21 Mart 2023 Salı

ŞEYTAN VE İBADET HAYATIMIZ

 

Bir tarafta bizler; bir ömür boyu Allah’a kulluk vazifesini yerine getirmek yükümlülüğündeki müslümanlar. Diğer tarafta ise ömrümüz boyunca bizi bu yoldan çevirmeye çalışan aktif ve aksiyon içindeki şeytan ve avanesi. Bir taraftan bu şeytanı ve yardımcılarını alt etme, diğer yandan ibadetlerin az da olsa var olan zorluğunu aşıp hakiki insanlık ufkunu yakalama. Allah’ın: “Ey insanlar, sizi de, sizden öncekileri de yaratan Rabb’inize ibadet edin,” emrinin yanında, şeytanın bütün yandaşlarıyla beraber binbir entrikaları ve insanı yoldan çıkarma faaliyetleri. Ve bunların hepsini birden içine alan yaratılış gayesi ve imtihan sırrı. Evet, bütün bunlar birer realitedir. Fakat aşılamayacak, altından kalkılamayacak şeyler de değildir. Allah Teâlâ hiç kimseye taşıyamayacağı yükü yüklemeyeceğine göre O’nun bizden istedikleri, bizim üstesinden gelebileceğimiz şeyler olmalıdır.


İbadetlere devam etme ve bu hususta ısrarlı olma, müslümanlara bir hayli yardımcı olacak vesilelerdir. Zira: “Mü’min, yolculukta devesini yorduğu gibi, (ibadet ve taatla da) şeytanlarını yıpratır, mecalsiz bırakır.” Böylelikle, şeytanların insan üzerindeki tesirleri azalır, telkinleri ma’kes bulmaz. Başka bir üslûpla ifade edecek olursak; insan, ibadet eder, şeytanın şerrinden korunur. Şeytanın şerrinden korundukça daha çok ve daha şuurlu olarak ibadetlerini yerine getirir. İbadet, şeytandan uzaklaşmayı; şeytandan uzaklaşma, ibadeti netice verir. İşte bu, bir doğurgan döngüdür. Bunun tam tersi de olabilir. İnsan, ibadetlerinde gevşeklik gösterir, Allah’a kulluğun kendine has zorluğunu bir türlü aşamaz. Aşamayınca da şeytanın üzerindeki baskısı artar, vesvese ve aldatmaya yol bulur. Güçlü şeytana ibadetlerle mukavemet edemeyen insan da ona mağlub olur. Günahlarda ısrar, haramlardan sakınmama, şeytanın kuvvetli hale gelmesi, ibadet yoksunu insanın da bu kısır döngü içerisinde eriyip gitmesi demektir. İbadetlerden uzaklaşma, şeytanın avucuna düşmenin; şeytanın oyuncağı hale gelme de, ibadetten soğumanın sonuçlarıdır. Bu konuyu ihtar sadedinde Yüce Allah şöyle buyurur: “Sizden biriniz arzu eder mi ki kendisinin, altından ırmaklar akan, içinde her çeşit meyvesi bulunan, hurmalardan ve üzümlerden oluşmuş bir bahçesi olsun, kendisinin üstüne tam ihtiyarlığın çöktüğü, aciz (elleri ermez, güçleri yetmez) yavrucuklarının da olduğu bir sırada aniden ateşli bir kasırga gelsin de o bahçe yansın kül olsun? Allah düşünesiniz diye ayetleri böyle açıklıyor.”


Bir gün Hz. Ömer (r.a), Ashab-ı Kiram’a bu ayeti okumuş, sonra da “Bu ayet hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye sormuştu. Oradakiler: “Allah en iyi bilendir,” dediler. Bu cevaba öfkelenen Ömer (r.a): “Biliyoruz, yahut bilmiyoruz deyin,” dedi. İbn Abbas, “Ey Mü’minlerin Halifesi, benim gönlümde o ayetten bir şey (bir bilgi) var,” deyince Ömer de ona: “Ey kardeşim oğlu, kendini hor ve hakir görmeden onu söyle,” dedi. İbn Abbas, “Bir amel için mesel yapılmıştır,” dedi. Hz. Ömer: “Hangi amel için?” diye sordu. İbn Abbas, “Bir amel için” dedi. Ömer (r.a): “Aziz ve Celil olan Allah’ın taatiyle amel eden zengin bir adam için ki sonra Allah o adama şeytanı yolladı, o da günahlara daldı. Neticede de Allah, o adamın iyi amellerini zayi’ etti,” dedi.”


Şeytanın insan üzerine en fazla düştüğü anlar, ibadet anlarıdır. Bu açıdan insan, ibadet esnasında bir yandan onun bütün rükünlerini kamil manada yerine getirmeye çalışırken diğer taraftan da şeytanla uğraşmak zorunda kalır. Bu zor işte başarılı olabilmiş insanlar ise yaratılış gayelerine uygun bir hayat çizgisi takip ediyorlar demektir.

 


Namaz


Namaz, insanın kulluğu adına yapacağı ibadetlerin en önemlilerindendir. Şeytan, namazın içindeki secde ile imtihan olmuş, emre muhalefet edip sınavı kaybetmiştir.


İbadetlerde esas olan, ibadet esnasında yapılan bazı hareket ve şekillerin arkasındaki ruhu yakalamaktır. Allah’a kulluk neşvesi içerisinde işin özünü elde etmeye çalışma, ciddi, saygılı ve yapılan işin şuurunda olmadır. İbadetler, folklora dönmemeli, ruh şekle feda edilmemelidir. İhsan şuurunu yakalama esas olmalıdır. Allah Rasûlü (s.a.s)’nün ifadeleri içerisinde: “İhsan, senin görüyor gibi Allah’a ibadet etmendir, her ne kadar sen O’nu göremiyorsan da O, seni görüp durmaktadır.” İşte o zaman işin ruhu kavranmış, ibadetler kamilane eda edilme sürecine girmiş demektir. Böyle bir seviyeyi yakalayan insan, şeker-şerbet yudumluyor gibi ibadetleriyle zevkyab olurken, öbür tarafta hafakandan hafakana giren, hezeyanlar içinde kıvranan, çıldıran birisi vardır; şeytan.


Hz. Peygamber (s.a.s): “Ademoğlu secde ayetini okuyup da secdeye kapanınca, şeytan bir köşeye çekilir, ağlar ve der ki “Vah bana! Âdemoğlu secde ile emrolundu, secde etti (kazandı). Ona cennet var. Ben de secde ile emrolundum, yapmamakta direttim, benim için ise ateş (var),” buyurmuştur.


Şeytan, her ne kadar pişman gibi gözükse de, geri adım atmamış, yaptığı yanlışlığı affettirecek bir tevbe de etmemiştir. Aksine o hâlâ, secde emrini yerine getiren insanlara musallat olup durmakta, onların da kendisi gibi isyankâr ve sapkın olmaları için çalışmaktadır.


Şeytan, en güçlü silahı sayılan vesveseyi abdest anında kullanır. Abdest alırken tam yıkanmadığı vehmiyle defalarca ellerini ayaklarını yıkayanlar, bu tip vesveseye müptela olanlardır. Bir hadiste, abdest suyu vesilesiyle insana vesvese vermeye çalışan velehân adlı şeytandan sakınılması emrolunmuştur. Bu hal, aynı zamanda suyun israf edilmesine de sebebiyet verir. Efendimiz (s.a.s): “Abdest alırken suyu fazlaca kullanmada hiçbir hayır yoktur. Zira o, şeytandandır,” buyurmuştur.


Abdest ile alakalı vesvese, namazda da devam eder. Şeytan, kişiye abdestinin bozulduğu vehmettirir. O şahıs, namazının sıhhatinden kuşku duymaya başlar. Bu şüpheleri onun namazdaki konsantresine olumsuz tesir eder. Şeytanın istediği de budur. Allah Rasûlü (s.a.s): “ Sizden biriniz namazdayken şeytan ona gelir ve onu bir adamın, hayvanını yakaladığı gibi (kıskıvrak) yakalayıverir. Sonra o kişinin kalçaları arasından yellenme gibi bir his verir. Biriniz böyle bir durumla karşılaşırsa, kesin bir ses veya koku duymadıkça namazından ayrılmasın, ondan kuşkulanmasın,” derken bu menfi tesire değinmiş olmaktadır.


Ayrıca bir ses işitilmeği veya bir koku duyulmadığı müddetçe, namazdan ayrılmamayla alakalı bir çok hadis-i şerif rivayet edilmiştir.


Namaz, insanın, kendi dar ve sınırlı buudlarından çıkarak, sonsuza açılmasıdır. Allah Teâlâ’ya en yakın olunan vakit, namaz vakti, namazın içinde O’na en yakın olunan hal de secde halidir. Allah Rasûlü (s.a.s): “Kulun, Rabb’ine en yakın olduğu an secde anıdır.

vakitte duayı çokca yapın,” buyurmuşlardır. İnsanın Allah’a olan yakınlığının göstergesi olan namaz, insanı, günaha girmekten ve kötülükler yapmaktan meneder: “Gerçekten de namaz, kötü ve iğrenç şeylerden alıkor.” Kamil manada namazını kılan bir insan, günün diğer vakitlerinde de namazın kendisinde meydana getirdiği Allah’a yakınlık hissiyle yaşar. Günahlarla karşı karşıya kaldığında, vicdanının baskısı, günah işlemesine fırsat vermez. Bütün bunlar ise, şeytanı çileden çıkaran şeylerdir.


Bundan ötürü  de namazda insanı   hiç  boş  bırakmaz.  Efendimiz  (s.a.s):  “Ezan okunduğunda şeytan, arkasını döner kaçar, (bu esnada) yellenir. Ezan bitince geriye döner. Kâmet getirilince tekrar çeker gider, o da bitince bir daha döner gelir. İnsan ile kalbi arasına hatıra sokuşturur. “Şunu da hatırla, şunu da hatırla” der durur. Artık insan öyle bir hale gelir ki üç rekat mı dört rekat mı kıldığını bilemez olur. (Sizden biriniz) Üç mü dört mü kıldığını bilemezse sehiv secdesi yapsın,” diyerek bu meseleye dikkatlerimizi çekmiştir.


Şeytan, cemaatle namaz kılan insanlara yaklaşır. Aralarında bir boşluk bulursa hemen oraya girer ve onlara musallat olur. Hz. Peygamber (s.a.s) bu meseleyi de ihtar etmiş: “Safları sağlam yapın. Çünkü şeytan boşluğa gelir dikilir,” demiştir. Başka bir rivayette de: “Safları sapasağlam yapın, omuzlarınızı tam hizalayın, boşlukları doldurun, kardeşlerinizin ellerine karşı yumuşak davranın, (birisi cemaate geldiğinde safa girebilmesi için saftakilerin omuzlarını yumuşatıp geçişe müsaade etmeleri) şeytanın gelip dolduracağı boşluklar bırakmayın. Kim bir saftaki boşluğu doldurursa Allah da onu rahmetine erdirir. Kim de, safta kopukluk meydana getirirse, Allah onunla olan bağını koparır,” buyurmuştur.


Namaz, Allah’a boyun eğmenin adeta sembolüdür. Bu açıdan elden geldiğince titizlikle, ciddiyetle ve saygıyla yerine getirilmelidir. Dikkatlice kılınan namaz, şeytanın namaz anında elde edebileceği fırsatların önünü keser. Bundan ötürü onun en sevmediği şeylerden biri de, tastamam eda edilen namazdır. O, insana sokulur, konsantrasyonunu bozacak şeyler aklına getirir, onu namaz harici duygu ve düşüncelere meylettirir. Kalbî huzurunu kaybeden insan, bir de sağa sola bakmaya başlarsa işte o zaman, şeytan onun namazından bir şeyler kapıp götürmüş demektir. Hz. Aişe (r.a) diyor ki: “Ben Allah Rasûlü (s.a.s)’ne, insanın namazda başını sağa sola döndürmesini sordum. Bana: “O, şeytanın sizin namazınızdan süratle kapıp aşırmasıdır,” diye cevap verdi.”


Namaz kılan kişi, başını sağa sola çevirirse şeytan, o anda onu yenmiş ve ibadet dışı şeylerle onu meşgul etmiş olur. Böyle bir durumda o, ya unutur ya da kalbî huzurunu yitirdiğinden namazını karıştırır. Başı sağa-sola çevirme, hoş görülmeyen bir davranış olduğundan şeytana nispet edilmiştir. Fıkhî olarak da bu davranış mekruhtur. Tıybî (ö. 743/1342): “Bu baş döndürmeden murad, huşûun gitmesidir. Bu işin çirkinliğini tasvir için şeytanın kapıp götürmesi diye mecazen ifade edilmiştir. Namaz kılan kimse, o anda Rabb’ine münacaat etmektedir, O’na sığınmıştır, Rabb’i de ona yönelmiştir. İşte bu anda şeytan, insanın bu durumunu bozmak için pusuda hazır bekler. Kul, sağa-sola bakınca beklediği fırsatı yakalamış olur, namazın faziletlerinden güç yetirebildiğini kapar götürür.” İbn Bezîze de: “Namazda sağa-sola dönme şeytana izafe edilmiştir. Çünkü bu davranış, Cenab-ı Hakk’a teveccüh mülahazalarından bir kesinti ve bir kopukluktur,” demiştir.


Ebu Hüreyre (r.a)’nin rivayet ettiği bir kudsî hadiste, Allah ile kul arasındaki, namaza ait münasebet ve paylaşım anlatılır. Ebu Hüreyre, Hz. Peygamber’i şöyle derken işitmiştir: “Allah (c.c) şöyle buyurdu: “Namazı kendimle kulum arasında ikiye böldüm. Yarısı benim yarısı kulumundur.” Kul: “Alemlerin Rabb’i Allah’a hamdolsun” dediğinde, Allah Teâlâ: “Kulum bana hamd etti” der. Kul: “(Rabb’im) Rahmandır, Rahimdir” dediği zaman, Allah Teâlâ: “Kulum beni senâ etti” buyurur. Kul: “O, din (ceza) gününün sahibidir” dediğinde Allah: “Kulum beni yüceltti, buraya kadar benimdir” der. Kul: “Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım dileniriz” dediğinde Allah (c.c): “Bu, kulumla benim aramdadır” der. Kul: “Bizi sırat-ı müstakime hidayet eyle, o, kendisine nimetler ihsan ettiklerinin yoluna, kendilerine gadap olunmuşların ve sapıtmışların yoluna değil” dediğinde ise Allah (c.c): “Bu, tamamen kuluma aittir, kuluma istediği her şey vardır.”


İşte insan, kamil manada namazını eda ettiğinde, Rabb’i ile arasında böylesine güçlü bir bağ kurmuş olur. Onun bu fevkalâde mertebesini gören şeytanın ise rahat durmayacağı aşikardır. Bu yüzden o, namaza duran her insana ilişir. Hatta bir defasında, Hz. Peygamber (s.a.s)’e de ilişmek istemiştir. Hadiseyi, Ebu Hüreyre (r.a): “Nebi (s.a.s): “Bu gece şeytan, namazımı bozmak için musallat oldu. Fakat Allah (c.c) bana, ona yenmeyi lütfetti...” dedi,” şeklinde ifade eder.


Unutma ve yanılma her insanın başına gelebilir. Bundan, kendisini hiçbir insan kurtaramaz. Buna peygamberler de dahildir. Onların da bizim gibi yanılmaları, bize rehber olmaları yönüyle rahmettir. Büsbütün kusursuz olsalardı, onların rehberliğindeki hayat fevkalâde zorlaşacak, hatta imkansızlaşacaktı. Bu açıdan nadiren de olsa Hz. Peygamber (s.a.s) de yanılırdı. Abdullah b. Abbas (r.a)’ın rivayetine göre birgün ashabına namaz kıldırmış, namazı fazla mı yoksa eksik mi kıldırdığı tam bilinememişti. Selam verince: “Ya Rasûlallah, namaz hakkında yeni bir şey mi var (ayet mi indi) ?” denildi. “Ne oldu ki?” diye sorunca: “Namazı şöyle şöyle kıldınız” dediler. Hemen ayaklarını büktü, kıbleye yöneldi, iki secde yapıp selam verdi. Bunları bitirince yüzünü bize döndürdü ve: “Eğer namazda yeni bir şey olsaydı, onu size haber verirdim. Fakat, ben de sizin gibi bir insanım, sizin unuttuğunuz gibi ben de unuturum, böyle bir unutma cereyan ederse bana hatırlatın,” dedi ve devam etti: “Biriniz namazında şüphe ettiğinde, doğrusunu araştırsın, onu tamamlasın, sonra selam versin ve iki secde etsin.”


Ebu Ravh el-Kelâî’ (r.a) diyor ki: “Rasûlüllah (s.a.s) bize bir namaz kıldırdı. O namazında Rum Sûresi’ni okudu. Sûrenin bazı yerlerini karıştırdı. Namazını bitirince: “Namaza bazı insanlar abdestsiz geldiğinden (abdestlerini iyi almadıklarından) ötürü, şeytan bize bazı yerleri karıştırttı. (Öyleyse) namaza gelirken abdesti tastamam alın.” buyurdu.”


Evet şeytan, büyük küçük demeden namaz kılan her insana sokulur, onları vurmak, dînî hayatlarını felç etmek ister. Onun bu yıkım faaliyetleri namaz sonunda yapılan tesbihatta da devam eder: “İki haslet vardır ki, onları muhafaza eden her müslüman, mutlaka cennete girer. (aslında) bu iki haslet kolaydır ama bunlarla amel edenlerin sayısı azdır.

 


(Kişi) Her namazın sonunda on defa sübhanallah, on defa elhamdülillah, on defa da Allahüekber der. Bunların hepsi dil ile yüz elli eder ama onlar(ın sayısı) mizanda bin beşyüzdür. İkinci haslet ise; yatağına girip uzanınca otuz dört defa Allahüekber, otuz üçer defa elhamdülillah ve sübhanallah der. Bütün bunlar dille söylenince yüz eder ama mizanda bin (kıymetinde) dir.” dedi. Abdullah b. Amr (r.a) diyor ki: “Ben Rasûlüllah’ı eliyle sayarken gördüm.” Ashab: “Ya Rasûlallah, bunlar nasıl bu kadar kolay olur da yapanlarının sayısı az olur?” dediler. Bunun üzerine Allah Rasûlü: “Şeytan uyku vaktinde gelir, bunları söyletmeden onu uyutur. O kişiye namaz vaktinde gelir, daha tesbihatını yapmadan bir ihtiyacını hatırlattırır. (o da tesbihatını ihmal edip kalkar gider)”


Şeytan, insanı namaza yaklaştırmama hususunda, çok sinsice hareket etmektedir. Mesela gece kalkıp namaz kılmaya niyet eden birine daha uykusunda musallat olur. Ebu Hüreyre (r.a)’nin rivayet ettiği bir hadiste: “Sizden biriniz uyuduğunda, şeytan, onun ense köküne üç düğüm atar. Her bir düğüm üzerine (eliyle) vurur ve: “Sana uzun bir gece var, uyu” der. O, uyanıp ta Allah’ı anınca, düğümlerden biri çözülür. Abdest alınca bir düğüm daha ve nihayet namaz kılınca da üçüncü düğüm çözülür. O artık içi rahat, gönlü hoş ve neşeli bir şekilde sabaha erer, aksi olursa içi kirli ve tembel olarak sabahlar,” buyurulmuştur.


Beydâvî (ö. 685/1286), insanın ense köküne şeytanın düğüm atmasını açıklarken: “Bu türlü üslûp, şeytanın uykuyu insana süslemesinden ve ona uykuyu sevdirmesinden mecazdır. Düğümlerin üç tane olması da zikrullaha, abdeste ve namaza karşı birer ukde edinmiş olmasından ve şeytanın bu üç ibadetten, üç tesvîl ve iğfal ile alıkoymasından dolayıdır,” der. Aliyyü’l-Kârî (ö. 1014/1605), hadiste bizzat ense kökünün seçilmesi hakkında: “Burası, insanın değişik vehimlere girdiği ve bu vehimlerine tasarruf imkanını verdiği mahaldir. Hakikaten de insanın, ruhî latîfeleri içerisinde burası kadar şeytanın süslemelerine karşı zayıf, onun davetine çabucak icabet eden bir başka melekesi yoktur” demektedir. Tıybî (ö. 743/1342) de atılan düğümler hakkında: “Şeytanın ehl-i gafleti ağırlaştırması ve bunları sanki bağlamış gibi hareketten alıkoymasıdır,” demiştir. Ayrıca şeytanın attığı bu düğümleri, sihirbazın attığı düğümler gibi hakikata hamledenler de vardır.


Kamil Miras (ö. 1377/1957), bu düğümlerin sihir ve efsun ile alakalı olabileceğini ifade ederek şöyle demiştir: “Beşer tarihi ile başlayan bu sihir ve efsun alışkanlığı, her asrın toplumunda çok zararlı etkiler yapmış ve gerçekten de kendisinden Allah’a sığınılacak bir hal almıştır. Hele dua ile bunu ayırt edemeyen saf kalbler üzerindeki tesiri daha derin ve daha tehlikelidir. En garibi de şudur ki, ilim ve fennin doruğa ulaştığı bu yirminci asırda, cahil kavimler şöyle dursun, medenî milletler arasında bile hâlâ bu uğursuz alışkanlığın kadim zamanlardaki zindeliği ile yaşadığını teessürle görüyoruz. Binaenaleyh Ebu Hüreyre’nin bu hadisindeki ukdeyi, “kalbin ukdesinden, azim ve iradenin felce uğramasından ibarettir,” diye tefsir eden alimler isabet etmişlerdir. Güya şeytan, teheccüde kalkmak iştiyakında bulunan mü’minin gönlüne: “Yat, yat! daha gecen uzundur” diye vesvese ve endişe bırakarak onu gece namazından alıkoymuş oluyor.”


Şeytanın onca uğraşmasına rağmen, insan kalkıp namaz kılabildi ise bu, Allah’ın ona olan bir lütfudur. O, gecesini namazıyla aydınlatmıştır. Rabb’inin rızasına uygun olarak sabaha ermiştir. Mutlu ve memnundur. Bunun tam aksi ise, başına tebelleş olan şeytandan kendisini kurtaramamanın, onun ona attığı düğümleri çözememenin neticesidir ki uyuşuktur, tembeldir, vicdanen huzursuzdur.


Yukarıdaki hadiste anlatılan gece boyunca uyuyup hiç namaz kılmadıklarından dolayı, gönülleri kirli, huzursuz olarak sabahlayanlar, teheccüd namazına kalkmak niyetiyle yatanlar değildir. Gece uyanmak niyetiyle yatıp ta uyanamayanlar buna dahil değillerdir. Onlar uyanamasalar bile, sanki kalkmışlar gibi sevap kazanırlar. Allah Rasûlü (s.a.s): “Bir mü’min kul, gecenin bir saatinde kalkıp ta teheccüd namazı kılmaya kalben niyet etmiş iken o saatte uyur kalırsa, o mü’minin bu uykusu, Allah’ın kendisine ihsan ettiği bir sadakası olur Aynı zamanda amel defterine niyet ettiği teheccüdün ecir ve sevabı yazılır,” buyurmuştur. Onun için insan, kendisini gece kalkmaya proğramlamalıdır. Bunun aksi şeytana maskara olma demektir.


O, insanları namazdan alıkoymak için boyun köklerine düğüm attığı gibi bazen de onların kulaklarına işer. Bir gün Efendimiz’in (s.a.s) yanında birisi anılmış: “Bu adam sabaha kadar uyur, namaza da kalkmaz,” denilmişti. Bunun üzerine Rasûlüllah: “O, şeytanın kulağına işediği birisidir,” dedi.


İmam Tahavi (ö. 321/933): “Buradaki uykudan kastedilen, Allah Teâlâ’nın farz kıldığı yatsı namazından alıkoyan uykudur. Zaten Nebi (s.a.s) kaçırılabileceği endişesiyle yatsıdan önce uyumayı hoş karşılamamıştır. Namazı zayi etme Allah’ın emrine ters, şeytanın da istediği bir şeydir. Bu işeme fiili, şeytana nispet edilmiştir. Zira namaz gibi önemli bir ibadetin yerine getirilmemesi onun en çok hoşlandığı şeydir. “İşedi” denilmesine gelince; uyuyana yapılabilecek en kötü işi yaptı demektir. Yoksa hakikaten onun kulağını hela gibi kullandı demek değildir. Bu, manayı, misal veya mecaz yoluyla ifade etmektir.” demiştir. Kâdı Iyaz (ö. 544/1149) ve Kurtubî (ö. 671/1272) gibi zatlar da hadisin manasını hakikate hamletmişlerdir.


İnsan, bazen erken yatıp gece kalkar ve yatsı namazını eda eder. Bazen yatsı namazını kılmış olur ama, gece teheccüd namazı kılmak için uyanır. Ya da güneş doğmadan önce uyanıp sabah namazını eda eder. Bu açıdan, hadiste ifade edilen uykuyu, bu üç namazdan veya herhangi birinden alıkoyan uyku şeklinde anlamak hem daha uygun olur, hem de manayı daraltmamak adına önem arz eder. Hadiste ifade edilen mana, mecazi de olsa hakiki de olsa, bir realiteyi ihtar etmektedir ki o da şeytanın, insanla devamlı uğraşıp durduğudur. İnsan uyanıkken de şeytan peşini bırakmaz, uyurken de. Ağlarken de onun mahvına çalışır, gülerken de.


Sabah namazını vaktinde eda edememe ihtimali, yatsı namazını eda edememe ihtimalinden daha fazladır. İnsanlar gece istirahat için odalarına, çoğunlukla yatsı namazlarını kılmış olarak çekilirler. Vakti girince uyanmak ve hazırlanmak gereken namaz, sabah namazıdır. Bundan ötürü o, ayrı bir ihtimam ister. Ebu Hüreyre (r.a): “Rasûlüllah (s.a.s) Hayber Gazvesinden dönerken, bütün gece yürüdü, uykusu gelince de istirahat için mola verdi. Bilal’e: “Sen bizim için geceyi gözetle (gece uyuma da bizi sabah namazına kaldır)” dedi. Hz. Bilal, uyumamak için belirli bir süre namaz kıldı. Bu arada Allah Rasûlü ve Ashabı uyumuşlardı. Hz. Bilal, vakit yaklaşınca, fecir tarafına doğru yönelerek oturdu, bineğine yaslandı, o haldeyken gözleri yavaş yavaş kapandı. Güneşin sıcaklığı yüzlerine vuruncaya kadar ne Bilal, ne Hz. Peygamber, ne de Ashabdan birisi uyanabildi. İlk önce Allah Rasûlü (s.a.s) ürpertiyle uyandı: “Ey Bilal (ne oldu sana)” dedi. Hz. Bilal: “Ya Rasûlallah, sizi tutan şey (uyku) beni de tuttu” dedi. Hz. Peygamber: “Herkes kendi bineğini tutup bir miktar yürüsün. Zira burası şeytanın yanımıza geldiği bir yerdir,” dedi. Sonra su istedi, abdest aldı, sabah namazını kıldırdı. Arkasından da: “Kim namazını unutursa, hatırladığı zaman hemen kılsın. Çünkü Allah (c.c): “Beni anmak için namazı tastamam eda et,” buyurmuştur,” dedi.


Bir gazadan dönülüyordu. Herkes fevkalâde yorgun ve bitkindi. Belki içlerinde yaralılar vardı. Gece boyunca da yürünmüş, yorgunluk iyiden iyiye artmıştı. Herkesin uykusu gelince Hz. Peygamber, müsait bir yerde konaklamış, mola vermişti. Mola vermişti ama birkaç saat sonra sabah namazı vakti girecekti. Efendimiz, namazı vaktinde eda edememeden endişelenmiş, kaçırmamak için Hz. Bilal’i görevlendirmişti. Bu, o an için alınabilecek tedbiri almaktır. Fakat buna rağmen, namaz vaktinde kılınamayınca O, mola yerini terk etmiş ve namazı kaçırmalarını şeytana nispet etmiştir. Namazı vaktinde eda edememe ile şeytan arasında bir irtibat kurmuştur.


Evet, ibadet adına nerede bir kusur, bir kopukluk, bir arıza varsa, orada şeytan tam bir aksiyon içerisinde mevcut ve faal, insanı tepe taklak etmek için bütün fakülteleriyle işin içinde ve aktif demektir.


Namaz, imanın en büyük remzidir. Kulun, gayben inandığı Rabb’ine olan bağlılığının en birinci simgesidir. İnsan, bu remiz ve simgeyi kulluk şuuru ile eda ettiği namazında mükemmel olarak ortaya koymuş olur. Namazı tastamam yerine getirme adına, gerekli tedbirleri alma ehemmiyetli olduğu kadar, kaçınılması gereken şeylerden kaçınmak da en az onun kadar önemli ve lüzumludur. Namazda bizi başka şeylerle meşgul edecek ne varsa, hepsinden elden geldiğince uzak durulmalıdır ki konsantrasyon bozulmasın, denge kaybedilmesin, devamlı açığımızı arayıp duran şeytana, namazlarımızdan bazı şeyleri kapıp götürme fırsatı verilmesin.


Hz. Aişe (r.a), nakışlarla bezenmiş süslü bir bez parçasını, odasının bir tarafına asmıştı. Allah Rasûlü orada namaz kılmış, o bez parçası namazda gözüne ilişmişti. Namazını bitirir bitirmez Hz. Aişe’ye: “Şu süslü kumaş parçasını gözümün önünden kaldır. Zira onun nakışları namazda bana görünüp duruyor,” buyurdular.


Bir defasında, Hz. Peygamber, kendisine hediye edilen bir ipek gömlekle namaz kılmıştı. Namazını eda ettikten sonra, onu hiç hoşlanmamış bir eda ile bedeninden hızlıca çıkardı ve: “Bu, müttakilere yakışmaz,” dedi. Bütün bunlarla O (s.a.s), namazın ruhu adına bizlere mesaj veriyor, namazda, bizi onun dışına taşıyacak meşguliyetlerden kaçınmamız lazım geldiğini ihtar ediyordu. Huşû ve hudû kaybedilmemeliydi.


Namaz kılan bir insanın önünden geçme de, büyük bir ihtimalle onun namaza ait titizlik ve saygısını ihlal edecek, dikkatini dağıtacaktır. Onun için, namaz kılınan mekan iyi seçilmelidir. Bazen, insanların önünden geçme ihtimalinin olduğu açık bir mekanda namaz kılma zarureti hasıl olur. “Böyle durumlarda insan, önünden gelip geçene siper olmak üzere bir şey edinmelidir. Buna sütre denir ki örtünme ve sakınma manalarına gelir. Sütre, ayakta duran veya oturan insan veya binek gibi her dikili şey olabilir. İbn Abidin (ö. 1252/1816)’in beyanına göre namaz kılan kişinin, önüne elbisesini veya kitabını koyması bile sütre için yeterlidir.” Sütre olmak üzere, dikecek bir çomak veya koyacak bir şey bulamayan kişi, önüne bir hat çeker ki bununla zihnini tek istikamette toplamış olsun. Sütre edinen kişi, dikkatini dağıtacak şeylerin kısmen de olsa önünü almış, namaza ait mülahazalardan ve temkinden uzaklaşmamış olur. Sütre, gözlerin sağa sola kaymamasına da yardımcı olur.


Hz. Peygamber: “Sizden biriniz namaz kılıyorken, bir başkasının kendi önünden geçmesine müsaade etmesin, gücü yettiğince ona mani olsun. Eğer o, hala diretirse o zaman onunla kavga etsin. Çünkü o şeytandır,” buyurmuştur. Hadisin bir diğer versiyonunda: “Sizden biriniz sütreye doğru namaz kıldığında ona yaklaşsın ki şeytan onun namazını kesmesin,” denmiştir.


Namaz kılan insanın önünden geçene veya geçmeye çalışana şeytan denmesi mecazdır. Çünkü bu durumdaki bir insan, hayırla uzaktan yakından alakası olmayan şeytanın işini yapmaktadır.


“Kurtubî (ö. 671/1272)’nin beyanına göre, namaz kılanın önünden geçen kimse, işaretle veya hoş bir muamele ile geçmekten men edilir. Fakat hadisin zahirinden anlaşılıyor ki geçmek isteyen kimse işaret veya buna benzer şeylerden anlamaz da kendisini menetmek için sertçe çıkışmaktan başka çare kalmazsa nihayet ona da başvurulur. Çünkü bu derece inatlık gösteren kimse olsa olsa bir şeytandır. Rasûlüllah (s.a.s) burada, işaretten anlamayan inatçıyı bir teşbih-i beliğ ile şeytana benzetmiştir. İnatçı kimselere lisanımızda dahi şeytan denir.” “Yapı ve karakter itibariyle bozulmuş, tüm iyi ve güzel taraflarını yitirmiş, kötülüğün hizmetkarı olmuş, artık kendisi şeytanın vazifesini yapar hale gelmiş, kısacası şeytanlaşmış insanlara da mecazen şeytan denildiğini bilmekteyiz.”


Ayrıca Allah Rasûlü (s.a.s): “Sizden biriniz namazından şüphelenirse şüpheyi atsın da onu yakîne bina etsin. (namazının tamam olduğuna) kat’i bilgisi olursa, o zaman iki secde etsin. Eğer namazı tamam idiyse bu secdeler, nafile olur, eğer namazı eksik idiyse, böylece tamamlanmış olur. Bu iki secde, şeytanın burnunun yere sürtülmesidir,” buyurmuştur.


Şeytan, Âdem (a.s)’e secde emriyle kaybetme sürecine girmişti. Bu emir aynı zamanda onun içindeki fenalıkların ortaya serilmesine de vesile olmuştu. Müslümanlar ise şeytanın kaybettiği bu noktada kazanmakta ve Allah’a yakınlıklarını artırmaktadırlar. İşte bu, şeytan için tahammül edilmez bir şeydir. Onun için müslüman namaz adına harekete geçtiği andan itibaren, o da harekete geçer. Ezanda, abdestte, saflarda, mescidde, sütre önünde, bizzat namazın içinde, sonundaki tesbihatta ve imanın ikizi olan bu çok önemli ibadetin bütün parçalarında, büyük bir performansla çalışır, insanı saptırmak için didinir durur. O, bu saptırmayı çok geniş bir perspektifte ele alır. Bu perspektifin en küçük bir vesveseden, kendisinin ilahlaştırılmasına kadar geniş bir çapı vardır. Ancak şu da bilinmelidir ki, o, namaz kılanların kendisine ibadet etmelerinden ümidini kesmiştir. Hz. Cabir’in rivayetinde Allah Rasûlü (s.a.s): “Hakikaten de şeytan, namaz kılanların kendisine ibadet etmelerinden ye’se düşmüştür. Ancak onlar arasında fitne çıkarıp, kötülüğü tahrik etmesi müstesna,” buyurur. Demek ki melun şeytan, ne kadar uğraşırsa uğraşsın –Allah’ın izniyle- namazlarını ciddî olarak kılan insanları şirke düşüremeyecektir. Hepten kaybedenlerden olmamanın en büyük teminatlarından biri, namaza gereken ihtimamı göstermek ve onu hiç bırakmamaktır.


Oruç


İbadetlerin altında yatan mana itaattir. Mü’minler, kendilerini yaratan ve sayısız nimetler lütfeden Allah’ın dediklerini yapmak sûretiyle O’nun rızasını aramaktadırlar. Kıskanç şeytan ise, onları bu yoldan çevirmek istemektedir. O, bu işini gerçekleştirebilmek için sadece, kendisinin kaybetme kuşağı olan namaz ve secde ile yetinmez de, mü’minlerin dînî hayatları adına neleri varsa hepsine müdahale eder. Onların bütün yollarını sarpa sardırmak ister. Müslümanların namazlarıyla uğraştığı gibi oruçlarıyla da uğraşır.


Oruç “İmsaktan, gün batımına kadar ibadet niyetiyle yemek, içmek ve cinsî münasebetten kendini tutmaktır” Oruca, insanlığın edep ve ahlak açısından büyük bir ihtiyacı, ve onun hayata geçirilmesinde birçok faydalar vardır. Nefis, bu mücadele ile güzel ahlak sahibi olur. Onun fenalığa olan hırsları bununla sükûnete erer. Oruç, hayatın lezzetini ve iradenin kıymetini artıran en güzel bir haslettir, şehveti kırar, nefsani hevesleri mağlup eder, azgınlıktan ve çirkin fiillerden men eder, dünyevi lezzetleri, mevki ve üstünlük davalarını hor kılar, hayatın lezzetini, kalbin Allah’a meylini artırır.


İnsanları her derde sokan şehvetlerin esası, karın ve ferc şehvetidir. İnsanın insanlığı da bunlara hakim olmasına bağlıdır. Oruç ise öncelikle bu ikisini kırar, onları atalete iter. Onların zorlamalarını ıztırardan ihtiyara çevirir. Bu kadar çok faydası olan orucun kudsî hadisteki ifadesi ise: “Oruç benim içindir, ecrini de ben veririm,” şeklindedir. Oruç (insanı, savaşta düşmanının silahından koruyan) bir kalkan (gibi) dır ki sahibini cehennemden korur. Zira oruç, insanın şehvetinin önünü almasıdır. Cehennem ise şehvetlerle çevrilidir. Tıpkı cennetin mekârihle (başlangıç itibariyle nefse hakimiyet ve ibadet gibi hoşa gitmeyen şeylerle) kuşatılmış olması gibi. Yani insan, dünyada, oruç tutarak şehvetini kontrol altına alabilirse, ahirette de kendisini cehennemden korumuş olur. Orucun böyle yapıcı bir faydası vardır. Ramazan ayı bütünüyle oruca tahsis edilmiştir. Hz. Peygamber: “Ramazan ayı girdiğinde cennetin kapıları açılır, cehennem kapıları kapatılır, şeytanlar da zincirlere vurulur,” buyurmuştur. Kâdı Iyaz (ö. 544/1149): “Hadisin, zahirine ve hakikatına hamli mümkündür. Cennetin kapılarının açılması, cehennem kapılarının sürmelenmesi ve şeytanların zincirlenmesi, bu ayın girdiğinin ve bu aya değer atfetme lüzumunun alametidir. Şeytanların sıkı sıkı bağlanması ise onların, mü’minlere eziyet etmeden alıkondukları manasına gelir. Böyle olmakla beraber mecaz murad olunmuş da olabilir ki, sevabın ve affın çokluğuna işaret manasına gelir. Şeytanların aldatmaları ve eziyetleri öyle azalır ki sanki onlar zincire vurulmuş olduğundan, hareket sahaları daralmış, tesirleri bazı eşyaya ve bazı insanlara müdahaleden öteye geçememeye başlamış demek olur. Bu söylenilenleri “Rahmet kapıları açılır” rivayeti desteklemektedir. Bu ifadeden Allah’ın bu ayda, kullarına oruç, teravih, fukarayı görüp gözetme gibi ibadet kapılarını açması ve razı olmadığı birçok fenalıklardan el etek çektirmesi manaları anlaşılır. Zaten bunlar, cennete girmenin vesileleri hükmündedir,” der.


Türbüşti (ö. 661/1262): “Semanın kapılarının açılması” rahmet sağanağından, abidlerin amel kapılarının kapanmamasından kinayedir. Bu, bazen Hakk’ın hoşnutluğunun her tarafı sarması, bazen de hüsn-ü kabulü şeklinde tezahür eder. “Cehennem kapılarının sürmelenmesi” ise, oruçlu gönüllerin çirkinliklerden korunması, günah ve isyanı çağrıştırıp şehveti kamçılayan dürtülerin kırılması gibi manalardan ibarettir der. “Şeytanlar zincirlere vurulur”un manası hakkında Aliyyü’l-Kârî (ö. 1014/1605): “Şeytanların azgınları zincirlerle bağlanır demektir. İnsanların, şeytanların süslemelerinden korunmaları, onların vesveselerini kabulden kapanmalarıdır. Oruçla, insanın öfke gibi, kötülüğe meyil gibi hayvanî duyguları körelir. Allah’a ibadet gibi insanı taate yönlendiren aklî melekeleri güçlenir. Bütün bunlar, ramazanda müşahede edilen şeylerdir. Gerçekten de ramazan, günahın en az işlendiği, ibadetin en fazla yapıldığı bir aydır, ” demektedir.


Bazen “Eğer şeytanlar, ramazanda zincire vuruluyorsa, o zaman niçin hala insanlar günah işliyorlar?” diye bir soru akla gelebilir. Bu konuda Buhârî şarihi Bedreddin el-Aynî (ö. 855/1451) şunları söylemiştir: “Bu, orucun şartlarına ve edebine riayet eden insanlar hakkındadır. Buradaki zincire vurulanlar –yukarıda da ifade edildiği üzere-şeytanların hepsi değil, azgınlarıdır. Bundan kastedilen mana ise bu ayda onların yaptıkları şerlerdeki azalmadır. Bu aya mahsus bir şeydir. Bu ayda işlenen günahlar, diğer aylara nispetle daha azdır. Bir de şu denebilir, onların hepsinin bağlanmaları hiç şer ve ma’siyet işlenmeyecek demek değildir. Zira şeytanların haricinde de günah işlemeye sebeb olan saikler vardır; tefessüh etmiş nefisler, kötü adetler ve insî şeytanlar gibi. ”


“Şeytanlara bukağılar geçirilir” ifadesi hakkında Huleymî (ö. 607/1210): “Şeytanlar”dan murad, ihtimal, onların semada, meleklerin sırlarından çalanlarıdır. Bunların ramazan günlerinde değil de sadece ramazan gecelerinde bağlanmaları muhtemeldir. Çünkü şeytanların bu kısmı, Kur’an-ı Kerim nazil olurken sır çalmaktan men edilmişlerdir. Bu sözden, şeytanların müslümanları başka aylarda olduğu gibi adam akıllı ifsat edememeleri de kastedilmiş olabilir. Zira müslümanlar ramazanda oruçla, Kur’an okumayla ve zikirle meşgul olurlar. Bu gibi şeyler ise şeytanları hayal kırıklığına uğratır,” demiştir.


Hac


Mekanın hangi bölümünde ve hangi zaman diliminde bulunulursa bulunulsun, şeytanlar, tamamen tesirsiz hale hiçbir zaman gelmeyeceklerdir. Bunun aksine ihtimal vermek, imtihan sırrının bazı yer ve vakitlerde geçerli olmayacağı fikrini akla getirir ki yanlıştır. İnsan, Kabe’nin içinde dahi olsa, Allah Rasûlü’nün (s.a.s) huzurunda oturuyor bile olsa yine ona şeytan bir şeyler fısıldamak, değişik şüphelerle aklını kurcalamak için gelir, başına tebelleş olur. Bu yüzden her yerde onun şerrinden korunmaya çalışmak icab etmektedir. Böyle olmasaydı Hz. Peygamber (s.a.s) mescide girerken bile şeytandan Allah’a sığınır mıydı? Bu açıdan insanlar bir ömür boyu şeytanla yaka-paça olma durum ve mecburiyetindedir. Bazen küçükleri bazen de azgınları onları devamlı huzursuz edip duracaklardır.


Bununla beraber bazı zamanlarda ve bazı mukaddes mekanlarda şeytanın ve avanesinin tesirleri kırılabilir. Sosyal hayatta karşılaşılan suç oranının ramazan ayında düşmesi verilerle sabittir. Bu da “şeytanlar zincire vurulur,” ifadesiyle paralellik arz etmektedir. Anlaşılan o ki imtihan sırrı hiçbir zaman ortadan kalkmayacak, irade ve seçme hürriyeti insanın elinden hiçbir zaman alınmayacaktır.


İnsan, Mescid-i Haram’da tavaf ederken veya Arafat’ta affa mazhar olabilmek için dikilirken bile şeytanın hücumuna maruz kalabilir. Hac, belirli bir mekanı, hususi fiillerle, belirli bir zaman diliminde ziyaretten ibarettir. Ziyaret etmenin manası; oraya gitme, hususi mekan; Kabe ve Arafat dağı, hususi zaman dilimi; hac ayları ki şevval, zü’l-ka’de ve zü’l-hicce’in ilk on günüdür. Her bir yapılacak fiilin belirli bir vakti vardır. Vakfe için arefe günü fecrin doğuşundan, kurban kesilen günün sabahına kadar ki zaman dilimi gibi. Belirli fiile gelince o da; hac niyetiyle, muayyen mekanlara ihramlı olarak gitmektir.


Haccın vaciplerinden biri de şeytan taşlamaktır. Ziyaret tavafından sonra Mina’ya dönülür ve cemrelere taş atmak için üç gün kalınır. Taş atma günlerinde Mina’dan başka bir yerde kalmak mekruhtur. Bayramın ikinci gününde güneş zeval vaktine gelince Mescid-i Hayf’ın yakınındaki birinci cemreden başlanarak cemrelerin üçüne de yedişer taş atılır. Sonra da Cemretü’l- Akabe’ye gidilir orada da şeytan taşlanır. Kurban Bayramı’nın üçüncü gününde yine zevalden sonra belirtilen şekilde cemrelere taş atılır.


Şeytan taşlamanın hikmeti olarak aşağıda zikredilen hadis gösterilir:


Abdullah b. Abbas (r.a) ın rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.s): “Cebrail, İbrahim (a.s)’ı Cemretü’l-Akabe vadisine götürmüştü. Burada şeytan ona gözüktü. İbrahim’de ona yedi taş attı. Şeytan o taşların tesiriyle toprağa gömüldü. İbrahim sonra Cemretü’l-Vüstâ’ya geldi. Şeytan burada da ona göründü. Burada da ona yedi taş atınca o yine toprağa battı. Cemretü’l-Kusvâ’ya varınca aynı hadise tekerrür etti.


İbrahim (a.s), oğlunu Allah’ın emri doğrultusunda kesmeye götürürken de şeytan ona bir insan sûretinde gözükmüştür. O’nu Allah’ın emrinden alıkoymak için bir şeyler fısıldamıştır. Onu kandıramayınca oğluna musallat olmuş, aradığını onda da bulamayınca bu defa Hz. Hacer’e yönelmiş, hiç olmazsa onu işkillendirmek istemiştir. Onu da aldatamadığı için eli boş olarak kin ve nefret içerisinde geri dönmüştür.


Hz. İbrahim’in şeytanı görmesi çok yadırganacak bir husus değildir. Hayrın ve iyiliğin telkin edicisi Cebrail’i gördüğüne göre, Allah Teâlâ, şerrin temsilci ve telkincisi şeytanı da ona gördürmüş olabilir.


Şeytan taşlama veya diğer adıyla remy-i hacer (taş atma) in hikmeti, sadece, Hz. İbrahim’in şeytanı o mevkide görüp taşlamasından ibaret midir? Yoksa başka sebep ve hikmetleri olabilir mi? Bu soruya cevap verebilmek için ibadet kelimesini biraz irdeleme faydalı olacaktır. İbadet: Niyete bağlı olarak yapılmasında sevap olan ve Cenab-ı Allah’a kurbiyet ifade eden hususi işlerdir. İnsanın cesediyle ruhuyla, içiyle dışıyla, bütün mevcudiyetiyle yalnız Allah’a yaptığı şuurlu bir taat ve yakınlıktır. Ubudiyet: Boyun eğme, (izhar-ı tezellül) ibadet bunun daha kuvvetlisi olarak saygı ve tazimin en son derecesidir. Buna müfessirler “yapılabilecek en yüksek saygı ve hürmet” derler. Bu da, sebebini sormadan tastamam bir itaati kapsar.


Evet, ibadet, Allah’ın razı olduğu şeyleri sadece O’nun için yapmaktır. Ve Elmalılı (ö. 1361/1942)’nın da ifade ettiği gibi, sebebini sormadan en mükemmel manada yerine getirmeye çalışmaktır. Onun için hacılar, gider Cemretü’l-Akabe denilen yerde bir duvara taş atarlar. Sonra da şeytanı taşladıklarını söylerler. Halbuki ne onu görmüşler, ne de hissetmişlerdir. Diğer ibadetlerin bazılarında da bu böyledir. Mesela, sabah namazının farzı iki rekat, akşamınki üç rekattır. Oruç, farz olarak sadece ramazan ayına hastır... Bu meselelerde mantık çok işlemez. Allah emreder, kul bu emri coşkunluk içinde yapar. Herhalde sırf Yüce Allah emrettiği için emredilenleri yerine getirme, ibadetin altında yatan mana olsa gerektir.


Zekat


Şeytanın önünü almaya çalıştığı ibadetlerden birisi de zekattır. Sözlükte “artmak ve temizlenmek” manalarına gelir. Malın zekatı, temizlenmesi demektir. Bir de tezkiye vardır ki: “temizleme” manasına “senin malından onu temizlemek için çıkardığın şeydir,” demek olur. “Temizlenenler felah buldu,” ayetinde de zekat, sözlük manasında kullanılmıştır. Dînî bir terim olarak zekat ise: “Hususiyeti olan bir malın belirli bir miktarını yine hususiyeti olan bir şahsın mülkiyetine Allah rızası için geçirmektir.” Burada belirli bir miktardan maksat; zekat oranı, hususi maldan maksat; nisap miktarı kadar veya daha fazla olması, hususi şahıstan kastedilen ise; kendisine zekat verilebilecek durumda olan kimsedir.


Zekatın birçok hikmetleri vardır; O, malı veren Allah’a bir teşekkürdür. Fakir ve muhtaçlara yardım elini uzatmanın ifadesidir. Nefisleri cimrilik hastalığından kurtarır. Müslümanları cömertliğe alıştırır. İnsanlar arasındaki ekonomik ve sosyal farklılıkları asgari seviyeye çekmede çok önemli bir rol oynar. İnsanların, başkalarının mallarında olan beklentilerini ortadan kaldırır. Zekat sayesinde dilencilerin sayısı azalır. Bu şekilde yapmakla muhtemel birçok kötü hadiselerin önüne geçilmiş olur. Karnı aç bir insanın işlemeyeceği bir suç yok gibidir. Değişik zaafların gün yüzüne çıkması önlenmiş olur.


Zekat, zenginin malına karışan fakirin hakkını, hak sahibine vermesi demektir. Ve zekat, hakikat ehline göre Allah’ın bir imtihanıdır. Müslüman, Allah’ın her emrettiğini yapacağına, her menettiğinden kaçınacağına ve yalnız Allah’a inanacağına söz veren insandır. İşte zekat Allah’a inanma hususunda kulun sadık olup olmadığını denemek için farz kılınmıştır. Zekatını veren zengin, Allah’a verdiği sözde durduğunu ispat etmiş ve imtihanını kazanmıştır. Vermeyen ise yalancı çıkmış, Allah’tan başka bir de mala taptığını ortaya koymak sûretiyle dünya ve ahiretini harap etmiş demektir.


Diğer ibadetler gibi zekat da nefse ve şeytana rağmen eda edilir. Namaz ve oruç gibi ibadetler, sadece bedenle yapılır. Zekat ise canın yongası olan malın belirli bir parçasını kendi mülkiyetinden çıkarıp başkasının mülkiyetine geçirmekle yerine getirilmiş olur. Bu noktada şeytanın kuvvetli bir baskısı söz konusudur. O, kendilerine zekat farz olanlara vesvese verir, onları züğürtlükle korkutur: “Şeytan sizi fakirlikle korkutup çirkin çirkin şeylere teşvik ediyor.” Şeytan, fakirlikle korkutup zekatın ve sadakanın önüne geçmekle kalmaz, yapılacak harcamayı Allah’ın hoşnut olmayacağı yerlere yaptırtmayı da arzular.


“O şeytan, Allah’ın rahmetinden ümidini kesmiş, hayır işlerine karşı gizliden veya açıktan ümitsizlik telkin ederek yanlış ve aldatıcı fikirler saçan her çeşit şeytanlar veya nefs-i emmare size fakirlik va’deder, aman hayır yapmayın züğürtlersiniz der. Ve size çirkin hasletler emreder, cimriliğe sevk eder, mallarınızı fenalıklara, heveslere, fuhşiyyata, isyanlara sarf ettirmek için teşvikte bulunur.” Hz. Peygamber (s.a.s) sevapça sadakanın en büyüğünü ifade ederken: “Sağlam, cimri olduğun, fakirlikten korktuğun ve zenginliği ümit ettiğin bir haldeyken verdiğin sadakadır. (Bu işi) Can gırtlağa gelip de filana şu kadar, filana da şu kadar (verilsin) deyinceye kadar geri bırakma, Dikkat et ki o mal zaten filanın olmuştur,” buyurmuştur.



İSLAM İNANCINDA ŞEYTAN KAVRAMI

YÜKSEK LİSANS TEZİ

Mehmet Yavuz ŞEKER

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak