7 Mart 2023 Salı

Tarihî Devirlere Giriş

 

Destanlardan Hsiung-nu ve İskitlere Geçiş


Türk adı, şimdiki yaygın bilgiye göre, tarih sayfalarında ilk defa VI. yüzyılın ortalarında meydana çıkmaktadır. Oysa Eski büyük Alp-Er-Tunga veya Oğuz Kağan Devleti’nin dağılmasıyla da Türk adı, Karadeniz kuzeyinde kalmış olabilir. Bu arada doğu kanadında da Hun Yabguluğunun dağılmasıyla, Topa/Tabgaç, Apar ve Sabırların tarih sahnesinde görülmelerinden sonra beğleri Bumin idaresinde bir boy, İç Asya’nın doğu kesiminden başlayarak millî birliği sağlamıştı. Bu boy, kendisine asıl Türk manâsına gelen Göktürk adını veriyordu. Tabiatıyla bu adlanma daha önce Türk soyunun bulunmadığı anlamına gelmez.


Öyle seziliyor ki Türk has ismi, önceleri bir boyun adı idi. Bu boyun adı olarak da yaygın geleneğe uygun olarak önce bir kişinin ismi sayılmıştır. Daha sonra bu Türk boyunun önderinin kurduğu büyük bir boylar birliğinin adı haline geldi ve artık yerleşip kökleşti.


Türk, VI. yüzyılda büyük bir devlet olunca, komşuları bu büyük milletin köklü bir geçmişi olabileceğini düşünmüşlerdir. Mesela eski Çin kaynaklarında bulunan Tik kavim adının da Türk kelimesinin ilk şekli olduğunu kabul edenler vardır.


Türkler çeşitli kaynaklardan anlaşıldığına göre, tarih boyunca gerek kendileri gerekse komşuları tarafından çeşitli adlarla adlandırılmışlardır. Çin kaynakları, kuzeylerindeki komşu Türk kavimlerini önceleri Hsiung-nu adı altında tanımış ve tanıtmışlardır.


Batı’daki Grek yazarları, aynı toplumun batısındakileri, Skuthoi, yani İskit adı ile belirtmiştir. Bunlar aslında birer boy, bir başka deyişle büyük devletin iki ana kesiminin adı olmalıdır. Aynı isimler Çin, Ermeni, Süryani ve Bizans kaynaklarında daha uzun bir zaman Türkleri ifade etmek için kullanılmıştır.


Fars/İran ve Arap müellifleri, belki eski alışkanlığa sahip olmadıklarından, belki İslâm’ın daha ilk iki yüzyılı içinde Müslümanlığı kabul eden Türkler tesiriyle bu milleti VI. yüzyılda aldıkları isim ile Türk veya çoğul olarak Etrâk veya Türkân adı altında zikretmektedirler.


Destan veya mitoloji, Türkleri İç ve Batı Asya’da İran ile komşu bir alanda milattan önceki yıllara kadar kesinlikle çıkarmaktadır. Fakat bu zamanda, bilinen tarihî kaynaklar çok farklı bir isimden söz etmektedirler. İran destanına göre Afrasiyab’ın yaşadığı ve hükmettiği coğrafya, Grek ve Roma tarihçilerince İskitler ülkesidir.


Saka ile İskit (Skit) aynı kelime olup, kimi zaman kaynakların durumuna göre birbirleri yerine kullanılmıştır. Batı’da, Grek-Roma kaynaklarının etkisiyle kullanılan İskit/Skit kavramı, Asya sahasında Saka kavramına terk etmiştir.


Sakalar, günümüzde, Sibirya’da yaşayan bir Türk halkının adıdır. Dolayısıyla bu kavram ile Türkler arasında yakın bir ilgi vardır. Bu ilgi, sadece günümüzde değil, XV. yüzyıl ve öncesinde kurulmuştur. Daha Menandros, VI. yüzyılda “Bugün Türk denilen halk geçmişte Skit/Saka diye anılıyordu” demişti. XV. yüzyılda da Bizans tarihçisi Dukas, 1402 Ankara Savaşı’nda, Yıldırım Bayezid’in askerlerini Türk, fakat İç Asya’dan kopup gelen Temür Beğ’in askerlerini Skit diye adlandırıyordu.


Sakalardan kalan bazı edebî ve yazılı metinlerin Türk dilinde olmaması, onların kökeni konusunda Türk olmadıkları yolunda geniş nazariyelere ilham vermiştir. Mesela Tokharlar gibi. Sonradan Döğer adıyla Oğuz heyetine katılan Sakalar gibi. Oysa, Türk oldukları kesinlikle bilinen birçok Türk boy ve devletinin belgeleri Türkçe değil, Farsça yazılırdı. Bu sebeple araştırıcılar, kendilerinden Türkçe belge kalmayan ve İranlı sayılan birçok boyun, sonradan Türkleşmiş olduğunu ileri sürerler.


Karadeniz kuzeyinden Asya içlerine kadar uzanan geniş sahadaki Skit/Saka adlandırmasının içindeki unsurlara, kesin olarak Türklerin atalarıdır denilebilir.


Türkleşme ve Göçebelik 

Türkleşme


“Türkleşme”, geçmiş bin yıllarda çok gerçekleşmiş ve gerçekleşmekte olan bir oluşum gibi gösterilir. Bunda kısmen doğruluk payı vardır. Fakat İç Asya’daki bütün problemler bununla açıklanamaz. Türkleşme ancak iki biçimde söz konusu olabilir. Birincisi, iyice zayıflayan veya boşalan bir arazide Türk boylarının etkin olması; ikincisi ise, doğrudan doğruya öteki etnik kimliklere mensup kişilerin veya boyların doğrudan Türk heyetine girmeleri.


Kişi olarak Türk olmanın XV. yüzyıl sonrasında pek çok örneklerini biliyoruz. Önceki dönemlerden ise açık örneklerini sadece tahmin edebiliriz.


Kavim olarak ise, milat yıllarında Saka heyetine dahil bazı boyların sonradan Oğuz heyetine dahil olmaları sürecini gösterirler.


Burada, kendilerinden kalan dil örneklerinden önceleri İranî bir dil olduğundan İranî sayılan bazı boyların, sonradan Türk olarak görülmeleri söz edilebilir. Bunlar Aral gölü dolaylarında, Harezm sahasında veya Doğu Türkistan’daki vaha şehirlerinde, mesela Hoten’deki Tokharlar gibidir.


Burada dil yadigarlarının, kaldığı toplumun dili ile aynı olmayabileceğini söyleyeceğiz. Ali Şir Nevai, XV. yüzyılda Türklerin İran dilini rahatlıkla konuştuğunu, fakat Farsların asla Türkçe öğrenmediklerini belirtiyordu. Dolayısıyla kendilerinden velev ki Farsça dil hatırası kalanların, köken olarak Fars/İranlı olmayabilecekleri açıktır. Bu sebeple, İç Asya’da çok sözü edilen Türkleşme olayının büyük boyutlarını biz şüphe ile karşılıyoruz. Bu ancak çok küçük topluluklar için söz konusu olsa gerektir.


Gerçek olan o insanların genelde Türk özellikleri taşıdıklarından zaman içinde dil olarak da Türkçe yadigar bırakmalarıdır.


Aral gölünün doğusunda, eski Oğuz sahasındaki arkeolojik incelemeler yapan S. P. Tolstov buradaki kültürün M.Ö. yıllardan sonra hemen hiç değişmediğini kesinlikle ortaya koymuş idi. Değişmeyen maddî kültür, elbette aynı insanların, yani Oğuzların eseridir. Onların bir zamanda, dil bakımından Türkçe öğrendiklerini söylemek, abartılı bir husustur.


Göçebelik


Türk’ün ilk tanımında, onun yerleşik olmayıp göçebe (bir kısım kaynakların diliyle sahra-nişin) oluşu bir temel özellik olarak gösterilmektedir. Gerçekten de yaygın kanaate göre Türkleri göçebe bir kavimdir. Onların göçebe özellikleri sebebiyle, hayatlarında ve tarihlerinde yaptıkları göçlerle dünya yüzünde etkin olmuşlardır. Hatta W. Barthold’a göre Türk, bir yere yerleşirse, Türk olmaktan çıkarmış.


Oysa kesinlikle bilinmektedir ki, gerek arkeolojik kazılardan ve yüzey araştırmalarından gerekse tarihî kaynaklardan Türklerin oturdukları iskân yerleri de vardır. Bunlar en azından iki bin seneden beri varlıklarını devam ettirmektedir. Bunlar arasında, kısmen yukarda da söz konusu ettiğimiz Oğuz Yabgularının kışlık merkezi olan Yengi-kent başta gelmektedir. X-XI. yüzyılların bu yerleşme yeri, Türklerin bir kısmının göçebe, daha doğru bir deyişle yarı göçe olduklarını açıkça gösterir. Böyle olunca, Türkler belirli sahalarda yaylak ve kışlak olarak da bulunmakta idiler.


İnsanlık tarihinin bir safhası olarak aslında mağara=inlerde oturmak, yani yerleşiklik, göçebelikten çok önceki bir safhadır.


Netice itibariyle Türkler göçebedir veya yarı-göçebe ya da yerleşiktirler diye bir tanım yapmak imkânsızdır. Çünkü var oluşlarının başlangıcında yerleşik oldukları gibi, sonraki zamanlarda da içlerinde yerleşik olanlar her zaman bulunmuştur. Bu yerleşiklik kimi zaman keçeden göçürülebilir evi olamayanların, yani çok fakirlerin yerleşik sayılması gibi durum da ortaya koymuştur. Her ne olursa olsun, Türk hayatında sesleri daha çok çıkan ve etkin olan, mevsimlik hayat yaşayan, yani yarı göçebe olanlardır. Onlar kışları belirli bir yerde (kışlakta), sonraki bahar mevsimini, mevsimin Türkçe adıyla yazlakta, yaz, gerçekte yay mevsimini yaylakta ve güz mevsimini de güzlekte geçiriyorlardı.


Nasıl vaktiyle Türkler yaygın olarak et yer, sadece çok zengin ve varlıklı olanlar ekmek yiyebiliyorlarsa, bir zamanlar da Türklerin sadece çok fakir ve güçsüz olanları devamlı yaylak veya kışlaktaki yurtlarında kalmışlardır.


Oysa Türkler bugün üzerinde oturdukları toprakların özellikle İç Asya ve Doğu Avrupa kesimindekilerin, binlerce yıldan beri kendi öz sahipleridirler. Asya ülkeleri için olduğu gibi Anadolu sahası için de böyle olduğu söylenmektedir. Tarihi zamanlardaki görülen hareketlilik içinde, Anadolu sahasında Türklerin son gelişi öncesinde burada Rumlar/Yunanlılar olmakla birlikte, onlardan önce de burada insanlar vardır. Yunanlılar da buraya sonradan gelmişlerdir.


Dolayısıyla buranın en eski sakinleri pekâla Asya’dan gelmiş olabilir ki bu gelenler de Türklerin ataları sayılabilirler.


Sonuç ne olursa olsun, Türklerin tarihi devirlerde yaşadıkları sahaların, daha eski zamanlardaki aslî sahipleri olduğuna dair inanç, Atatürk’ün Tarih tezini oluşturacaktır.


Türk Adının Coğrafyası


M.Ö. VI-V. yüzyıllarda İç Asya’daki büyük devlet Karadeniz kuzeyi ile Baykal Gölü arasında yayılıyordu. Bu büyük devlet, Hakanlık, iki ana kesime ayrılmış gibiydi: Batı ve Doğu Yabgulukları. Batıdan komşuları, bu devleti, özellikle batı kanadının etkin ismi Saka/Skit olarak tanımlarken, doğudan komşuları Çinliler Hsiung-nu olarak biliyorlardı. Oysa bunlar bir büyük Hakanlığın, başında bir zamanlar İran destanına göre Alp Er Tunga/Afrasiyab, Oğuz Destanı’na göre de Oğuz Kağan bulunmuş idi.


Bu büyük Hakanlığın içinde, yaşayan insanlar farklı dil, kimlik de taşıyabiliyorlardı. Fakat hakim ve etkin unsur, hepsini sonradan kesinlikle Türk olarak bileceğimiz boylar, kabilelerdi. Bu sebeple olsa gerek kimi zaman, bu büyük coğrafya içindeki iskân yerleri buluntuları, "Türk” özellikleri taşımayabilir. Unutmamak gerekir ki bir Türk Devleti olduğu kesin olan Osmanlı ülkesinde de, iskân yerlerinin hepsinde veya bütün mahallelerinde Türkler oturmuyorlardı.


Türk insanının, geçmişin karanlıklarından tarih sahnesine çıkışında böylesine bir bulutsu durum söz konusudur. Ancak sonrasındaki açık ve berrak gerçekler, daha eski zamanlar için de bizim dayanağımızdır.


Bu gün bir dil ve kültür bütünlüğü taşıyan insanların ve belirli bir toplumların umumi adı olan Türk kelimesi, Göktürklerden sonraki Uygur metinlerinde de görülüyor. Onlarda bu kelimenin manası "güç, kuvvet ve kuvvetli” demektir. Türk kelimesi, daha sonraki Orta Çağ İran edebiyatında Güzel insan manasında da kullanılmıştır.


Kendilerine sonradan Türk denen insanların atalarının yaşadıkları yerler, arkeolojik malzemenin bulunmuş olduğu yerin adıyla anılan (Tagar, Karasuk vb.) kültürlerle ifade edilir. Şüphe yoktur ki bunların bir kısmı doğrudan Türklerin atalarına ait idiler. İşte bu insanların çocukları ve nesilleri, Türklerin ilk zamanlarda ihmal ettiği yazı yerine, komşularının yazılı kaynaklarının verdikleri isimlerle anılmaktadır. Böylece batıdan doğuya doğru, kimi zaman step=bozkır kuşağı da denen, fakat tam olarak bozkır olmayan coğrafyada yaşayanlar Skit— Saka--- Hsiung-nu diye anılmışlardır. Bunlar Asya’nın batısından, hatta Doğu Avrupa’dan Asya’nın doğusuna doğru uzanır gider.


Atın etkili olduğu bu topluluk, bir büyük ve merkezi devlettir. Bu büyük devletin içinde, Türk adı verilen bir halk da yaşamaktadır. Ancak bunlar, henüz büyük devlete, hakanlığa=kağanlığa adlarını vermemişlerdir. Kağanlık, birçok hanlıklara bölünmüştür. Bunun temelinde sonradan da iyi bilenen sağ-sol=doğu-batı en azından iki ayırım vardır. Fakat bazı araştırıcılar (V. G. Haussig), mesela Göktürk Hakanlığı’nın dahi, en azından dört Hanlık olduğunu söylüyorlar.


Bir sonraki kademede artık adı da Türk olacak olan devletin dört Hanlık olması, Türk devletlerinde devam edecektir. Böylece Türkler, insanoğlunun var olmasından sonra, belirli bir coğrafyada binlerce yıl birlikte yaşayarak ortak özellikler kazanmışlardır. Bu ortak özellikler, çok dar bir alanda değil, oldukça geniş bir alandadır. Kazak ve Kırgızların yakın zamanlarda dahi, ata dayalı hayatlarının çok geniş mesafelerde cereyan etmesi, Türk olarak birleştirici bir ada sahip olacak insanların, çok geniş bir sahada ortak özelliklerini kazanmış olabileceklerini belirtmiş olmuyoruz.


Bunun iki önemli temeli vardır:


At’ın ehlileştirilerek her alanda kullanılması;

Hayvancılığa dayalı bir ekonomik hayat.


Hayvancılık ve at, ortak özelliklerin çok geniş mekânlarda oluşmasına imkan vermiştir. Böylece iklim bakımından da orta kuşak, Karadeniz kuzeyi ile Altaylar arası Türk’ün ana yurdu gibi olmuştur. Burada Hazar ile Baykal arasını esas kabul ederek sonrasında daha dar bir alan da seçilebilir. Bu dar alan ise Aral ile Altaylar arası olabilir. Bir başka ifade Altaylar ile Tanrı Dağlarının esas olmasıdır.


En eski hayatın mağaralarda (in) geçmiş olması da Türk insanı için olağandır. Türkçenin en eski kelimeleri tek heceli olup in=mağara da bunlardan birisidir. Günümüz Türk ülkelerindeki inlerde=mağaralarda (=üngür) hayat yakın yıllara kadar sürmüştür. Üngürlerin içine konan hazinelerin ağzının kapatılması gibi.


En eski Türk rivayetlerinde de, vaktiyle sadece bir kurtun geçtiği dar yoldan girilen vadideki hayat ve sonrasında dağın eritilerek çıkılması, bu zamanı yansıtsa gerekir.


Burada Türk adının aynı soydan gelen halklar için birleştirici bir isim olmasının zaman içindeki olumlu veya olumsuz özelliklerine de kısaca temas etmek gerekir. Böylesine bir topluluğun komşuları, bitişiklerinde yaşayanların, aynı büyük bir siyasi birlik içinde yer almasını, daha da güçlü hale gelmesini istemezler. Aksine bunların ayrı ve daha küçük birlikler halinde kalmalarında, kendileri açısından fayda bulurlar. Bu sebeple komşu milletlerin bu insanlara ait, alt isimlerini tercih etmelerini destekleyerek, onların kendi içlerinde çatışmalarını bekler ve bunu kendi ülkelerinin rahat ve huzuru Bununla birlikte, güçlü bir siyasi yapıya ve birliğe sahip olan herhangi bir Türk boyu, Türk oluşunun şuurunda olarak bu birliğin siyasî bakımdan da etkili olacağını düşünerek, konuyu birleştirici özellikleriyle tabiî olarak gerçekleştiriyordu. Asya ölçüsündeki büyük devletlerin kurulduğu dönemlerde, böylesine birleştirici özellikler eskiden beri dikkati çekiyordu. Mesela Ma-otun/Mete, bütün yay çeken kavimleri birleştirmişti. Anlaşılıyor ki, M.Ö. VI-V. yüzyıllarda da Hazar Denizi’nin kuzeyinden doğuda Altayların ötesine kadar uzanan bölgede bir büyük devlet olmuştur. Yabancı araştırıcılar da Skit/Saka denilen bu devletin, kültürel mirasına sonradan Türkler sahip çıkacak ve devam ettireceklerdir.


Bütün bilinenleri, doğrudan Türk’e karşı bir peşin hükümlü olmadan, bir kere daha en kısa olarak şöyle özetleyebiliriz: Türk, aslî özellikleri ile tarihin karanlıklarından, birkaç bin yıl geriden oluşup gelerek, M.Ö. bin yıllarında şekillenmiş olmalıdır. Milattan önceki bin yıllarında Türkçe belirli bir zümrenin, halkın, insan kümesinin konuşma dili olmuştur. Bu halkın yaşadığı, ehlileştirdiği at ile mesafeleri yakınlaştığı bir geniş coğrafya içinde bazı alt isimler de ortaya çıkmaya başlamıştır. Kırgız, Uygur, Oğuz, ve nihayet Türk gibi. Bu isimler yanında, hemen aynı zamanlarda bir insandan çıkış esaslı adlandırmalar da görülür: Karluk, Kalaç, Kanglı gibi. Türk, bir zaman için bütün bu insanların ortak ismi olarak hiçbir yerde veya kaynakta görünmeyebilir. Fakat bütün bu sayılan insanların dil ve kültür bakımından ortak özellikler içerdiği kesindir. Kültür olarak da en açık seçik belirginlik, Çin kaynaklarına göre yöneticilerin bir şekilde kurt ile bağlantılarının olmasıdır. Bu kesinleşen ortak özellikleri yaygın şekilde yaşayanlar, ata tam olarak hâkim ve demiri de etkili kullandıklarından dolayı, çevrelerinde daha üstün bir güç sahibi olmuşlardır.


M.Ö. VII. yüzyıldan itibaren, Avrupa ve Batı Asya yazılı kaynaklarının Skit/İskit dediği büyük devlet, sonradan kendilerine Türk denecek olan insanların idare ettiği bir siyasi güç idi. Hatta denebilir ki Türk daha milat yıllarına doğru ortaya çıkmış olabilir. Grek-Roma kaynaklarının İskit dediği bu devlete İran kaynakları Saka demektedir. Zaten Saka, doğrudan kendi özellikleri ile XXI. yüzyılda dahi bir Türk boyu olarak yaşayacaktır. İran millî destanı kuzeyindeki devletin başındaki Afrasiyab ile çetin mücaleleri anlatır. Afrasiyab ise doğrudan Alp Er Tunga adında bir Türk millî kahramanıdır. Böylece gerçek tarihî bilgiler ile destan iç içe girmekte bu Türkler artık tarih sahnesine çıkmaktadırlar. Alp Er Tunga’nın başında bulunduğu devlet ise, başkalarının İskit veya Saka dedikleri Karadeniz kuzeyinden Asya içlerine doğru uzanan büyük devlettir.


Bu büyük devletin Doğu Hanlığı, Yabguluğu Çin kaynakları sayesinde çok iyi bilinmektedir. Hsiung-nular, Çinliler tarafından da VI. yüzyılda doğrudan Türk adıyla devlet kuranların ataları olarak tanımlanır. Bu devletin içinde ise Türklerin daha pek çok boyu bulunmaktadır. Saka Devleti’nin Batıdaki Hanlığı, Denis Sinor’a göre, milat yıllarında dahi Türk adını hatıra olarak saklamış ve bu ad Pliunus ve P. Mela’ya geçmiştir.


Türk, kendilerine ne ad verdikleri bilinmeyen, fakat yaşadıklarını arkeolojik kalıntılarından anladığımız insanların, M.Ö. 500’lerden itibâren bu adı almaya başlayan çocuklarıdır. Türk, artık doğrudan kendisine mahsus özellikleri ile insanlık tarihinin içine girmiştir. 



Prof.Dr. M. Taner Tarhan’ın Ön Asya Dünyasında İlk Türkler Kimmerler ve İskitler Kitabından Alıntılanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak