SELÇUKLU DEVLETİ'NDE GAYRİMÜSLİM TEBAANIN GENEL VAZİYETİ
Çin sınırından Mısır'a, Kafkaslardan Yemen'e kadar dünyanın büyük bir kısmına hakim olan Selçukluların, bu geniş topraklarda değişik inançlardan insanları idare etmesi coğrafyanın ve siyasetin gereğiydi. Kendileri Sünni Müslüman olmaları sebebiyle, bu inanç sisteminin her durumda müdafii olmak ve düşmanlarına karşı onu savunmak Selçuklular için temel görevlerden birisiydi. Bunun yanında, düşman olmamakla birlikte, ülke topraklarında Selçukluların inancını paylaşmayan kesimler de mevcuttu. Bu kitleler daha çok "Gayrimüslim" veya "Zımmi" olarak adlandırılan insanlardır. Bunların da Selçuklu ülkesinde birtakım hakları ve vecibeleri mevcuttu.
1 - Hıristiyan ve Yahudi Unsurlar
Selçuklular, Islam dünyasının liderliğini ele aldıktan sonra, kendilerinden önce gelişen ve şekillenen yapılanmayı miras olarak aldılar. Hakim oldukları topraklarda teamül haline gelen uygulamalara Selçuklular da fazla müdahaleci olmadılar. Çünkü Selçukluların ana hedefi, İslam dünyası için tehdit unsuru haline gelmiş olan Fatımiler Devleti ve Hıristiyan dünyanın İslam topraklarına doğru uzanan kolu Bizanslılardı. Bu iki büyük ve her an tehlike teşkil eden unsurla uğraşmak varken, ülke içindeki gayrimüslimlerle uğraşmanın bir manası yoktu. Üstelik bu insanlar tehlike teşkil etmemenin yanında, vergilerini veriyor ve merkezi otoritenin yüksek hakimiyetini tanıyorlardı. İnsani hasletlere sahip olmanın gereği de, bu insanlara hayat hakkı tanımak ve onların inançlarına saygı göstermekti. Selçuklular gibi "Cihan hakimiyeti" davası ile yola çıkan bir devletin de, bahsedilen hususlarda toleranslı olması tabii bir sonuçtu. Nitekim, Selçuklu sultanlarının uygulamaları bu düşünceyi teyit etmektedir.
Selçuklular, Anadolu topraklarına hakim olmadan önce bu topraklara sahip olan Bizans, kendi mezhebi dışındaki Hıristiyanlara hoş gözle bakmamıştır. Bahsedilen Hıristiyan gruplardan biri ve Monofizit inanca sahip olan Ermenilere karşı da daima baskıcı politikalar uygulamışlardır. Bu yüzden de, Türkler Anadolu'ya gelmeden önce Azerbaycan ve Doğu Anadolu'da bulunan Ermeni ve Gürcü prenslikleri, Bizans'la ciddi manada anlaşmazlık içindeydiler. Tiflis, Kars ve Van çizgisinde uzanan bölgede feodal aileler halinde yaşayan Ermeni, Gürcü ve Abaza prenslikleri, Bizans imparatoru II. Basil döneminde bölgeden uzaklaştırılmışlardı. Bizans'ın gerçekleştirdiği bu tehcir zor kullanılarak yapıldığı için Ermeniler tarafından hoş karşılanmamış ve Ermeni tarihçisi Matthieu bu olaydan: "iktidarsız ve kadınlaşmış iğrenç Rum milleti Ermenistan'ın en cesur evlatlarını yurtlarından koparıp dağıttılar, milletimizi tahrip edip, Türklerin istilasını kolaylaştırdılar" şeklinde bahsederek, Bizans baskısını dile getirmiştir. Aynı türden ifadeleri başka bir Hıristiyan tarihçisinde de görmek mümkün. Urfalı Mateos: "Onlar (Bizanslılar), doğru inanca karşı küfrediyorlar, azizlik hayatından nefret ediyorlardı. Oruç ve perhize düşman ve fenalıklar işleyen adamlar olup Ermeni inancına karşı daima zulüm yapıyorlardı" demek sureti ile Bizanslıların diğer Hıristiyan mezheplere karşı tavrını göstermektedir.
Bizans'ın Ermeniler üzerindeki bu baskıcı tutumu tarafların birbirlerine karşı hasmane davranışlar içine girmesine sebep olmuştur. Ermeniler, kendilerinden daha güçlü olan Bizans'a karşı koyamayacaklarından dolayı her an uygun fırsat beklemişler ve bu kinleri onları Bizans'a karşı ihanete sevk etmiştir. Malazgirt savaşı esnasında Bizans ordusunda bulunan Ermeniler, bahsedilen duygulardan dolayı Bizans saflarını terk etmişlerdir. Süryani Mihael'in: Bizanslıların "bozuk mezheplerini kabule zorladıkları Ermeniler muharebede sırtını çevirerek kaçtılar” ifadesinden de anlaşılacağı üzere, Ermeniler Bizanslılara ihanet etmişlerdir.
Türkler, Anadolu'yu fethe başladıktan sonra Kafkaslarda ve Doğu Anadolu'da muhatap oldukları Ermenilere karşı müsamahakar davranmışlardır. Türklerin hoş görüsü ve adaleti diğer Hıristiyanlar gibi Ermenileri de Türklere karşı meylettirmiştir. Türkler, töreleri gereği hakimiyetleri altında bulunan tüm gayrimüslimlere hürriyetlerini bahşedip, onların dini vecibelerini serbestçe yerine getirmeleri için imkan tanımış, hatta bu hususta onları koruyucu tedbirler almışlardır.'" Bizans'ın toprak aristokrasisi elinde ezilen Rum köyleri ile Rumlaştırılmaya ve Ortodokslaştırılmaya zorlanan Ermeniler Türklere kucak açmaya, hatta yardım etmeye başladılar. Üstelik Selçuklular getirdikleri miri toprak sistemi ile ezilen köylülere toprak sağladıkları gibi, onların dini inançlarına da karışmadılar.
Malatya-Antakya hattında bir beylik kuran Ermeni Flaretos'ün zulmünden bıkan halk, bahsedilen sebeplerden dolayıdır ki, bu şahsın yönetiminden kurtulmak istemişlerdir. Babası tarafından hapsedilmiş olan Flaretos'un oğlu Barsan, hapisten kurtularak lznik'e gelip Süleyman Şah'ı Antakya'yı fethetmesi için teşvik etmişti. Bu şahıslar, şehrin fethi esnasında da Türklere yardımcı olmuşlardır. Antakya'yı fetheden Türkler (1085), hiç kimsenin evine girmeyerek, mallarına, canlarına dokunmayarak adaletlerini göstermişlerdi. Bu alicenaplığı gören Hıristiyanlar çok memnun olmuş ve Bizans'a karşı Türkleri tercih etmişlerdir.
Selçukluların Ermenilere karşı hoşgörüsü bundan ibaret değildir. Sultan Melikşah'ın Kafkaslardaki askeri hareketlerinden sonra Erran ve Gürcistan bölgeleri kesin olarak Selçuklu hakimiyetine bağlanmıştı (1086). Bölgedeki askeri hareketler yüzünden bahsedilen yerler tahrip olmuş ve halka ağır vergiler yüklenmişti. Anı Ermeni başpiskoposu Barseğ, yanında bazı prensler ve din adamlarından oluşan bir heyetle birlikte " vergileri azaltmak, Flaretos Brachamios'un çabalarıyla sayıları dörde çıkarılan Ermeni Patrikliğinin durumunu arz etmek üzere Isfehan'a Sultan Melikşah'a gitti. Sultan, huzuruna kabul ettiği Ermeni heyetine çok iyi davrandığı gibi, Ermeni Katolikosluğu'nun tek makamda temsil edilmesi, bütün kilise, manastır ve ruhanilerden vergi alınmamasını da kabul etti. Bu hususta bir ferman hazırlatarak Barseğ'e verdi. Heyeti Selçuklu mülki ve askeri erkanının da içinde yer aldığı bir askeri birlik korumasında memleketine uğurladı. Ayrıca Azerbaycan genel valisi Kutbeddin İsmail' e bir mektup yazarak ferman hükümlerinin uygulanması için talimat verdi (1090). Böylece Sultan Melikşah, askeri seferler sırasında istenmeden de olsa tahrip gören beldelerin yeniden imar edilmesi için bu insanlara fırsat vermiş oldu.
Ermenilerden sonra Bizans tarafından zulme ve baskıya tabi tutulan bir başka gayrimüslim grup da, Ermeniler gibi Monofizit inanca sahip olan Süryanilerdir. Süryaniler, Kadıköy Konsili'nden sonra bu kararları tanımadıkları için Anadolu, Suriye ve Filistin bölgelerinde kıyıma uğramışlardır. Romanın kendi mezhebinden olmayan Hıristiyanlara baskısı yüzünden kaçan insanlar Antakya'ya gelerek, buranın kısa sürede güçlenip bir misyon merkezi haline gelmesini sağladılar. Bizans'ın çöküşe geçmesi ve Türklerin Suriye bölgesindeki fetihleri Süryanilere de rahat bir nefes aldırmış ve Antakya merkezinin kuvvetlenmesini temin etmiştir. Bu hal Antakya'da bulunan Süryanilerin zenginleşip, debdebeli bir hayat sürmesi sonucunu doğurmuştur. Süryanilerin bu durumunu kıskanan Bizanslılar çeşitli vesilelerle onlara baskı yapmaya ve eziyete başladılar (1054). Bu işte o kadar ileri gittiler ki, patriklerinin emriyle Süryanilerin İncilini bile yaktılar.
Süryanilerin alt kolu olan Yakubiler de Selçuklular döneminde müsamaha gören Hıristiyan mezheplerindendir. Süryanilerin Bizans tarafından kıyıma uğratılmasından sonra Bizans tahtına Kraliçe Theodora oturunca, kraliçenin dini müsamahasından istifade eden Yakub Bord'ono adlı bir Süryani din adamı Antakya Süryani Kilisesine yeniden hayatiyet kazandırmıştı. Kurucusundan dolayı bu mezhep "Yakubiler" olarak tanınmıştır. Bunlara "Yakubi-Süryani" veya "Süryani Kadim Kilisesi" de denir. Bu mezhep mensupları da, Antakya'nın fethinden sonra diğer Hıristiyanlar gibi Selçukluların müsamaha ve hoşgörüsüne tabi olmuşlardır.
Doğudaki Hıristiyan mezheplerinin ekserisi Roma ve Bizans'a karşı olan insanların mensup olduğu mezhepler olup, Roma ve Bizans güdümünde yapılan konsillerin kararlarına katılmayarak değişik bir düşünceyle Hıristiyanlığı yorumlayıp, kendi mezheplerini teşekkül ettirmişlerdi. Ermeniler, Süryaniler ve Yakubilerin bağlı olduğu kiliseler bu şekilde ortaya çıktığı gibi, o dönemde doğudaki Hıristiyanlar arasında yaygın bir mezhep olarak varlığını devam ettiren Nasturilik de aynı sebeplerden dolayı hayat bulmuştur. Temel düşünce itibariyle Antakya okulunun düşüncelerini benimseyen Piskopos Nestorius, diğer teferruat konularındaki görüşleriyle yeni bir mezhebin oluşmasını sağlamıştır. Daha sonraları Antakya kilisesinden bağlarını koparan Nesturilik müstakil bir kilise haline gelmiş ve doğudaki Hıristiyanlar arasında yayılmıştır.
Nasturilik, özellikle doğu Hıristiyanları arasında yayıldığı için Antakya'dan Semerkand'a kadar bu mezhebin mensupları görülmekteydi. Nitekim 1046 olaylarından bahseden Abu'l-Farac, Semerkand'ın Nasturi Metropolitinin, Katolikos'a yazdığı ve Halife'nin de sarayında okunan mektupta, Türkleri kastederek, Doğudan gelen çekirge sürüsü gibi insanlardan bahsettiğini bildirmektedir. Bahsedilen tarih Anadolu istikametine doğru kesif Türk akınlarının yapıldığı dönemdir. Kaynağın verdiği bilgiden de anlaşılacağı üzere o devirde, Antakya'dan Semerkand'a kadar Nasturi mezhebi mensupları mevcut olup, başlarında da piskopos bulunacak kadar sayıları çoktur. Bu mezhep Selçuklular döneminde de mevcut olup, onlardan sonra da varlığını devam ettirdiğine göre, diğer Hıristiyan mezhepleri gibi bunların da Selçukluların hoş görüsünden istifade ederek varlıklarını devam ettirdiği anlaşılmaktadır.
İslam toplumu içinde yaşayan Hıristiyanların ticaret ve zanaatın dışında daha çok kitabet, yani devletin yazışma memurları olarak görev yaptığı görülmüştü. Nitekim Büveyhi Sultanlarının bazılarının emrinde Hıristiyan katipler çalıştığı kaynaklardan bilinmektedir. Abbasiler de divanda ve kitabet işlerinde gayrimüslim istihdam ederken, vezir kullanmamışlardır.
Selçuklular döneminde de aynı düşüncenin devam ettirildiğine şahit olmaktayız. Selçukluların ünlü veziri ve uzun seneler devlet işlerini çekip çeviren Nizamülmülk, Sultan'a nasihat ve devlet işlerinin yürütülmesinde uyulması gereken esaslar mahiyetinde yazdığı "Siyaset-Name" adlı eserinde, bu konuyu ele almakta ve Cüveyni'nin görüşüne benzer görüşler dile getirmektedir. Nizamülmülk'e göre kötü mezheplerin yanında gayrımüslimlerin de devlet kademelerinde görev alması eski sultanlar zamanından ben kabul edilen bir şey değildir. "Sultan Mahmud ve oğlu Mesud, Sultan Tuğrul ve Sultan Alp Arslan -Allah burhanlarını aydınlatsın zamanlarında hiçbir Zerdüştinin, Hıristiyanın, Rafızinin Sahraya gelmeye veya bir Türk'ün huzuruna çıkmaya cüret ve cesareti yoktu. Bütün Türklerin kethüdalığı, memur (mutasarrıf) ve zanaatkarlar (pişegan)ı temiz Hanefi veya Şafii mezheplerine mensup Horasanlı insanlardan olurdu" demektedir. Nizamülmülk'e göre Hanefi ve Şafii mezheplerinden olan Ehl-i sünnet mezhebi mensuplarının dışındaki batıl inançlılarla birlikte, "Yahudi'ye, Hıristiyan ve Zerdüştiye memuriyet (amel) buyurmak ve Müslümanların başına memur etmek" yapılmaması gereken bir iştir.
Nizamülmülk, bu düşüncesinin sebeplerini de yine kendi eserinde izah etmektedir. Ona göre, vezir başta olmak üzere devlet memurlarının görevi düzeni korumak ve halkı mutlu etmektir. "Üstelik mülk, amiller ile ve ordunun büyükleriyle düzene konur. Bütün mutasarrıfların başı ise vezirdir. Vezirin, kötü, ham zalim ve hırsız olduğu her an, bütün mutasarrıfları da öyle olurlar, belki, daha fena olurlar. Eğer bir amil amilliği iyi bilirse, bir katip, bir müstevli eşsiz olacak kadar iyi ve muamele bilir olsa, kötü mezhepli veya Yahudi, Hıristiyan ve Zerdüşti gibi kötü itikadlı olunca, Müslümanlara hesap bahanesiyle ıstırap verirler; (onları) küçümserler demek suretiyle, gayrimüslim idarecilerin, Müslüman halkı hakir görecekleri ve ellerindeki yetkiler sebebiyle onları ezebilecekleri endişesiyle, bu görevlerin bahsedilen şahıslara verilmemesini istemektedir. Nizamülmülk'ün bu düşünceleri Selçuklularda tatbik edilmiş ve önemli görevlere gayrimüslimler getirilmemiştir.
Dönemin anlayışı gereği gayrimüslimleri vezirlik gibi önemli görevlere getirmeyen Selçuklular, genel manada gayrimüslimlere hoşgörü gösterip, onların serbestçe yaşama ve dini vecibelerini yerine getirme haklarını vermişlerdir. Genel yapı bu olmakla beraber bazı özel durumlarda ve gerektiğinde devlet işlerinde onlardan istifade cihetine de gitmişlerdir. Bunun en bariz misali Basra müstelzimliğinin bir Yahudiye verilmiş olmasıdır. İbn Allan olarak tanınan bu şahıs Basra müstelzimliği yapmış, o kadar çok servete ve mala sahip olmuştu ki, artan nüfuzu yüzünden, hanımı vefat ettiği zaman şehrin kadısı hariç, bütün şehir cenazenin arkasından yürümüştü.
Selçukluların gayrimüslimlere karşı şefkatli yaklaşımı, özellikle de Sultan Melikşah'ın uygulamaları onların gönüllerini fethetmiş ve bizzat Hıristiyan tarihçiler tarafından iyi, merhametli ve Hıristiyanlara karşı tatlılıkla hareket eden bir zat olduğu, “geçtiği memleketlerin halkına baba gözü ile bakıyordu" şeklinde övülmüş ve Hıristiyanlar için baba gibi şefkatli olduğu onlar tarafından da tespit edilmiştir. Dikkat edilirse, gayrimüslimlerin Türklere bu denli sempatik ve baba gözüyle bakmalarının sebebi, maruz kaldıkları Bizans zulmü ve Türk adaletini mukayese yapmalarındandır.
Genel manada hoşgörü hakim olmakla beraber, bazı durumlarda bunun terk edilerek, onları sıkıntıya sokan uygulamaların varlığı da dikkatten uzak tutulmamalıdır. Selçuklular döneminde de Bağdad'da gayrimüslimlerle ilgili bazı tasarrufların olduğu görülür. Özellikle Bağdad'daki bazı çevrelerin etkisine kapılan halifeler ve onların çevresindeki şahısların, gayrimüslimlerle ilgili değişik tatbikatlara yöneldikleri de bir vakıadır. Gayrimüslimlere yönelik olarak 1056'da Sultan'ın emriyle Ebu Mansur b.Nasır es-Seyyari tarafından bir talimat yürürlüğe konarak, onların değişik elbiseler giymeleri ve boyalı sarıklar kullanmaları emredildiyse de, Hatun buna razı olmadı ve muhtesip bu işten men edildi. 1058'de de benzer bir uygulamaya gidilmiştir. Bu senenin Ramazan ayında Abdu'sSamed'in taraftarlarından olan bir kısım halk, gayrimüslimleri değişik elbise giymeye mecbur ettiler. Durumu görüşmek üzere toplanan divanda, İbn Sekra diye tanınan bir Haşimi, Halife'nin veziri İbnu'l Mesleme'ye durumdan bahsedince, aralarında tartışma çıktı ve vezir bu şahsı yaptıklarından dolayı azarladı. Hadise bir mektupla Halife Kaim Biemrillah'a iletilince, Halife de İbn Sekra'dan yana tavır koydu. Bunun üzerine Vezir İbnu'l-Mesleme, Halife'nin Hatununun katibi olan Ebu Ali b. F adlan el-Yahudi, divan katipliği görevinde bulunan İbnu'l Muselaya en-Nasrini ve diğer çalışan gayrimüslimlere haber göndererek evlerinden çıkmamalarını emretti. Bahsedilen şahıslar görevlerine gelmeyince Halifeliğin divan ve kitabet işleri durdu. Devlet işlerinin aksamaması için verilen karar gözden geçirildi ve gayrimüslimler (zımmiler) işlerine döndüler.
Halife Muktedi döneminde de benzer bir durum yaşanmıştır. Bir tevki çıkaran Halife (1085), caminin mukabili olarak kullanılan Yahudi evlerinin kapatılmasını, Tevrat'ı kısık sesle okumalarını ve zımmilerin hayatlarında gayrimüslim alameti olan "ğayyar"ı açıktan taşımalarını istiyordu. Bunların yanında oyun ve eğlence yerlerinin, içki satılan yerlerin kapatılması, fesat çıkaranların ülkeden kovulması da bu fermanla emredilmekteydi.
Zaman içerisinde gayrimüslimler güç ve kudret kazanmış olmalılar ki, bu durum bazı Müslümanları endişeye sevk etmiş ve birtakım önlemler almaya zorlamıştır. 1091 senesi Safer ayına gelindiğinde vezir Ebu Şuca, Halife'ye bir mektup yazarak, Zımmilerin Müslümanlar üzerinde güç sahibi olduklarını, oysa gayrimüslimlerin Müslümanlardan ayrılmaları gerektiğini ileri sürerek, gerekenlerin yapılması için izin istedi. Halife de dilediğini yapabileceği konusunda ona izin verdi. Vezirin gayretiyle Halife tarafından bir tevki çıkarılarak Zımmilerin kendi alametleri olan elbise ve zünnarı giymeleri, boyunlarında "Zımmi:" yazılı metal bir levha taşımaları mecbur edildi. Gayrimüslim kadınlarının da aynı şekilde giyinmeleri ve hamama gittiklerinde Müslüman kadınlarından fark edilmeleri için boyunlarında bu "Zımmi" yazılı levhaları taşımaları mecbur tutuldu. Ayrıca ayaklarına biri siyah, diğeri kırmızı ayakkabı giymeleri ve yürürken ses çıkaracak (çan gibi) bir şeyi ayakkabılarına takmaları zorunluluğu getirildi. Alınan bu kararların uygulanması konusunda vezir Ebu Şuca çok sıkı davrandı, Halife de ona gerekli desteği verdi.
Yapılanların gayrimüslimleri zora soktuğu bir hakikattir. Bu uygulamaların vermiş olduğu külfetten kurtulmak ve elindeki işi kaybetmemek gerekçelerinden olsa gerek ki, Halife'nin inşa divanında altmışbeş sene müddetle katiplik yapan ve Hıristiyan olan Ebu Sad b. el-Musalaya ve kız kardeşinin oğlu olan Ebu Nasr Hibetullah, 1091'de Halife'nin huzurunda Müslümanlığı seçerek görevlerine devam ettiler. Diğer kesimlerden de ihtida edenler mevcuttu. Bunlardan biri olan Hıristiyan alim Yahya b.İsa Cezle b. Velid el-Mağribi, dönemin önemli tabiplerinden birisiydi. Mutezile şeyhlerinden Ebu Ali b. el-Velid'in yanında mantık dersleri okumaktaydı. Ebu Ali, onu İslam'a davet ederek gerekli delilleri açıklamış, bu şahıs da, gerekli incelemelerden sonra Müslüman olmuştu. Daha sonra bir eser telif ederek burada, Hıristiyanlığın eksiklerini açıklayıp, İslam'ın mükemmelliğini göstermişti. İslam'a gönülden bağlılığından dolayı büyük Hanefi alim ve Bağdad Kadısı ed-Dameğani, sicillerin yazılmasında onu vekil tayin etmişti.
Cihan hakimiyeti düşüncesi ile hareket eden Selçukluların ülkelerinde yaşayan gayrimüslim azınlıklara hoşgörülü davranmaları onların milli seciyelerinin ve inançlarının bir gereğiydi. Kaynakların naklettikleri bilgiler de bunu ispat etmektedir. Eğer aksi varid olsaydı, bizzat Hıristiyan tarihçiler Selçukluları övmez, onların insani hasletlerini ve tebaaya karşı şefkatlerini göstermezlerdi. Selçuklularla başlayan bu çizgi gelişerek devam etmiş, Osmanlılarda bilinen mükemmel şekline ulaşmıştır.
2 -Gayrimüslim Türkler
Haklarında tarihi kaynaklarda geçen bilgileri aktardığımız Selçuklular dönemindeki gayrimüslim tebaa, Türklerin dışındaki Yahudi, · Ermeni, Gürcü· ve Süryani gibi gayrimüslim unsurları kapsamaktaydı. Türklerin büyük çoğunluğu İslam'ı kabul etmiş· olmakla beraber, Selçuklular döneminde henüz İslam'a girmemiş Türk toplulukları da mevcuttu.
Türklerin, İslam dinine girmeden önce değişik dinleri benimsedikleri bilinen husustur. Müslümanlarla ilk temasa geçtiklerinde, bu değişik dinlerdeki durumlarını muhafaza etmekteydiler. Türkler, Batı Türkistan'da İslam'ı yeni yeni kabul etmeye başladıklarında, diğer soydaşları Uygurlar kendi dindaşları Maniheistler için Çin ve Samani devletlerini tehdit etmekten kaçınmıyor, Hazarlar da Müslümanlara ve Hıristiyanlara karşı Yahudileri himaye ediyorlardı.
İlk defa Hz. Ömer zamanında Müslümanlarla temasa geçen Türkler, Emeviler ve Abbasiler dönemlerinde karşılıklı ilişkilerini geliştirmişlerdi. Özellikle Abbasilerin iktidara gelmesinden sonra Türklere karşı taarruzi politikaları terk edilerek dostane münasebetler safhası başlatılmıştır. Ayrıca ve tüccarlar vasıtasıyla daha da gelişen ilişkilerin sonucunda IX. yüzyılın ortalarından itibaren İslam bu topluluklar arasında yayılmaya başlamış, X. yüzyılda ise Türkistan'dan Avrupanın içlerine kadar uzanan geniş coğrafyada Türkler, pek az istisna ile, Islamı kabul etmiş ve bu din onların milli dini haline gelmiştir.
X. yüzyıldan itibaren İslam dini, fetihlerle beraber Türkistan-Uzak Şark arasında işleyen büyük kervan yolunu takıp ederek Türkler arasına nüfuz etmiştir. Horasan ve Maveriünnehr'de bulunan medreseler de bu İslamlaşmada büyük rol oynamışlardır. Horasan yoluyla gelen bu Müslümanlık tamamen Iran tesiriyle gelmiş; Türkler Islam'ı Araplardan değil. İranlılardan almışlardır. Bu da, Türklerin Sünni görüşü benimsemeleri ve İslam dışı fikirlere itibar etmemeleri sonucunu doğurmuştur.
Kaynaklara bakıldığında 1041 'de Hacca giden bir Bulgar topluluğunun Bağdad'a uğradığı ve Halife divanından bu insanlara bol miktarda mal ihsan edildiği görülmektedir. Demek ki, bu insanlar İslam'ı kabul ettikten sonra bu dinin en meşakkatli ve zor ibadeti olan hac farizasını yerine getırecek kadar İslam'ın emirlerini öğrenmiş ve uygulamaya başlamışlardır.
Selçuklular döneminde de Türklerin İslam'a girmeleri devam etmekteydi. Tuğrul Bey'in, Cürcan, Taberistan, Harezm ve Cebel bölgelerini fethedip, bu bölgelerde hakimiyetini tesis ettiği tarihte, Kaşgar ve Balasagun yöresinde bulunup, İslam topraklarına taarruzlarda bulunan kafir Türkler arasından on bin çadır birden ve topluca İslam'ı kabul ettiler (1043 ). Bu olay Kurban Bayramına denk geldiği için 20 000 koyun kurban kestiler. Yazları Bulgar ülkesinde geçiren bu insanlar kışları Balasagun' da kışlarlardı. Bu zümrelerin Müslüman olmasıyla birlikte Çin sınırındaki Tatar ve Hıtayların dışında her taraf Müslümanlaşmış oldu.
Kaynakların adeta satır arası bilgi olarak verdiği bu kayıtlar aslında hiçte küçümsenmeyecek bir olaydır. On bin çadır birden Müslüman olmuş ve bu olay bayrama tevafuk ettiği için yirmi bin kurban kesmişlerdir. Her çadırın bir ev olduğu düşünülür ve her evi beş kişiden oluşan çekirdek aile kabul edersek, bu sayının elli-altmış bin kişiye ulaşan bir rakama tekabül ettiği açıkça görülür ki, bu olay dönemin nüfus yapısına göre büyük ehemmiyeti haizdir. Bu kadar çoklukta insanın birden İslam'ı kabul etmesi, o dönemde önemli sayıda gayrimüslim Türkün bulunduğunun işareti olmanın yanı sıra, bu kadar çoklukta insanı İslam'a davet edecek ve onların Müslüman olmalarını sağlayacak kadar yoğun bir İslamlaşma faaliyeti yürüten Müslüman derviş ve hocalarının (misyonerlerinin) olduğuna da işaret eder.
İslamlaşma faaliyetlerinin hız kazandığı bu dönemde, henüz İslam'ı kabul etmeyen kitlelerin de varlığı dikkati çekmektedir. Balasagun, göçebe Türklerin kışlak yeri olduğu için, 1046'da Tibet'den gelen ve sayılamayacak kadar çok olan Türkler, Balasagun hükümdarı Arslan Han'a haber göndererek, kendilerine iyi davranmasından dolayı teşekkür ve saygılarını ilettiler. Gelen bu şahıslar Arslan Han'ın ülkesine saldırmaksızın orada oturdular. Arslan Han, bunlara elçilerini göndererek İslam'a davet etti ise de, onlar bu daveti kabul etmediler. Bununla beraber Arslan Han'a karşı düşmanlık da beslemediler. Bu bilgilere dikkat edildiğinde, hiçte küçümsenemeyecek miktarda insanın henüz İslam'a girmediği ve eski dinleri üzere yaşadıkları anlaşılmaktadır.
Selçukluların hakimiyetleriyle birlikte İslamlaşma cereyanı da artmış, özellikle açılan medreselerden yetişen insanlar ve yavaş yavaş tarikatleşme yolunda olan sufi mektepleri ile Türkler arasında İslam'ı yaymaya hız verilmiştir. Dönemden bahseden önemli kaynaklar İslamlaşmadaki oranın çokluğundan dolayı her taraf Müslümanlaşmıştı diyorlarsa da, bunun tam manasıyla böyle olmadığını sonraki gelişmelerden görmekteyiz. Nitekim Sultan Alp Arslan 1065 baharında Harezm'e hareket ederek, Mankışlak bölgesindeki İslam'ı kabul etmemiş Türkler ve Moğollarla İşbirliği yaparak kervanlara saldıran Türkmenleri bozkırlara doğru uzaklaştırmıştı. İslamlaşma cereyanı ne kadar kuvvetli olursa olsun, Sultan Sancar döneminde bile henüz İslamlaşmamış Türklerin varlığına dikkat edilirse bu işin o kadar kolay olmadığı görülür.
Türkler arasında Maniheizm, Budizm ve Yahudilik gibi İslam'ın dışındakı dinlerin yanı sıra Hıristiyanlığın da mevcut olduğu görülmektedir. Türkistan bölgesinde Hıristiyanlığın izleri takip edildiğinde, IV. asırdan itibaren bölgede Hıristiyanların mevcut olduğu anlaşılır. Fakat bu din, Türkler arasında geniş bir yayılma alanı bulamamıştır. Buna rağmen, Türkler arasında İslamiyetin hızla yayılma döneminde bile bu dinin izleri devam etmekteydi. Z.V.Togan, Kazvini'nin yanlışlıklarını ortaya koyarak ve Kazvini'den iki asır önce yaşayan Kaşgarlı Mahmud'un, Oğuzları tamamen Müslüman bir kavim olarak tavsif ettiğini; ayrıca Mesudi'nin Sırderya havalisinde yaşayan Oğuzların dinlerinden bahsederken, Hıristiyanlıkları hakkında asla bir şey söylemediğini; aynı şekilde, Yedisu havalisınde bir tane bile Hıristiyan mezar taşı bulunmadığını zikrederek; özellikle de Ibn Fazlan Seyahatnamesi bulunduktan sonra ortaya çıkan bilgilerden, Oğuzların Hıristiyanlıkla hiç bir ilgilerinin olmadığının açıkça ortaya çıktığını söylemektedir.
Togan, Şerefuzzaman Mervezi'nin eserinde bahsettiği, Türklerin "Kun" isminde bir zümresinin yaşadığı ve bunların Nestori Hıristiyan mezhebine mensup olduklarına dair bilgilerin de yanlış olduğunu açıklamaktadır. Togan'ın görüşlerine katılarak Türkler arasında Hıristiyanlığın yayılma imkanı bulamadığını kabul etsek bile, gelişmelere bakıldığında İslam'ın dışındaki dinlere -ki bunlar arasında Hıristiyanlık da vardır- mensup Türklerin XIII. asırda bile mevcut olduğu görülmektedir.
Islamiyetin Maveraünnehr ve Harezm'e yerleşmesinden sonra X. asırda kuzeye doğru ulaştığı son nokta Taraz ve Aşağı Sırderya'da Yenikent (Cend) şehirleri idi. Samanoğulları döneminde fethedilen Taraz (Talas) Müslüman topraklarına katılmıştı. XIII. asrın başlarına kadar ise Cend ve Çır lrmağı "Suğur-ı İslam" olarak kalmıştı. Bu sınırın ötesindeki (kuzeydeki) Kıpçak bozkırlarında Kanglı ve Kıpçak Türkleri gayrimüslim olarak yaşamaktaydılar. Bu hadise, bu toplulukların Selçuklular döneminde de İslamlaşmadan hayatlarını devam ettirdiğini açıklamaktadır. Nitekim Sultan Sancar'a karşı savaşan Atsız'ın (1127- 1156) ordusunda müşrik Türklerin bulunması da bunu teyit etmektedir.
Harezm hükümdarı Muhammed Harezmşah'da gayrimüslim Karahıtaylar'ı büyük bir bozguna uğratmıştı. el-Bundari, aynı olayı naklederken: "Hatailerden yeryüzünde ateş üfleyen kimse kalmadı" demek sureti ile Karahıtaylar'ın perişanlıklarını anlatmaktadır. Müellif devamla: "Sonra Muhammed Harezemşah, kafir Türklerden diğer bir taifeyi yani Tatarları kahr ve tenkil etmeye başladı. Bu tatarların memleketleri, Çin diyarının nihayetine müntehi oluyordu" demektedir. Tatarların, Türk olup olmadığı konusu ihtilaflıdır. Tarihçi Raşideddin'e göre; Tatarlar müstakil bir kavimdir. Cüveyni ise Tatarları etnik olmaktan ziyade siyasal bir terim olarak görmektedir. Buna karşılık Kaşgarlı Mahmud ve Gerdizi gibi tarihçiler ise Tatarları tamamıyla Türk kabul etmektedirler. Bu ifadelerden sonra el-Bundari'nin rivayeri değerlendirildiğinde, Harezmşahlar döneminde bile gayrimüslim Türklerin sayısının hayli kabarık ve Müslümanlara zarar verecek seviyede olduğu anlaşılır.
Sancar'ın vefatından sonra güçlenmeye başlayan Harezmşahlar zamanında Türkler arasında İslam'ı yaymada büyük gayret sarf eden ünlü mutasavvıf Ahmed Yesevi (öl. 1166), bu tarihlerde gayrimüslim Türkler arasında faaliyet gösterdiğine ve bu esnada "Yedisu", "Kolça" ve "Doğu Türkistan" civarında kuvvetli bir İslamlaşma cereyanı yaşandığına göre, bahsedilen bölgelerde gayrimüslim Türklerin önemli miktarda olduğu ortaya çıkar. Ayrıca son Karahanlı Hakanı Muhammed b. Yusuf'un (öl. 1211) Tarım Havzası ve Isık Gölü civarındaki Oğuzların İslamlaşması ve İslam'ın kökleşmesi için büyük gayret sarf ettiği düşünülürse, zikredilen dönemde de önemli sayıda gayrimüslim Türkün mevcudiyeti görülür.
Gayrimüslim Türklerle ilgili bilgilere dönemin hukuk kaynaklarında da rastlanmaktadır. Fergana'nın Merğinan beldesinden olan ve Hanefi Mezhebinin önde gelen hukukçularından olan Burhaneddin Ali b. Ebi Bekr el-Merğinani'nin ( öl. 1197) telif etmiş olduğu "el-Hidaye" adlı eserinde bu konuyu görmek mümkündür. Bu alimin eserinin "Kitibu's-Siyer kısmında bir alt başlık olan "Babu İstilai'l-Küffar" (Kafirlerin İslam ülkesini istilası) kısmında Türklerden bahsetmekte ve bu Türkleri kafir olarak göstermektedir. Müellifin ifadesi ile "Fein ğalebna ala't-Türk halle lena ma neciduhu min zalik- Eğer biz (Müslümanlar), Türkler üzerine galip gelirsek orada bulduğumuz şeyler bize helaldir" denmektedir. Bu kayıtlara bakıldığında, hukuk kitaplarına yansıyacak çoğunlukta gayrimüslim Türk olduğu sonucuna ulaşılır. Zira müellifin yaşadığı bölgede cihat edilecek devlet veya millet olarak Çin, Hıtay ve gayrimüslim Türklerin dışında kimse yoktur.
Selçuklular zamanındaki gayrimüslim Türklerden bahsederken, daha sonraki çağları ele alarak bu devirdeki bilgilerin nakledilmesinin iki temel sebebi vardır. Birinci husus, kaynaklarda Selçuklular dönemindeki gayrimüslim Türkler hakkında hemen hemen yok denecek kadar bilgi bulunmasıdır. İkinci husus ise, sonraki tarihlerdeki mevcut bilgilerden hareket ederek, bu gayrimüslim Türklerin Selçuklular'ın hükümranlığı sırasında da varlığına işaret etmektir. Zira Selçuklulardaki kuvvetli İslamlaşma cereyanından sonra hala bu kadar gayrimüslim Türk kalabildiğine göre, Selçuklular döneminde bundan daha fazlasının var olduğu manası çıkar ki, kaynakların vermiş olduğu bilgilerden ulaşılan netice de budur.
Ahmet Ocak’ın Selçukluların Dini Siyaseti (1040-1092) Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder