Selçukluların, Sünni İslam Dünyasının liderliğini ele aldıktan sonra mücadele etmek zorunda kaldığı iki kesimden birincisini oluşturan Şii Fatımilerdi. İkinci kesimi oluşturan Hıristiyan alemi ile olan ilişkileri de en az birincisi kadar dikkate değer ve Selçuklular açısından önem verilen bir husustur. Uzun yıllardan beridir İslam ve Hıristiyan medeniyetlerinin temsilcileri, biri diğerinin aleyhine genişlemek kastıyla şiddetli bir mücadele yürütmekteydiler. Önceden hakim olduğu toprakları ve nüfuz alanlarını Müslümanlara kaptıran Hıristiyanlar, hem eski topraklarına yeniden sahip olmak, hem de zaman içerisinde kudretini kabul etmek zorunda kaldıkları bu yeni medeniyet mensuplarının içine düştükleri zaaftan istifade ederek, onlarla hesaplaşmak için büyük bir gayret içine girdiler. İslam aleminde ortaya çıkan bölünmeler ve kötü idareler sonucunda oluşan krizler, Hıristiyanlara bekledikleri bu fırsatı sunmaktaydı. Bu yüzden iki taraf arasında değişik zamanlarda ve çeşitli bölgelerde temaslar olmuş, olaylar meydan gelmiştir.
SELÇUKLULARDAN ÖNCE İSLAM ÜLKELERİNDE GAYRİMÜSLİMLER
Selçukluların hakim olmasından çok önce de İslam dünyasında gayrimüslim kesim önemli bir yer işgal etmekteydi. Özellikle Yahudi ve Hıristiyanların teşkil ettiği "Ehlu"z-Zimme", Müslümanların müsamahasından son derecede istifade eden kesimi oluşturmaktaydı. İslam toplumu ile birlikte emniyet ve güven içinde yaşayan bu insanlar, özellikle bazı halifelerin daha fazla ilgi ve hoşgörüsünün bir neticesi olarak çok rahat bir hayat yaşamaktaydılar. Bu durum Avrupalı tarihçilerin de dikkatini topladıkları ilk kurultayda alınan kararlara bakıldığında bu düşünceyi taşıdıkları açıkça görülür. Tertiplenen ilk büyük kurultayda, gelecekteki fütühat sahaları, Türk fütühat felsefesine uygun olarak Selçuklu beyleri arasında taksim edilmişti. Buna göre doğu bölgeleri Çağrı Bey, güney batı bölgeleri Musa Yabgu tarafından zaptedilecek, Tuğrul Bey ise batı bölgelerinin fethiyle ilgilenecekti.
Kurultay kararlarına göre harekete geçen Selçuklular değişik bölgelerdeki hakimiyetlerini genişlettiler. 1041'de Cürcan ve Taberistan bölgelerıni zapteden Tuğrul Bey, bölgeyi ele geçirip, adına hutbe okutarak, buradaki hakimiyetini tesis etti. Ertesi sene Harezm bölgesini ele geçirdikten sonra Cebel bölgesine yöneldi. Tuğrul Bey'in Cebel bölgesinde hakimiyetini tesis ettiği sırada (1043), özellikle Kaşgar ve Balasagun yöresindeki gayrimüslim Türkler arasında İslamlaşma olayı hızlandı. Bu bölgedeki Türkler arasında 10 000 çadırdan oluşan bir grup İslam'ı kabul ettiler ve bu olay Kurban Bayramı'na denk geldiği için 20 000 koyun kestiler. Daha sonra da İslam beldelerine dağıldılar.
Daha sonradan yapılan fetih hareketleriyle Selçuklular hakimiyetlerini genişletip, bir taraftan "Cihan hakimiyeti" fikrini gerçekleştirmeye çalışırken, diğer taraftan da İslam'ı gayrimüslim kitleler arasında yaymaya gayret etmekteydiler. Nitekim olaydan bahseden Makrızi: "Çin tarafındaki Tatar ve Hıtalar haricinde hiçbir yer İslam'dan hali kalmadı" demektedir. Bu da, bahsedilen bölgelerin dışında her yer İslamlaştı manasına gelir ki, bunda Selçukluların doğu bölgelerine yaptıkları faaliyetlerin payı büyüktür. Doğu bölgelerinde Türkler bulunduğu için bu İslamlaşma olayı daha çok Türkler arasında meydan gelmiş ve artarak devam etmiştir.
Selçuklular döneminde diğer bölgelerdeki Türkler arasında da İslamlaşma devam etmiştir. Nitekim Çağrı Bey'in ömrünün sonlarına doğru, Karahanlı ve Gaznelilerin tesiriyle Harezm valisi Selçuklulara karşı isyan başlatmıştı. Bu sebeple Harezm seferine çıkan Çağrı Bey, Ürgenç (Gürgenç)'e vararak isyanı bastırmış ve Selçuklu hakimiyetini yeniden tesis etmişti (1049). Bu sırada orada bulunan bir Kıpçak emiri Çağrı Beye gelerek itaatini arzetmiş ve onun elinden Müslüman olduktan sonra, Selçuklularla sıhriyet tesis etmişti.
Verilen örneklere bakıldığında gerek Kaşgar, Balasagun yörelerindeki, gerekse Kıpçak bölgesindeki Türkler arasında henüz gayrimüslim Türklerin olduğu ve İslamlaşma olayının bahsedilen dönemde tam manası ile gerçekleşmediği görülür. Selçukluların doğu bölgesindeki Türkler üzerine sefer yaparak bu bölgeleri hakimiyetleri altına almalarıyla birlikte İslamlaşma da hız kazanmıştır. Zira Selçuklular sadece topraklara hakim olmakla kalmıyor, aynı zamanda o bölgedeki insanların İslamlaşması için gayret gösteriyorlardı. Medreselerin açılması, sufilerin devlet tarafından desteklenmesi ve İslamın güçlenmesi için gösterilen gayret, bu gayenin tahakkuku için yapılan çalışmalardır.
FETHEDİLEN TOPRAKLARDA YAPILAN DÜZENLEMELER
Alp Arslan başa geçer geçmez, ilk hedef olarak komşu beldelerde fetihlerde bulunup hakimiyetini genişletmeyi ve Abbasi Halifeliği ile inanç birliği yaparak, Sünni İslam dünyası için tehlike teşkil eden Fatımileri ortadan kaldırmayı amaçlamıştı. Alp Arslan'ın ikinci büyük hedefi ise, Hıristiyan dünyasına karşı fetihlere girişerek, İslam alemini onların tasallutundan kurtarmaktı. Alp Arslan, Tuğrul Bey'in takip ettiği siyaseti takip ederek, Irak ve Orta İran sınırlarında kalmanın gereksizliğini görmüş ve Bizans üzerine akınlar yapmanın lüzumuna inanmıştır.
Doğu meselesini hallettikten sonra batıya yönelen Alp Arslan, Gürcistan ve Ermeni topraklarını fethederek, Bizans sınırlarına yönelmiştir. Alp Arslan döneminde yapılan fetihlerin mahiyeti Tuğrul Bey döneminde yapılanlardan farklı olmuştur. Tuğrul Bey dönemindeki fetihlerin amacı ganimet elde etmek, keşif yapmak ve Bizans mukavemetini kırmak olarak özetlenebilecekken; Alp Arslan dönemindeki fetihler kalıcı mahiyet arz etmekteydi. Anadolu'yu fethederken güdülen gaye asla istila ve ganimet olmayıp, Arapların asla başaramadığını başarmak ve Anadolu'yu fethederek Türklerin yerleşebilecekleri bir vatan yapmak maksadı güdülmüştü. Alp Arslan'ın bu işlerde en büyük yardımcısı kudretli veziri Nizamülmülk'tü. Selçuklu Devletinde otuz sene vezirlik yapan bu şahıs, tedbirli ve güzel idaresi sayesinde devletin kudretini en yüksek noktaya çıkararak, Islam aleminin en büyük kuvveti haline getirmenin yanı sıra, gayrimüslimlerin yanında da devletin azametini ve heybetini artırmış, artan bu gücü Bizans'a karşı yöneltmiştir. O, vezirliği müddetince iki temel siyaset takip etmiştir: Birincisi, Selçuklu Devleti ile Abbasi Halifeliği arasında uyum sağlamak; ikincisi, İslam'a zıt fikir ve akidelere karşı İslam'ı savunmaktı. Bu müdafaa, içerde Sünni düşünceye muhalif fikirlerle mücadele şeklinde olurken, dışarıda İslam'ı yok etmeye çalışan Hıristiyan dünyasına karşı olmuş, dolayısıyla Sultan'ı bu konuda teşvik etmiştir.
Azerbaycan ve Çevresindeki Fetihler
Alp Arslan, kardeşi Süleyman'ın tahtı ele geçirme çabasını bertaraf edip Selçuklu tahtına geçtikten sonra, Kutalmış isyanını ve memleket dahilinde ortaya çıkan meseleleri çözümleyerek, 1064'de gaza maksadıyla Rum diyarına hareket etti. Rey'den çıkarak Azerbaycan'a gelen Alp Arslan, burada daha önceden Anadolu gazalarına katılmış Türkmen beylerinden Tuğtekin'den Anadolu'ya ulaşan yollar hakkında bilgi aldı. Buradan hareketle, Yakuti ve diğer Türkmen beyleriyle birlikte Nahçıvan'a gelen Alp Arslan, Aras Nehri'ni teknelerden yaptırdığı köprü üzerinden geçerek Anadolu'ya girdi. Armaniya'nın daha önceden Bizans tarafından ilhak edilmiş olması ve Bizans savunma gücünün zamanla zayıflaması sebebiyle, Selçuklulara yeni bir taarruz alanı sağlanmıştı. Vasal devletlerin aradan kalkması Selçukluların doğrudan Bizans arazisine girip buralarda fetih yapmaları sonucunu doğurmuştur.
Ordusunu ikiye ayıran Sultan, karargahta Melikşah'ı bırakarak kendi yönettiği grubun başında Lori kentine yürüyerek Ermeni prensi Giorg'u yıllık vergi vermek kaydıyla kendine tabi kıldı. Buradan Gürcistan topraklarına geçerek Tiflis-Çoruh ırmağı arasındaki toprakları ele geçirdi. Ordunun ikinci kısmı ise, oğlu Melikşah'ın komutasında yanında Nizamülmülk, Yakuti ve Horasan amidi Muhammed b. Mansur olduğu halde Aras nehri boyunca ilerleyip Bizans topraklarına karşı fetih hareketine başladı. Selçuklu kuvvetleri Anberd'i şiddetli bir kuşatmadan sonra ele geçirip, Sürmeli (Sürmari) üzerine yürüdüler. Melikşah burasını ve yakınında bulunan başka bir kaleyi fethedip, buraları gıda, silah ve malla doldurarak Nahcivan emirine teslim etti. İlerleyişlerine devam ederek, içinde pek çok Hıristiyan rahip, papaz ve hükümdarları olan Meryem Nişin şehrine geldiler. Demir ve kurşunlarla tutturulmuş büyük taşlardan yapılma müstahkem surları ve bir tarafı nehirle çevrili olan bu şehri ele geçirmek için Nizamülmülk ihtiyaç duyulan gemileri ve malzemeleri hazırlattıktan sonra savaşa girişildi. Günlerce süren savaş sonucunda şehir ele geçirildi. Şehir sakinlerinin direnmeleri sebebiyle bazı kısımlar tahrip edildi ve direnenler öldürüldü. Halkın önemli bir kısmı da İslam'ı seçerek hayatlarını kurtardılar. Bu önemli kalenin fethedildiğini öğrenen Alp Arslan, oğlu Melikşah'ı ve Nizamülmülk'u huzuruna çağırarak onları kutladı. Fetih hareketlerini iki kol halinde yürüten Selçuklu kuvvetleri burada birleşmişlerdi.
Sultan, yeniden hareketle İslam tarihçilerinin Akşehir dedikleri A'al Lal şehri üzerine yürüyerek (1064) burasını kuşattı. Sağlam surlarla çevrili olan şehrin bir tarafı dağ, diğer tarafı da Borçala (Debeda) nehriyle çevriliydi. Sultan nehir üzerinden köprüler kurdurarak burasını muhasara ettirdi. Şehrin hakimi bir Gürcü olup, çok şiddetli direniş gösteriyordu.
Çetin savaşlardan sonra Türkler şehre girdiler. Bir kısım halk kalenin burcuna sığınarak direnişlerine devam ettiler. Bunun üzerine Sultan burcun etrafına odun yığdırarak içindekilerle birlikte yaktı. Akşam çıkan şiddetli bir rüzgar bu ateşi şehrin diğer kısımlarına da yayarak bütün şehri kül etti. Selçuklular, bu şehirden önemli miktarda ganimet ele geçirdiler. Alp Arslan, ileri yürüyüşüne devam ederek Çıldır Gölü'nün güneyinde ve Kars Çayı üzerinde iki küçük kale üzerine hücum edince, kale sakinleri Islam'ı kabul edip, kalelerindeki kiliseleri camiye çevrildiler.
Fetihlerine devam eden Alp Arslan, dönemin önemli şehirlerinden olan ve Bizans yönetiminde bulunan Anı'yı (Şirek) kuşattı. Mamur ve beşyüzü aşkın kiliseye sahip bulunan şehri almak Alp Arslan için prestij meselesi olmuştu. Şehrin kuşatması uzayıp bir netice elde edilemeyince; Sultan, ahşap bir burç yaptırarak içini bahadır askerlerle doldurdu, üzerine mancınıklar ve okçular yerleştirdi. Bu kule sayesinde Rumların faaliyetleri izlenebiliyordu. Selçuklu kuvvetleri surları delmek için ilerlerken olağanüstü bir hal oldu ve meydana gelen zelzele sebebiyle şehir surlarından bir kısmı kendiliğinden çöktü. Selçuklu kuvvetleri şehre girince, şehri savunan Gürcü generalleri Bagrat ve Greguvar iç kaleye çekilerek savunmalarına devam ettiler. Türklerin azmi ve şiddetli saldırısı karşısında tutunamayacağını anladıklarında ise teslim olmak ve cizye vermek mecburiyetinde kaldılar (1064). Alp Arslan, fethin tamamlanmasından sonra, şehrin idaresine Horasan amidi ile Hadim Şems'i tayin etti.
Alp Arslan'ın uyguladığı mahirine savaş teknikleri vasıtasıyla kaynakların "asla zapt edilemez" dedikleri Anı şehri Türklerin eline geçmiş oldu. Bizans'ın önemli bir kentinin Müslümanların hakimiyetine geçmesi, Hıristiyan aleminde derin üzüntü yarattı. Bizans'ın doğudaki bu en müstahkem kalesi fethedilerek, Bizans'a karşı yapılacak olan saldırılar için üs haline getirildi.
Anı'nın fethini gerçekleştiren Alp Arslan, ilk İş olarak Hz. Ömer'in Kudüs'ü fetihte yaptığını örnek alıp, şehrin en büyük katedralini temizleterek, üzerine İslam'ın sembolü olan "Hilal"i dikip, minber ve mihrapla donattıktan sonra "Fethiye Camii" adı ile Müslüman mabedi yapıp, askerleriyle birlikte ilk cuma namazını burada kılmıştır. Anı'nın fethedilmesinden sonra etrafa ve Bağdad'a müjde mektupları gönderildi. Bağdad'a gönderilen fetihname Halife'nin sarayında okundu. Halife, Sultan'a övgü ve dualarını muhtevi bir mektup göndermenin yanında, bu başarısından dolayı ona "Ebu'l-Feth" (Fetihler Babası) unvanını da verdi. Bu arada Gürcü Kralı, Alp Arslan'a elçi göndererek sulh teklifınde bulundu. Her yıl cizye vermek kaydıyla kralın isteği kabul edildi. Alp Arslan, şehre, bir kumandanının idaresinde yeteri kadar asker bıraktıktan sonra, İsfehan-Kirman yoluyla Rey'e dönmek üzere harekete geçti. Sultan henüz bölgeden ayrılmadan, Kars'ta hüküm sürmekte olan Ermeni prensi Gagik'e elçi göndererek huzuruna çağırttı ve itaatini arz etmesini istedi. Anı'da olanları gören prens, Alp Arslan'a itaat arz edip, eman dileyerek, Kars'ı Selçuklu hakimiyetine terketti.
Alp Arslan'ın bölgeden ayrılmasından sonra Anadolu'daki fetih hareketinin Selçuklu komutanları tarafından devam ettirildiği görülmektedir.
Salar-ı Horasan unvanını taşıyan kumandan Urfa bölgesine yönelerek (1066) Siverek'e (Sevarak) hücum etti. Ertesi sene (1067) Hacib Gümüştekin, emrinde Afşin ve Ahmed Şah gibi Selçuklu komutanlarıyla Murat ve Dicle havzalarını izleyerek el-Cezire bölgesine indi. Nusaybin'e karşı başarısız bir kuşatmanın ardından Fırat'ı geçerek Adıyaman bölgesinde akınlarda bulunup Anadolu'daki akınların üssü haline gelen Ahlat'a döndü.
Selçukluların güçlü emirlerinden Afşin, Ahmed Şah'la bozuşup, yaptıkları kavgada onu öldürünce, Alp Arslan'ın gazabından korkarak, ondan uzaklaşmak maksadıyla Anadolu'ya girip, emrindeki Türkmenlerle akınlar yapmaya başladı. Afşin'in başarılı akınlarını gören Alp Arslan, ona bir mektup göndererek affettiğini bildirip, Nisan 1068'de tekrar huzuruna çağırdı.
Bizans imparatoru Konstantin X. Dukas bu sıralarda ölmüş, hanımı genç generallerden Romanos Diogenes ile evlenerek onu Bizans tahtına geçirmişti. Yeni İmparator Selçukluları durdurma planları yapmaya başlamıştı. Bu sırada Kuzeydeki gayrimüslim Alan, Komuk ve bir kısım Hazarların güneye inerek Selçuklulara bağlı Şeddadoğulları ve Şirvanşahların yurtlarını işgal etmeleri üzerine Alp Arslan, 1067-1068'de ikinci Kafkas seferine çıktı. Yanında Nizamülmülk ve Savtekin olduğu halde Gürcistan'a girdi. Tiflis'i alarak Gürcü ve Abhaz memleketlerini ülkesine kattı.
Türkmen akınlarının bitmek tükenmek bilmediğini anlayan yenı İmparator, bu akınların önünü kesmek ve Anadolu'daki hakimiyetini pekiştirmek kastıyla harekete geçti. Anadolu'dan topladığı askerlere ilaveten Rumeli'deki Uz, Peçenek ve çeşitli Hıristiyan kavimlerinden de asker alarak 1068'de Anadolu'ya girip bazı askeri hareketlerde bulundu. İmparator, Kayseri'ye gelmeden önce, Selçuklu kuvvetlerinin Niksar'ı yağma ettikleri haberini alınca yolunu değiştirerek Sivas bölgesine yönelip, Selçuklu kuvvetlerini çekilmeye mecbur etti. Buradan Maraş'a gelip, sevk ettiği kuvvetlerle Fırat boylarında karşı hareketlerde bulunduysa da fazla başarılı olamadı. Kuzey Suriye'ye yönelerek Halep bölgesini yağma ve talan etti. Bölgedeki Menbic'i alarak (1069) buraya kuvvet bıraktı. Bahsi geçen bölgedeki Arap ve Türk birliklerinin ortak hareketi sonucunda Bizans kuvvetleri hezimete uğrayınca, İmparator tekrar bölgeye dönerek Selçuklu kuvvetleriyle çatışmalara girdi. Bu arada emir Afşin, Anadolu'daki ilerleyişini sürdürerek Sakarya havzasına kadar gitmiş, İstanbul yolu üzerinde önemli bir yer olan Amuriyye'yi zapt ve tahrip etmişti. Bu hadiseyi duyan imparator Afşin'in yolunu kesmek için geri dönmüşse de buna muvaffak olamamış ve kışın gelmesi üzerine İstanbul'a çekilmiştir.
Bizans imparatorunun İstanbul'a dönmesinden sonra Selçuklu beyleri Anadolu'daki akınlarına yeniden başladılar. Karşı harekete geçen Bizanslılar Anadolu'ya kuvvet sevketmişlerse de Selçuklular karşısında başarılı olamamışlardır. Anadolu içlerine akmakta olan Türkmen kuvvetleri Karaman ve Konya başta olmak üzere Orta Anadolu'nun önemli şehirlerini ele geçirmişlerdi. Selçukluların dönüş yolunu kesmek isteyen İmparator Kayseri'ye gelerek hazırlıklarına başladı. Onun bu planını anlayan Selçuklular, Toroslardan güneye inerek, Kuzey Suriye'deki hareket üsleri Halep'e ulaşmaya muvaffak oldular.
Alp Arslan'ın doğu orduları başkumandanlığına tayin ettiği eniştesi Erbasgan (Kurtçuk) 1070'de Sultan'a isyan ederek, kendisine bağlı Yavuk (Yivek) Türkmenleriyle birlikte Bizans topraklarına girip, Kızılırmak kıyılarına kadar ilerledi. Erbasgan, önünü kesmek isteyen Bizans generali Manuel'i bozguna uğratarak kendisini esir aldı. Fakat kendisini takiple görevlendirilen Afşin'den kurtulmak için Manuel'i ve diğer esirleri serbest bırakarak, Bizans'a sığındı. Takibini sürdüren Afşin, Denizli bölgesindeki yerleri yağma ve talandan sonra Marmara kıyılarına kadar ulaşarak, Erbasgan'ın teslimini İmparator'dan talep ettiyse de İmparator bu teklifi kabul etmedi. Bunun üzerine Afşin, Bizanslılarla yapılan anlaşmanın artık hükümsüz kabul edileceğini ve onların memleketlerini istediği gibi yağmalayabileceğini söyleyerek geri döndü. Erbasgan'ı yakalayamamış olmakla beraber aldığı esir ve ganimetlerle geri dönen Afşin, Sultan'a ulaşarak durumu ona arz etti. Bu seferle birlikte Türkler denize kadar ulaşmış, Bizansın her karış toprağını kat ederek onun hakkında öğrenilmesi gereken her şeyi öğrenmişlerdi. Tuğrul Bey döneminden farklı olarak daha geniş araziler ele geçirilip yağmalanarak, Bizans'ın direnci kırılmıştır.
Malazgirt Zaferi ve Sonuçları
Selçuklular, Bizans ülkesine akınlar yapıp yeni yerlerin fethiyle uğraşırken, dış siyasetlerinde önem bir mevki'de bulunan Fatımi'lerle uğraşmayı bir süre için askıya almışlardı. Oysa kuruluşundan itibaren Selçukluların çok büyük önem verdikleri meselelerin başında Şii-Fatımi'lerle mücadele gelmekteydi. Alp Arslan da Mısır Fatımi'lerine karşı sefere çıkma ve Tuğrul Bey döneminde yapılamayanı yaparak Fatımiler Devleti'ne son verme emelindeydi. Bahsedilen dönemde Mısır iç karışıklıklar içerisinde bocalamakta, özellikle Mısır ordusunu oluşturan çeşitli ırklardan askerler birbirleriyle savaşarak devleti zaafa uğratmaktaydılar. Halife Mustansır'ın otoritesi iyice azalmış durumdaydı. 1069'da Mısır ordusundaki Türk askerlerin komutanı Nasiruddevle b. Hemdan, dönemin fakihlerinden olan Ebu Cafer Muhammed en-Naccar'ı elçi olarak Alp Arslan'a göndererek, Sultan'ın gelip Mısır'ı almasını ve Sünni hutbesi okutmasını istedi. Bu davet, Alp Arslan'ın hedefleriyle paralellik arz ettiği için, askerlerini techiz eden Alp Arslan Mısır'a gitmek üzere yola çıktı.
Azerbaycan üzerinden Anadolu'ya giren Alp Arslan, bu bölgede bulunan Selçuklu akıncı kuvvetleriyle de ordusunu takviye ettikten sonra Van Gölü'nün kuzeyinden Malazgirt önlerine geldi. Tuğrul Bey'in iki defa kuşatıp zabt edemediği Malazgirt'i ve arkasından Erciş'i fethettikten (1070) sonra, Murat ve Yukarı Dicle kolları arasındaki bazı kaleleri ele geçirdi. Diyarbekir üzerine yürüyerek buranın hakimi ve Selçukluların vasalı durumundaki Mervanoğulları arasındaki çekişmeyi sulh yoluyla halletti. Tulhum ve Siverek kalelerinin fethinden sonra daha önce Selçuklu kuvvetlerince kuşatılıp da alınamayan Urfa üzerine yürüdü. Buranın komutanı Vasil'i elli gün boyunca kuşattıysa da, Mısır seferinin gecikmemesi için kuşatmayı kaldırarak güneye doğru hareket eti.
İlerlemesine devam eden Sultan, Mayıs 1071'de Halep'i kuşatıp buranın hakimi Mahmud'u itaat altına aldıktan sonra, Mısır'a gitmek üzere Dımeşk yönünde bir günlük mesafe yol almıştı ki, Bizans imparatoru Romanos Diogenes'den gelen bir elçi Menbec, Ahlat ve Malazgirt'in Bizanslılara geri verilmesini, aksi taktirde İmparator'un güçlü bir orduyla harekete geçeceğini bildiriyordu. Bizans ordusunun Doğu Anadolu yönünde ilerlemekte olduğunu haber alan Alp Arslan, elçiyi sert bir cevapla geri gönderdikten sonra, ordusunu iki kısma ayırarak bir kısmını emir Aytekin ve Mahmud'un komutasında Mısır'ın fethiyle görevlendirip, diğer yarısıyla Bizans İmparatorunu karşılamak üzere yola çıktı.
Alp Arslan, son derece süratli hareket ettiği için, Fırat Nehri'ni geçerken ordusundaki at, deve, mal ve yiyeceklerin çoğunu kaybetti. Bunlara aldırmadan ilerlemesini sürdüren Sultan, yiyecek sıkıntısından dolayı ordusundaki Irak askerlerinden bir kısmını da terhis etmek mecburiyetinde kaldı. Emrinde kalan Horasan, Erran ve Azerbaycan askeriyle ilerlemesini sürdürerek Urfa üzerinden Diyarbekir'e ulaştı. Buradan Azerbaycan'a dönen Sultan, Hoy'u kendisine merkez seçtikten sonra hazırlıklara başladı. Durumun tehlike arz etmesi sebebiyle esas Selçuklu topraklarına çekilerek savaşı orada kabul etmeyi tehlikeli bulduğundan dolayı, emrindeki 4 000 has ğulam ve kendisine katılan 10 000 atlıyla Ahlat'a doğru ilerledi.
Bizans imparatoru, Rumeli'deki Uzlar ve Peçeneklerden başka muhtelif unsurları silah altına almış, Frank, Alman, Norman ve İskandinav ırklarından oluşan 200000 kişilik bir kuvvetle Kapadokya'ya gelerek karargah kurmuştu. İmparator, eksiklerini tamamlamak ve yeni kuvvetler tedarik etmek gayesiyle Sivas üzerinden Erzurum'a gelerek gerekli hazırlıklarını tamamladıktan sonra Malazgirt'e doğru harekete geçti. O'nun asıl gayesi Selçukluları hezimete uğrattıktan sonra Mısır ve Şam beldelerini de ele geçirmekti. Hatta bu yerleri komutanları arasında taksim ederek; Bağdad için, "Hiç kimse Halife'nin evine taarruz etmesin. Zira o bizim dostumuzdur" şeklinde tavsiyede bulunmuştu.
Bizans imparatoru Malazgirt'e yürürken, ordusu içinde bulunan Türk asıllı askerler Alp Arslan'a haber göndererek endişe etmemesini, zira Bizans ordusunun çoğunun Sultan'dan yana olduğunu bildirmişlerdir. Aynı şekilde Bizans ordusu içinde yer alan Uzlar da, soydaşları Selçuklulara eskiden beri kullandıkları bir işaret göndererek onlardan yana olduklarının haberini verdiler. Malazgirt'e ulaşan İmparator, az sayıda kuvvet tarafından savunulan kaleyi eman ile teslim almasına karşılık Müslüman halkı kılıçtan geçirdi.
Alp Arslan Ahlat'a geldiğinde Bizanslı komutanlar Ursel ve Trakhaniotes da aynı yönde hareket halindeydiler. Bizanslılar, Selçuklu kuvvetlerince bozguna uğratıldılar. Olayın doğruluğunu tespit için gönderilen ikinci bir Bizans birliği de emir Sanduk tarafından yenilgiye uğratıldı. İlk karşılaşmalar Selçuklular tarafından kazanılmış olmakla beraber asıl savaş henüz başlamamıştı.
Alp Arslan, Ahlat'a ulaştığında orada kendisini bekleyen Afşin'le karşılaştı. Emrindeki 4000 hassa askerinden başka Anadolu'da akınlarda bulunan 40 000 akıncı kuvveti de Sultan'ın saflarına katıldılar. Son ilhaklarla Selçuklu güçleri 50000 civarında bir sayıya ulaşmıştı. Buna karşılık Bizansın 200 000 askeri mevcuttu. Bizansın çeşitli milletlerden derlenmiş, birbirleriyle uyum içinde olmayan, daha çok mal ve şöhret peşinde olan askerlerine karşılık; Alp Arslan'ın Türklük ve cihat idealı ile savaşmaya hazır, son derece süratli hareket kabiliyetine sahip askerleri vardı.
Ahlat'tan hareket ederek Rahbe ovasına inen Alp Arslan, bölgedeki kontrolü sağladıktan sonra karargahını kurdu (24 ağustos 1071). Malazgirt'den hareket eden Bizanslılar, Selçuklu ordusunun çok yakınlara kadar gelerek karargah kurup, onların ovaya hakim olduklarını öğrenince telaşa kapıldılar. Sultan Alp Arslan, görünüşte barış teklifinde bulunmak, fakat gerçekte Bizans ordusunun durumunu tespit etmek maksadıyla Abbasi Halifesi Kaim Biemrillah'ın kendisine elçi olarak yolladığı Ebu'l-Ganaim İbnu'l-Muhelleban'ı emir Savtekin'le birlikte hem kendi, hem de Halife adına, bir elçilik heyetiyle birlikte Bizans İmparatoruna gönderdi.
İmparator, Selçukluların sıkışık vaziyette olduğu için barış yapmak istedikleri kanaatiyle gayet mağrur bir şekilde bu teklifi geri çevirirken, aynı zamanda Halife'ye bir elçi göndererek, barış yapılması konusunda Sultan'a tavsiyede bulunmasını da istemişti. İmparatorun barıştan kastettiği şey, Rey'e kadar olan toprakların kendi isteği doğrultusunda Bizans'a bırakılmasıydı. Zira o, Rum diyarına yapılanları, İslam beldelerine de yapmadıktan sonra geriye dönmeyeceğim, demekteydi. İmparatorun cevabı Sultan'a bildirilince artık savaşın kaçınılmaz olduğu anlaşılmıştı.
Alp Arslan, en kısa zamanda savaş hazırlıklarının yapılmasını emretti. Sultan'ın barış sağlanamamasından dolayı müteessir olduğunu gören imamı ve fakihi Ebu Nasr Muhammed b. Abdulmelik el-Buhari el-Hanefi, Sultan'a: "Sen, Allah'ın zafere ulaştıracağını ve diğer dinlere üstün kılacağını vaadettiği bir din uğruna savaşıyorsun. Umarım Allah'u Taala bu fethi sana nasip edecektir. Cuma günü zeval vaktinden sonra hatiplerin minberlerde olduğu, mücahitler için Allah'a duada bulundukları ve duaların kabul edildiği saatte düşmana hücum et" dedi. Cuma günü namaz vakti gelince Sultan askerleriyle beraber namaz kıldı, gözyaşları içinde tazarru ve niyazda bulunup, Allah'a yalvardı. Kendisinin şehit olması durumunda oğlu Melikşah'ı yerine geçirerek ona itaat etmeleri vasiyetini yaptıktan sonra, askerlerinin başında düşmana hücum etti (1071).
Selçukluların insicamlı ve inançlı birliklerine karşılık, Bizanslıların değişik unsurlardan meydana gelen birlikleri arasında uyum da yoktu. Bizans ordusu; merkezde İmparator, sağ kanatta Rumeli kuvvetleriyle Nikephoros Bryennis ve sol kanatta Uz askerleriyle Alittas komutasında teşkilatlanmıştı. Gerideki ihtiyat kuvvetlerinin başında ise İmparatorun üvey oğlu Andronikos Dukas bulunuyordu.
Selçuklu ordusu kendi savaş taktiklerine uygun olarak muharebeye başladıklarında, Kanatlarda yer alan Uz ve Peçenek birlikleri de, başlarındaki Tamış adlı beyleriyle birlikte soydaşlarına karşı savaşmayarak, Bizans saflarından ayrılıp, Selçuklulara katıldılar. Savaş düzeni bozulan ve çembere alınan Bizans ordusunun büyük çoğunluğu öğlede başlayıp, akşama kadar devam eden, hatta gece de süren meydan savaşı sonucunda kılıçtan geçirilmiş, İmparator esir edilmişti.
Alp Arslan, bir müddet sonra imparatoru huzuruna getirterek süslü ve güzel bir yere oturttuktan sonra, barış çağrısına niçin olumsuz cevap verdiğini sordu. İmparator gayet üzgün şekilde: "Benim bu kadar para harcamam ve asker toplamam karşısında zafer senin oldu. Artık beni azarlama, fakat ne yapacaksan yap" dedi. Bunun üzerine Alp Arslan, "senin hakkında ne yapacağımı tahmin ediyorsun" dedi. İmparator, "üç şey yapabilirsin: Birincisi, beni öldürtmen; ikincisi, beni ülkende dolaştırarak halka teşhir etmen; üçüncüsünü de söylemenin faydası yok, zira sen onu yapmayacaksın" dedi. Sultan bunun ne olduğunu sorunca, "beni affederek fidye karşılığı mülküme döndürmen ve benim orda senin naibin olarak kalmamı temin etmen" dedi. İmparatorun bu cevabı üzerine Alp Arslan ona dönerek: "ben senin hiç ihtimal vermediğin bu işten başkasını sana yapacak değilim. Sen kurtuluşun için gerekli olan fidyeyi bana getir ve serbest kal" dedi. İmparator, Sultan'ın ne kadar istediğini sordu. Alp Arslan, "on milyon dinar getir" dedi. Bunun üzerine İmparator, "Allah'a yemin olsun ki, sen bana nefsimi bağışlarsan bütün Rum mülkünü hak edersin. Lakin ben halkımın mallarını savaş için harcadım ve fakir hale getirdim. Onların bu parayı verecek güçleri yoktur" dedi. Bunun üzerine şu maddelerle antlaşma yapıldı:
1- İmparatorun kurtuluş akçesi olarak 1500000 dinar ödenecek,
2- Bizanslılar her yıl Selçuklulara 360 000 dinar vergi verecekler,
3- Rum diyarında bulunan bütün Müslüman esirler serbest bırakılacak,
4- Selçuklular çağırdığında Bizanslılar askeri yardımda bulunacaklar,
5- İmparator, kızlarından birini Sultan'ın oğluna verecek,
6- İmparator, yeniden tahta oturduğu zaman Antakya, Urfa, Menbec, Malazgirt şehirleri ve kalelerini Selçuklulara bırakacaktı. Antlaşma müzakerelerinden sonra, İmparator kendisine tahsis edilmiş olan çadıra götürüldü ve İmparatora borç olarak 10000 dinar gönderildi. İmparator, bu paranın bir kısmıyla yakın adamlarının hürriyetini satın alıp, bir kısmını da yanındakilere dağıttı. Geriye kalan generaller ise Alp Arslan'ın emriyle serbest bırakıldı. Ertesi günü kendisinden ganimet olarak alınmış olan imparatorluk tahtı onun için hazırlandı ve İmparator bunun üzerine oturtuldu, kendi elbisesi ve külahı giydirildi. Bu sırada Sultan, ona: "Sana güveniyor ve seni memleketine göndererek hükümdarlığını ilan ediyorum" dedi. Sultan'ın bu yaptıkları karşısında Rum Meliki eğilerek yer öptü, sonra da memleketine uğurlandı.
Alp Arslan'ın Bizans İmparatoruna karşı kazanmış olduğu bu zaferden sonra başta Halife olmak üzere, her tarafa fetihnameler gönderilerek kazanılan zafer müjdelemiştir. Halife, sarayında topladığı devlet erkanı önünde bu zafer mektubunu merasimle okutmuş ve tebrikler yapılmıştır. Haber Bağdad'da duyulunca şehir süslenmiş, davullar ve borular çalınarak fetih haberi kutlanmıştır. Bu fetihle birlikte İslam'ı yok etmeye gelen Hıristiyanlar durdurulmuş ve meşum emellerine set çekilmiş olduğu için de, İslam'da eşi benzeri olmayan bir zafer olarak kabul edilmiştir.
Malazgirt zaferi İslam aleminde bu denli sevinç içerisinde kutlanırken, Hıristiyan aleminde de yeis ve üzüntüye sebep olmuştur. Malazgirt'den kaçan bazı askerler İstanbul'a ulaşarak durumu bildirince, Bizans senatosu Romanos Diogenes'i tahttan indirip, yerine VII. Mihael Dukas'ı (1071-1078) imparator ilan ettiler. Devrik İmparator daha sonraları Bizans tahtını ele geçirmeye çalışmışsa da, bunda başarılı olamadığı gibi yakalanarak gözlerine mil çekilmiş ve feci bir şekilde hayatı sona ermiştir.
Diogenes'in ölümüyle birlikte, Selçuklu-Bizans antlaşması da ortadan kalkmış oldu. Alp Arslan, müttefiki Diogenes'in uğradığı felakete çok müteessir oldu ve emirlerine Anadolu'da fetih hareketlerine devam emrini verdi. Bizanslılarla yapılan antlaşmanın geçersiz kılınması, Türklerin Malazgirt zaferinin neticelerinden istifade etmesine vesile olmuştur.
Geçmiş savaşların pek azı Malazgirt kadar önem taşımaktadır. Zira bu savaş, asırlardır birbirleriyle hasım durumunda olan iki medeniyetin mensuplarının kesin netice için karşılaşmasıdır. Malazgirt zaferi, kazanan Türkler ve hezimete uğrayan Bizanslılar açısından büyük değişikliklere, gelişmelere yol açan bir hadisedir. Malazgirt zaferiyle birlikte, asırlardan beridir İslam toprakları üzerinde genişleme sevdasında olan ve Müslümanların askeri yönden zayıflıkları sebebiyle karşı koyamadıkları Hıristiyanların temsilcisi Bizansın, dolayısıyla da Hıristiyan aleminin ilerlemesine set çekilmiştir. Bu sebeptendir ki, C. Cahen: " ... bu, sadece Sultan'ın savaşı değil, bütün İslam aleminin savaşı idi. " derken çok önemli bir noktaya işaret etmiştir. Bu yönü ile Malazgirt zaferi, medeniyetler ve onların temsilcilerinin mücadelesinin kesin bir şekilde sonuçlanmasıdır. Malazgirt zaferiyle birlikte tarihte ilk defa bir Bizans imparatoru Müslümanlara esir düşmüş ve Müslümanlar bu şerefe Selçuklular sayesinde erişmiştir. Bu mücadelede üstünlüğünü ispat eden Müslümanlar ve onların bayraktarı durumundaki Selçuklular, gelişmeleri tersine çevirerek ilerlemelerine devam etmişler, daha sonra da bu vazifeyi torunları Osmanlılara devretmişlerdir.
Malazgirt zaferi, Tuğrul Bey'le başlayan Anadolu akınlarının ısrarlı takipçisi durumunda olan Alp Arslan'ın, amcasının siyasetini izleyerek hedefe ulaşmasıdır. Batı istikametine akan kesif Türkmen kitlelerinin Anadolu'ya yönlendirilmesi ve Bizans uçlarında bu insanların gaza ile meşgul olmaları Tuğrul Bey'in temel politikalarındandı. Nitekim Tuğrul Bey'in Diyarbekir emiri Nasruddevle b. Mervan'a gönderdiği mektubunda ona: "Kullarımın senin memleketine geldiğini haber aldım. Sen, bir suğur emirisin ve sana gereken şey, onlara mal vererek kafirlere karşı onlardan faydalanmandır" tavsiyesinde bulunduğu bilinmektedir.
Malazgirt zaferinden önce Anadolu'ya gelen Türkmenler, Bizans tarafından sıkıştırıldıkları vakit ya Azerbaycan'a veya Afşin örneğinde olduğu gibi daha güneye Haleb'e inerek soydaşlarının arasına dönmekteydiler. Çünkü, Anadolu'da kaldıkları zaman kendilerini koruyacak bir güç henüz oluşmamıştı. Bu yüzden de Malazgirt zaferinden önceki akınların kalıcı nitelik taşımadıkları bilinmektedir. Önceki akınlar sadece Bizans'ın maneviyatını kırmak, yeni yurtları için keşif yapmak ve ganimet elde etmeye yönelikti. Anadolu tam anlamıyla ele geçirilemediği için, Azerbaycan'da yığılmış Türkmen kitleleri bu topraklara akamıyordu.
Malazgirt zaferiyle birlikte, Maveraünnehr, Horasan ve İran'ı aşarak Azerbaycan'da ve diğer uçlarda toplanan bu Türkmen kitleleri, önlerinde engel teşkil eden Bizans barajının Malazgirt'de yıkılmasıyla birlikte Anadolu'ya akmaya başladılar. Artık onları durduracak bir kuvvet kalmadığı için rahatça Anadolu'nun içlerine yayıldılar. Bu Türkmen kitleleri, Arapların yaptığı gibi, Bizans'la yapılan savaşlardan sonra tekrar suğur hattına çekilmek gayesi de gütmemekteydiler. Onlar Arapların asla başaramadıklarını başarmak ve yöneldikleri bu topraklarda fetih yaparak, vatan tutup bir daha geri dönmemek amacındaydılar. Malazgirt zaferine kadar asırlar boyu "Cihat sahası" olan Anadolu, yeni sahiplerine vatan olurken, cihat sahası da Balkanlara doğru itilmek suretiyle yeni fetih yerlerinin yönü gösterilmiştir.
Anadolu'ya akmaya başlayan Türkler, ciddi bir direnişle karşılaşmadıkları için kısa süre içerisinde ilerleyerek Ege ve Marmara kıyılarına kadar süratle yayıldılar. Bu defa, daha önceki hareketler gibi yağma ve istila amacı gütmedikleri için fethettikleri bölgelere yerleşerek, Anadolu'nun Türk yurdu haline gelmesini sağladılar. Malazgirt zaferinden önce dalgalar halinde Anadolu'ya akan Türk boy ve oymakları, bu yeni gelenlerle beraber yavaş yavaş göçebeliği terk ederek, fethedilen topraklara yerleşip, toprağa bağlı ve gün geçtikçe medeniyet varlıklarını bu topraklara nakşeden uygar bir toplum yarattılar. Anadolu'da çok az miktarda kalmış olan eski sakinler, önceleri bu yeni gelenleri kabul edemediyse de, "başlangıçta, denizin ortasındaki adalar gibi, tecrit edilmiş durumda, kendi surları içine kapanan ve belki istilacılara (fatihlere) direnmiş olan büyük kentler, bir süre sonra, teker teker kapılarını açmak zorunda kaldılar.
Yerleşik hayata geçişle birlikte Anadolu üzerindeki Türk mührü tam anlamıyla belirginleşirken, Türklerde mevcut olan devletin saltanat ailesi fertlerinin ortak malı olması fikrinden dolayı, zaman zaman sultana isyan şekline dönüşen aile fertleri arasındaki çekişmeler, Malazgirt zaferinden sonra önemli ölçüde azalmıştır. Alp Arslan tarafından Anadolu'ya gönderilen Selçuklu ailesinin bu isyankar ve saltanatta hak iddia eden şahısları, önceleri merkezden uzaklaştırılmalarını hazmedemeyerek ve büyük davalarının peşini bırakmayarak geri, doğuya gitmek istemişlerse de, giriştikleri denemelerin neticesiz kaldığını görünce, kendileri asil sürgünler olarak, emirleri altındaki avam sürgünlerle beraber, bu yeni yurtlarına dört elle sarılarak onun vatan yapılmasına gayret ettiler. Dolayısıyla Selçukluların Malazgirt zaferiyle beraber, kırk yılda meydana getirdikleri gelişmeler ve değişmeler, onların halefi Osmanlılar tarafından ancak 150-200 yılda yapılabilmiştir. Malazgirt zaferinin önemini gösterme bakımından bu bile önemli bir ölçüdür.
Batılı tarihçilere bakıldığında, adeta ölümsüz kabul ettikleri Bizans'ın Türk'ün karşısında yenilmesini bir türlü kabullenemediklerini ve kendi telakkilerinin, Türk sultanlarınca da aynı şekilde kabul ediliyormuş gibi göstermek istedikleri anlaşılmaktadır. Jean-Paul Roux: "Yunanlıların arkasında yükselen Roma tıpkı Müslümanlığın kendisi gibi, sonsuz olduğu izlenimi veriyor ve sunulmuş olsa bile, onu almak, ona sahip olmak, onu ele geçirmek olanaksızdı" demek suretiyle; Malazgirt zaferi ile birlikte Anadolu Türklere sunulmuş olsa bile, Roma'nın sonsuzluğunu bilen ve gören Türklerin buna sahip olmanın imkansız olduğunu bilerek, böyle bir teşebbüse girişemeyeceklerini anladıklarını ima ediyor. Oysa Türklerin, Bizans'ın sonsuz olduğuna inandıkları konusunda hiç bir işaret, hiç bir delil olmadığı gibi aksine, Türkler kendi devletlerinin ve inançlarının sonsuzluğuna inanmakta ve bu düşünce ile hareket etmekteydiler. Nitekim Malazgirt savaşından önce Alp Arslan'ın imamı ve fakihi Ebu Nasr el-Buhari Sultan'a: "Sen, Alah'ın zafere ulaştıracağını ve diğer dinlere üstün kılacağını vaadettiği bir din uğruna savaşıyorsun. Umarım Allahu Taala bu fethi sana nasip edecektir..." derken aynı düşünceyi dile getirmekteydi.
Başka bir batılı tarihçi C. Cahen ise, Anadolu'dan ve Alp Arslan'dan bahsederek: "Yönü olmayan bu ülkenin ele geçirilmesi hiçbir Müslümanı ilgilendirmiyordu. Eğer aklından böyle bir şey geçmiş olsa bile, onun anlayışına göre, Roma da İslam gibi ölümsüz bir varlıktı demek suretiyle aynı yanlış kanaati dile getirmektedir. Oysa aynı tarihçi başka bir eserinde bu düşüncenin geçerli olmadığını yine kendi ifadeleri ile şu şekilde itiraf etmektedir: "Bizans İmparatorluğu'na ait toprakların tamamı, artık eskiden olduğu gibi, akınlarından sonra Azerbaycan'a çekilmek ihtiyacında olmayan Türkmenler tarafından işgal edilmekle kalmamış, buralar Bizans'ın kalbinden koparılıp alınmıştı. Bu ikinci ifade ile Türklerin ve onların Sultanı Alp Arslan'ın hiçte bahsettikleri gibi bir niyet taşımadığı, aksine Anadolu'yu fethetmeyi bir ideal haline getirdiğini hadiselerin gelişimiyle birlikte görmek mümkündür. Nitekim Anadolu, Bizans'ın elinden sökülerek alınmıştır. Anadolu'nun Bizans'ın elinden alınmasıyla birlikte, Büyük Bizans'ı tekrar kurabileceğini düşünen Doğu Roma'nın hayalleri ebediyyen ortadan kalktığı gibi, Bizans'ın Batı İslam toprakları üzerindeki emellerine de son verilmiştir.
Malazgirt zaferi, Türk tarihinin olduğu kadar, Bizans ve İslam tarihlerinin de bir dönüm noktası olmuştur. Bu sebepten dolayıdır ki, Malazgirt zaferi, dünyada devir açan savaşlar arasında gösterilmiştir. Dandanakan zaferinden daha önemli olan Malazgirt zaferi, siyasi haritanın değişmesinin yanında, Türk fütuhatını engelleyecek dış sebeplerin ortadan kalkmasına da sebep oldu. Dünya tarihi açısından dönüm noktalarından biri olan Malazgirt zaferi, Türklerin Anadolu'yu vatan edinerek burada büyük bir devlet kurmalarıyla kalmamış, daha sonra bu sınırları aşarak Balkanlar, Macaristan, Suriye, Mısır, Irak, Kara Deniz havzası ve tüm Kuzey Afrika'da Roma'dan sonra dünyanın en büyük ve en devamlı imparatorluğunu kurmasına yol açan hadiselerin de başlangıcını oluşturmuştur.
Malazgirt zaferinin, aynı zamanda İslam tarihinin de dönüm noktalarından biri olduğu adeta genel kabul halindedir. Bu yönüyle, sahabeler döneminde yapılan ve önemli sonuçlar doğuran Yermük ve Kadisiye zaferleriyle aynı değerde kabul edilmiştir ki, bu mukayese yersiz değildir. Malazgirt zaferi kazanılmamış olsaydı, Müslüman kavimleri ve İslam medeniyeti daha onbirinci asırda sahneden çekilme tehlikesiyle karşı karşıya kalabilirdi. İslam, asırlar boyu Hıristiyan Batı'yla boy ölçüşebilmişse, bunu büyük oranda Malazgirt'de kazanılan zaferin sonuçlarına borçludur.
Malazgirt zaferi, Hıristiyan dünyasında da birtakım gelişmelerin başlangıcı olmuştur. Bilindiği gibi Hıristiyan dünyasının kendi iç meseleleri yüzünden yaşanan çekişmeler ve mücadeleler, bu dünyanın 1054 tarihinde kesin bir şekilde bölünmesine yol açmıştı. Hıristiyanlar, "Katolik" (cihan şümul) Roma Kilisesi ve "Ortodoks" (öze bağlı) Bizans Kilisesi olarak ikiye bölündü. Dikkat edilirse Hıristiyan dünyasının kesin olarak birbirinden ayrıldığı bu tarih, Malazgirt zaferinden onyedi sene öncedir. Birbirlerine karşı düşmanca tutum içerisinde olan ve mezheplerinin hakimiyet alanlarını bu şekilde ayıran Hıristiyanlar, kendi aralarındaki anlaşmazlıklara rağmen Müslümanlara karşı birlikte davranmaktan da geri kalmıyorlardı.
Katolikler ve bu mezhebi benimseyen Avrupa devletleri, Ortodoksları ve onun temsilcisi olan Bizans'ı Müslümanların önünde bir kalkan, bir kale gibi görmekteydiler. Malazgirt zaferi ile Bizans yenilince, Katolik dünyası telaşa kapıldı. Zira Müslümanlarla kendi aralarındaki koruyucu kalkan delinmiş, kale yıkılmıştı. Bugün Ortodoksları mağlup eden güç, ilerlemesine devam ederek yarın bir gün de Katolikleri aynı akıbete uğratabilirdi. Bu endişeyi taşıyan Katolikler bir an önce yaklaşan bu tehlikeyi bertaraf edebilmek için harekete geçtiler. Bu, tarihte "Haçlı Seferleri" diye bilinen ve Hıristiyanların Müslümanları yok etmek için başlattıkları askeri seferlerin temel sebeplerinden birisini oluşturdu. Asırlardan beridir Müslümanlar aleyhine genişlemiş olan Hıristiyan dünyası, Malazgirt'de yediği darbenin tesiriyle şoka girdi. Zira Müslümanlar, Hıristiyanların ilerlemesini engelledikleri gibi, onları yenilgiye de uğratmıştı. Bu gelişme Avrupa'yı son derecede rahatsız ediyordu. Eğer bu gelişmeler devam eder ve Müslümanlar eski güçlerine kavuşursa, bu Hıristiyanlık için tam bir tehlike olurdu. O halde bu hareketin gelişmesini engellemek ve beliren tehlikeyi yok etmek gerekmekteydi. Bunun için Haçlı seferlerini başlatılarak Müslümanlardaki bu gelişmeyi engellenmek Avrupa'nın ana hedeflerinden olmuştur.
Malazgirt zaferi, Avrupa devletlerinin Haçlı seferleri başlatmasına sebep olurken, aynı zamanda bu iki dünyanın birbirlerini tanımasına da vesile olmuştur. Haçlı seferleriyle İslam ülkelerine gelen Hıristiyanlar, Müslümanları tanıma imkanına kavuşurken, Müslümanlardan alınan pek çok bilgi sayesinde Avrupa medeniyetinin tesisinde de büyük rol oynamıştır. J. Sauvagert: Selçuklu devri tarihinin, Yakın Şark tarihinin ve İslam dünyasının anlaşılması için bir anahtar olduğunu, Emeviler devri müstesna hiç bir devrin bu kadar ehemmiyet arz etmediğini ve Haçlılar dolayısıyla Avrupa tarihinin de hesaba katılması gerektiğini söylerken, meselenin ne denli önem arz ettiğine dikkat çekmektedir. Haçlı seferleri ile birlikte, o zamana kadar Müslümanlarla çok sınırlı ilişkiler içinde olan Hıristiyanlar, yavaş yavaş ticari ve fikri ilişkiler içine girmişler, bunun sonucunda da, Müslümanlardan aldıkları medeniyet mahsulleriyle Avrupa hazırlıklarına başladı. Durumun tehlike arz ettiğini gören Nikephoros, fetih hareketlerinde bulunan Artuk Bey'le bir anlaşmaya vararak, onu Ursel'e saldırmaya razı etti. Ursel üzerine yürüyen Artuk Bey, Frank kuvvetlerini bozguna uğratarak Ursel ve Dukas'ı esir etti. Çok geçmeden de tutsaklarını kurtuluş akçesi karşılığında serbest bıraktı. Dukas, İstanbul'a dönerken, Ursel yeniden kuvvet toplayarak isyan etti.
Ursel'le başa çıkmak isteyen İmparator, Aleksios Komnenos komutasında bir orduyu Anadolu'ya gönderdi. Ursel ise, emir Tutak'la görüşerek Bizans'a karşı onunla ittifak yaptı. Durumu öğrenen Sultan, Tutak Bey'le görüşerek büyük miktarda para karşılığı Ursel'in Bizanslılara teslim edilmesini sağlayarak bu gaileden kurtuldu. Bu sırada Selçuklu kuvvetleri İzmit yakınlarına kadar olan bölgeleri ele geçirmiş durumdaydılar. Selçuklu beyleri Anadolu'nun fethiyle meşgulken, Sultan Melikşah'dan fethedecekleri yerlerin hükümdarlık menşurunu almış olan Kutalmışoğulları da o sıralarda Kilikya bölgesinin ele geçirilmesiyle meşguldü.
Bu sıralarda Suriye'de Sultan Melikşah'a tabi bir beylik kuran emir Atsız'ın komutanlarından Şökli, Mısır Fatımilerinden Akka'yı alarak ayrı bir beylik kurmak istemekteydi. Kutalmışoğulları ile yazışarak, Atsız’ın yerine, saltanat ailesinden Kutalmışoğullarına bağlanmayı tercih ettiğini belirtip, onları Filistin'e davet etmiştir. Bu davete icabet eden Kutalmışoğlu, Taberiye'ye gelerek Şökli ile birleşti ve Mısır Fatımi Devleti'ni resmen tanıdıklarını ilan ettiler. Bunlara karşı harekete geçen Atsız, Şökli'yi yenerek Kutalmışoğullarını koruması altına alıp, durumu Melikşah'a bildirdi. Anadolu'da fetihlerde bulunan Süleymanşah, Suriye'ye inip Halep'i kuşatarak kardeşlerini kurtarmak istemişse de başrılı olamamış, bunun üzerine dönerek Antakya'yı kuşatmış ( 1074) ve buranın Bizans valisini yıllık 20 000 altın vergiye bağlamıştır.
Türklerin Anadolu'daki faaliyetlerine engel olamayan Bizans imparatoru Mihael, 1074'de Papa VII. Gregoire'a başvurarak Türklere karşı yardım edilmesi halinde Ortodoks Kilisesi'nin Katolik Kilisesi'ne ilhakı sözünü vermiştir. Hıristiyanlardan haçlı seferleri başlatmalarını isteyen İmparator, umduğu karşılığı bulamayınca, bu defa Abbasi Halifesi'ne başvurarak (1074), Melikşah'a karşı tavassutunu rica etmiştir. 1075'de de çok değerli hediyelerle birlikte elçilik heyetini Azerbaycan'da bulunan Sultan Melikşah'a göndermiştir.
Süleymanşah, Suriye seferinden sonra Anadolu'ya dönerek fetihlerine devam etmiştir. Bizans'ın iç karışıklıklarından istifade ederek 1075'de İznik'i almış ve burasını kendine başkent yapmıştır. Bizans'ta iç karışıklıklar ve taht mücadeleleri devam etmekte olduğu için, İmparator Dukas'a karşı isyan etmiş olan Bizanslı komutan Botaniates, daha önceleri Bızans'a sığınmış olan ve şimdi yanında tuttuğu Selçuklu emiri Erbasgan'ı Süleymanşah'a göndererek onun yardımını talep etmişti. Süleymanşah, bu teklifi kabul ederek 10 000 kişilik kuvvetle yardım etmişti. 1078'de Bizans tahtını ele geçiren Botaniates, Türklerden yardım gördüğü için onlara müsamahalı yaklaşmakta, buna karşılık Süleymanşah da Bizanslılara karşı daha kaygısız davranmaktaydı.
Üsküdar'a kadar ilerleyen Süleymanşah, kısa sürede devletinin sınırlarını Marmara, Akdeniz ve Karadeniz kıyılarına kadar genişleterek, Anadolu kıyılarında gümrük daireleri kurmuş ve boğazlardan gelip geçen gemilerden vergi almaya başlamıştır. Anadolu'da fiili hakimiyet sağlayan Süleymanşah'tan bunalan Bizans imparatoru, bu fetihlerin Sultan Melikşah'ın emriyle yapıldığını bilmekteydi. Bu sebepten fetihleri durdurmak veya hiç olmazsa hafifletmek amacıyla 1081'de Kuzey-Çin hükümdarına bir elçi heyeti yollayarak doğudan Selçuklulara karşı bir askeri hareket başlatmak istemişse de, bu teşebbüsünde başarılı olamamıştır.
Bizans'tan sonra Çukurova'daki Ermeniler üzerine yürüyen Süleymanşah, Tarsus, Adana, Misis gibi yerlerden sonra Malatya'yı da fethederek topraklarını genişletti. 1084'de dönemin ve Hıristiyanların önemli şehirlerinden olan Antakya'ya karşı harekete geçerek burasını fethetti. Halka iyi davranarak onlara eman verdi; askerlerin halka dokunmaması hususunda emir çıkardı. Burada bulunan meşhur Kısiyan Kilisesi'ni camiye çevirerek 120 müezzin tarafından okunan ezandan sonra Cuma namazını kıldı. Hıristiyan alemi için özel bir yeri olan Antakya'nın fethini özel bir elçi heyeti ile büyük Sultan Melikşah'a arz etti. Melikşah'ı memnun eden bu zafer sebebiyle İsfehan'da müjde davulları çalındı ve şairler Süleymanşah'ı öven şiirler söylediler.
Süleymanşah ve onun kurduğu devlet Anadolu'da Bizans'a karşı mücadele edip, topraklarını genişletmişse de, kendi adına hutbe okutup, özel para bastırması tespit edilememesi sebebiyle Büyük Selçuklu İmparatorluğu'na (Sultan Melikşah'a) tabi bir devlet olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim dönemin İslam tarihi kaynakları da Süleymanşah'ı her vesileyle Melikşah'a tabi olarak göstermektedirler. Antakya'nın zaptından sonra Süleymanşah'ın Melikşah'a durumu arz etmesi ve Sultan'ın bu durumu sevinçle karşılaması da meseleyi teyit etmektedir. Bu sebeple, Süleymanşah'ın fetihlerini Melikşah adına yapılmış kabul etmek gerekir.
Ahmet Ocak’ın Selçukluların Dini Siyaseti (1040-1092) Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder