26 Mart 2023 Pazar

Türk Soylu Halklarda Tabiat Ruhları-1

 


Tabiatın Efendileri


Belli bir bölgenin hâkimi olarak kabûl edilen ruhları Altay halkları o bölgenin efendisi olarak anlamlandırılırlar. Bunlar, sadece coğrafî mekânların değil, hayvanlar veya bitkilerin, hâtta nesne veya tabiat olaylarının da efendileri olabilir. Bunun için Tatarcada “ä”, “eä”, “öyä”, Yakutça da “ičči”, Buryatça da “edžen”, Tunguzcada da “amaka” şeklinde ifade edilen bu kelimelerin hepsi, efendi, sahip anlamına gelen kelimelerdir. Jukagir ve Çukçeler gibi Kuzey Sibirya halk inançları arasında bu tip ruhlar vardır, her ormanın ve gölün, hâtta her ağaç ve hayvan türünün bir “efendisi” olduğuna inanılır.


Hâkimiyetleri belli bir bölgeyle sınırlı olan bu ruhlardan bir tanesi de “ev ruhu”dur. İdil Tatarları bu ruha “Evin efendisi” anlamına gelen “Üy üyase” adını verirler. İnanışlarına göre, insan görünümünde ve uzun saçlı olan bu ruh, evdeki ocağın yanında veya evin yer döşemesinin altında yaşar. Genelde iyi bir varlık olup, evi ve evin dirliğinin, refahının koruyucusudur ama her hangi bir sebeple öfkelenecek olursa, ev halkının hastalanmasına da sebep olabilir. En çok öfkelendiği şeylerden biri, evin bodrumunda kendisi için bırakılan su kabının devrilmesidir. Onu öfkelendirmemek için her yıl en azından bir defa-genellikle de sonbaharda- ona lapa sunulması gerekir. Kimi zaman “Evin efendisi” için hayvan kurban edildiği de olur. Ailenin oğlu yeni bir ev açarken, evin uğurlu olması için yerine getirilmesi gereken âdetlerden olmak üzere, eline bir ekmek alıp, anne-babasının evine gider ve tam gece yarısı evin bodrumuna inerek üç tane mum yakıp, bodrumdan biraz toprak alarak, bunu yeni açmış olduğu kendi evinin zeminine serper. Bu, baba evindeki bereket ve dirlikten kendi evine taşımayı ifade eden bir ritüeldir. Eve dönüş yolunda bir insan veya hayvanla karşılaşıldığı takdirde, bütün bu işlemin tekrarlanması gerekir.

İdil Tatarlarının inançlarında ayrıca bir de “Ahırın efendisi” (Abzar üyase) vardır. Buda, “Evin efendisi”ne benzer bir varlık olup, muhtemelen eski dönemlerde her ikisi de aynı idi. Tatarlar bu ruhun bazen atlardan birini iyice besleyip, bakımını yaparken bir başkasını ihmâl ettiğine, yemini çaldığına, ona eziyet edip hayvanın rüyasına kabûs olarak girdiğine inanırlar. “Ahırın efendisinin” bir ata böyle eziyetler ettiği, ertesi sabah atın yorgun ve terli olmasından anlaşılır. Geleneklere göre, “Ahırın efendisine” kara bir kuzu kurban edilir ve bu kuzunun eti bir öğünde hemen yenip bitirilmeli, kemikleri ve diğer kalıntıları ahırın zeminine gömülmelidir. Bu kurbanı ailenin en yaşlı üyesi keser. Diğer Çuvaş ve İdil halklarının inançlarında bu ruhların karşılığı olan ruhlar ve bunlarla ilgili âdetler görülür.


İdil boylarında görülen bu “… Efendisi” inancı, Sibirya halkları arasında pek yaygın değildir, ama Middendorff’un hazırlamış olduğu sözlükte geçen “džiä iččitä” isimli ruh, “evin asıl sahibi ve koruyucusu olduğuna inanılan en eski sakini” olduğu ve bu sözcüğün Yakutçada geçtiğini belirtmektedir. Finlandiyada konuşmuş olduğum bazı mülteci Yakutlar, evin efendisi olan bu “džiä iččitä”nın Ruslardaki “domovoj”a (Evin ruhu) karşılık geldiğini ve asla resminin yapılmadığını anlatmışlardı. Yakutlarda ayrıca “Çadırın efendisi” yâni “balagan iččitä” ve hâtta çadır direklerinin efendisi de bulunmaktadır. Maack, Yakutların eskiden çadır direklerini dikmeden önce üzerlerine kımız ve at kanı sürdüklerini aktarır. Evin efendisine her fırsatta kımız veya başka içkiler sunulur, bunu yapmak için evin erkeği içmeden önce parmağını içkiye batırır ve sağa ve sola bir parça içki serper. Ruslardan gelme bir inanç olan “Ahırın Efendisi” inancı ise, bazı bölgelerdeki Yakutlar arasında da görülür. “Evin efendisi’nin” evin en eski sakini olduğu inancı da muhtemelen Ruslardan geçmiş olmalıdır. Bunun dışında bir de “Ateşin efendisi” vardır, ama bu ruh bazı yerlerde evin avlusunu süpürüp, ahırı temizlediğine inanılan Rusların “domovoj”u ile karışmıştır.

Bazı bölgelerdeki Buryatlar, her evde ocağa yanında bir yerlerde bir ruhun bulunduğuna inanırlar. Bunu aktaran Agapitov, Ruslarda görülen bu inanç şeklinin gerçek kökeninin neresi olduğu konusunda tereddütlerini dile getirir. Schirokogorov ise Mançuların muhtemelen Çinlilerden almış oldukları bir ev ve bahçe ruhuna inandıklarını ve onun için bazen kurban kestiklerini aktarır.


Golde inancında, “Evin ruhu” ailenin koruyucusu addedilir ve her evde bir resmi bulunur. “Džuli” adı verilen bu ruha lapa ve içki sunulur ki, özellikle evin erkeği uzun bir ava veya seyahâte çıktığında, bu ruha dua edilir ve aile fertleri ona emanet edilir. Muhtelif hastalıklarda, özellikle sırt ağrılarında bu ruha başvurularak, hastanın iyileşmesi için “džuli” evin önüne çıkartılıp, kalçalarına kadar toprağa gömülerek, hasta iyileşene kadar bu şekilde kalır.


Avrupa halkları arasında görülen ev, aile ve ev hayvanlarını koruyan “Evin ruhu”na, Sibirya’da ailenin koruyucu ruhları tekabül eder. Bu ruhlara ilişkin resimler günümüzde hâlen bazı çadırlarda görülmekte olup, bunların arasında Soyotelerin “Ev Tanrısı”nı da belirtmek gerekir. Bu “Ev Tanrısı’nın” kumaş, deri veya ahşaptan yapılma tasvirleri veya resimlerine ev halkının her yemeğe oturuşunda “Ev Tanrısı”nın payı sunulur. Birçok halkın inanışında, “Ateşin efendisi” evin koruyucu ruhu olarak karşımıza çıkarsa da, aslında buna ilişkin inanış ve ritüeller en baştan itibaren evden ziyade ateşin kendisine yöneliktir.


Çok yaygın bir başka ruh inanç da “Ormanın efendisi”dir. (Kazan Tatarlarında “Urman öyase”, Yakutlarda ”Tya iččitä”, Buryatlarda “Oin edžen”, Tunguzlarda da “ũre amaka”) Ormanlık dağlarda bu ruha “Dağın efendisi” (Dag äzi) adı verilir. Yakutlar, Ormanın efendisi için ayrıca “Bajanai” veya “barallak” gibi yüceltici sözler kullanırlar ki, her ormanın veya çalılığın bir ruhu, efendisi olduğuna inanırlar. Karagasse ve Buryatlar, her orman ve ağacın bir efendisinin olduğuna inanırken, Karagasselerin inandıkları bu tip “mahallî” ruhlar arasında Barbitai, Kãn ve Khongorok nehirleri kıyılarında tanınan “barbitai äzi”, “kãn äzi” ve “khongorok äzi” vardır ve bu ruhların avda bereket getirdiklerine inanılır.


Sibirya halkları arasındaki “Ormanın efendisi”nin özellikleri pek belirgin değildir. Çoğu zaman bir insan suretinde tasavvur edilip, öyle resmedilir. Schirokogorov’un aktardığına göre Tunguzların Orman efendisi ormanda yaşayan ve ormandaki hayvanların efendisi olan ak saçlı bir ihtiyardır. Nizâmi evlerde değil, ormanda bulunur ve resmini yapmak için önce bir ağacın kabuğu kazınır, sonra oyularak gövdesine ağız, burun, gözler ve sakal çizilir. Samoyedler, Finliler ve Laponlarda benzeri âdetlere rastlanır. “Ormanın efendisi”, Sibiryanın bazı bölgelerinde çok iri bir varlık olarak tasavvur edilir. Meselâ Yenisey vadisinde yaşayan Tunguzlar, bana “Ormanın efendisi”nin bir insandan çok daha büyük olduğunu anlatmışlardı. “Ormanın ve orman hayvanlarının efendisi” olan Moğolların “Manikãn”ı da çok iri bir insan suretinde, Buryatların “Oin edžen”i siyah, çok uzun ve insana benzeyen bir varlık şeklindedir. “Ormanın efendisi” sık sık bir hayvan veya herhangi bir nesne suretine büründüğünden, Tunguzlar çocuklarını hayvan yahut herhangi bir eşyaya benzeyen taşlarla oynamamalarını, çünkü bunların “Ormanın efendisi” olabileceği konusunda ikaz ederler.


“Ormanın efendisi” insanlara nadiren görünür, ancak insanlar sık sık onun sesini kimi zaman bağırırken, kimi zaman ağlarlarken veya kahka atarken duyabilirler. Bu tasavvurun arkasında ormanda duyulan ve kaynağı meçhûl sesler vardır. Bazen de “Ormanın efendisi” ormanda dolaşanları kendisine çekmek için insan sesini taklit ederler, ancak buna aldanıp, bu sesi takip edenler ormanın derinliklerinde yollarını yitirip, kaybolurlar. Burada insan sesini taklitten kastedilen, muhtemelen sesin yankılanmasıdır.

Zelenin, orman ruhlarının iki değişik türü olduğunu ileri sürerek, bunlardan birinin sessizliği severken, diğerinin tam tersine gürültü yapıp, bağırdığını ve güldüğünü söyler. Zelenin’e göre; “Dağın efendisi” olan ruhlar bu ilk gruptandırlar. Lamutlar ve Yakutlar, “Dağın efendisi”ni rahatsız etmemek için bir dağın yakınından geçerken gürültü çıkarmaktan çekindikleri gibi, Alarsk bölgesindeki Buryatlar, ava çıkıldığında şarkı söylenmesi veya yüksek sesle konuşulmasını uygunsuz bulurlar, çünkü Hangai dağının efendisi gürültüden hoşlanmaz. Katschinski Tatarları da dağlara çıktıklarında gürültü yapmazlar. Şorlar da eğer av esnasında gürültü yapılacak veya ıslık çalınacak, şarkı söylenecek olursa, “Ormanın efendisinin” av hayvanlarını da yanına alıp, çekip gideceğine hâtta kimi zaman kızıp bir fırtına bile çıkartabileceğine inanırlar. Altay Tatarları ava giderken, evdeki hanımlarına gürültü yapmamaları, kahkaha atmamaları veya kavga etmemelerini tembihlerler, çünkü “Ormanın efendisi” gürültüden hoşlanmaz ve kızacak olursa, avcılara hiçbir av vermezler.


Yakutların “Bayanai”si ise, buna mukabil, gürültüden ve kahkahalardan hoşlanan bir ruh olmakla, av yakalandığında onun adı bağırarak anılır ve kahkaha atılır. Bu konuda Ionov, Yakutların kurdukları bir tuzağa düşen bir geyiği gördüklerinde “Ho ho hoh”, bak, “Kara ormanın efendisi” (Kara tya iččitä) bize av sundu, hoh, hoh” diye bağırıp, sıçrayarak avın yanına koştuklarını ve kahkahalar attıklarını anlatmaktadır. Bunu yapma sebepleri, “Ormanın efendisi”ne onlara sunduğu bu av için minnet ve sevinçlerini göstermektir. Orman Jurakları da bir ayı gördüklerinde attıkları bazı özel naralar vardır. Lehtisalo’nun anlattığına göre, Juraklar ayıyı gördüklerinde “he heey, he he hey” diye bağırırlar ki, bu âdetin yerine getirilmemesi büyük bir ayıp sayılır. Bazı bölgelerde yaşayan Buryatlar, ormanda ava çıkarken yanlarına güzel hikâyeler anlatan veya şarkılar söyleyen birini aldıkları anlatılır ki, bunun sebebi, gece ormanda çadır kurduklarında “Ormanın efendisi”nin de güzel vakit geçirmesini ve kendilerine bol av ihsan etmesini sağlamaktır.


Av esnasındaki gürültü yasağı, elbette ki av hayvanlarının ürküp kaçmasını önlemek içindir, dağlardayken sessiz olunmasının sebebiyse, dağın üzerlerine bir fırtına yollamasından korkulmasıdır. Yakutların avı yakaladıktan sonra gülme ve bağırmalarının kökeninde, avı yakalamanın sevinciyle atılan çığlıklar vardır ve muhtemelen bu çığlıklar, orman seslerinin taklidinden oluşmaktadır. Av yakalanana kadar Yakutlar da avın ürkmesine sebep olacak gürültülerden kaçınırlar.


Yakutların “Ormanın efendisi”ne toprak ağası (beyi, efendisi) anlamına gelen “bayanai” de dediklerinden yukarıda bahsetmiştik. Bu sıfattan da anlaşılacağı gibi Yakutlar, “Ormanın efendisi”ni ormanın ve içindeki hayvanların sahibi olarak düşünmektedirler. Geçimini avcılıkla sağlayan kişilerin geçimlerinin bu ruhun onlara verdiği ihsanlara bağlı olması hasebiyle avcılar, “Ormanın efendisi”nin teveccühünü kazanmak için ellerinden geleni yaparlar. Avcılığın yanında hayvancılığın da yapıldığı yerlerde “Ormanın efendisi”nin itibarı aynı şekilde yüksektir ve insanlar ondan yardım isterler. Petri, “Dağın efendisi”nin (dag äzi) Karagasselerin en önemli tanrısı olduğunu ve onun kendilerine kürk hayvanları verip, ren geyiği sürülerine baktığına inandıklarını belirtir. Bu sebeple sadece belli bir olay veya maksat için değil, senenin belli dönemlerinde düzenli olarak kurban ve sunularda bulunulur. Bu dönemlerin ilki Mayıs ayında, tabiat yeşile büründüğünde gerçekleştirilir ve ren geyiği sürülerinin çoğalması, hayvanlarının yavrulaması maksadıyla “Dağın efendisi” için ateşe çay ve yağ atılır. Haziran ayında yazlık köylerine geçtiklerinde, ikinci sunu merasimi düzenlenir ve göç ettikleri yerdeki ruha da hayvan sürüleri için dua edilir. Üçüncü sunu töreniyse, güzün av mevsimi başladığında yapılır. Bu törende de herkes “Dağın efendisi”ne dua ederek, kendilerine “samur, sincap, yağlı etler ve kara ayılar” ihsan etmesi dilerler.


Sonbahar, avcı toplulukların kurban zamanı olup, bu yoldan olmak üzere Yenisey vadisi Tunguzları, sincabın tüyleri griye dönüştüğü dönemde yeni yıl bayramlarını kutlarlar ve bu bayramda “Ormanın efendisi” en önemli yeri tutar. Sonbaharda av dönemi başladığında Yakutlar “Ormanın hâkimi”ne dua eder ve sunu yaparlar, bu törende ateşe kurban eti ve tereyağı atılır. Yakutlar her dönem ilk avı yakaladıkları yerdeki bir ağacın kabuğunu soyar ve çıplak ağacın gövdesini oyup yahut kurum ile boyayarak, “bayanai”nin bir resmini çizerler.


Tunguzlarda da benzeri gelenek, ormanda ava elverişli bir bölgede bir ağacın kabuğu soyulup, bu gövdeye göz, ağız, burun ve sakallar oyularak “Ormanın efendisi”nin resmi işlenerek yerine getirilir. Ormanın efendisine sunulanlar arasında kumaşlar, kurdelalar, değerli hayvan kürkleri vardır. “Bayanai”nin avcılara av ihsan etmemesi sonucu avcılar elleri boş döndükleri takdirde, tekrar onun teveccühünü kazanmak için Yakutların uyguladığı bir âdetleri vardır: bunun için, “Orman efendisi”nin bir metre kadar boyunda ahşap bir resmini hazırlayıp, bunu çadıra götürerek, üzerini kesmiş oldukları bir hayvanın kanı ile boyarlar. Çadırın sağ tarafına yere küçük dallar yığılır ve bir nevi sunak olarak kullanılmak üzere yeşile boyanmış bir masa konulur. Masanın üzerine et, lapa kâsesi, kaşık, içki şişesi ve bardaklar bırakılır. Ayini yönetecek kişi kadın kıyafetleri ve başlığı giyip, elinde bir av tuzağıyla, “Çadırın efendisi”, “Ateşin efendisi”, “Ahırın efendisi” ve “Çadırın dört direğinin efendisi” diye dua eder.


Bu konuda Witaschevskiy’nin anlattıkları, Ionov’un gördüklerini de teyid etmekte, buna bazı ayrıntıları da ilâve etmektedir. Buna göre, bu ayin gece yapılmakta ve sabah olduğunda “Ormanın efendisi”nin resmi ormana götürülüp bir ağaca asılmaktadır. Ancak, her iki aktarımda da ayini yönetip, dua eden kişinin neden kadın kıyafetleri giydiği konusunda herhangi bir malûmat yoktur.


Ava ilişkin adetlerin doğru bir şekilde yerine getirilmemesi durumunda “Ormanın efendisi”nin öfkeleneceği ve hayvanları saklayıp, onlara av ihsan etmeyeceğine inanılır. Ormanda yetişen meyve ve yemişlerin toplanması veya ağaçların kesilmesiyle ilgili olarak, “Ormanın efendisi” ilgilenmemesinden, “Ormanın efendisi”nin aslında orman hayvanlarının koruyucu ruhu olduğu sonucuna varabiliriz. Yakutlar, her hayvan türünün ayrıca bir efendisi olduğuna inanırlar. Oroke ve Oroçeler gibi bazı Tunguz kabileleri arasında özellikle “Ayı ruhu” (Do oto)nun çok önemli bir yer işgâl ettiğini görüyoruz. Goldeler, bazı orman hayvanlarının resimlerini yaparlar ve ormana giderken veya o hayvanlarla ilişkili olduğuna inandıkları bir hastalığa yakalandıklarında bu resimlere dua ederler. “Ormanın Efendisi” çoğu zaman bir orman hayvanı suretinde veya onun sırtına binmiş olarak tasavvur edilir. Çoğunlukla bu orman ruhlarının ormanda ölenlerin ruhları olduğuna inanılır. Buryatlar, “oin edžen” adını verdikleri ve ormanda bağırıp sesler çıkartarak, insanların yollarını yitirmelerine sebep olan “Ormanın efendisinin” aslında ormanda kaybolmuş bir kişinin huzursuz ruhu olduğunu anlatırlar. Tunguzlar gibi bazı halkların inanışlarında ise, “Ormanın efendisi” ile, ormanda dolaşan ölülerin ruhları birbirlerinden açıkça ayrılmıştır. Yakutlarda “bayanai”nin bir çeşit “yör” veya “abasy” olup olmadığı pek belirgin değildir. Diğer yandan, av esnasında veya geçim kaynağı olan diğer faaliyetlerin sürdürülmesinde sık sık ölenlerden yardım dilendiğini de göz önünde bulundurmalıyız. Jochelson, Yakutların bu konudaki inanışlarını şu şekilde anlatır: ”Kabilenin yaşayan üyeleri ve ölmüş olanlar arasında yakın bir ilişki vardır. Kabile üyelerinin hayatlarının devam etmesi, geçim kaynaklarını sürdürebilmeleri buna bağlıdır. Bir avcının bir geyiği öldürebilmesi için, öncelikle ölmüş bir akrabasının ruhunun o geyiğin gölgesini öldürmesi gerekir, aksi takdirde avcı geyiği avlayamaz” Gmelin’den yukarıda naklettiğimiz üzre Tunguzların, “her av seferinin, ilk avını şeytana sunma” gelenekleri, muhtemelen bu geleneğin kökenin ölüler kültüyle ilşkilidir.


Tabiatın en esrarengiz ruhları çetin yolların, sarp dağ geçitlerinin veya dağ zirvelerinin ruhlarıdır. Yakutlar bu ruhlara “Yolların efendisi” (Suol iččitä) veya “Geçitlerin efendisi” (ãttuk iččitä) adı verirler. Maack, Yakutların bir boğazdan veya tekneyle yüksek debili bir akıntıdan geçerken bu ruhlara sunu sunduklarını anlatır ki, bu sunular, at kılı, kumaş paçaları, deri parçaları veya kuş tüylerinden ibaret olup, bunlar yakınlardaki bir ağacın dalına asılır. At sahibinin kendi atının yelesinden veya kuyruğundan kopardığı bu kılları, çok değerli sunular kabûl edilir ve Yakutlar, tekneyle bir yere gidecekleri zaman da yanlarına bu at kıllarından bulundururlar. Maack, iki nehrin birleştiği bir noktaya gelindiğinde Tunguzların bıçaklarıyla eğerlerinden bir parça deri kesip, yakındaki çalıların üzerine astıklarını ve genellikle bu çalının üzerinde daha önceden asılmış başka parçaları gördüğünü de aktarır. Âdetten olduğu üzre, mezarlıklarda da at kılı sunusuna rastlanması, geçitlerdeki bu ruhların, ölülerle bağdaştırıldığını düşündürmektedir. Sibiryanın bazı bölgelerindeki dağ sırtlarında veya ulaşılması güç olan yerlerde “Obo” adı verilen taş yığınları görülür ki, bu yığınlar her geçen kişinin yığının üzerine bir taş daha atmasıyla oluşmuş, eğer bu yerine getirilmezse, yolculuk eden kişinin başına bir belâ geleceğine inanılan gelenek hâlen sürmektedir. Radloff, yaptığı seyahâtler esnasında Altaylıların bir dağın öte yakasına veya nehrin karşı yakasına geçecekleri zaman bu vesileyle oluşmuş bir taş yığınına her geçenin bir taş koyduğu gibi, oradaki kutsal ağaçlardan birine bir kumaş parçası bağladıklarını, Majnagaschev de benzer bir şekilde Beltirlerin “Obã” adını verdikleri bu yerlerdeki yığınların üzerine bir dal veya bir taş koyduklarını veya biraz içki döktüklerini anlatır. Buryatların “Obo”ları yolculuğun tehlikeli yerlerinde bulunurken, Kalmukların “Obo”larına bozkırın herhangi bir yerinde, kimi zaman bir tepeciğin yanında veya bir derenin kıyısında rastlanır. Banzarov, Moğolların “Obo”larını yol üzerlerine yapmalarının sebebini, “yolcuların at kılı veya benzeri sunularını kolayca ifa edip, yolculuğun geri kalan bölümünde o “Obo”nun ruhunun korumasını kazanabilmeleri” olarak izah eder.

Herhangi bir yere bir taş veya dal bırakma geleneği eski dönem halkları arasında oldukça yaygın bir âdet olup, bunun örneklerine dünyanın muhtelif yerlerinde rastlamak mümkündür. Araştırmacılar bunu kimi zaman bir sunu, kimi zaman da bir büyü ayini olarak nitelendirirler. İslâm dünyasında mübarek insanlar veya evliyaların ruhuna tazim için taş yığını üzerine bir taş koyma şeklinde devam ettirdikleri görülür. Karelya bölgesinde ise taş konulurken; “Aziz Petrus, bu taşı sunuyorum” denir. Bazı durumlarda alışılmadık bir ölümün gerçekleştiği yerlere de taş bırakılır ki, bu konuda Zelenin, Rusya’da buna ilişkin bazı örnekleri aktarır.


Batı Avrupa’da bu tip taş yığınlarının olduğu yerler, genelde yer altı ruhlarıyla ilişkili yerler olup, Estonyalıların kaybolan bir hayvanı bulmak için böyle bir yere taş veya dal koyma geleneğinde görüleceği üzere, dünyanın çeşitli yerlerinden derlenen bu tür bilgilere dayanarak, bu geleneğin kökeninde ruhlar dünyasıyla ilgili inançların yattığını söylemek mümkündür. Ne var ki, bu taş koyma âdetinin nasıl ortaya çıktığı ve neyi ifade ettiğini açıklamak güçtür. Muhtemelen buradaki maksat, etrafta dolaştıklarında zarar verebilecek olan varlıkları belli bir yerde tutma olmalıdır.


Yakutlar ve başka halklar, tanımadıkları veya uzak yerlere gitmeleri gerektiğinde gizli bir dille konuşurlar ve hayvanları, silahları, tekneleri hâtta yolculuktaki olayları- meselâ bir nehri geçmek gibi- sembolik kelimeler veya yabancı kelimelerle ifade ederler. Troschtschankiy, bunun emniyet sebebiyle, bölgedeki ruhları aldatmak için yapıldığını belirtir ki, bu geleneğe av seferlerinde de riayet edilir.

Altay halk inançlarında belli bir yerin ve havalinin efendisi olan ruhlar dışında, tabiatta dolaşan pek çok başka ruhlar bulunur. Bunlar genel olarak kötü olarak addedilen ve kendilerine tapılmayan ruhlardır. Bunlardan birisi, Volga Tatarlarının “šuräle” adını verdikleri uzun parmaklı bir ruh olup, bu ruhun omuzlarının arkasına atacak kadar büyük göğüsleri olduğuna ve tuzağa düşürdüğü insanları gıdıklayarak (gıdıklanma ile boğulma) öldürdüğüne inanılır. İnanışa göre, bazen de insanların ağzına göğsünü bastırarak ölmesine sebep olur veya otlamaya çıkan atların sırtına binerek, onları çatlatıncaya kadar koştururlar. Tatarlar, bunun ata bindiğinde yüzü arkaya dönük olarak oturduğunu anlatırlar. “šuräle”nin sudan korktuğuna ve “šuräle” nin peşine düştüğü bir insanın, eğer yakınlarda bir dere varsa onun karşı tarafına geçerek kurtulabileceğine inanırlar.


Çuvaşların “Obyda”sı da, “šuräle” gibi iri göğüslü ve uzun saçlı bir insan suretinde ormanda dolaşır, ama üzerinde kıyafet olmaz. Ayaklarının geriye dönük durmasından kolayca tanınabilir. Tuzağına düşürdüğü insanları bitap düşürüp, yorgunluktan ölene kadar onları gıdıklar ve onlarla dans eder. “Obyda”nın koltuk altında bir delik vardır ve ancak ona dokunulursa bütün gücünü yitirip kurbanını bırakır. Hakkında anlatılan bir başka özellik de, bindiği atın geri geri koşmaya başlamasıdır. Bahsi geçen bazı ruhlarda gördüğümüz yüzün geriye dönük olması durumu “Obyda”da hem ayakların geriye dönük olması, hem de atın ters koşması şeklinde ortaya çıkmaktadır.


İdil Tatarlarının “Albastı”sı, hem açık alanlarda, hem de terk edilmiş virânelerde rastlanılan kötü ve tehlikeli bir ruhtur. İnsan görünümünde olmasına rağmen, sık sık ormanda veya tarlalarda her hangi bir nesnenin suretine bürünmüş şekilde görülür. Bir insana musallat olduğunda, o kişi nefes almakta zorlanmaya ve kalbi sıkışmaya başlar ve bu surette boğularak ölür. Kırgızlar, kendi “Albastı”larının kocaman kafalı, dizlerine kadar inen göğüsleri, parmaklarının ucunda pençeleri olan çok iri bir kadın olduğuna ve genelde hamile kadınlara musallat olduğuna inanırlar. Albasta’nın ele geçirdiği bir kadının ciğerlerini nehirde yıkarken görüldüğü anlatılır. Mészaros, bu hususta Türk kadınlarının loğusa yatağında onlara musallat olan “Albastı”dan kendilerini korumak için kafalarına kırmızı bir bez bağladıklarını anlatır.


Çuvaşların korktukları bir başka kötü orman ruhu da, yarım bedenli, tek eli, tek ayağı ve tek gözü olduğuna inandıkları “Ar sori”dir (yarım insan). Aynı inanç Osmanlı Türklerinde de vardır ve “yarım adam” adı verilir. Bu tek gözlü, tek kulaklı, tek kollu ve tek bacaklı yaratığın eski tapınakların harabelerinde yaşadıklarına inanırlar.


Bu özel olarak bahsedilen ruhlar, anlaşılacağı üzere bu halkların tahayyüllerinde gayet teferruatlı ve açık olarak canlandırılmışlardır. “šuräle”, “obyda” ve “albasty”nın Sibiryadaki “Orman ruhu”na benzeyen tek yönü, bazı mahâllerde çok iri bir varlık olarak tasavvur edilmesidir. Ancak, bazı bölgelerde bu ruhun boyunu uzatıp kısaltabileceğine de inanılır. Kötü olmaları ve korkulmaları sebebiyle, bir önceki bölümde bahsedilen huzursuz ruhlar sınıfına daha yakın görünmektedir. Kurbanlarını boğmak için kullanabilecekleri kadar iri göğüslerinin olması gibi, bazı özellikleri onların aslında dişi varlıklar olduklarının ortaya koyar. Birçok halk inancında vakitsiz ölen kadınların ruhları önemli bir korku unsurudur. Moğol inançlarındaki bozkır ruhu olan ve Buryatlarda benzerini gördüğümüz “Albin”de ölen kimselerin huzursuz ruhlarına örnek teşkil eder. Yolların kenarlarında insanları altadatan yanıltıcı ışıklar oluştururlar ve “Albin”in ışığını takip eden kimse, yolunu yitirerek kaybolur.


Bölgede bulunan bir göl veya nehrin ruhuna genel olarak “Suyun efendisi” adı verilir. Yakutlar her su kaynağının, gölün veya nehrin bir ruhu olduğuna inanırlar. Karagasseler gibi bazı halklar da balık avının bereketli geçmesi için “Suyun efendisi”ne sunularda bulunurlar. Petri, Karagasselerin dalyanlarda ava başlamadan önce, kıyıdaki bir ağaca “Džalama” adını verdikleri renkli bezler bağlayıp, ağacın yanında yaktıkları bir ateşe çay, süt, yağ ve tereyağı attıklarını anlatır. Bu ateşe asla ekmek ve tütün atılmaz, çünkü Suyun efendisi; “sug äzi” bunlardan hoşlanmaz. Bu törene orada avlanan bütün balıkçılar katılırlar. Sunulan maddeler suya atılmadığı gibi, olta balıkçılığı yapılacağı zaman da kıyıda sunu yapılmaz. Su kültünde temizlik en çok dikkât edilmesi gereken hususlardan biri olup, suyun içine kirli, kötü kokulu veya bozulmuş bir şeyin atılması, “Suyun efendisi”ni öfkelendirir. Temiz olmayan veya paslı bir kap ile hâtta bir süt kabıyla bile su almak yasaktır.


Karagasse inançlarındaki “Suyun efendisi”nin özellikleri hakkında Petri’nin kayda değer bir bilgi vermemesi muhtemelen Altay Tatarlarının “Suyun efendisi” gibi o da çok açık şekilde tanımlanmamış olmasıyla ilgilidir. Schaschkov, Buryatların “Suyun efendisi”nin (Ukhun edžen) hem huy, hem de yaptıkları açısından Rus inançlarındaki “Suyun efendisi”ne (Rusalka) çok benzediğini ve Buryatların onun boğularak ölmüş birinin ruhu olduğuna inandıklarını aktarır. İdil Tatarları ve Çuvaş inançlarındaki “Suyun efendisi” de, Ruslardaki su tanrılarını andırır ve ayrıntılı olarak tasvir edilir. Yakutların “Suyun efendisi”de oldukça ayrıntılı özelliklere sahiptir. Bu ruhların noel ile üç kral yortusu arasındaki dönemde karaya çıktıkları tasavvuru hiç şüphesiz Ruslardan geçmiş olan bir unsur olup, inanışa göre bu dönemde yanlarına sayıca epey fazla olan çocuklarını da alarak karaya çıkan bu ruhlar, çocuklarını bir öküzün üzerine bindirip, çeşitli sesler çıkartarak yollarda dolaşırlar. Bu sesleri duymak için insanlar yol ağızlarında, terk edilmiş evlerde veya buz tutmuş göllerin üzerinde açılan deliklerin yakınlarında bekleyip, duydukları seslerden, gelecek seneye dair kehanet çıkartmaya çalışırlar. Sığırlarıyla beraber suyun altında yaşadıklarına inanılan bu ruhlara Yakutlar “Silikin” adını verirler.


Bahar gelip buzlar çözülmeye başladığında, Yakutlar suya ekmek ve tuz atar, havaya ateş ederler. Bu sununun gayesi, “ihtiyar”ın onlara zarar vermemesidir. (Yakutlar, göl ve nehirleri “ihtiyar” anlamına gelen “äbä” (ebe) kelimesiyle ifade ederler) Ruslar ve bazı Doğu Avrupa haklarında da buzların çözüldüğü dönemlerde benzeri merasimler yapılır.


Yakutlar, ilkbahar avlarının başladığı dönemde “Suyun efendisi”ne (ũ iččitä) iyi bir balık avı sezonu geçirmek umuduyla bir düve kurban ettikleri de anlatılanlar arasında yeralır, ama genellikle, ona balık ve içki sunulur. Yakutlar “Suyun efendisi”ne ayrıca, “ukulan tojon” derler.


Batıdaki Orman Tunguzlarına “Suyun efendisi”nin yaptıkları tapınmaları sorduğumda, sunu veya kurbanların nehre atılması geleneğinin kendilerinde asla olmadığını belirtmelerine rağmen, “Suyun efendisi”nin özellikleri konusunda tatmin edici bir bilgi verememişlerdir. Çoğunluğu su kenarlarında yaşayan Goldeler, “Muke ambani” adını verdikleri bu “Suyun efendisi”nin görünmesinin ölüm habercisi olduğuna inanırlar. Lopatin, ilkbaharda buzlar çözüldüğünde Goldelerin suya bitki kökleri sunduklarını ve kimseye zarar vermemesini dilediklerini aktarır. “Suyun efendisi”nin insanları boğduğuna ve pek çok yerde her yıl en az bir kişinin canının aldığına inanılır. Bazı kabilelerin üyelerine ise “Suyun efendisi” asla tuzak kurmaz. Su üzerindeyken bir fırtınaya yakalanıldığında eğer “Suyun efendisi”ne dua edilirse, teknenin önünde dalgasız, düz bir yolun açılacağına ve bu rotada kürek çekerek sağ salim kıyıya ulaşılacağına inanılır. Bir fırtınada dua ederek kıyıya varan Goldeler, bunun adına bir domuz kesip, kanını suya dökerler. Domuz kurban edilmesi, bu geleneğin Çin kökenli olabileceğine işaret etmektedir.


Golde inançları arasında bir başka su ruhu da “Kalgama” olup, bu ruhun da balık avında onlara yardım ettiğine inanılır ve tahtadan resimleri yapılır. Bu resimlerde yuvarlak vücutlu, uzun bacaklı ve yüksek bir şapkası olan bir varlık olarak tasvir edilir. Balık avının iyi gitmediği durumlarda “Kalgama”nın desteğini alabilmek için şaman çağırılır ve bir ayin düzenlenir. Bunun için önce tahtadan bir mersin balığı tasviri oyulur ve bu tasvir kuyruğundan kulübenin tavanına asılır. Bir süre orada kaldıktan sonra indirilip, bir su kabına konup, daha sonra bu su dökülür. Bu ayin yapıldıktan sonra yakalanan ilk balık, bu balık resminin ağzına konarak “Kalgama”ya sunulur ve bir süre burada kalır. Daha sonra balık alınıp temizlenir ve solungaçlarından çıkan kan “Kalgama”nın resmine sıvanıp, balığın solungaçları “Kalgama”nın ayaklarının dibine bırakılır.


Goldelerin “Kalgama”sı bazen yalnız bir varlık olarak, bazen de evli bir çift olarak anlatılır. Yalnız bir yaratık olarak tasavvur edildiği yerlerde, bazen erkek, bazen de kadın olarak geçer. Erkek “Kalgama” çoğu zaman kendisine bir iple bağlı köpeğiyle birlikte resmedilirken, kadın olarak tasavvur edilen “Kalgama”nın resimleriyse genelde epey büyük olup, bir metre civarı yüksekliktedir. Goldeler, “Kalgama”nın, kendilerine sadece balıkçılıkta değil, diğer geçim kaynaklarında da yardımcı olduğuna inandıklarından, sadece balığa çıkarken değil, kara avına giderken de resimlerini yanlarında taşırlar.


Balık ve kara avında yardım ettiğine inanılan bir başka ruh da “čalli aga”dır, bu ruhun resimlerini erkekler ava çıktıklarında kemerlerinde taşırlar. Goldeler, “Kalgama”da olduğu gibi onu da hoşnut etmek için şamandan yardım alırlar. Goldelerin yardımını umdukları ve resmini kemerlerinde taşıdıkları bir diğer ruh da “Adžekha”dır. Bu ruh, diğerlerinden farklı olarak şamanlara yardım eder ve bu sebeple şamanlar ayin yaparken bir erkek bir de dişi “Adžekha” resmini göğüslerine asarlar. Dolayısıyla, bu ruhun diğer orman ve su ruhlarıyla aynı grupta değerlendirilmemesi gerekir.


Kutsal su kaynakları veya nehirlerin ruhları da aslında tam olarak su ruhları grubunda sayılmaz. Moğolların yaşadıkları bölgelerdeki kutsal nehirler arasında Selenge, Orhun, Kärälä ve Sarı nehir sayılabilir. Çok eski kaynaklarda bile bu nehirlere tapıldığından bahsedilmektedir. Bazı Avrupa halklarında olduğu gibi, Buryatlarda da kirletilen veya kutsallığı bozulan bir kaynağın kendine başka bir yer arayacağı inancı hakimdir. Aynı şekilde belli nehir ve derelerin yağmur yağdırabileceği inancı da oldukça yaygın olup, meselâ Altay Tatarları Abakan nehrinin efendisi olan Abakan Han’ın yağmur yağdırabileceğine inanırlar.


Moğollar arasında yaygın olarak görülen bir inanç da, göllerde yaşayan bir boğanın fırtına veya benzeri bir olay olmadan önce böğürmeye başladığına dairdir. Yakutlarda bir “Su boğası” (ũ ogusa) tasavvuruyla, bazı göllerde bu boğanın yaşadığı ve bazen de kışın gölün üzerindeki buz tabakasını kırdığı şeklinde rastlanır. Göllerde yaşayan ve böğüren bir “Su boğası” tasavvuruna Avrupada da rastlarız ki, bu tasavvurun doğması, muhtemelen böğürtüyü andıran bir ses çıkaran bir tür balaban kuşu (botaurus stellaris) sebep olsa gerektir.


Eşyaların ruhları arasında, Buryatların “Telli çalgıların efendisi” olarak andıkları ve insanlara iyi birer müzisyene dönüştürebildiğine inanılan “Huri edžen” bahsedilmeye değer bir başka ruhtur. İnanca göre, müzik kabiliyetine sahip olmak isteyen kişi, aysız bir gecede üç yolun kesiştiği bir yerde ipek dizginler takılmış olan bir atın kafasına oturmalıdır. Tam gece yarısı bu at kafası, hareket etmeye başlar ve çalgıcıyı üzerinden atmaya çalışır. Üzerindeki kişi eğer düşerse ölür, ama dikkâtli olup atın kafasının üzerinde kalmayı başarırsa, çok başarılı bir müzisyen olur. Bu tasavvura Avrupa halkları arasında da rastlanır ve muhtemelen de Buryat inançları arasına başka halklarla etkileşim sonucunda girmiştir. Yakutlar ve Buryatlarda demircilik mesleği çok değer verilen bir meslektir ve bu mesleğin bazı aletlerinin kendi “efendileri” vardır. Troschtschanskiy, hiçbir şekilde Ruslardan geçmeyen bütün demircilik aletlerinin Yakutların gözünde birer “… Efendisi”nin (İčči) olduğunu aktarır. Çekiç ve örsün ortak bir tane, kerpeten ve demirci ocağının kendilerine ait birer efendilerinin olduğuna, “Körüğün efendisi”nin ise hepsinin üzerinde olduğunu anlatır. Pripusov, demircilerin yeraltında yaşayan özel koruyucu ruhlarının olduğunu ve buna “Kuday bakşı” dendiğini aktarır. Yakutlar bu ruh için kahverengi bir inek keserler ve kanını demircilik aletlerine sürer, hayvanın kalbi ve karaciğeri demirci ocağında kızartılıp, örsün üzerine konarak tamamen ezilene kadar dövülür.


Balagansk bölgesindeki Buryatlar ise, dokuz oğlu ve bir kızı olan Boschintoi isminde bir “Demirci tanrısı”ndan bahsederler. Bu ruh, ailenin insanlara demir işleme sanatını öğretmiş olduğuna inanılır ve onlara sunu olarak demirci ocağına kımız dökülüp, hâtta bazı zamanlarda kuzu kurban edilir. Boschintoi’nin oğulları ve kızı resimlerde ellerinde çekiç, kerpeten, körük v.b. demircilik aletleri ile resmedilerek, onların bu aletlerin efendileri olduğuna inanılır.


Kafkas halklarından olan Abhazlar da Yakutlarınkini andıran benzer bazı geleneklere sahiptirler ve onların da özel bir demirci tanrısı bulunur. Abhazlarda bu tanrı için kesilen kurbanın kâlp ve karaciğerinin örs üzerinde dövülmesi geleneği vardır. Demircilerin tanrısı kültü, İran üzerinden yayılmış olabilir.


“Tabiatın efendileri” inanışının en yaygın olarak görüldüğü halk muhtemelen Yakutlardır. Goroşov, Yakutlarda suyun, dağların, taşların, otların, çalıların, otlakların, kapların, silâhların yâni hemen her şeyin bir “efendisi” (ičči)” olduğuna dikkât çekerken, Troschtschanskiy de, Yakutların inançlarında ses çıkartan, hareket edebilen veya bıçak gibi insanlarda yara açabilen her şeyin “efendisi” olduğunu anlatır. Doğu Tunguz kabileleri arasında da muhtelif yerlerin “änduri”leri dışında, çeşitli kap ve aletlerin de “efendisi” olduğuna inanılır.



Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.

Çeviren: Erol Cihangir

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak