Mevlevi Tarihinin Kaynakları ve Problemleri
Farklı dinden insanların katılımı ile gerçekleşen Rumi'nin cenazesinden sonra, bu ünlü kişinin çağı kapanmış ve Mevlevi Tarikatı denen tarikatın çağı başlamıştır. Bu tarikatın tarihi hakkındaki bilgilere tarikat üyelerinin bıraktıkları yazılı tanıklıklar sayesinde sahibiz. Bu yüzden Mevlevi tarihi çalışmaları, özellikle Rumi'nin ve ilk öğrencilerinin ideolojilerinden ziyade yazıya geçen ideallerinin tekrar tekrar okunması üzerine kuruludur. Mevlevilerden günümüze kalan anlatılar, tarihsel olarak eleştirilebilecek hagiyografilerden ibarettir. Elimizdeki eserler özellikle Rumi'nin ölümünden sonraki ilk on yıllara dayanan kendisine ait yazılmış hagiyografilerdir.
Bu eserlerden ilk olarak Rumi'nin oğlu Sultan Veled'in yazdığı (ölm. 1321), tarikatın tarihini anlatan İbtidaname isimli eseri sayabiliriz. 1291 yılında şiir tarzında yazılan bu eserin bir başka ismi de, Mesneviyi Veledi'dir. Sultan Veled, çok titizlikle kullandığı dil ile babasının derinliğini ve yaşarken yaptığı harikaları anlatır. Bu eser, oldukça hagiyografik olarak yazılmıştır, çünkü eserin amacı öğrencileri eğitmek ve Rumi'nin kutsal kişiliğini öne çıkarmaktır. İlk defa 1988 yılında Fransızcaya ve 1993 yılında da Fransızcadan İtalyancaya çevrilen eser, tarikatın kökleri ve Rumi'nin öğrencileri ile -sanki oğullarıymışçasına- iletişimi hakkında değişik yorumlar içerir. Bu farklı yorumlar el yazısı olarak yazılmış olan eser boyunca dikkat çekmekte olup, zaman içinde tarikatın yöneticileri tarafından biraz da değiştirilerek geliştirilmişlerdir.
İbtidaname ya da Veledname denen bu eserin yanı sıra Sultan Veled tarikatın tarihindeki ilginç öğeleri Divan adlı eserine kaydeder ve sonra da babasının derslerinden derlediği İbtidaname adlı eseri, yani "sonun kitabı"nı yazar.
Sultan Veled, Rebabname adlı bir eser de yazmıştır. Bu bir rebap kitabıdır. Rebap, Rumi'nin beyitlerinde birçok kez atıfta bulunduğu yaylı bir çalgıdır. Rebap gibi ney de Sufilerin hayatında, öğrenci ve hoca arasındaki mistik öğretide bir kesişme noktasıdır. Sultan Veled, Ma'arif (Bilgelik) adlı eserinde de babasının öğretilerini derlemiştir ve bu eserin birçok kısmında onun bazı yazılarını alıntılamıştır. Rumi'nin oğlunun eserleri hem tarikatın nasıl kurulduğunun anlatımı hem de Mevlevi tarihinin oluşumu açısından temel kaynak kabul edilebilir. Sultan Veled'in en büyük etkisi, hiç şüphesiz Mevleviliğin Anadolu’ya yayılmasındaki katkısı olmuştur. (Küçük, 2010)
Rumi'nin dostu ve hocası olan Şems'e yönelik artan bir ilgi olsa da, aslında oğlu Veled'in tarikatın kuruluşundaki etkisi de okuyucunun merakını cezbetmektedir. Rumi'nin eserlerine ve tarikatın ilk dönemi tarihine ilişkin yapılan eleştirel etütler oldukça nadirdir. Ancak tarikatın kuruluşu dönemine ilişkin resmi tarih çalışmaları, o dönemin ruhaniyetine ilişkin çalışmalardan oldukça fazladır, bu da bütün sosyal kurumlar için önüne geçilemez bir durumdur.
Dervişlerin doğuşu ile ilgili Rumi'nin oğlunun yazdığı beyitlerden sonra, aynı konu Sipehsalar b. Ahmad Faridun'un Risale-i Sipehsalar adlı eserinde de işlenmiştir. 1320 ila 1328 yılları arasında Farsça yazılan bu eser, Rumi'nin ve öğrencilerinin biyografisini içeren en eski kaynaktır. Sipehsalar hakkında pek bilgimiz yoktur. Yalnızca kendisinin söylediği gibi Rumi'nin 40 yıl öğrencisi olduğunu ve yanına gömüldüğünü biliyoruz. Sipehsalar'ın, Rumi'nin bu kadar uzun süre öğrencisi olması, kendisinin yüz yaşının üzerine çıktığını işaret eder ve bu da hemen hemen imkansızdır. Aynı dönemde yaşamış olan bazı araştırmacılar, bu eserin gerçekliğine şüphe ile yaklaşırlar; ancak bu eser -ne denirse densin- tarikatın doğuş aşamasını anlayabilmek için temel kaynaktır. Bu kitap, Osmanlıcaya birçok kez tercüme edilmiş, hemen hemen bütün yazarlar bu eseri, Rumi'nin hayatını incelemek ve onu çağdaşlarına tanıtmak için kaleme almışlardır. Mevlevi Tarikatı üzerine Farsça yazılmış olan eserlerin Osmanlıcaya tercüme edilenlerine bakacak olursak, Sipehsalar'ın birçok eserinin bu tercümeler arasında olduğunu görürüz. Dahası, 1915 yılında, matbaa ile -Mevlevilik hakkında- ilk basılan Osmanlıca eserlerin bunlar olduğu görülebilir. Oryantalistler ise Eflaki'nin yazdığı biyografiyi tercüme ederek ona daha çok önem vermişlerdir.
Rumi'nin ve öğrencilerinin hayatına ilişkin fevkalade bir hagiyografik eser olan Manakib al-'Arifin, diğer adıyla Ariflerin Biyografileri'', Şemseddin Ahmed Eflaki (ölm. 1360) tarafından yazılmıştır. Sipehsalar'ın eserinden farklı olarak, Eflaki"nin eseri 20. yüzyılın başında Clement Huart tarafından Fransızcaya tercüme edilecek kadar başarılı bulunmuştur. Bu eser, kısa zaman önce Bernd Radtke tarafından lngilizceye de tercüme edilmiştir. Rumi'nin oğlu Sultan Veled'in yazmak istediği Mancikib, yani Mevlevi Tarikatı hakkındaki Tüm Hagiyografik Yazılar, yüzyılın başında Ulu Arif Çelebi (ölm. 1320) tarafından yazılmıştır. Eflaki, Rumi ile tanışmış olmasa da onunla birlikte zaman geçirmiş olan kişilerin anlattıklarını toplar ve derler. Yaptığı bu derleme, Rumi'nin yaptıklarına şahit olan tanıkları bir zincir gibi bir araya getirir. Bu eser de bir hagiyografidir, Rumi'nin yaptığı olağanüstü işleri anlatır; her ne kadar Rumi'nin günlük hayatta yaptığı hareketler hakkında çok detay veriyor olsa da ... Rumi üzerine yazılmış bu hagiyografik başyapıt, Sufiliğin kutsallığına dair bir yorum içermemesinden ötürü çok önemli bir belgedir. Eserden o dönemde Anadolu'da yaşanan Selçuklu çağının sosyal durumu hakkında da bilgi alınabilir.
Bu temel eserlere ek olarak, direkt olarak Mevlevi Tarikatı'ndan çıkmasalar da tarikatın tarihinden bahseden iki eserden daha bahsetmek gerekir. Abdülrahman Cami (ölm. 1492) tarafından yazılmış olan Nafahat al-Uns (Mahremiyetin Kokuları) adlı eser, Rumi'nin hayatından, ailesinden ve öğrencilerinden bazı kişiler hakkında bilgiler verir. Sufiler hakkında birçok biyografik bilgi içeren bu metinde, Rumi'nin -Farsça yazılmış olan temel bir hagiyografinin yazarı ve bir şair olan- Attar ile karşılaşma hikayesi haricinde, daha önce yazılmış olan eserlerde verilen bilgilerden daha fazlası bulunmaz. Esere göre Attar (ölm. 1221 ), Rumi daha bir çocukken onunla karşılaşmıştır. Abdülrahman Cami, Sufi öğretisi ve ahlakı hakkında yazılmış bazı eserler de bırakmıştır.
Bahsetmemiz gereken bir başka eser de, Devletşah Semerkandi'nin 1487'de yazdığı Tadhkirat al-Shu'ara, diğer ismiyle Şairlerin Biyografileri adlı eseridir. Bu eser de Rumi'nin hayali hakkında bilgiler içerir ve bu bilgiler özellikle oryantalistler tarafından kullanılmıştır. Burada da bahsedilen olaylar, Rumi'nin hayatına mal edilen efsanelerden ibarettir ve kayda değer bir tarihsel bilgi içermemektedir.
Bu eserler, hagiyografik bir bakış açısı ile de olsa Rumi hakkında, tarikatın ilk dönemlerinin görkemi ve ilk öğrencileri hakkında bilgi vermektedirler. Tarihte daha sonra olan olaylar için başka türdeki tarihi ve edebi eserlere başvurmak gerekmektedir.
Mevlevi tarihinin ikinci aşaması için kaynak olarak görülebilecek eserlere başvurulabilir. Bu eserlerden bazıları oldukça kapsamlıdır. Şahidi İbrahim Dede (ölm. 1550) tarafından Farsça yazılmış olan Gülşen-i Esrar (Gül Bahçesinin Gizemi) adlı eser, Şiilikten esinlenmiş en eski eserlerden biridir. Şahidi, Mevlevi Tarikatı'na girmeden önce tamamen Anadolu kökenli olan Vefaiye Tarikatı'na mensuptu. Şeyh Fani ile karşılaştıktan sonra onun hizmetine girdi ve Mevlevi Tarikatı'na dahil oldu. Gülşen-i esrar eserinde Şahidi, tarikata girmeyi nasıl başardığını ve o döneme ait en önemli yazarlardan biri olan Divane Mehmet Çelebi (ölm. 1545'ten sonra) ile nasıl karşılaştığından bahseder. Eser boyunca, genellikle ruhsal hoca olarak kabul ettiği kişi ile yaptığı görüşmelere yer verilmiştir. Gerçekten Divane Mehmet Çelebi'nin yazdığı şiirler meşhur sema ibadetinin yorumlanma tarihini oldukça etkilemiştir. Bu “görkemli" törenin içinde bulunan gizemleri açıklayan eserlerin en eskilerinden biri olan Risale isimli eserini hatırlamalıyız. Çelebi, bu eserde dervişlerin pek estetik olan sema danslarını, ölümü simgeleyen bir hareket olarak yorumluyor. Şahidi ise eserlerinde karşılaştığı Mevlevilerden ve onların yaşamlarından daha çok bahsetmektedir. Şahidinin yazdığı diğer eserler, 16. yüzyılda Anadolu'da yaşamış olan Mevlevilerin dünyasını içermektedir. Tıraşname isimli eseri, sakal ve saç tıraşını sembolik olarak anlatmakla, Aşkname isimli eseri ise Allah'ı tutku ile sevmek konusunu işlemektedir. Bu iki eser de Mevleviliğin ilk dönemi tarihine ilişkin sembolik ve mistik edebiyatın iki incisidirler.
Mevlevi tarihini kronolojik olarak işleyen ikinci en büyük eser, Kütahyalı Mevlevi şeyhi Sakıb Mustafa Dede (ölm. 1735) tarafından kaleme alınmıştır. Eserin adı Sefine-i neftse-i Mevleviyan'dır ve anlamı "Mevlevi şahısların gemisi"dir. 1866 yılında basılmış olan üç ciltlik bu büyük yapıt, yazara kadar yaşamış olan Mevlevi şeyhlerinin, yazarlarının ve Çelebilerin, yani Mevlevi Tarikatı'nın en büyük yöneticilerinin biyografik ve hagiyografik anlatılarını bir araya toplar. Divan isimli başka bir eser de yazmış olan Sakıb Dede, Sefine-i nefrse-i Mevleviyan eserini Osmanlıca olarak kaleme almıştır. Eser oldukça hagiyografik ve Osmanlıca olduğundan uzmanlar için bile bu eserde çalışmak zordur.
Tarih konusunda araştırma yapanlar için başka bir kaynak daha vardır: Tezhire-i Şuarci-yı Mevleviye yani "Şair Mevlevilerin Biyografisi". Bu eser Esrar Muhammed Dede (ölm. 1796) tarafından kaleme alınmıştır. Bu yazar şiir ve düzyazı biçiminde birçok eser bırakmıştır. Eserleri arasında genellikle "ruhsal yiğitlik şeklinde tercüme edilen Fütüvvetname ve Müberrelname sayılabilir. Bunların yanı sıra bir gazel kitabı ve lstanbul'da yaşayan, ltalyanca bilen bir arkadaşı ile birlikle hazırladıkları Osmanlıca-ltalyanca sözlüğü de bulunmaktadır. 18. yüzyılda bile Mevlevi Tarikatı ile esnaf locaları arasında bir bağ bulunmaktaydı. Anadolu'da 13. yüzyılda esnaflar ahlaki ve ruhsal olarak bir gruba ait olma ihtiyacı hissettiler. Bundan dolayı Rumi ve öğrencileri esnaf localarına dahil oldular. Localar, bir tarikat gibi örgütlenmekteydiler. Asırlar geçtikçe bu iki sistem birbirinden ayrıldı; ancak Esrar Dede'nin de eserlerinde bahsettiği gibi, tarikatların ve esnaf localarının idealleri hiç değişmedi.
Yenikapı Mevlevihanesi'nden Sahih Ahmed Dede (ölm. 1813), Galata şeyhlerinden birinin babasıdır. Mecmuatü't-Tevarihi'l-Mevleviye isimli, Mevlevi tarihini hakkında yazılmış olan diğer kaynaklardan yararlanarak tarikatın tarihini kronolojik olarak anlatan bir eser yazmıştır. Bu esere de diğer eserler gibi temkinli bir şekilde yaklaşmak gerekir. Nitekim o çağda dolaşan bilgi ve haberler, tarihi belgelerle doğrulanamıyordu.
Tüm bu eserler tarikatın tarihine ilişkin belgesel bir temel oluşturur. Bu eserlere hiç şüphesiz bütün Mevlevi tekkelerinin arşivlerinde bolca bulunan kayıtları ve derviş yazarların şiirlerini de eklemek gerekir. Son on yıllarda Mevlevi Tarikatı'nın tarihine ilişkin bilimsel çalışmalar oldukça artmış olsa da, doğruluğu şüpheli olan belge ve kaynakların sentezi hala yapılmamıştır. Tarikatın tarihine ilişkin çalışmalar, ideolojiler tarafından da engellenmiştir. 1925'te Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde bulunan tarikatın sosyal ve politik faaliyeti durdurulunca, bu tarih de resmi olarak son bulmuştur.
1925 yılından sonraki döneme ait, bahsedilmesi gereken bir başka yazar olan Abdülbaki Gölpınarlı (ölm.1983), çalışmalarında sadece Mevlevi Tarikatı'nın tarihine değinmekle kalmadı, Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte yenilenmiş olan Sufiliğin de içeriği hakkında kıymetli eserler verdi. Mevlevi dervişlerinin en sonuncularından biri olan bu kişinin bir araştırma merkezi kurduğu söylenmektedir. Bu yazarın çalışmalarının derinliği, araştırmacılık yeteneğini onaya koyuyor. Eserleri, özellikle 1953 yılında basılmış olan Mevlana'dan Sonra Mevlevilik adlı eseri Mevlevi Tarikatı çalışmaları alanında hızla öne çıkmıştır. Bugün bazı akademik camialarda Gölpınarlının tarikatların tarihi ve rollerine yönelik bakış açısı referans alınmaktadır. Bu araştırmacının, daha derin araştırmalar yapılabilmesi için bir zemin hazırlamış olduğu kabul edilir. Ruhani bir geleneğin kaynaklarını ortaya çıkarmış, farklı doktrin ve uygulamaların tarihini de araştırmacılara sunmuştur.
Mevlevi Tarikatı'na yönelik kitap ve makaleler artmaktadır; ancak bu eserler çoğu zaman zaten basılmış olan haber ve bilgilerdir. Gelecek yıllar içerisinde, on yıllar olmasa bile, tarihçilerin farklı disiplinlerde ortaya çıkaracağı bulguların daha derin analiz edilebileceği varsayımı hakimdir. Biz de burada Mevlevi Tarihi'nin ana hatlarından ve varoluşu boyunca karşılaştığı büyük sorunlardan bahsetmekle yetineceğiz.
Selçuklular Zamanından Kapatılışına Kadar: Bir Osmanlı Tarikatı
Mevlevi tarihinin bir başı bir de sonu vardır. Başlangıcı için Rumi'nin 1273 yılındaki ölümü verilebilir. Tarikata ilham veren Rumi, insanları peşinden sürükleyen biri olmasına rağmen hiçbir zaman öğrencilerinin kendi çevresinde ya da ruhsal rehberlerin çevresinde halka olduğu bir yapı oluşturmaya çalışmamıştır. Eğer Mevleviliğin paralel bir benzerinin gösterilmesi istenirse, buna en uygunu Fransisken Tarikatı ve kurucusu Assizili Aziz Fransua ile bu tarikatın ilişkisi olur. Bir grup kurulmasına ön ayak olan kişi direkt olarak Mevlana değil, Sultan Veled'dir. Rumi'nin ilk halefi olan Hüsameddin Çelebi (ölm. 1284), Rumi'nin ölümünden itibaren on yıl boyunca Konya'da onun öğrencilerini eğitmiştir. Bu süre içerisinde Rumi'nin türbesi yapılmış, bütün mal varlıklarının idaresi kurulan bir vakfa devredilmiştir. Mevleviler tarikatın açık olduğu zaman boyunca maddi olarak kendilerine yetebilmişler ve Selçuklu beylerinin ve şehirdeki varlıklı kişilerin bıraktıktan miraslar sayesinde mal varlıklarını arttırabilmişlerdir. Vakıflaşma sistemi, mal varlıklarını koruma konusunda sadece Konya'da değil, yayıldıkları bütün topraklarda faydalar getirmiştir. Bütün diğer tarikatların tekkeleri de aynı yolu izlemişlerdir. Vakıf sistemi ile dervişler, ekonomik ve finansal olarak bağımsızlıklarını koruyabiliyor ve mal varlıklarını arttırabiliyorlardı.
Ekonomik olarak bu şekilde devamlılıklarını sağlayan tarikatların 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda kapanmalarının emredilmesi kolaylıkla anlaşılıyor. Tarikatların mal varlıkları o kadar fazlaydı ki, genç Cumhuriyet'in ekonomisinin modern bir şekilde gelişmesini engelleyebilirlerdi. Böylesine büyük finansal bir güç olan tarikatlar, bu gücü kaybedeceklerini öngörebilselerdi, Türkiye'nin dini panoraması tamamen farklı olabilirdi.
Nitekim 1924 yılında Nakşibendi Tarikatı'na mensup bazı bağımsızlık yanlısı gruplar kurulmuş olan politik yapıya başkaldırdılar. Şeyh Said isyanı, Osmanlı sonrası kimliğini aramakta olan ülkenin hükümetinin şüphesini ve endişesini uyandırdı. Şeyh Said'in öncülüğünde başkaldıran gruplar ile Türk ordusu arasındaki mücadelelerden sonra, tarikatlara karşı çok seri bir tutum izlendi. Olaydan bir yıl sonra, Mustafa Kemal Atatürk (ölm. 1938), Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde bütün tarikatların resmi ve kurumsal varlıklarını sonlandıran ve Sufiliğin yaşam alanları olan asitane, tekke, zaviye vb. yerlerin kapatılmasını emreden bir karar aldı. Mevlevi Tarikatı da bu kararın dışında kalmadı, o da kurumsal olarak son buldu. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin böyle bir karar almasındaki şaşırtıcı taraf, tarikatların Kurtuluş Savaşı'nda büyük rol oynamış olmaları ve Mevlevi Tarikatı gibi tarikatların sadece dervişlerden oluşan bölüklerle savaşa katılmış olmalarıdır. Cumhuriyetin kurulmasından sonra Atatürk'ün bağımsızlık siyasetine destek vermekte olan tarikatlar, hem politik hem de sosyal yaşamdan silindiler. Laiklik prensibi üzerine kurulmakta olan bir Türkiye'nin radikal değişimlerinden biriydi bu. Cumhuriyetin kuruluşunu izleyen ilk yıllarda yapılan devrimler sadece giysileri Avrupai ve batılı yapmaya yönelikti. Sultanın temsil ettiği halifelik de kaldırıldı ve bu kurumun sosyal, politik ve dini değeri kalmadı.
Bu tarihin iki uç noktası, başlangıcı ve bitişi oldukça açıktır; bu olaylar o çağları çok etkiledikleri için bilinmektedirler. Eğer bu tarikatın tarihini bölümlere ayırmak istersek, tarihi analizler yapmak için bazı boşlukların olduğu görülecektir. Tarikatın tarihini incelemek için iki yaklaşım benimsenebilir. Birincisi, kişinin kendi yöntemini ve önceki bölümde bahsedilen tarihi belgeleri izlemesidir; yani öncelikle Eflaki'nin yazdığı biyografi ile son bulan kuruluş döneminden yola çıkıp, Sakıb Mustafa Dede ile son bulan Çelebiler dönemini incelemesidir. Bu çalışmalardan sonra da üçüncü dönem olarak Gölpınarlı'nın yazdığı eser çalışılabilir ve Çelebilerden sonraki dönem incelenebilir. Bu çalışma tarihsel sıraya göre vuku bulmuş olayların incelenmesi olur ve bu yöntem birçok bakıma daha geçerlidir.
Bir diğer yaklaşım ise kronolojik olarak, vuku bulduğu bilinen olayların büyük zaman dilimlerinde incelenmesidir. Tarikatın kuruluşu ve Anadolu'ya yayılması 14. yüzyıldan 16. yüzyıla kadar olan dönemi kapsar. Doktrinel tartışmalar 17. yüzyılda yapılmaya başlanmıştır ve 18. yüzyılın başında ise Mevlevi Tarikatı, bir devlet tarikatı kimliği kazanmıştır. Bu dönem 19. yüzyılı da kapsar ve 1925 yılına kadar, tarikatın kapatılmasına kadar sürer. Mevlevi ruhsallığından esinlenen yeni bir oluşumum dönemi başlar. Bu dönem de Mevlevi Tarikatı'nda yeni bir dönemdir ve 1950'de başlayıp günümüze kadar sürmektedir.
Rumi'nin ölümünden sonra Mevlevi manastırlarının, yani tekkelerin özellikle Anadolu'da yayıldığı dönem başlamıştır. Mevlevi Tarikatı'nın ruhsal ve politik merkezi olan Konya şehrinin haricinde, tekkeler bir yağ lekesi gibi en yakın şehirlerden en uzak topraklara ve vilayetlere kadar yayılmıştır. Sultan Veled'in döneminden oğlu Ulu Arif Çelebi'nin dönemine kadar geçen süre içerisinde durmaksızın yeni yeni tekkeler açılmıştır. 14. yüzyılda Konya'dan çok da uzak olmayan Afyonkarahisar'da, Kütahya'da, Sivas'ta, Niğde'de, Amasya'da, Karaman'da ve Edirne'de tekkeler olduğu kayıt edilmiştir. 13. yüzyılda, Rumi henüz hayattayken açılmış olduğu kesin olan diğer tekkeler Tokat, Kastamonu ve Antalya tekkeleridir. Kuruluş dönemine baktığımızda bu dervişlerin nasıl bir misyonerlik şevki ile zaman içerisinde arttıklarını görüyoruz. 15. ve 16. yüzyıllar arasında, özellikle de dinamizmi sayesinde ikinci kurucu olarak anılan Pir Adil Çelebi (ölm. 1460) döneminde Anadolu'daki tekkelerin sayısı artmıştır: Muğla, Kilis, Eskişehir ve Üsküp'te yeni tekkeler açılmıştır. Yayılma sadece bugünkü Türkiye'nin sınırları içerisinde olmamıştır, bazı Arap şehirlerine de sıçramıştır. 16. yüzyılda Kahire ve Şam tekkeleri kurulmuştur.
17.yüzyılda iç Anadolu'da ve Doğu Anadolu’da, Gaziantep, Bursa ve Yenişehir'de yeni tekkeler açılmış, yayılma Arap şehirlerinde ve Balkanlarda devam etmiştir. 1610'da Bağdat'ta, 1617'de Selanik'te, 1620'de Trablus'ta, 1650'de Saraybosna'da. 1661'de Elbasan'da, 1663'te ise bugünkü Macaristan sınırları içinde bulunan Pecs'te tekkeler açılmıştır. Daha yeni bir tekke kuruluş dalgası dervişler ile politik irade arasındaki ilişkiyi sağlamlaştırmak için destek görmüştür. 19. yüzyılda yeni bir coğrafik ve politik açılım gerçekleştirilmiştir, Girit Adası'nda, tam olarak Hanya denilen şehirde 1880 yılında bir tekke açılmıştır. Aynı dönemde Kudüs'te, Medine'de ve Mekke'de de tekkeler açılmıştır.
Tarikatın coğrafik olarak yayılması, Selçuklu Sultanlığından Türk beyliklerine, daha sonra da Osmanlı İmparatorluğu'na kadar sürmüştür. Mevlevi Tarikatının yayılması -diğer tarikatlarda olduğu gibi- değişen politik ortama uyum sağlamaları, adapte olmaları ile mümkün olmuştur. 13. ve 14. yüzyıllarda Küçük Asya'da Selçukluların dili, yani Farsça konuşulmaktaydı. Sadece Rumi'nin eserleri bu dilde yazılmadı, ilk döneme ait diğer yazılar da Farsça yazıldı. 1176'da Bizanslıları yenen Konya Selçuklu Sultanlığı 1243 yılında yıkılır ve bölge Moğolların idaresi altına girer. 13. yüzyılın sonunda Moğolların bölgedeki gücü zayıflamaya başlar ve Türk Emirlikleri, yani Beylikleri kurulur. Bu beyliklerden en güçlü olanı, Osmanlı Beyliğidir ve diğer beylikleri yener. 1360 yılında Osmanlılar Çanakkale Boğazı'nı geçerler ve başkentlerini Edirne'de kurarlar.
Bu stratejik noktadan yola çıkarak Konstantinopolis'i fethetmeye çalışırlar ve bunu 1453'te başarırlar. 1402 yılında yapılan Ankara Muharebesi'nde Osmanlılar, Timur'un orduları tarafından büyük bir yenilgiye uğratılmışlardı. Ancak bu hükümdarın ölümünden sonra, Osmanlılar bütün Anadolu'yu egemenlikleri altına almayı başardılar ve en sonunda da Doğu Roma İmparatorluğu'nun başkentini, övgüyle "Hıristiyan Başkenti" denilen Konstantinopolis'i de aldılar. O andan itibaren Konstantinopolis şehri, Konstantin'in şehri olarak değil, 2. Mehmed'in yani Fatih Sultan Mehmet'in verdiği "İslambol" adı ile anılmaya başlandı. İnsanlar bu şehre İstanbul (eisten polin, "şehre, şehirde (gitmek)" anlamında) demeye devam etseler de, imparatorluk başkentinin çehresi, Muhammed Peygamber'in inancına büründü. Bölgenin tarihi ile ilgili olarak verdiğimiz bu sınırlı bilgiler, önce Selçuklular zamanında yayılan sonra Osmanlı devrinde devam eden, tekkelerin kuruluşu ve tarikatın büyümesi konularını anlamanıza yardımcı olacaktır. Eğer bu tarikat kendi doğal ortamında doğup gelişebildiyse, bu Rumi'nin daha bölgeye gelmeden önce Selçukluların bu topraklara çok zamandan beri yerleşmiş olmasından ve dervişlerin Osmanlı devrinin atmosferinde tamamen huzur içinde ve rahat olmasından kaynaklanır. Osmanlılar, fethettikleri her yeni bölgede bir Mevlevi mekanı kurmak için çabuk davranmışlardır. Suriye, padişah tarafından 1516'da fethedilmiştir ve Şam'da 1585'te bir tekke kurulmuştur. Kahire de 1511de fethedilmiş ve aynı yıllarda bir tekke açılmıştı. Osmanlılar bu tarikata dini kültürlerinin yayılması görevini atfetmişler, hemen hemen 19. yüzyılın sonuna kadar Mevlevilere özel bir değer vermişler ve bu şekilde Mevleviler üstün konumda olmuşlardır. Bazı araştırmacılara göre Mevleviler, Osmanlı otoritesinin temsilcisi vasfıyla, Divanı Hümayun'un ulaşmakta zorlandığı uzak toprak ve bölgelerde idari ve vergi kontrolü yaparak Babıali için çalışmışlardır. Bu düşüncenin ispatlanması gerekse de Mevlevilerin Babıali'den din alanında olmayan birçok vazife aldıkları bir hakikattir.
Osmanlılar, tarikatlara bölgelerinde ilk defa rastladıklarında, esnaf locaları ile tarikatlar arasındaki anlaşmaya dokunmamış, hatta onları İslamlaştırma için iyi birer destek olarak görmüştür. Bir iktisat tarihçisi olan Lütfi Barkan, 1942 yılında bir makale yazmış ve Anadolu'nun kolonileştirilmesinin başrolündeki Türk dervişlerinin etkilerini açığa çıkarmıştır. Belki de daha önceleri var olan uygulamalardan da esinlenen tarikatçılar, Osmanlı'nın manevi olarak hassas olmasına çok etki etmişlerdir.
Siyasi değişikliklere uyum sağlayabilen Mevleviler, Osmanlı kültürünün bir ifadesi haline geldiler. Osmanlıların gelişi ile tarikat daha fazla şehirleşmiş ve Babıali'nin prensiplerine saygılı hale gelmiştir. İmparatorluk başkenti olan İstanbul'da tam beş tekke kurulmuş ve asırlar boyunca bu tekkeler mevcudiyetlerini sürdürmüştür. Bu tekkelerden ilki, fetihten birkaç on yıl sonra, 1491-1492 yıllarında kurulmuştur. Bu tekke, Haliç'in kıyısındaki Galata'da, bütün Avrupa büyükelçiliklerinin bulunduğu bölgede antik bir Bizans kilisesinin kalıntılarının üzerine inşa edilmiştir ve imparatorun sarayının karşı kıyısında yükselen, bir şehir tekkesinin prototipi konumundadır. Galata tekkesinin akabinde, Yenikapı tekkesi 1597-1598 yıllarında Konstantinopolis'in antik surlarında kurulmuş; 1608 yılında Beşiktaş (Bahariye) Tekkesi, 1623 ile 1631 yılları arasında da Kasımpaşa Tekkesi açılmıştır. Üsküdar tekkesi ile ancak 18. yüzyılın sonunda açılabilmiştir. Bu tekkelerin çokluğu, o dönemde karşılaşılan zorluklara rağmen Mevlevi Tarikatı'nın dinamik olduğunu ispatlıyor.
17.yüzyıl ve özellikle de sonu, tarikatları doğuş, yayılış ve kök salış süreçleri ile imparatorluğun bünyesinde dengelerin değişmesi süreci arasında net olarak böldü. 16. yüzyılın sonunda bazı Sufiler İslam'ın temel dogmalarına ters bazı doktrinler öne sürdükleri için Osmanlılar tarafından zulüm görmüşlerdir. Bu mistikler bazen Şeyh Muhiddin Karamani ve Hamza Bali örneğinde olduğu gibi başları kesilerek idam ediliyorlardı. Bu kişiler, Şeyhülislam Ebussuud Efendi'nin fetvası ile birincisi 1550 yılında, ikincisi ise 1572-1573 yılları arasında başları kesilerek idam edilmiştir. Bu tarihlerden sonra Divanı Hümayun, Sufilere ve tarikatlara yönelik bambaşka bir yaklaşım benimsemiştir. Bu değişim, 17. yüzyıl boyunca daha da radikalleşmiş ve Kadızadeli hareketinin buna çok etkisi olmuştur. Mehmet Kadızade'nin (ölm. 1635) öğretisinden esinlenen bu hareketin mensupları, yani Kadızadeliler, bir giysi reformu önermekteydiler. Zamanın resmi tarih yazıcıları, yani vakanüvisler Osmanlı'nın ilk tarihçileridir ve imparatorluğun çökmesinin sebebini olarak toplumun birçok alanda, dini alanda da yozlaşması olarak göstermişlerdir. Tarihçilerin bu yazılarını politik açıdan okuyup, Kadızadeli hocaların bu konudaki dini yorumlarını dinleyen Babıali, yozlaşmanın gerçek sorumlularının tarikatlar olduğunu düşünmeye başladı. Nitekim İslam dininin uygulanmasındaki saflıktan uzaklaşmış olmak, ahlaki yozlaşmaya ve politik gerilemeye sebep olarak gösterildi. Bazı "popüler" uygulamalar tarikatlar tarafından ayaklar altına alınmış olsa da, imparatorluktaki bütün kötülüklerin sebebinin tarikatlar olduğuna inanması, imparatorluğun yeni bir politik yola girmesi anlamına geliyordu. Bu düşünceler Divan-ı Hümayun'un toplandığı odalara geldiğinde, bakanlar ve sultanlar yozlaşmanın ve gerilemenin sebebinin Sufilerin uygulamaları olduğuna inandılar ve asırlardır süren denge bozuldu. Ateşli vaizler olarak binen Sufilerin mistik uygulamalarına karşı üç saldırı dalgası meydana geldi. Bunun sonucunda semanın yasaklanmaması düşünülemezdi. Sadece Mevleviler değil bütün tarikatlar saldırıların merkezindeydiler. Kaynaklar, bu yasağın süresi hakkında tutarlı değiller. Bazıları bir yıl, bazıları on sekiz yıl yazar. Bu yasaktan zamanın en büyük politik davalarından biri olarak bahsedilir ve Divan-ı Hümayun'un Sufilerin uygulamalarına karşı olan tutumunun nasıl değiştiğini bizlere göstermektedir. Hala 1666 yılındayız. Mevlevi kaynaklarına göre sema uygulamasının yasaklanmasından ("Yasağ-ı bedu (Kötü yasak)) sonraki bir yılın korkunç geçtiği, binlerce dervişin yeni düzenin yarattığı mutsuzluktan ötürü öldükleri yazmaktadır.
17.yüzyıl, dervişlerin müntesip olma ve mistik ritüeller icra etmelerine karşı vaazlar veren ve yazılar yazan Sufilerin önemli doktrinel tartışmalarına da sahne olmuştur. Bu dönemde büyük Zıtlıklar ortaya çıkmış ve buna bir de Kadızadelilerin saldırısı eklenmiştir. İsmail Ankaravi'nin (ölm. 1631) postnişinliği zamanındaki yazarlar, Sufiliğin klasik metin geleneğinde yazdığı gibi, Sufi uygulamalarının Peygamber'in Sünneti üzerine kurulmak istendiğinden bahsederler. Bu savunma, tarikatın içinde bulunduğu kötü töhmeti ortadan kaldırmaya yetmese de, o dönemde Sufi doktrinleri konusunda daha vicdani davranılması gerekliği düşüncesini uyandırdı. Politik krizin sorumlusu olarak görülen tarikatlara karşı açılmış olan bu yıkıcı furyadan sonra Osmanlı yetkilileri, Sufiler ve vaizler için, minberden vaaz edilen ve tekkelerde öğretilen İslam konusunu dikkate alarak yeni bir denge kurdu.
Bu korkunç yasaktan sonra Mevleviler, yeterince yayılmış, ruhsal ve artistik öğeleri oluşmuş olan tarikatın geleneğine sadık bir şekilde, sema uygulamasına yeniden başladılar. Mevlevi Tarikatı, bir anlamda politik güce bağlı bir "devlet tarikatı" oldu. Efsaneler, Konya'daki büyük postnişinin, tahta yeni çıkan padişahın onur kemerini bağlama hakkının olduğunu söyler. Bu bilgi tarihsel olarak yanlış da olsa, böyle bir söylentinin çıkması Babıali ile özel bir bağ olduğunun kanıtıdır.
Mustafa Muslu'nun "Osmanlı Toplumunda Tasavvuf” adlı kitabında (2003 s. 372) belirttiği gibi, 18. yüzyıldan sonra çok tekke inşa edilmemiştir. Muslu bu eserinde, Osmanlı topraklarında bulunan 15 tekke, asitane ve Mevlevi zaviyesini incelemiştir. 18. yüzyılda yalnızca bir; ancak 17. yüzyılda altı tekke inşa edilmiştir. Muslu'ya göre, 18. yüzyılda 89 Mevlevi şeyhi bulunmaktadır ve bu, tüm tarikat şeyhlerinin içinde % 29'luk bir orandır. Bu verilerle Mevlevi Tarikatı'nın 18. yüzyılda önem sırasında göre üçüncü tarikat oluyordu. Sezai Küçük'ün kitabında (2003, s. 438) bahsettiği gibi, 19. yüzyılda tarikat yine kapatılma ile karşı karşıya kaldığında, Divan-ı Hümayun'da Mevlevi Halet Efendi'nin bulunması, tarikatın devamı için bir garanti olmuştur. Nitekim bir önceki yüzyılda Konya'daki büyük postnişin olan Hacı Mehmet Çelebi, yapmak istediği reformlar sebebiyle 3. Selim ile anlaşmazlığa düştüğünde bile tarikata yönelik politik destek ve katkı azalmış değildi. Sultan Mahmut 1826 yılındaki ordu reformuna yeniçerileri feshederek başladığında, bu askeri bölüğe dini hizmet veren Bektaşi Tarikatı derhal kapatıldı ve yasa dışı ilan edildi. 19. yüzyılın sonunda bu tarikat yeniden açılana kadar, Mevlevi Tarikatı bu dini hizmeti vermeye devam etmiştir. İzleyen on yıllar içinde, dervişler direkt olarak engellenmeseler de, padişah tarafından desteklenmediler de. Özellikle maddi anlamda destekten mahrum kaldılar; binalarının restorasyon ve onarımını yapamadılar, finansal destek alamadılar. Diğer taraftan aynı dönemde bazı istisnalar haricinde ruhsal ve sanatsal eser üretimi durmuştur. Ayrıca şeyhlik vazifesi babadan oğula geçen bir yapıya bürünmüştür, bireylerin ruhsal kabiliyetine kapalı bir kuruma dönüşmüştür. Önceki çağlarda uygulanan tipik uygulamadan vazgeçilmiştir.
Bektaşiye Tarikatı'nın kapatılmasından sonra, Mevlevi Tarikatı'nın üyeleri, Melamilik-Bektaşilik Tarikatlarından gittikçe daha çok etkilendiler. Bunun kanıtı olarak İstanbul'da iki tekkenin bu tarikatların okulları olması görülebilir bu okullardan biri bir Melami tekkesi olurken, diğeri daha liberal kalmıştır.
1925'de on yıllar önce bir duraklama dönemine girilmiştir ama bir gerileme olduğundan söz edilemez. Büyük Millet Meclisi'nde alınan karardan sonra dervişlerin buna başkaldırmaması bunun bir ispatıdır. 1925 yılı, Mevlevi tarihini bir bıçak gibi keser. Tüm diğer tarikatlar gibi Mevlevi Tarikatı da resmi olarak sona gelmiştir. Bu yasa Eylülde çıkmıştır ve Aralık ayında uygulamaya girmiştir. Türkiye Cumhuriyeti'nde işte bu yıl tarikat Sufiliği son bulmuştur.
Mevlevi Geleneğinin Yeniden Doğuşu: 1925'ten Günümüze
Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu, beraberinde sosyal ve dini hayatı etkileyen birçok reformu beraberinde getirdi; halifeliğin kaldırılması, din adamlarının eğitim almaları, ezanın İslam'ın kurumsal dili olan Arapça değil de Türkçe okunması, Arapça ve Farsça kitapların basılmasının yasaklanması ve son olarak bütün Sufi uygulamalarının son bulması, bütün tekkelerin kapatılması ve tarikatların yasaklanması Atatürk, ünlü bir konuşmasında açıkça tekkelerin fabrikaya dönüşmesi gerekliğini söylemiştir. Bu kapatma yasası, bir tarikat dahilinde yaşanan Sufizmin devam ettiricisi olan şeyhler ile büyücüleri, falcıları ve üfürükçüleri aynı kefeye koymuştur. Bu yasanın çıkarılmasının sebepleri oldukça fazladır; ancak sonucunda Nakşibendi Tarikatı bünyesinde meydana gelen başkaldırılar önüne geçilemez bir hal almıştır. Genç Cumhuriyet, bağımsızlık isteyen asilere boyun eğemezdi, tam tersine -birçok etnik dini ve kültürel öğenin oluşturduğu toplumdaki- bütün geleneksel ve dini değerlerin üzerinde olan "milli birliğin" garantisi olmalıydı. Nitekim tarikatlar da bu konular hakkında hiçbir açıklama olmaksızın kapatılma ile karşılaştılar. Bu yasanın o dönemde çok nadir kişi ve gruplar haricinde tartışılmamış olması bugün bile çok şaşırtıcı bir konudur. Tarikatlar, o dönemde ilişkilerinde çok steril olmak zorundaydılar ve dervişlerin olaylara tepki vermesi gibi bir durum söz konusu değildi. Hatta, en doğal tepkileri, Sufi öğretisini yeni bir şekilde yaşamak oldu: kalplerinde yaşamak. Bazı kişilerin de dillendirdiği gibi, içerisinde Sufiliğin yaşandığı tekkeler kapatıldıktan sonra kalplerin tekkesinin açılması gerekiyordu. Sufiliğin mesajının, doktrinin ve uygulamalarının içselleştirilmiş olması, bir şekilde yine dervişlerin kurtuluşu yoktu. Yine de birçok derviş Türkiye'den ayrıldı, bazıları bu yeni yaşam şeklini kabul etti, bazıları da bu sürecin getirdiği acılara dayanmayı seçti. Diriliş Assumptionistleri isimli tarikatın üyesi olan bir misyoner, tarikat bültenine şöyle yazdı:
Dervişler Şehri olarak bilinen Konya’da artık dervişler görünmüyor. Dükkanları gezdim sokaktaki insanlara baktım, hükümet sarayının salonları gibi müzeleri ve türbeleri adını adım yalın ayak gezdim, ama bir tane bile derviş göremedim. Önceleri her yerdeydiler. Müslüman halkın hayatının içindeydiler, farklı meslekler icra ediyorlardı. Dükkanlarının ya da kulübelerinin komşularını ziyaret ediyorlardı, kahve ya da nargile içiyorlardı. 1908 yılındaki isyana kadar (2.Meşrutiyet -ç.11.)
Konya'nın neredeyse yarısının sahibi onlardı. Ancak jön Türkler onların malvarlıklarının çoğunu ellerinden aldı, şimdi de tamamen dağıldılar. Büyük ve muhteşem olan tekkeleri artık kapalı. Liderleri ve başları olan Büyük Çelebi laikleşmeye mecbur edildi. Tahta yeni çıkan sultanın kılıcını kuşandıran o idi. Büyük lideri ve başlıklı tipik giysilerini giyen yüzlerce dervişi olmayan bu kentin Anadolu'nun diğer yerlerinden ayırabilecek hiçbir özelliği kalmamış (Missions des Augustins de l'Assomption, 1927, Nisan, s. 56).
Anadolu'nun diğer Sufi mekanlarından Konya’yı ayrıştıran karakteristik özelliklerden hiçbiri kalmamış ve manzara tamamen değişmişti. 1925'ten 1950'ye kadar laiklik ya da laisizm bütün geleneksel dini kurumlara kısıtlayıcı ölçüler dayattı. Bazı durumlarda Sufiler, çeşitli zulümlerle karşılaştılar ve bu onları özel alanlarına çekilmeye zorladı. Mevleviler özel ortamlarındaki uygulamalarla hayatta tuttukları antik törenlerini ve tarikatlarına ait temel öğeleri bu özel alanlarında aktarmayı başardılar. Bazı durumlarda şeyhler kendi aldıkları öğretiyi aktardılar ve yaydılar. Cumhuriyet'in kuruluşundan seksen yıldan fazla geçmesine rağmen bu antik geleneğin hala hayattaki mirasçıları tekkelerin kapatılmasından sonraki döneme ilişkin anılarını anlatmaya başladılar. O yıllarda olan olayları anlamak için elzem olan sözel anılar bunlar. Tarikatlardaki dervişler ve şeyhler, yeni politik ve sosyal ortama uyum sağlamak yerine Rumi'nin öğretisindeki bazı öğeleri ve uygulamaları nesilden nesile aktarmaya çalıştırlar. Tarikattaki anılarını anlatanların bahsettiği, Türklerin bu tarikatın kültürünü yeniden anlamaları ve Rumi'nin öğretisinin getirdiği devrimi yeniden kavrama şekilleri, çok ilginçtir. Bu yakın tarih, az zamandır Türkiye'de olduğu kadar Avrupa’da (Ferraro, 2008) çalışma konusu olmaya başlamıştır. 2 Mart 1927 tarihinde Konya'daki büyük dergahın, bütün tarikat merkezlerin kapatılmasından iki yıl sonra yeniden, bu sefer dervişlerin yaşam alanı olarak değil, müze olarak açıldığı duyuruldu. Bu tekkenin birkaç ay içinde müzeye dönüştürülmesi, Atatürk Türkiyesindeki radikal değişimi sembolize etmektedir. Ancak Demokrat Parti'nin hayatının başında halkın alkışını kazanmak için liberal bir dini politika kartını oynayarak, 1946 yılının Aralık ayındaki Rumi'nin ölüm yıldönümü (Şeb-i Arus) için sema törenine izin verdiğini hatırlatmalıyız. Rumi ve dervişler konusunda duyulan ilgi, önceleri çok sönük iken, o andan itibaren yeniden canlanmıştır.
20.yüzyılın ortalarında bir Rumi hayranı olan Kültür Bakanı Ali Hasan Yücel, Mevlevi kültürüne ait olmak konusunda bir konuşma yapmış ve bu konuşmada -çok yerinde bir tespitle- Mevlevi ve Mevlanacı arasındaki ayrıma, yani tarikatın üyesi olan Mevlevilik ile sadece onu kültür olarak benimseyenler arasındaki ayrıma değinmiştir. Bunlardan ilki, yani tarikata dahil olmak, bu eski geleneğin artık ortadan kalkması sebebiyle imkansız olsa da, hissi manada onunla derin bir bağ yaşamak mümkündü. Rumi'nin soyundan gelen Celaleddin Bakır Çelebi (ölm. 1996) de faaliyetleri ile sadece Türkiye'de değil, özellikle Avrupa ve Amerika'da Mevlevi geleneklerine yeni bir ilgi dalgası uyandırmayı başardı. Celaleddin Bakır Çelebi, Rumi'nin mesajını ve dervişlerin ruhaniyetini yayarak öne çıktı. Kişisel özellikleri ve tanıdıklar sayesinde Uluslararası Mevlana Vakfı'nın temellerini attı.
Mevlana'nın ölümünün sekiz yüzüncü yılı, 1973 UNESCO tarafından Mevlana Yılı olarak ilan edildi. Rumi'nin ölüm yıldönümü, her yıl 17 Aralık tarihinde kutlanmaktadır ve ilgi yıldan yıla artmaktadır. Şu anda bu tarihlerde on gün süren kültürel ve dini organizasyonlar yapılmasına kadar gelinmiştir. Konya civarına çok sayıda hacılar, ziyaretçiler ve turistler gelmekte ve sayıları sürekli olarak artmakta, yıl boyunca yüz binlerce ziyaret yapılmaktadır.
Rumi'ye olan ilgi, sadece yıllık anma törenlerindeki kültürel ve dini alaka ile sınırlı değildir. 1940 yılından itibaren Sufi eğitimine ilgi duyan bazı gruplar kendilerine Mevlevi diyerek ortaya çıkmaya başladılar. Bu grupların antik tarikata ne kadar uygun olduğu ve sema uygulamalarının ne kadar gerçek olduğu hemen akıllara gelen bir sorudur. Mevlevi Tarikatı, diğer bütün tarikatlar gibi 1925 yılında kapatılmıştır ve yeniden yapılacak herhangi bir faaliyet Türkiye Cumhuriyeti kanunlarına göre yasadışı sayılacaktır.
Şu anda mevcut olan gruplar günden güne artmakta ve Rumi'nin ve Mevlevilerin ekollerinden esinlenen bağımsız kurumlardır. Bu yüzden bu grupların üyeleri, bir tekkeye bağlı olan dervişler olarak kabul edilemez. Bunlar daha çok bir Türk müzik kültürünün ve folklorunun devamı için çalışan dernekler olarak görülebilir. Bu gruplar semayı da farklı yerlerde "icra etmektedirler". Lakin sosyolojik olarak bambaşka bir gerçeklik içinde yaşamaktadırlar. Mevlevi Tarikatı, merkezi bir yönetime sahipti. Konya'daki bu yönetimin başında Rumi'nin soyundan gelen "Çelebi" bulunurdu. Tarikatın kapatılmasından sonra da hayatlarına devam eden Çelebi ailesi, en azından teorik olarak tarikatın eski birliğini sağlayabilirler. Nitekim Çelebiler, Tarikat olarak kabul edilebilecek bir oluşumun kalbi, merkezi; ancak bugün bir tarikattan bahsedilemez, Rumi'den esinlenen gruplardan bahsedilebilir. Bu gruplardan oluşan bir federasyon, "Uluslararası Mevlana Vakfı" isimli bir vakıf ile, Rumi'nin yirmi ikinci kuşaktan torunlarının öncülüğünde kurulmuştur ve tarikatın ruhsal mirası buradan yönetilmektedir. Bu vakfa dahil olan gruplar teorik olarak bir şeyh tarafından yönetilmektedirler. Bu gruplar teorik olarak Mevlevi tarikatında yeni öğrencilerin yetişmesi için verilen eğitim sonunda "silsile" (şeyhlerin kendi hocalarından aldığı yetki izin zinciri sistemi) uyarınca "icazet" almış şeyhler tarafından yönetilmekteydi. Şimdiki durum, eskiden inisiyasyonun gerektirdiği, tekkede 1001 gün geçirmek gibi bir antik ruhsal eğitimin yanında pek de hayranlık uyandırmıyor. Aday; ancak bu ciddi "çilecilik" (Fr. ascetisme) eğitiminden sonra aday bir derviş oluyordu ve ruhsal kapasitesini gösterdiği zaman sema yapabiliyordu. Cumhuriyet döneminde bu uzun ruhsal inzivanın gerçekleştirilmesinin imkansız olması, Mevlevi geleneğinin devam etmesini engelledi ve bu hakkı geri almak istemek çok büyük bir hata olurdu. Yine de, kumlu bir organizasyonel yapı olmasa da bu grupların üyeleri içsel arayışlarını samimiyetle devam ettirebilirler ve sema törenini icra edebilirler. Tüm bunların yanı sıra, eğitim sistemi de değişmiştir. Tarikatın kapanmasından önce hocalar adayları seçip eğitirken, bugün bir aday kolaylıkla bir gruba girip üyesi olabilir. Eskiden Mevlevi Tarikatı'nda seçilen adaylar ruhani yetkililere emanet edilirken, bugün grupların federasyona üye olmasını sağlayabilecek daha genel ve spontane bir eğitim veriliyor.
Bu vakfın dışında ortaya çıkan, Rumi'nin öğretilerinden ve Mevlevi ruhaniyeti geleneğinden esinlenen, hiçbir gruba ait olmayan kurumlar da vardır. Sonuç olarak, semada görülen estetikliğin ötesinde Rumi'ni manevi gücünden ve ününden faydalanıldığını görmek çok üzücüdür. Bazen -tamamen para için- restoranlarda, alışveriş merkezlerinde ve tiyatrolarda, ziyaretçilerin ilgilerini çekerek güzel zaman geçirmeleri ve "dervişlerin ünlü danslarını göstermek" için birilerinin semaya benzer bir dans yaptığını görürsünüz. Bu, daire biçiminde bir dönmek değil, Rumi'nin öğretisinden çok uzak olan, yere düşen ve gürültü çıkararak dönen bir bozuk para gibidir.
Tüm bu çok zarar verici uygulamalara rağmen, tek bir dansçının antik semazenlerin sembollerle dolu dansını sahneye koyması bile çok önemli bir kültür etkinliğidir. Sanat ve estetik Rumi'nin ruhsal derinliğini yansıtmayı başarmışlardır. Türkiye'de çağımızda Mevlevi Tarikatı'ndan çok Mevlevi kültüründen bahsedilmekledir.
2007 yılının UNESCO tarafından Mevlana yılı olarak ilan edilmesi, birçok farklı grubun resmi olarak tanınmasını sağladı, çünkü sema, "İnsanlığın Somut Olmayan Kültür Mirası" listesine girdi. Semanın kurtarılması gereken folklorik bir gelenek olarak tanınmasına yönelik bu olayı ve sema yapan bütün bağımsız grupları ve çalışmalarını destekleyen federasyon (vakıf) da resmen tanımış oldu. 2007 yılında Mevlana'nın doğum yıldönümü ve Mevlevilerin somut olmayan kültür mirası UNESCO listelerine girdiğinde, geçmişte iki kez yasaklanmış olan geleneksel sema uygulaması da artık dokunulmaz olmuştur. Şu anda kültür derneklerinin, vakıfların ve basit grupların temelinde antik tarikatın gerçekliğinden ziyade hatıraları yaşanmaktadır.
ALBERTO FABIO AMBROSIO
DERVİŞLER TARİHİ, ANTROPOLOJİSİ, MİSTİK YÖNÜ
Çevirmen: Buğra Poyraz
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder