8 Mart 2023 Çarşamba

ŞEYTANIN İNSANA ULAŞMA YOLLARI VE KALBE MUSALLAT OLMASI

 


Şeytanın İnsana Ulaşma Yolları


Şehvet ve Kadın


Şeytanın insanı baştan çıkarmak için kullandığı pek çok yolu ve maşası vardır. O, akla hayale gelmedik entrikalarla, bu uğursuz hedefine ulaşabilmek için çabalar durur. Bunun için de, insanın zaaflarını tespit ederek bu noktalara daha fazla hücum eder. İnsana ait zaafların en önce akla geleni ise şehvettir.


Şehvet; bir şeyi çok sevmek, ona düşkün olmak ve rağbet etmek, arzu edilen şeye atılmaktır ki gönül çekmek diye de tabir olunur. Ebu Ubeyd (ö. 224/838): “Bazı insanlar şehvet denilince sadece karşı cinse ait arzuyu anlamışlardır,” der. İbn Manzûr (ö. 711/1311) ise: “Bana göre, şehveti, sadece bir tek şeye indirgemek doğru değildir. O, işleyenin açığa vurmadığı ve ısrar ettiği her türlü masiyettir,” demektedir. İnsanın, işlediğinde gizlediği, başkalarının muttali olmasından hoşlanmadığı, helal olmayan çirkinliklere de gizli şehvet demişlerdir. Aynı paralelde Hz. Peygamber (s.a.s) günahı tarif buyurmuştur: “Günah, insanların muttali olmalarını arzu etmediğin, senin gönlünde yer eden hatıradır. ” Gizli şehvetle alakalı yapılan tarif, büyük ihtimalle bu hadisten mülhemdir ve şehvet ile günah arasındaki sıkı irtibat adına iyi bir fikir vermektedir.


Allah Teâlâ da, şehveti sadece karşı cinse duyulan alakaya tahsis etmeyerek, daha geniş çerçevede ifade etmiştir: “İnsanlara; kadınlar, oğullar, yüklerle altın ve gümüş yığınlar, salma atlar, davarlar, ekinler kabilinden şehevât sevgisi(bu gibi şeylere aşırı düşkünlük) bezendi. Fakat bunlar hayatın geçici geçimliği, halbuki Allah ki, akıbet güzelliği O’nun yanındadır.”


Her ne kadar şehvet denilince, karşı cinse olan alaka anlaşılmamalı ise de, akla ilk gelen de odur. Allah (c.c) da yukarıdaki ayette, insanlara süslendirilip sevdirilen şeylerin başında kadınları zikretmiştir. Allah Rasûlü de bu hususa parmak basmış: “Benden sonra erkeklere, kadınlardan daha beter bir imtihan vesilesi bırakmadım,” demiştir. Erkekler için kadınlar neyse, kadınlar için de erkekler odur. Ve bu iki karşı cins birbirleriyle sınanıp durmaktadır.


Ayetin de ifade ettiği gibi bu duygu ve hisler insana verilmiş, onun fıtratına yerleştirilmiştir. Bunları inkâr etmek insanın kendisiyle çelişmesi demek olur. Önemli olan bu duyguyu inkâr değil, doğruya kanalize etmektir. Allah Rasûlü, her hususta olduğu gibi bu konuda da dengeyi kurmuş, insanların değişik sıkıntılara girmelerine meydan vermemiştir. Birgün Ashab-ı Kiram’dan birkaç kişi, Efendimiz’in zevcelerine O’nun gizlice yaptığı ibadetlerden sormuşlardı. O’nun Allah’a kulluğundaki fevkalâdeliğe muttali olduklarında, bunlardan biri: “Ben hiçbir zaman kadınlarla evlenmeyeceğim,” diğeri: “Ben bir daha et yemeyeceğim,” öteki: “Ben bundan sonra döşekte yatmayacağım,” dedi. Bu sözler Allah Rasûlü’nün kulağına gitmişti. Minbere çıkıp Allah’a hamd ve senâdan sonra: “Bazı kimselere ne oluyor ki şöyle şöyle diyorlar. Dikkat edin, vallahi Allah’tan en ziyade korkanınız ve sakınanınız benim. Ama ben (buna rağmen) bazen oruç tutar, bazen de tutmam. Hem namaz kılar, hem de uyurum. Kadınlarla da evlenirim. Şimdi kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir,” demiştir. O (s.a.s), gençlere bu konuda tavsiyede bulunurken: “Ey gençler topluluğu, Sizden kimin evlenmeye gücü yeterse evlensin. Çünkü evlenmek gözü daha yumdurucu, iffeti de daha koruyucudur. Kimin de evlenmeye gücü yetmiyorsa oruç tutsun. Çünkü oruç, o kimse için şehvet kırıcıdır,” buyurmuştur. Evli insanlara gelince, onlara da: “Birinizin bir kadın hoşuna gider de gönlüne girerse, hemen kendi karısına giderek onunla beraber olsun. Zira bu nefsindeki şeyi giderir (onu sükûnete erdirir),” diyerek dengeyi onlara da ihtar etmiştir.


Her hususta insanlığın rehberi Efendimiz (s.a.s), aynı duygulara kendisinin de sahip olduğunu ifade etmiş: “Bana dünyada kadınlar ve güzel koku sevdirildi,”  demiştir. O da bizim gibi bir beşerdir. Fakat O’nu bizden ayıran çok önemli bir hususiyeti vardır. O’na vahy gelmiştir. Bununla beraber O, yer, içer, güler, ağlar, konuşur, susar, insanlarla içli-dışlı olur, sosyal hayatın içerisinde aktif olarak bulunurdu. İnsanların başlarına gelmesi muhtemel birçok hadise daha önce, O’nun başına gelir, O bu hadiseleri aşar, yapılması gerekeni gösterirdi. Bir gün O (s.a.s) bir kadın görmüş, sonra zevcesi Zeyneb’e gelmişti. Hz. Zeynep o esnada bir deri ovalamaktaydı. Rasûlüllah, hacetini giderdikten sonra arkadaşlarının yanına çıkarak: “Şüphesiz kadın şeytan sûretinde gelir, şeytan sûretinde gider. Biriniz bir kadın görü(p te etkileni)rse hemen ailesine gelsin. Zira bu, onun nefsinde olan şeyi giderir,” demiştir.


Alimlerin beyanına göre kadının şeytan sûretinde gidip gelmesinden murad, nefsi, fitneye ve değişik arzulara davet etmesinden dolayıdır. Zira Allah Teâlâ, erkeklerin nefislerinde kadınlara karşı bir meyil yaratmıştır. Kadın, erkeği baştan çıkaran, fitneye düşüren en kuvvetli saiklerden olduğu için şeytana benzetilmiştir. Osman b. Maz’un, kendisini sadece ibadete hasretmek, başka duygu ve düşüncelere kapanmak arzusundaydı. Bunun için de gelip Hz. Peygamber (s.a.s)’den izin istemişti. Allah Rasûlü, ona izin vermemiş, orucu tavsiye etmiştir. Hadisi rivayet eden Sa’d b. Ebi Vakkas diyor ki: “Eğer ona izin verilseydi biz de kendimizi iğdiş ettirir (şehvetimizi kırmak, bekarlığı kendimize kolaylaştırmak için yapılması gerekeni yapar)dık.”


Şeytan, fuhşiyatı emreder, ahlaksızlığı körükler, gayrı meşru hayatı cazip gösterir. Flört etmeyi insanların nazarında bezer. Barut ile ateş beraber olunca, artık patlama an meselesidir. Bunların hepsi, İslam’ın çizdiği sınırın dışına çıkmaktır.


Allah Rasûlü, haccı esnasında Has’am kabilesinden bir genç kız: “Benim yaşlı bir babam var, Hac ona farz olarak terettüb etmiş bulunuyor. Ben onun yerine haccetsem yeterli olur mu?” diye sormuştu. Hz. Peygamber de: “Sen babanın yerine haccet” demişti. Sonra da Fadl’ın (kıza dönük olan) başını çevirmişti, Abbas: “Ya Rasûlallah, amca oğlunun yüzünü niçin başka tarafa çevirdin?” deyince O da: “Bir delikanlı bir de genç bir kız gördüm ve o ikisi hakkında şeytandan emin olamadım,” demiştir. Hadisten, Hz. Peygamber’in, amcası Abbas’ın oğlu Fadl ile, bir genç kızın birbirlerine bakmalarından hoşlanmadığı, bunu meşru kabul etmediği, şeytanın bu iki gencin kalbine vesvese verip kötü şeyler telkin etmesinden endişe duyduğu, bu sebeple duruma müdahale ettiği anlaşılmaktadır. Allah Rasûlü (s.a.s), Hz. Ali’ye, bir kadını aniden görmeyle alakalı olarak: “Bakışların birbirini takip etmesin. İlk bakışta bir şey yoktur, fakat ikincisi senin aleyhine işler,” demiştir.


Kadının saçına bakmak haramdır. Çünkü saç başı, baş insanın diğer uzuvlarını hatırlatır. Çağrışımlar ve hatıralar insanı gitgide yasak sınıra doğru çeker götürür. Bu açıdan, Allah Rasûlü (s.a.s)’nün duyduğu endişe -hâşâ- yersiz değildir. Allah (c.c)’ın bu mevzudaki hükmü şöyledir: “İnanan erkeklere söyle, bazı bakışlarını kıssınlar, ırzlarını korusunlar. Bu, onlar için daha temizdir. Şüphesiz Allah, onların her yaptıklarından haberdardır. İnanan kadınlara da söyle, bakışlarının bazısını kıssınlar, ırzlarını korusunlar. Süslerini göstermesinler. Ancak kendiliğinden görünenler hariç. Baş örtülerini yakalarının üzerine salsınlar. Süslerini kimseye göstermesinler. Yalnız kocalarına veya babalarına veya kayınpederlerine veya oğullarına veya kocalarının oğullarına veya kardeşlerine veya erkek kardeşlerinin oğullarına veya kız kardeşlerinin oğullarına veya kadınlarına veya cariyelerine, erkekliği kalmamış hizmetçilerine ya da henüz kadınların mahrem yerlerini anlamayan çocuklara gösterebilirler. Gizledikleri süslerinin bilinmesi için ayaklarını yere vurmasınlar. Ey mü’minler, topluca Allah’a tevbe edin ki felaha eresiniz.”


Şehvet, insanda potansiyel olarak vardır. Ama onu asgariye indirmek, istenilen seviyede tutmak, kontrol altına almak her zaman için mümkündür. Bunun formulü de yukarıdaki hadislerde de beyan olunduğu üzere oruç tutmak veya perhizdir.


İnsanın karnı, şehvetlerin kaynağı, hastalık ve rahatsızlıkların doğup geliştiği yerdir. Mide dolu olunca, erkek ve kadının birbirlerine olan düşkünlüğü artar. Kişi, açlıkla nefsini terbiye ederse, şeytanın tesir alanını daraltmış olur. Az yemenin en büyük faydalarından birisi, insanı günaha götüren şehvetin önünü alması, nefs-i emmârenin istilasından korumasıdır. Açlık, insanın damarlarında dolaşan şeytanın yolunu daraltır, onu dar mekanlara sıkıştırır. Bu, aynı zamanda onun tasallutundan da kurtulma ve huzura erme demektir. Zira insanın bütün mutluluk ve saadeti, kendisini zabt-u rabt altına alabilmesinde, nefsine hakim olabilmesindedir.


Şöhret ve Riya


Şeytanın önemli maşalarından biri de şöhret ve makam tutkusudur. Şöhret, bir şeyin çirkin yüzünün ortaya çıkması, insanların da onu o haliyle bilmesidir. Bu tarifi “Kim, şöhret elbisesini giyerse, Allah da ona zillet (alçaklık) urbasını giydirir,” hadisi desteklemektedir. Cevherî (400/1009): “Bir işin ortaya çıkmasıdır,” der. Bu kelime skandal manasına da gelmektedir.


Ahiret yolcusu, öbür hayatı için çalışır, gayret eder, belirli bir seviye kazanır, ibadetinde derinleşir. Sonra –maazallah– yaptığı ibadetin yalnız Allah tarafından bilinmesiyle yetinmez de insanların da buna muttali olmalarını arzular. Çünkü o bilir ki insanlar, onun şehvetleri terk edip şüphelerden sakındığını ve ibadetin meşakkatine dayandığını bilirlerse kendisini övecekler, görmekten haz alacaklar, bir merci kabul edip ona koşacaklar, duasını almak için sıraya girecek, yanında yümn-ü bereket arayacaklardır...


Neticede de o şahıs, insanların itibarını, Allah’ın rızasına tercih edecek, kendisini Allah’a yakın kimselerden biri zannederken münafıklar defterine kaydolduğundan habersiz yaşayacaktır. Gazâlî buna, “şeytanların ördüğü en büyük ağlardan biridir der” ve devam eder: “Bundan sıddıklar ancak kurtulabilir. Bu öyle dar ve derin bir yoldur ki buradan ancak Allah’a yakın kullar geçebilirler. Bundan ötürü demişlerdir ki ileri gelen sıddıkların kalblerinden en son çıkan şey, başa geçme arzusu ve makam sevgisidir.”


Şöhret ile riya arasında küçük bir nüans vardır. Her ikisi de, iyi görünmek sûretiyle insanların kalbinde yer bulma, gönüllerine girme arzu ve iştiyakı manalarını taşısa da riya, başka yollarla değil sadece ibadetle insanların gönlüne girmek demektir. “Riya en büyük tehlikelerdendir. Zira riya, karıncanın ayak sesinden daha gizli kalbe gelir. Kalbin gailelerini, nefsin afetlerini bilmeyenler şöyle dursun, fazilet sahibi alimlerin bile ayağı kayabilir.” Şöhrette ise ibadet dışı konularda da göze girme hevesi söz konusudur.


Yüce Allah, namazlarından gaflet edenleri, önemsizce geçiştirenleri anlattığı yerde, insanlara göstermek maksadıyla yatıp kalkanları da zikretmiş ve onları bu olumsuz yanlarıyla nazarlarımıza sunmuştur.


Yukarıdaki ayetlerde, Allah’ın kendilerinden razı olmadığı mü’minlerin hali anlatılıyor. Rabb’lerini razı etmiş mü’minlerin durumu ise, bizzat onların diliyle şöyle ifade edilmektedir: “Biz size Allah rızası için yemek yediriyoruz. Bundan ötürü de sizden ne bir karşılık ve ne de bir teşekkür bekliyoruz.”


Riya, bir beklenti ve beşerî arzularla amelleri kirletmedir. Fevkalâde sakınmayı gerektirir: “Ben, Senden önce hiçbir Peygamber göndermedim ki O bir temennide bulunduğunda, şeytan O’nun dileğine ille de (beşeri arzular) katmaya kalkışmasın,” ayeti peygamberlerin de şeytanın katıp karıştırmalarına maruz kalabileceğini anlatmaktadır. “Peygamber’e temenni yakışmaz. Çünkü vahiy tamamen Allah’ın emridir. Ümniyeye ise şeytan karışır. Başkaları şöyle dursun peygamber bile kazâra bir temennide bulunduğu vakit ümniyesine şeytan, hak olmayan şüpheler karıştırır. Ümniye hevâ ve hayalden arınmaz. Demek ki peygamberlerin ismeti, yakîni, vahiy ile aralarındaki bağ münasebetiyledir. Yoksa içtihatlarıyla hareket ettiklerinde hata yapmaları muhtemeldir.” Halbuki Hz. Peygamber’in şeytanı müslüman olmuştu ve sadece iyiliği emrediyordu. Gönlü Allah muhabbeti ile doygunlukta ve emirlerine karşı hassasiyette O’nun önünde kimse yoktu. Böyle olmasına rağmen Allah Teâlâ ona: “Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et,” ikazında bulunmuş, onun da başına gelebilecek herhangi bir fitneye karşı uyanık olması gerektiğini ihtar etmiştir. Belki de Allah Rasûlü: “Benim de kalbim buğulanır. (Bundan ötürü) Günde yüz defa Allah’a istiğfar ediyorum,” derken, böyle olması muhtemel hatalara ait kaygılarını da ifade etmiş olmaktadır. Peygamberler için bile söz konusu olan şey, diğer insanlar için evleviyetle bahis mevzuudur. Bu yüzden Efendimiz, bu konu üzerinde hassasiyetle durmuş, ümmetine ikaz birikiminde bulunmuştur.


Birgün Şeddad b. Evs (r.a.) ağlamıştı. Ona “Niçin ağlıyorsun?” denildi. “Rasûlüllah’tan işittiğim bir şeyi hatırladım, beni ağlatan oydu. Allah Rasûlü’nü şöyle derken duymuştum: “Ümmetim hakkında en çok endişelendiğim husus şirk ve gizli şehvettir.” Ben “Ya Rasûlallah, sizden sonra ümmetiniz şirke düşer mi?” dedim. “Evet, onlar, ne güneşe ne aya, ne taşa ve ne de puta taparlar, fakat amelleriyle gösterişe girerler. Gizli şehvete gelince o, onlardan birinin oruç tutması, fakat iştahına yenilerek orucunu bozmasıdır,” dedi.”


İnsanın gönlü, esen bütün rüzgarların savurduğu çör-çöpü bünyesinde toplayabilecek kadar geniştir. Ayıbıyla, tehlikelisiyle, gülüncüyle, rahatsız edicisiyle ve daha birçok çeşidiyle düşünceler akla gelir, hayale uğrar, gönlün kapılarından içeriye dalar. Riya da böyledir. Aniden kapımızı çalar, istemesek de misafirimiz olur. Bu tür problemler sadece bizi değil, Ashab-ı Kiram’da meşgul ve rahatsız etmiştir. Ebu Hüreyre der ki: “Ashab’dan bazıları Efendimiz’e gelerek: “Ya Rasûlallah, bazen içimizden öyle şeyler geçiyor ki, herhangi birimiz onları söylemeyi bile büyük (bir suç) sayıyor,” demişlerdi. Hz. Peygamber: “Siz hakikaten böyle bir şey hissettiniz mi?” diye sorunca “Evet” dediler. O zaman Rasûlüllah: “İşte açık açık iman budur,” buyurdu.”


İnsanın aklına bazen hiç arzulamadığı düşünceler, hoşlanmadığı hatıralar gelir. Çoğu kere de bunların önünü almak imkansızlaşır. Bu durumda yapılması gereken, böyle düşünce ve hatıraların meydana getirdiği olumsuz çeperi elden geldiğince delmek, onların vicdanda büyümesine fırsat vermemek olmalıdır. Bunlardan daha önemlisi de bu tür mülahazaları dışa hiç aksettirmemek, onlarla hayatın akışını değiştirmemektir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s): “Allah, ümmetimin gönlünden geçen şeyleri, konuş(up dışa vur)madıkları ve onları davranışlarına aksettirmedikçe bağışlamış, görmezden gelmiştir,” buyurmuştur.


Kibir ve Ucb


Kibir, büyüklük demektir. Bir şeyin kibri denilince, o şeyin büyük olanı anlaşılır. Şeref ve yükseklik manalarına da gelir. Kibirlenme, Allah’a boyun eğmeme, O’na ibadeti içe sindirememe manasında kullanıldığında şirk ve küfür ifade eder. İstikbar, tekebbür ve tekâbür de aynı manalardadır. “Bana kulluk etmeye kibirlenenler, aşağılıklar olarak cehenneme girecekler,” ayetinde, şirk ve küfür manalarına, imanın zıddı olarak kullanılmıştır. Neticede cehenneme vardırır. Kibriya ise azamet ifade eder. Vücud ve zat bakımından kemâlde olmak demektir ki sadece Allah Teâlâ onunla vasıflandırılır. Kibirde de azamet ve ululuk manaları vardır.


Kibir, şeytanın zehirli oklarındır. Onunla insanları vurmak, derbeder etmek ister. Kibir ve Kibriya, Allah’tan başka hiç kimsenin hakkı olmadığı gibi O’ndan başkasına da yakışmaz ve uymaz. Büyüklük taslayan insan, haddini aşmış, Yaratana ait bir sıfatı, yaratılana yakıştırmış olur. Bunun neticesi de maksadın aksiyle tokatlanmaktır ki yukarıdaki ayette de kibirlenenlerin aşağılanacağı, alçaltılacağı haber verilmiştir. Zaten, şeytan da emri dinlememiş, diretmiş, kibirlenmiş ve kafirlerden olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s): “Tevazu göstereni Allah yükseltir, kibirleneni de alçaltır,” sözüyle aynı noktaya parmak basar. Cenab-ı Hakk’ın gadabını çeken kötü bir haslettir. Hz. Allah: “Kibriya benim ridam, azamet benim izarımdır. Kim bunlarda benimle çekişirse, onu ateşe atarım,” buyurur.


Ucb ise; çok karşılaşılmadığı, alışılmadığı için herhangi bir şeye karşı duyulan yadırgama hissidir. İbn Arabî (ö. 543/1148): “Ucb, ülfet ve alışkanlık haline gelmeyen bir şeye bakış tarzı,” der. Ucb, kendini daha ziyade amellere güvenme şeklinde gösterse de bunun dışındaki başka şeylerle övünüp böbürlenme, kendini beğenme de ucb içinde mütâlaa edile gelmiştir.


Ucb, kibre benziyor gibi gözükse de, aralarında fark vardır. Bu farkı kelam ilminin doğuşunu hazırlayan zatlardan Haris el-Muhâsibî (ö. 243/857) şöyle ifade eder: “Ucb, kibrin ilk işaretidir. Genelde kibir, ucbdan meydana gelir ki bu yüzden ucbe kibir denmiştir. Ucb sahibi birisinin kibirden kurtulması imkansız gibidir. Zira insan bazen, kendisine verilen din veya dünyayı büyük görüp onlarla övünür ve bunların Allah’ın bir nimeti olduklarını unutur, ama başkasına karşı böbürlenmez. İşte bu ucbdur. Ancak bununla birlike, başkasını hakir, kendisini üstün gördüğü zaman kibirlenmiş olur, Çünkü insan bir kimseyi küçümsemeksizin, nefsiyle övünerek sevinince kibre değil, ucba düşmüş olur. Fakat ne zaman ki böbürlenir, başkasına bakarak içinden onu horlar ve “ben daha hayırlı ve daha üstünüm,” der, işte o zaman ucbdan kibre kaymış olur. Öyleyse kibir, ucb değil ondan başka bir şeydir.”


İnsanın, Allah’ın kendisine bahşettiği meziyetlerle övünmesi ve kendisinde bir fazilet vehmine kapılması ucb; kendisini diğer insanlardan üstün görüp onları küçümsemesi ise kibirdir.


İnsan, Allah’ın ihsanlarına teşekkür etmezse hem nankörlük ediyor ve hem de ucba kayıyor demektir. Allah’ın nimetlerine nankörlük ise, en az ucb kadar yanlış ve tehlikelidir. Bu insan zamanla kendi yanlışlık ve hatalarını göremez olur, kusur ve arızalarına ufak-tefek sürçmeler nazarıyla bakar, günahlarını önemsemez, kendini kusursuz ve mükemmel sanır. Bütün bunlar ise insanın gafletini artırmaktan ve kalbini kör etmekten başka bir işe yaramaz. Hele bir de kendisini düzeltme adına yapılan en masum nasihatları bile hased olarak algılamaya, hakkı kabul etmemeye, başkalarını hor ve hakir görmeye başlamışsa işte o zaman kibre girmiş, başındaki musibeti ikileştirmiş demektir. Zira “Kibir, hakkı kabul etmeyip inkâr etme, insanları bayağı görüp küçümsemedir.”


Oysa ki Allah’ın lütuf ve ihsanları olmasaydı, insanların iyi işler yapmaları mümkün olmayacaktı. Çünkü dünya ve ahiret adına elde edilen bütün başarılar Allah’ın birer ihsanıdır. Burada böyle lütuflara mazhar olmanın yanında, öbür tarafta cennete girme de yine ve sadece Allah’ın lütfuyla mümkün olabilecektir. Ebu Hüreyre’nin naklettiği bir hadiste Hz. Peygamber, arkadaşlarına: “Hiç kimse kendi ameliyle cennete giremez” demişti. “Sende mi (giremezsin) Ya Rasülallah?” diye sordular. “Evet, ben de (giremem). Ne var ki Allah beni rahmetiyle çepeçevre sarıp sarmalamıştır,” buyurdu. Hal böyleyken insanın hala ego eksenli bir hayat sürmesi, onun şeytan tarafından kuşatılıp kontrol altına alındığı, onun oyuncağı haline geldiği manasını ifade etse gerektir.


Kur’an’da, kibir, nefsine güvenme, faziletleri kendinden bilme gibi özellikler, hep kafirlerin, fasıkların sözlerinde görülür. Firavn, son kertesindeki kibriyle ilahlık iddiasında bulunmuş, kavminin önde gelenlerine: “Ey ileri gelenler, ben sizin için benden başka bir tanrı bilmiyorum,” demiştir. Allah, hem onun, hem de ordusunun haksız yere kibirlendiklerini, Allah’a döndürülmeyeceklerini sandıklarını anlatarak, onların zalimler olduğunu haber vermiştir. Zulmün nihâî noktası ise küfürdür: “Kafirler, (işte) zalimler onlardır,” ayeti bunu belirtir. Bu ayetlere dayanarak diyebiliriz ki, kibir de zulüm de küfre açılan birer kapı konumundadırlar.


Zenginliğiyle şımaran Karun, kendisine yapılan nasihatlara hiç kulak asmamış: “Bu (servet), bende bulunan bir bilgi sayesinde bana verildi,” demiştir.


Denilmesi gerekeni, takınılması gereken tavrı ise Peygamberler: “Bizim bir ilmimiz yok, gizlileri tamamıyla bilen yalnız Sensin Sen,” diyerek ortaya koymuşlardır.


Hased ve Kıskançlık


Şeytanın çok işlettiği gizli mekanizmalardan biri de haseddir. Hased: Bir insanın başkasında gördüğü bir nimetin ondan zail olup gitmesini arzulayıp, o nimetin kendisine gelmesini temenni etmesidir. Böylece o şahıs diğer kişiden daha üstün hale gelecektir. Râgıb (ö. 565/1169)’ın beyanına göre hased, bir nimetin müstahikkından zevalini temennidir. “Hasedde asıl olan mana, bir nimetin, bir faziletin, bir kemâlin sahibinden zevalini arzu etmek, kendisine geçmesini gerek istesin gerek istemesin başkasında bulunmasını mutlaka çekememektir.” Hased eden insan, aklına gelen bütün kötülükleri yapabilir, bin bir türlü şeytanlık planlayabilir. Bu yüzden tıpkı şeytandan Allah’a sığınıldığı gibi hased edenin şerrinden de Allah’a sığınılmasının lüzumu ihtar edilmiştir.


Bir de Cenab’ı Hakk’ın tavsiye buyurduğu bir yarış vardır. Ahirette yüksek derecelerin mazharı olabilme, “gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, hiç kimsenin aklına hayaline gelmeyen,” nimetlere kavuşabilme, Allah’ın rü’yetiyle müşerref olabilme gibi ölüm ötesi hayat adına yapılan bir yarıştır bu. Salihlerden olabilme yarışı. “İyiler elbette nimet içindedirler. Divanlar üzerinde oturup (birbirlerine) bakarlar. Yüzlerinde nimetin sevinç ve parıltısını sezersin. Onlara mühürlü, halis bir şaraptan içirilir, ki sonu misktir. (İçildikten sonra misk gibi kokar.) İşte yarışanlar bunun için yarışsınlar,” ayetleri ile anlatılan böyle bir yarış vesilesiyle aynı zamanda, insanda potansiyel olarak bulunan “mükemmeli yakalama” hissi doğruya ve iyiye kanalize edilmektedir.


Ahirette kemâlata mazhariyet, buradaki mükemmeliyetle doğru orantılıdır. Onun için dünyada kamil ve erdemli bir hayata nail olabilmek için, “başkasında görülen bir kemâle imrenip ona yetişmek veya daha ileri gitmek için nefisler, mükemmellikte yarışır ki buna münâfeset denir. Hased ile arasındaki fark açıktır. Hased eden, kemâle düşmandır. Hased ettiğinin zararından, nimetinin zevalinden memnun olur. Münâfis, yarışçı ise kemâle aşıktır. O karşısındakinin düşmesini değil, kendisinin daha ileri gitmesini ister.”


Başkasında  bulunan  nimetin  zevalini  arzulamaksızın,  aynı   nimete  mazhar  olma temennisine ise gıpta denir. Bunda bir sakınca yoktur. Bazı hadislerde hased, gıpta manasında kullanılmıştır: “Şu ikisinden başkasına hased edilmez (gıbtayla bakılabilir): Bir adam ki Allah ona mal verir ve onu hak yolunda harcayıp tüketmeye teşvik eder. Ve bir adam ki Allah ona hikmet verir, o da onunla amel eder ve onu insanlara öğretir.”


Her ne kadar gıpta etmekte bir mahsur olmasa da bir adım ötesi hased olduğundan o da bir nebze sakıncalıdır. Hiç durmadan gıpta edip duran birisinin bir gün bu işi hasede kadar götürmesinden korkulur.


Kıskançlık ise hasede benzese de Arapça’da gayret manasına gelir. Kamus mütercimi Asım  Efendi (ö.  1174/1760) “Gayret,  nam  ve  namusu,  zarar  verecek  hususlardan korumaktır,” der. Mesela, erkeğin karısını başkasından kıskanması, aynı şekilde kadının kocasını başkasından kıskanması hased değil, övülen bir haslet olan gayret ve hamiyettir. Fakat birisi, diğerinin karısı, kocası, evladı, malı, güzelliği veya herhangi bir nimet ve meziyetini, şerefini çekememek, ona göz dikmek, onun, ondan zevalini arzu etmesi haseddir ki yerilen budur. Buna da kıskanmak tabir edilse de, bu çekememezliği bir gayret ve hamiyyet manasında mübalağa sûretiyle kullanmak kabilinden mecaz ifadedir.


İman ile aynı kalbde bulunmayan şeylerden birisi de nefsin hırs ve kıskançlık huyudur ki ihtiras denir. Şeytan bu hissi de devamlı ateşlemek sûretiyle insanı yıpratmak ister. Bu, onun vazifesidir ve hiç aksatmadan da vazifesini yerine getirmeye çalışmaktadır.


Hased ve kıskançlığın şeytanla olan alakası, Yusuf sûresinde, Yusuf (a.s)’ın babasının dilinden ifade edilir. Yusuf (a.s), bir rüya görmüş ve bunu babasına anlatmıştı. Rüyayı kendine göre yorumlayan Yakup (a.s), oğlu Yusuf’un ileride peygamber olacağını anlamış: “Oğulcuğum, rüyanı kardeşlerine anlatma, olur ki sana bir tuzak kurarlar. Şüphe yok ki şeytan, insan için besbelli bir düşmandır,” demişti. O, bu sözüyle şeytanın, insanın içine hased ve kıskançlık tohumlarını ekebileceğini, bu hased ve kıskançlığın ise insana pek çok fenalığı yaptırabileceği hususunu belirtmiş oluyordu. Aynı kötü duygu ve hissiyat, Âdem (a.s)’ın iki oğlunun arasını açmış, nihayetinde biri, diğerini öldürerek bedbaht olmuştu.


Şeytanın Kalbe Musallat Olması


Şeytanın oklarına hedefgah edindiği yer, insanın kalbidir. Vesvese, ilk önce kalbde başlar. Genel olarak kalb denildiğinde, iki mana anlaşılır; Birisi, göğsün sol tarafında, çam kozalağına benzeyen, yapısı itibariyle diğer uzuvlardan fevkalâde farklı bir organ. Diğer manaya göre ise, o, insanın hakikatı, Allah (c.c) ın emirlerine karşı muhatap, talep olunan, cezaya veya azarlanmaya maruz kalan ruhânî ve rabbanî bir latîfe. İnsanlık, bu manadaki kalb ile beden arasındaki alakayı henüz çözememiştir.


Allah Rasûlü (s.a.s), kalbin insan bedenindeki önemine dikkat çeker: “Dikkat edin; insanda bir çiğnem et vardır ki, o sıhhatli olunca bütün ceset de sağlam olur, o fesada yüz tutunca da bütün cesed bozulur gider. Dikkat edin, o kalbdir.” buyurur.


Hakikaten de kalb, hastalanınca tedavisi çok zor olan bir latîfedir. Dört bir taraftan gelebilecek taarruzlara karşı korunma altına alınmazsa, bağrında onulmaz yaralar açılabilir. Bundan ötürüdür ki Kur’an bize “Rabb’imiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalblerimizi kaydırma...”duasını öğretmekte, Hz. Peygamber (s.a.s) de: “Ey kalbleri evirip çeviren Allah’ım, kalbimi dinin üzere tespit eyle,” duasını sabah-akşam söyleyerek bu çok önemli korunmayı hatırlatmaktadır.


“Kalb, iman, ibadet ve ihsan ruhunun vatan-i aslîsi ve her zamanki otağı, Allah-Kainat-İnsan, arasında ince ince akıp duran duyguların yüksek debili bir ırmağı olmasına rağmen, bu cihan paha latîfeyi yerinden etmek ve bu ırmağa mecrâ değiştirtmek için onun sayılamayacak kadar da düşmanı vardır. Kasvetten küfre, ucbdan kibre, tûl-i emelden hırsa, şehvetten gaflete, menfaatten makam düşkünlüğüne kadar yığın yığın düşman, taarruz vaziyetinde onun zaaf ve boşluklarını kollamaktadır.”


Allah, insanla olan muamelesini, onun kalbine bakarak cereyan ettirir. Bu yüzdendir ki imanın sadece dil ile söylenmesi hüsn-ü kabul görmemiş, kalb ile de ikrarı, tasdik edilmesi şartı getirilmiştir. Fıkhu’l-ekber şerhinde: “İman, lisan ile ikrar, kalb ile tasdiktir,” denmektedir. Evet, “Allah Teâlâ, cennetlikleri cennete, cehennemlikleri de cehenneme koyacak, sonra da “Bakın, kalbinde hardal tanesi kadar imanı bulunan birisini bulursanız onu cehennemden çıkarın,” diyecektir.” “Allah (c.c), sizin sûretlerinize ve bedenlerinize (dış görünümünüze) değil, kalblerinize bakar,” hakikatı da bu manayı teyit eder. Diyebiliriz ki “İmanda asıl olan kalb ile tasdiktir.”


“Bütün benliğimiz evvela bundadır. Bunun için idrak eden “ben”, idrak olunan “ben”in içindedir. Ben ruhuma, cismime, aklıma, irademe bundan geçerim, Bu sanki ruhumuzun bir gözüdür. Basiret bunun nazarı, akıl bunun ruhu, irade bunun kuvvetidir. Bunu ruhumuzun kendisi de kabul edenler çoktur. Lisanımızda biz buna yine kalb deriz. Kalbe, gönül de denilir. “Gönlümden geçti” dediğimiz zaman da; “kalbimden geçti,” “zihnimden geçti,” “aklımdan geçti” dediğimiz zaman da hep aynı manayı kastederiz. Bununla beraber kalb ile gönlü farklı kullandığımız da olur. Mesela, “kalbin çürük” deriz de aynı manada “gönlün çürük” demeyiz. Bazen yürek kelimesini de bu manada kullandığımız olur ki yürekli adam, şecaatli, kuvvet-i kalb sahibi adam demektir.”


Kalbin kendine göre mertebeleri vardır. Mesela, bazı kalbler selimdir. “İçine girdiğinde onu ifsat edecek, terslik yapacak her şeyden arınmış kalb,” demektir. “Tertemiz, her türlü lekeden sâlim, Allah sevgisinde hâlis, tamamen ona teslim olmuş kalbdir.” Kur’an da, böyle kalbe sahip insan olarak İbrahim (a.s) anlatılır: “İbrahim de, O’nun (Nuh’un) kolundan (neslinden) idi. Zira, Rabb’ine selim bir kalb ile gelmişti.” Başka bir yerde o, dua ederken: “(İnsanların) diriltilecekleri gün beni utandırma, O gün mal da, oğul da fayda vermeyecektir, ancak Allaha, selim bir kalb ile gelen müstesna,” demekte ve bize Allah katında kıymetler üstü kıymet ifade eden şeyin ne olduğunu haber vermektedir. Hz. Peygamber (s.a.s) de, işinde sebatı, rüşd ve hidayet üzere olmada azimeti, nimete karşı şükrü istediği yerde, selim kalbli olmayı ve dosdoğru bir lisana sahip olmayı da istemiştir.


Selim olan kalbdir ki, Allah’a inâbe eder: “Cenab-ı Hakk’a münib (saygı dolu) bir kalble geldi,”ayeti ile manasını bulur. Ve cennet, işte böyle bir kalb “her şeyden geçip, yalnız O Rahman’ın rahmetine sığınan bir kalb” ile Allah’ın huzuruna gelmiş bulunan kimselere yaklaştırılır.


İnâbe; tevbe ve yürekten yapılan amellerle Allah’a teveccüh etmektir. “O, insanı Allah’ın hidayetine ehil hale getirir. Öyleyse anlaşılan odur ki inâbe etmeyenler, müstakim çizgide bulunmamaktadırlar. İnâbe, kalbin hidayete istidatlı hale gelmesi, onu talep etmesi ve onun için gayret göstermesidir.” Allah’ın hidayetine mazhar olmanın önemli hususiyetlerindendir. Kalbin, Hakk’a yönelmesi, adeta hidayete davetiye çıkarmasıdır. Ra’d sûresinde bu mana apaçıktır: “...De ki Allah dilediğini saptırır, her inâbe edeni de kendisine hidayet eder. Ki bunlar, Allah’ın zikriyle kalbleri mutmain olarak iman edenlerdir. İyi bilin ki gönüller, ancak Allah’ı anmakla itminana erer.” Bu ayette kalb ile onun itminana ermesi arasında bir irtibat kurulmuştur. Bazı kalbler vardır ki iman etmek için Kur’an’dan başka bir delile ihtiyaç hissetmezler. Ondan daha büyük bir mucize olamayacağını bilirler. Daha başka olağanüstülükler peşinde beyhude yorulmadan Allah’ın ayetleri ile doyuma erer ve huzur bulurlar.


Kalbler, sadece Allah’ın zikriyle, O’nu anıp hatırlamakla itminana erer. Gönüllerin ıztırabı yatışır. Zira başlama ve bitiş ancak Allah’da nihayet bulur. Allah deyince, bütün fikirler zirveye ulaşmış, mantıklar durmuş, bütün ümitler, korkular son noktaya gelmiş dayanmış demektir. Gönüller, O’ndan başka meylettiği hangi şeye ulaşsa, hepsinin daha ilerisi olduğundan, hiç birinde karar kılamaz. Hiç birisi ruhunun iştiyakını dindiremez, heyecanını gideremez. Lezzet ve gıbtada daha yükseğine intikal etmek ister, fakat Allah bilgisinde zevkyab olmaya başladı mı bütün her şeyin Allah’a raci olduğunu anlar ve artık O’ndan yüksek bir merci ve maksada geçiş mümkün olmaz. Onun içindir ki marifetullaha yükselemeyen, Allah’ı zikretmeyen kafir ve gafil kalbler, hiçbir zaman ızdıraptan kurtulamaz, kalb huzuruna ve saadetine ulaşamaz, çırpınış ve kalaklar içinde kalırlar.


“Kalb, Allah ile aralarındaki bağı, O’na yakın olmanın rahatlığını, O’nun yanında ve koruması altında olduğunu hissedince huzura erer. Yalnızlığın kalaklarından, yol şaşkınlığından kurtulur. Hilkatin, başlangıç ve neticenin ne olduğunu kavramakla sükûnete erer. Allah’ı anmakla kalbin itminana ermesi meselesi öyle derin bir hakikattır ki onu, iman neşvesi ile kalbleri doymuş olanlar ancak anlayabilirler. Bilmeyenlere, kelimelerle bunu ifade etmek imkansız gibidir. Çünkü o, kelimelerle aktarılamaz. O, kalbe akan bir duygudur. Kalb, onunla huzur bulur. İtminanı ve emniyeti bizzat hisseder. Ve işte o zaman bilir ki o, yalnız değildir, çevresindekiler ona dost ve arkadaştır. Zira etrafındaki her şey, Allah’ın sanatıdır ve O’nun himayesindedir.”


Fakat her inanan gönül, itminana erecek diye de bir şart yoktur. Şeytan, birçok inançlı kalbe musallat olur, vesvese verir, yoldan çıkarmaya, kendisi gibi onların da sapkınlardan olmalarına gayret gösterir. Konuyla alakalı şu hadise gayet manidardır: “Abdullah b. Abbas (r.a), Abdullah b. Amr b. As (r.a) ile karşılaşır. Ona “Allah’ın kitabında, sana en çok ümit veren ayet hangisidir?” diye sorar. O da: “Ey nefislerini (kötüye kullanarak) israf eden kullarım, Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin...” ayetidir der. O zaman Abdullah b. Abbas: “Bana göre ise: “İbrahim de bir zaman, “Rabb’im, ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster,” demişti. (Allah) “İnanmadın mı?” dedi. İbrahim: “Tabî ki (inandım). Fakat itminana ereyim diye (görmek istiyorum)” dedi...” ayetidir. Çünkü burada Allah Teâlâ, İbrahim (a.s)’ın “tabî ki” sözünden razı olmuştur. Bu (yaratma mevzuu) ise, insanların akıllarına gelebilecek ve şeytanın da vesvesede bulunabileceği bir meseledir,” demiştir.


Öyle kalbler de vardır ki maraza müpteladır, hastadır. “Maraz: İnsanın normal halinden çıkışıdır. Bedene ait olanı da vardır, ahlak bozukluğu olarak ifade edileni de. İkincisi ; cehalet, korkaklık, cimrilik, nifak gibi şeylerdir.”


Hastalığı tarif ederken Fahreddin Râzî (606/1209): “Maraz öyle bir sıfattır ki, bunun bulunmasıyla ortaya çıkan fiiller, zarara sebebiyet verir. Bazen insanın kalbinde marifetullah, itaat veya ibadet gibi güzel duygular meydana gelir. İşte gönülde bu gibi güzel duyguların oluşmasına mani olan bütün sıfatlar, kalbin hastalıklarıdır.” İmam Kurtubî (ö. 671/1272)’ye göre ise maraz: “Akide hususunda meydana gelen fesad manasına kullanılan müstear bir isimden ibarettir. Şüphe, nifak, inkâr, yalanlama gibi şeylerdir. Onların kalbleri hasta dendiğinde mana; onların kalbleri ismetten, tevfikten, riayetten ve teyitten nasipsizdir demek olur.”


Başka bir kategorizeye göre kalbler üçe ayrılır: Birincisi yukarıda da anlatılan bütün şirk şaibelerinden temizlenerek Allah’a ibadette halis olan selim kalbdir. Kalb, her fonksiyonunda Cenab’ı Hakk’ın rızasını gözetiyorsa bu onun selim olmasından kaynaklanmaktadır. İkinci çeşit kalb, kuru ve ölü olan kalbdir ki ne Rabb’ini, ne de emir ve yasaklarını bilir, O’nun rızasından habersizdir, Allah’ın gadabını üzerine çekse de yine arzularını tatminden geri kalmaz. Üçüncü kalb türü ise hasta olan kalbdir. İçinde iki madde birden taşır. Onda hem Allah’ın muhabbeti, hoşnutluğu; hem de şehvet, hırs, haset gibi kötü duygular vardır. O, bu ikisi arasında gelip gitmekte ve aralıksız sınanıp durmaktadır.


Evet kalb sıhhati, selameti, temizliği esastır. Gönüllerin şüpheden, nifaktan, küfürden ve benzeri rahatsızlıklardan arınmış olması, kalbin taharet ve nezâfetini gösterir. Kalbi böyle arızalı bir insanın hidayet üzere olması pek zordur: “...Allah, birini şaşırtmak isterse, sen onun için Allah’a karşı hiçbir şey yapamazsın. Onlar, Allah’ın kalblerini temizlemek istemediği kimselerdir. Onlar için dünyada bir rezillik, ahirette de büyük bir azap vardır,”ayetinde de belirtildiği gibi, kalbleri itibariyle nezâfet ve tahareti elde edemeyenler, dalâlet vadilerinde dolaşır dururlar.


“Allah Rasûlü (s.a.s)’ne bir genç, zina etmek için izin almaya gelmişti. Allah Rasûlü de, onun aklına ve mantığına hitap ederek onu ikna etti. Sonra da, “Allah’ım, onun günahlarını bağışla, kalbini temizle, namusunu da koru” diye dua etmişti. Böyle bir duaya mazhar olan genç, bir daha da başını kaldırıp kadınlara bakmadı.” Zaten Hz. Peygamber (s.a.s), bizzat kendisi, kendi kalb temizliği için dua etmiştir: “Allah’ım, kalbimi nifaktan, amelimi riyadan, dilimi yalandan, gözümü da hıyanetten temizle. Gözlerin hainliğini ve sinelerin gizlediğini bilen sensin ” diye yalvarmakta, bize de ışık tutmaktadır.


Kalbî hayatın zirvesine gelince o, Allah (cc )’ın adı anılınca ürperen, yüreği hoplayan kalbin seviyesidir. Enfâl sûresinde, kamil manada inananlar anlatılırken, en mümeyyiz vasıfları olarak bu yanları nazara verilir: “Mü’minler o kimselerdir ki Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir. O’nun ayetleri kendilerine okunduğunda imanları artar ve Rabb’lerine tevekkül ederler.” Onların kalbleri artık, rıza yörüngeli yaşar, idrak eder ve hep O’nun için çarpar durur. Hz. Peygamber (s.a.s) bu manayı ifade sadedinde bir gün kalbini göstererek: “Takva işte buradadır,” buyurmuştur. Amellerin Allah katında makbul olması takvaya bağlıdır. Takvanın mevcudiyeti ise, kalbin Allah’a karşı saygılı olması, O’nun azametini idrak etmesi gibi şeylerle belli olur: “İşte böyle, kim Allah’ın nişanlarına saygı gösterirse, bu, kalblerin takvasındandır.”


Bazı kalbler de vardır ki mühürlüdür. Gaybe imanda ve marifetullahta, bu kalbi sezip tanıyabilme çok önemlidir. Her şeyi bu kalb ile duyup hissedip, sonra da bundan gafil olanlar, bunu mülahaza edemeyenler, din hususunda putperestlikten ve gözleri önündeki cismaniyete tapmaktan ileri geçemezler. Mühürlü kalbler işte bunlardır.


Kalbler, günahlarla devamlı içli dışlı olursa, pas tutmuş aynalar gibi körleşir, kirlenir, kararır, artık duymaz, hissetmez, görmez ve göstermez olur. Ebu Hüreyre (r.a)’nin rivayet ettiği bir hadiste Rasûlüllah (s.a.s): “Mü’min, bir günah işlediğinde kalbinde bir siyah nokta meydana gelir. Eğer tevbe eder, çekinir, istiğfar ederse kalbi yine parlar. Döner tekrar işlerse, kalbinin lekesi artar. İşte, Allah’ın kitabında “Hayır, bilakis, kazandıklarından ötürü kalbleri paslandı,” diye zikrettiği pas budur.”


Kalb, dört bir taraftan içine oklar yağdırılan bir hedef; içine muhtelif sûretlerin düştüğü bir ayna; pek çok nehrin akıp akıp kendisine boşaldığı bir göldür. Evet kalb, melek ve şeytan tarafından bir o tarafa, bir bu tarafa çekilip durmakta, devamlı ırgalanmaktadır. Bu açıdan o, bütün hayırlara yataklık yapabileceği gibi, akla gelen bütün dürtülere de geçiş izni vermeye müsaittir. Allah Rasûlü (s.a.s)’nün ifadeleri içerisinde: “Kalbe, iki yönden baskı gelir. Birisi melektendir; hayrı va’d, hakkı tasdik (vs) tir. Kalbinde bunu bulan, bilsin ki bu Allah’tandır. (Bundan dolayı) Allah’a hamdetsin. Diğer baskı da düşman (olan şeytan) dandır; şerri teşvik, hakkı yalanlama, hayırdan alıkoyma (gibi şeyler) tir. Kim de bunu hissederse hemen o şeytan-ı racîmden Allah’a sığınsın” buyurmuş ve: “Muhakkak ki şeytan, size fakr-u zarureti va’deder, çirkinliği emreder,” ayetini okumuştur.


Hasılı; kalbin sıhhatli ve selim olması, her müslümanın yakalaması gereken bir hedefidir. Bu hedefe ulaşmak için lazım gelen şeyleri yapmak, bir müslüman için en önemli vazifeler cümlesindendir. 




İSLAM İNANCINDA ŞEYTAN KAVRAMI

YÜKSEK LİSANS TEZİ

Mehmet Yavuz ŞEKER

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak