivenlerle ele geçirme sanatını bilmezler. Ancak, şaşılacak kadar uzak mesafelere attıkları ve demir kadar sert ve öldürücü sivri kemikten uçlu oklarını atmada gösterdikleri maharete hiç kimse erişemezdi”.


“Hunlar at üstünde pire gibi çevik ve dayanıklıdırlar. Korkunç savaşçılar olup, yay ve kement kullanmakta eşsizdirler”.


Prokopios: “Yerin sırtında insanlar yaşamaya başlamasından beri ne Yunanlılar, ne İranlılar kafalarından bir türlü Sabarların kullandıkları silahları atabilmişlerdir”.


Efraim: “Hunların haykırmaları arslanların kükremesini andırır. Atları üzerinde ufukta bir fırtına gibi uçarlar. Ordularıyla kapladıkları bütün arz üzerinde dehşet uyandırmışlardır. Silahlarına karşı gelebilecek kimse mevcut değildir”


“Bunlar Yecüc Mecüc kavmidir. Küheylanların üzerinde fırtına gibi giderler. Geriye dönüp ok atarlar. Karşılarında kimse duramaz….”


Sidoine: “Hunların okları ölüm taşıdığından nişan aldıkları kimseye daima yazık olmuştur”.


Bir Çin kaynağı: “Türkleri üstün kılan atlıları ve okçularıdır. Kendilerine uygun gelirse, şiddetle saldırırlar, tehlikede olduklarını sezerlerse rüzgâr gibi kaçarlar, şimşek gibi kaybolurlar”.



Esirlere Bakış Açıları


Devletin çoğunluğunu temsil eden hür insanlardan başka, elbette ki bütün kadim devir camiasında olduğu gibi eski Türklerde de esirler vardı. Bunlar harpte esir edilmiş, yabancı milletlere mensup insanlardı. Bunlar mülkiyet sahibi olan Türkler için çobanlık etmek ve tarlalarda çalışmak gibi hizmetleri ifa ederlerdi. Ayrıca mesela Hunlarda her Hun askeri sağ olarak eline geçirdiği düşman askerini kendisi için esir etme hakkına sahipti.


Türklerin esirlere karşı nasıl muamele ettiklerini Bizanslı tarihçi Priskos'un anlattığı şu hadiseden çıkarabilmekteyiz: "Dün başımdan garip bir vak'a geçti. Onegesius'un bazı hediyeler takdim ettikten sonra konağın (sarayın) dış duvarları haricinde sokakta geziniyordum. Kıyafetinden İskit sandığım bir Hun yanıma gelerek bana Grek dilinde "kharie" diyerek selam verdi. Bir İskit'in Grekçe konuşmasına hayret ettim. Çünkü bunlar kendi dillerini veya Hun, Got, Roma dilini de konuşurlardı. İskitler arasına karışmış Romalılar vardı. Fakat onlar kolay kolay Grek diliyle konuşamıyorlardı. Sadece Trakya ve deniz kenarındaki İllyria'dan getirilmiş olan esirler konuşabiliyorlardı. Bu adam zengin bir İskit görünümü veriyordu. Çünkü güzel giyinmiş ve saçı daire şeklinde traş edilmişti. Selamını aldım ve "Kim olduğunu, Hun topraklarına nasıl geldiğini, niçin İskit hayatı sürdüğünü ve nereli olduğunu" sordum. O da cevap olarak "niçin bunları sorduğumu" sordu. Bende "böyle güzel Grekçe konuşman beni meraklandırdı" dedim. O zaman gülerek aslen Grek olduğunu, Viminacium'a geldiğini" söyledi. Burada uzun müddet kalmış ve zengin bir kadınla evlenmiş. Fakat bu mutluluğu uzun sürmemiş, zira İskitler şehri zaptedince zengin olduğundan, Onegesius tarafından esir alınmış, zira onların adetlerine göre esirleri Attila, sonra da diğer İskit ileri gelenleri seçiyormuş. Bundan sonra Romalılara ve Acatırlar'a karşı olan savaşlarda yararlılık göstererek elde ettiği ganimeti efendisine vermiş, bu suretle İskit adeti üzere esaretten kurtulmuş. Sonra bir Hun kadını ile evlenmiş, çocukları da olmuştu. Şimdi Onegesius ile aynı masada yemek yiyor, yeni halini eskisinden çok daha iyi görüyordu. İskit arazisi sahipleri savaştan sonra sakin bir hayat sürüyorlardı. Herkes kendi serveti ölçüsünde bir hayat geçirir ve kimseye yük olmazdı. Halbuki Romalılar harpte tamamıyla mahvolurlardı. Çünkü kurtuluşu başkasından beklerlerdi. Efendileri de silah taşımalarına müsaade etmezdi. Silah taşıyanlarda kumandanların kötülüğünden bir türlü eski mevkilerini elde edemezlerdi. Sulh de insanın hali daha zordur, çünkü vergileri çok ağır ve kötü insanların zulümleri fazladır. Güçlü olanın sözü geçer. Zira bütün bunlar kanunların herkese eşit olarak uygulanamamasında doğar. Kanunlardan orada sadece zenginler istifade eder ve kanuna aykırı hareket eden zengin yaptığı suçun cezasını görmez. Fakir ise hele bu kişi hukuktan anlamıyorsa, bu şekilde kanunlar onu daha fazla ezer. Malı-mülkü elinden alındığı gibi hayatı da tehlike konusudur. Çünkü hakka ulaşmak sadece parayla olur. Avukat ve hakimlerin aldıkları paralar hiç te dengeli değildir. Kim çok para verirse, mahkemeye çıkmadan işini halledebilir. Bu ve buna benzer misalleri bana anlattı" demektedir.


El-Cahiz, Türklerin "esirlere iyi muamele edip, onları öldürmediklerinden" bahsetmektedir. Yine o, Şumâme b. Aşraş'ın Türkler hakkındaki şu sözlerini nakletmektedir: "Onların (Türklerin) elinde bir müddet esir kaldım, onlar gibi insana ikram ve taltifte bulunanları görmedim".


VIII. asır müellifi Makdîsî (ölm. 985'den sonra) el-Bed've'l-tarih adlı eserinde: "Türkler esirleri, yaralıları harpte ele geçirdikleri insanları öldürmek adetleri değildir. Harpte ele geçirdikleri yaralı olursa onu tedavi edip evine ve ailesine götürürler"demektedir.  



PROF. DR. MUALLÂ UYDU YÜCEL’in TÜRK TARİHİNE GİRİŞ Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak