Sakız, Çiklet
Çam ağaçlarından süzülen sakızla zifti ayırmak, mumu eriyip sakız oluşana kadar ağızda o nesneyi çiğnemek Türklerin çok eski âdeti olmalı ki, sözcük Altaylara kadar ortak kökle biliniyor. Osmanlı devletinde Sakız Adası’ndan elde edilen reçineyle bir çeşit şeker yapılırdı ve bu sakız devlet tekelindeydi. 1640 tarihli narh defterinde de üç çeşit sakız görülür. Herhalde bu meyveli-şekerleme sakızlar 18. yüzyıla varamadı ki, hafızalarda yalnızca damlasakızı kaldı. Şehirlerde bilinen ve satılan kengerotunun sakızıydı.
Münih’e kimya okumaya giden ve hükümetin verdiği emirle, zehirli gazlara karşı korunma yollarını araştıran Hikmet Konuralp, bu alanda kullanılan bütün eşyanın kauçuktan imal edildiğini görmüştü. Yurda dönüp imalat'i harbiye kimyageri olarak göreve başladığında, kauçuk yetiştirilmesi olanağı olmadığından laboratuvarda kauçuk araştırmalarını yoğunlaştıran Hikmet Bey, kauçuğun ısıda gösterdiği özellikleri, Selanik’te çocukken bir okul arkadaşının kırlardan kuş öksesi yapmak için toplayıp kaynattığı otların gösterdiği özelliklere benzetti. Kayaş’ta sayısız ot üstün de yaptığı araştırmalar sonucu önce yabani hindiba sonra çarşıdan aldığı kenger sakızından kauçuk elde etmeyi başardı. 1935’te ve 1942’deki buluşlarının iki kez patentini alan Konuralp, ürettiği kauçukla ayakkabı, maske, traktör ve bazı makinelerin lastik akşamını, kolon ve şeritlerini yaptı. Üstünde çalıştığı dört yüz yabani otta % 0 0,5-3 kauçuk varken, kenger ve guayulde bu oran % 10’lara çıktığından, guayulden kauçuk üretebilmek için Antalya’da Devlet Üretme Çiftliği’nde guayul üretimine başlandı ve 1956 yılında Kauçuk Sanayii Türk Anonim Şirketi kuruldu.
Sakızı piyasadan kaldıran çikletin üretimi de sentetik lastik üretimiyle başlar, fakat bütün dünyaya yayılan Amerikan çikleti âdetiyle biter. Aztekler Meksika ormanlarında yetişen ‘sapodilla’ bitkisinin kurutup çiğnedikleri özsuyuna çictli adını veriyorlardı. Çictli çiğneme alışkanlığı olan Meksikalı general Antonio Lopez de Santa Anna (John Wayne’in ünlü filmine konu olan Teksas’taki Alamo Kalesi’nde gerçekleştirilen katliamın kahramanı), emekli olduktan sonra New York’a yerleşti ve burada tanıştığı mucit Thomas Adams’a çikleti tanıttı. Çikletten ucuz sentetik lastik üretme çalışmaları başarısız kalan Adams, o zaman popüler olarak çiğnenmekte olan parafin parçaları yerine çikleti pazarlamaya karar verdi. Çiklet 187l ’de Adams New York Sakızı’ adıyla satışa çıkarıldı. 1875’de John Colgan çiklete, o zamanlar öksürük şuruplarında kullanılan ve Güney Amerika’dan getirtilen ‘Myroxylon toluiferum’ ağacının aromalı reçinesini kattı. İlk naneli çiklet 1880’de üretildi, parayla çiklet satışı yapan ilk makine New York istasyonuna aynı yıllarda konuldu. 1890’lardan itibaren paketi, reklamı, çeşitli tatlarıyla çiklet üretimi sanayileşti. Anne babaların bağırsaklara yapıştığı, öğretmenlerin dikkati dağıttığı, doktorların tükürük bezlerini kuruttuğu, çok kimsenin kadınsı bulduğu için karşı olduğu çikleti Amerikalılar çok sevdi. Ve çiklet, tatsız, kokusuz sentetik bir polimer olan polivinil asetattan üretilmeye başlandı.
1910’da Henry Fleer gevrek, beyaz, şekerli türü ve kardeşi Frank 1928’de eskisinden iki kat büyük balon yapılabilen ‘kuru’ çikleti üretti.
1960’larda Amerikancılığın göstergelerinden sayılan çiklet, sakızı büyük oranda yerinden ettiyse de, kâğıtlarına niyet çekme işlevine sahip maniler yazılması âdeti çok daha dirençli çıktı.
Baycan sakızları Denizli Çivril’de 1965’de, Danimarka patentli Dandy üretimi 1973’de başladı. Kent, Ülker gibi şirketlerin üretimiyle yıllık 150 milyon paketi bulan üretimin bugün 100 milyonu ihraç ediliyor.
Dondurma
Çin’de IÖ 2000 yılından beri aşırı pişirilmiş pirinçle baharat ve sütün karla karıştırıldığı bir zengin yemeği vardı. 13. yüzyıla gelindiğinde meyve sularıyla karıştırılan kar Pekin sokaklarında satılan bir tatlı haline gelmişti. 14. yüzyılda İtalya’da, yeraltı mahzenlerinde saklanan karların kullanılmasıyla yapılan meyveli buz zengin yemeğiydi ve Çin’e giden Marko Polo ile tatlıcı Bernardo Buontalenti’nin getirdiği bir yenilik olarak kabul ediliyordu. Catherine de Medici 1533’de geleceğin Fransa kralı II. Henri’yle bir ay süren düğününde buzlu tatlılarıyla sükse yaptı ve onları Fransa ve Avrupa aristokrasisine tanıttı. 1560’larda İspanyol fizikçi Blasius Villafranca Roma’da kar ve buza güherçile katıldığında sıvının donma noktasına çok çabuk ulaşıldığını keşfetti. İtalya’da tatlıcılar katı dondurma üretmeye başladılar ve Fransa ve İngiltere’de dondurmacılık İtalyanlara özgü bir meslek olarak yayıldı.
Evliya Çelebi Tire’de vişne hoşafının dondurmayla yenildiğini anlatır. Fast-food dükkânlarının milk-shake diye sattıkları da özünde güney illerinin karlanbaç’ıdır.
Dondurma külâhı bilindiği kadarıyla ilk kez 1904 St. Louis Dünya Fuarı’nda ortaya çıktı. Hikâyeye göre kâğıt tabağı biten dondurmacı, komşusu Şamlı satıcıdan gözleme alarak dondurmaları onlara koyup satmaya başlamış ve külâhlı dondurma fuarın gözdesi olmuştur. 1912’ye kadar elle yapılan külahlar, bu tarihten sonra külah makinesinde üretilmeye başlandı.
Tabakla yenilen dondurmanın seyyar arabalarda külâhla satılması her halde bundan sonra başladı. Fakat önce pastanelerde, sonra yalnızca dondurma satmak için açılan dükkânlardaki çeşitler ve nihayet diyet ürünleri seyyar satıcılara rekabet şansı bırakmadı. 1994 yılında vanilya-çilek, vanilya-çikolata çeşitleriyle piyasaya giren Algida bakkallara yaptığı dağıtımla başarı kazandı. Gene de Maraş dondurmaları ile Ankara’da AOÇ dondurması tiryakiliği devam ediyor.
Şeker
Şekerkamışı Bengal kökenlidir. Adını çakıl anlamında Sanskritçe çarkarfl, Prakrit ve Pali biçimiyle sakkhara’dan alır. Sasani hükümdarı Keyhüsrev I. Nuşirevan zamanında (531-599) Hindistan’dan İran’a getirilmiş, önce Suriye sonra Mısır’da üretilmiştir. Yunanca ve Latincesi de Hintçeden gelir. İS 1. yüzyılda Bizans’ta balla karıştırılarak ilaç olarak tüketilmiş, nadir bir devadır. Batıya Haçlı Seferleri sırasında cassonade adıyla geçen esmer renkli bu şeker, Mısır’da gerçekleşen teknik gelişme ile beyazlatılmış ve kand adını (Sanskritçe khand kırmak, kahnada kırılmış, kırık, Tamil dilinde kankanda, İmla'kanda sözcükleriyle akraba Farsça kend’den, Avrupa’da candi) almıştır. Bu adın Arapların Girit’in Kandiye şehrinde kurdukları fabrikadan geldiği de ileri sürülür. Ortaçağda Şam meyveleri ve Suriye şekeri ile yapılan Şam reçelleri çok ünlüdür. Şekerkamışı kısa sürede Güney Fas, İspanya, Ebre Vadisi ve Sicilya’ya yayılmıştır. Üretilen şekerin (sükkar) Venedik’e ilk gelişi (zucchero) 996’da duyulmuştur. Türkçede ‘ne Şam’ın şekeri’ deyişinin halen yaşamasının da gösterdiği gibi, Şam şekeri yıllarca Batıya olduğu kadar Doğuya da satılmıştır. Hindistan’da beyaz şekere Çin’den alındığı için çini, şekerkamışına Mısır’dan geldiği için mısri, kelle şekere ise kand denir.
Şeker Sasanilerden beri reçetelerin değişmez unsurlarındandı ve Avrupa’da da ilaç muamelesi gördü. 1572’de Ortelius “Eskiden ilaç olan şey şimdi yemek oldu,” demektedir. Avrupalıların Güney Amerika’ya şeker üretimini sokmasından sonra ihtiyacını buradan karşılamaya başlamasıyla şeker tüketimi yaygınlaştı. Şeker üretimi ucuz ve bol emek gerektiriyordu. Amerika kıtasında köleliğin yaygınlaşması pamuk kadar şeker plantasyonlarıyla da ilgiliydi. 1783’de Lord Sheffield, Avrupa’nın yarısında şekerin bilinmediğini düşünerek, şeker tüketiminin çok artmasını bekliyordu.
İkinci Dünya Savaşı anılarında çayın kuru üzümle içildiği anlatıldığı gibi, 16-17. yüzyılda şeker yerine pekmez, bal, üzüm suyu kullanılması olağandı. Bir defa kaynatılmış ve posası alınmış süleymani, eritildikten sonra kalıplara dökülen dibi yuvarlak, tepesi sivri kaniz veya kelle şekeri, üç defa kaynatılıp beyazlatılan kand-i mükerrer çeşitleriyle biliniyordu. Osmanlı döneminde 19. yüzyıldan itibaren artan şeker tüketimi Avrupa’dan yapılan ithalatla karşılandı ve şekerin yaygınlaşması Cumhuriyet devrinde pancar üretiminin başlatılmasıyla gerçekleşti.
Pancar 1Ö 2000’de Mısır’da biliniyordu, Sicilya’ya gelmesi 1Ö 100’leri buldu. Türkiye Türkçesi ve Azericede pancar sözcüğü Ermeniceden alıntıdır; Başkurt, Türkmen ve Tatarlarda pancar, Anadolu ağızlarında da kullanılan çukundur biçimiyle akraba sögöldör, çögündir ve şıığundur iken, Kazak, Kırgız Özbek ve Uygurlarda kılıça’dır. Pancarda şeker bulunduğu 1747’de saptanmış olmasına karşın, Anadolu'da pancardan şeker elde etmek için Birinci Dünya Savaşı’nda şeker kıtlığı çekilene kadar ciddi girişimde bulunulmadı. 1840’da Dimitri Efendi, 1841’de Necip Paşa ve 1900’de Rauf Paşa’nın fabrika kurma arzuları gerçekleşmedi. 1917 yılında şeker ithalatında zorluk çeken hükümet, kapitülasyonların da işlememesi sayesinde pancar yetiştirme ve şeker fabrikaları kurma kararı aldı. Avrupa’da bilimsel dergilerde Anadolu ikliminin pancara elverişli olmadığının yazılmasına karşın, ilgili mevzuat hazırlandı, ancak savaşın yenilgiyle sonuçlanması pancar üretiminin başlamasını geciktirdi. 1923 yılında Uşaklı bir çiftçinin kurduğu fabrikadan sonra, 5 Nisan 1925’te şeker fabrikaları kurulmasına ilişkin kanun kabul edildi. 19 Nisan 1925’de Türkiye Sanayi ve Maadin Bankası kuruldu ve 22 Aralık 1925’de Alpullu şeker fabrikasının temeli atıldı. 25 Ocak 1926’da şeker üretimi devlet tekeline alındı, 1926’da Alpullu ve işlemeyen Uşak fabrikası işletmeye açıldı. 1932’de şeker tekelinin İş Bankası’na devredilmesinden sonra 1933’de Eskişehir ve 1934’de Turhal fabrikaları açıldı. 1935’de İş Bankası, Ziraat Bankası ve Sümerbank ortaklığıyla Türkiye Şeker Fabrikaları A .Ş. kuruldu.
İkinci Dünya Savaşı sırasında çekilen şeker sıkıntısından sonra 1950’den itibaren yeni şeker fabrikaları kurulmaya başlandıysa da, 1955’de de şekerli madde imalatçılarının şeker stok ettikleri ihbarıyla, nüfus başına ayda bir kilo şeker tahsisi kararı alınarak dağıtımın muhtar listelerine göre yapılacağı bildiriliyordu.
Şekerleme
1780’lerin sonlarında İstanbul’da “fellah Arapların aselî [bal rengi] yapıp kamış helvası diye” şeker sattıklarını, III. Selim’in Enderun’da görevlendirdiği Ahmet Cavit’in Lûgatçe-i Kenzü’l'iştihâ adlı yazmasından Orhan Şaik Gökyay aracılığı ile öğreniyoruz (III. Milletlerarası Türk Folklor Kongresi Bildirileri).
Bugün bin bir çeşit üretime başlayan şekerciliğin akidecilikle başladığı anlaşılmaktadır. Akide Arapça ağda sözcüğünden türetmedir. Divan-ı hümayun toplandığında “hüsn-i hal-i askere işaret için” akide dağıtmak âdetti. Sadrazama iki yüz, yeniçeri ağasına, sekban başılara ve kethüdaya yüzer, öteki Divan halkına 30’dan 15 dirheme kadar akide verilirdi. Akidecilerin ne kadar rağbet gördüğü, İstanbul’a gelen şekeri alarak pahalanmasına neden oldukları için şekercilerin 1582’de şikâyet etmelerinden anlaşılmaktadır. 1650 tarihli Kanun-nâmea Ehl-i Hıref de akidenin narhı üzüme bağlanmıştır; onda bir kâr üzerine narh verilir, pişmiş olması, kokmuş ve sulu olmaması tenbih edilir.
Osmanlının son günlerinde sayılan şekerleme türleri şunlardır: rahat lokum, bademli sucuk, fıstıklı hanım şiltesi, güllü akide, miskli akide, naneli akide, badem ezmesi, bergamot şekeri, halka şekeri, bayat peynir şekeri ve salep, karanfil, portakal, limon, elma, armut, kayısı, hurma, nane, tarçın, kakulelisi, Hindistan cevizlisi.
‘Turizm patlaması’ndan önce Türkiye’nin tam tim malzemesi şiş kebap ve rakıdan ibaretti. Daha önce lokum ve göbek dansı vardı ki, Batı argo sunda ‘Türk lokumu’ deyişi kadını da içerirdi. Osmanlılar devrinde de lokum varmış. James Joyce’un 1922’de Paris’te yayımlanan ‘tuğla kitabı’ Ubysses’de Türkler ‘Ali Baba Backsheesh [Bahşiş] Rahat Lokum Effendi’yle temsil edilir.
Fransa’nın bonbonu 1604’e tarihlenir. Şekercilerin ortaya çıkışı 1800’leri bulur. Türkiye’nin en yaşlı işletmesi şekercidir: Hacı Bekir aslen Kastamonuludur, İstanbul’da çalışmaya 1777’de başlamıştır. Osman Nuri Denizlilidir, 1914’de Koska Helvacısı adıyla çalışmaya başlamıştır. 1933’de Mardin’de tahincilik yapan Kent Gıda’nın sahipleri 1956’da İstanbul’a taşınmışlardır, bugün şeker, çiklet ve öteki ürünleriyle dünya pazarlarına açılmışlardır.
Tatlılar
1619 yılında Iran karşısında bozguna uğrayan Osmanlı ümerası, burnunun büyüklüğünden dolayı Burun Kasım adı verilen elçinin başkanlığındaki Iran heyetiyle çadırda buluşmuştur. Peçevi, Burun Kasım’ın burnunun zaferden sonra göklere sığmayacak kadar büyüdüğünü söyler. Fakat heyetin gelişi fırtınaya denk gelmiş, rüzgâr çadırları sökmüş, ortalığı toz duman kaplamıştı. Göz gözü görmüyordu. Ama Kasım Bey iki saat kimseye söz vermeden, görünürde barışı pekiştirmek için, aslında Osmanlıları utandırmak ve gurur taslamak için sürekli konuşur. Osmanlı serdar, vüzera ve beyleri çaresiz, sessiz dinlerler. Sonunda bir fırsat bulan serdar Dilaver Paşa lafı çevirmek için, “A Kasım Bey, bu diyarın rüzgârı her zaman böyle sert midir?” diye sorar. Baki Paşa, İran elçisinden önce davranarak, “Yok sultanım, bu şimdi Kasım Bey’in burnunun yelidir,” diye cevap verir. Kasım Bey, “İlahi Baki Paşa, Allah sana bela vermesin, Murtaza Ali’nin kılıcına uğra, her zaman böyle şeytanlığı bırakmazsın,” derken, herkes kahkaha ile bir yana savuşur. Söz Şah Abbas’a kadar ulaşır ve İran Şahı Baki Paşaya üç katır yükü tatlı armağan gönderir.
Tatlı kutlama, sevinme, anlaşmanın, barış ve sözleşmenin simgesidir. Aşure dışında ritüelleşmiş sayılabilecek tatlı, özellikle baklavadır. Tadıcılar tatlının yalnız sevinç zamanında değil, üzüntülü günlerde de yenmesi gerektiğini söylüyor, böyle zamanlarda tatlı yemenin fizyolojik ve psikolojik katkılarını vurgulayarak her zaman tatlı yememizi istiyorlar. Geleneksel olarak tatlı, kutlama yemeğidir. Şimdi doğum günü ve düğünlerde pasta yaygınlaşmışsa da, eskiden konuklara tepsilerle tatlı sunulurdu. Kız istemeye de baklava ile gidilirdi, gönül almaya da.
Pizzacıların pizza hamurunu çevirerek açmalarıyla öğünmelerinin karşılığı, baklavanın kaç kat açıldığıdır. Bunun bir sırrı buğdayın cinsindedir. Anadolu’da dünyada yetişen otuz küsur buğdayın yirmi kadarı bulunmaktadır. Orta Türkçe döneminden beri oklağu biçimiyle bilinen oklava ile merdane ve elle açılan hamurun sırrı belki bazı tarihsel katmanların sırrını da saklamaktadır.
Baklava: Bayram günlerinde evlerde yapıldığı gibi, kutlama ve her türlü ziyarette, bir dönem ucuzken çikolata götürme âdeti çıkmadan önce, baklava alıp götürmek nezaket gereğiydi. Ramazanın on beşinci günü on yeniçeriye bir tepsi olmak üzere baklava verilir, yeniçeri subayları saraydan aldıkları tepsileri törenle ocağa götürürler, buna Baklava Alayı denirdi. Baklavadan söz eden en eski metin 1473 yılına ait, A . Süheyl Ünver’in Fatih Devri Yemekleri (1952) kitabında tanıttığı saray mutfağı defteridir.
Orta Asya’da ve Kaşgarlı Mahmud’da bulunan yufka ve aynı teknikle Orta Asya’da yapımı devam eden katlama, baklavanın atası olarak görülmektedir. Belki de fındık fıstığı, şerbeti ve fırını da Azerbaycan’ın ünlü Bakı pahlavası’nda bulmuştur. Baklavanın Arap tatlısı olduğunu kaydeden kaynaklar vardır; Arapça ‘bakla’ (asıl anlamı sebze, yeşilliktir) sözcüğünden geldiği de ileri sürülmüştür. Aynı hamur açma tekniğini kullanan Yunanlı ve Türkler arasında baklavanın sahipliği konusunda çekişme vardır. Baklavanın kardeşi kadayıf da, aynı saray defterinde geçer. Güney illerinin künefesi büyük şehirlere son dönemde, tatlıcı dükkânları yaygınlaştığında gelmiştir.
Sütlaç: Lokantalarda bulunurken keşkül pastanelerde, eskiden seyyar çalışan muhallebicilerce satılırdı, eskisi kadar yapılmıyor. Asıl adı Keşkül-ü fukara’dır; keşkül hindistancevizi veya abanozdan yapılan çanağın adıdır, 30 cm kadardır, üzerinde ayet, beyitler yazılıdır. Dervişler keşkülle ‘selman'a çıkar, hayır sahiplerinden yiyecek toplar, tekkeye getirirler. Süt, pirinç unu, patates unu, şeker, hindistancevizi, nişasta, badem, şamfıstığı katılarak yapılan tatlıya da bu ad verilir ki, bin bir yerden toplanmış malzemenin kullanımından esinlenmiştir.
Revani: III. Ahmed zamanında Karabağ’ın merkezi Revan şehrinin fethi vesilesiyle tatlılar hazırlanırken ‘icat’ olunmuştur. Şair Nedim de “Tezkîr içün feth-i Revân ni’meti şükrün/ Meclisde gerek kim gele helvayı revanı” beytiyle bunu anlatır.
Pastalar
Pasta Batı dillerinde hamur, macun, lapa ve makarna anlamlarına gelir. Türkçeye Birinci Dünya Savaşı öncesi, meyveli ve kremalı tatlı anlamıyla girdi. Kuru ve yaş pasta olarak ikiye ayrılır ve yaş pastalar çoğunlukla Batı kaynaklıdır.
Fırınlarla pastacıların ayrışması Fransa’da 1440 yılında başlar. Bundan sonra fırınların yalnızca ekmek yapmalarına izin verilmiş, şarap da satan pastacılar, bazılarının varlığı bugün de devam eden pasta (kurabiye, bisküvi) türlerini geliştirmişlerdir.
Kurabiye: Kuru pastanın şekerlisidir. Evde yapılan börek, çörek dışında birçok pastane çeşidi vardır. Bunlardan pandispanyanın adı İtalyanca parıdi Spagna’dan gelir, anlamı Ispanya ekmeğidir. Kruasan ise Viyana seferinin sonuçlarından biridir. 1683’de şehri muhasara eden Osmanlı ordusu lağımcılarla surları yeraltından aşmak ister, fakat gece çalışan fırıncılar yerin altından gelen sesleri duyar ve şehir yönetimine haber verirler. Lağımcıların girişimi sonuçsuz kalırken, bu başarılarını ölümsüzleştirmek isteyen Viyana fırıncıları Türkleri temsil eden hilal biçiminde çörek yaparlar. Viyana’dan Fransa’ya geçen çörek croissant (hilal) adıyla bize de gelir. Fransızların kahvaltıda yediği marmeladı kruasanın versiyonu tarçın ve cevizli ayçöreği’dir.
Galeta: Denizcilerin uzun süre dayanması için fırında kuruttukları ekmektir. İtalyanca galletta’dan gelir ve bütün Akdeniz ülkelerine denizcilik terimi olarak yayılmıştır; Fransızcada 1636, Türkçede 17. yüzyılın ilk yarısında tespit edilmiştir. 19. yüzyılda şehirliler için özel undan yapılmaya başlanan aynı tarz küçük ekmekler de bu adı taşır. Adın Galyalılar yani Keklerden geldiği de ileri sürülür.
Peksimet: Galetadan farkı ekmek içinin ayrı, dışının ayrı fırınlanmasıdır. Arapça beksemad’dan geldiği iddialarına karşın kökeninin Yunanca paksimadi olması daha muhtemeldir. 14. yüzyıl sonlarından beri Türkçede de kullanılan sözcük Akdeniz’de denizcilik terimi olarak yaygınlaşmıştır: “Bizi oturdub ve bir mikdar kurtlu peksimat ve kokmuş tuzlu balık getürüp önümüze koydular. Fler ne ise yakın bir hafta oldu ki etmek [ekmek] yemedik, karnımız aç olmağla Belgrad baklavası gibi tatlı tatlı yedik,” (Tietze ve Kahane’ler, The Lingua Franca in The Levant). Evliya Çelebi peksimetciyan emininin görevini “seferde azim ağalıktır” diye açıklar, Birinci Dünya Savaşı’na kadar askere peksimet verilmiştir.
Bisküvi: Roma’da IO 3. yüzyılda Latince bis coctum iki kez pişirilmiş diye adlandırılan bisküviler şarapla ıslatılarak tüketiliyordu. Fransızcada 1175, İngilizcede 1330 yılında varlığı saptanmıştır. İngiltere’de gevrek kuru ekmek anlamındayken 16-18. yüzyıllarda Fransızcadan tekrar alıntılandığı anlam ve biçiminden anlaşılmaktadır. Bisküvi Türkiye’ye de ithal ediliyordu. Şemsettin Sami’nin Fransızca-Türkçe sözlüğünde 1905 yılında biscuit sözcüğünün karşılığı “peksimet, galeta, yumurtalı ve şekerli gevrek, bisküit” olarak verilir. 1924 yılında üretim başladı, 1932’de iki fabrika kuruldu. 1954'de bantlı üretim başladı, Ülker 1944’de, Arı 1949’da kuruldu ve 1950’lerin sonunda İstanbul’daki fabrika sayısı 22’yi buldu. Eti Eskişehir’de 1972’de üretime başladı. İlk proteinli bisküvi 1992’de yapıldı. Gıda sektöründeki gelişmelerle şeker, pasta, kuru pasta ve kurabiye arası sayısız ürün birçok ad altında üretilmeye başlandı, bisküvi çeşitleri de arttı. Bu kadar çeşit içinde Cemal Mıhçıoğlu İngilizce cracker’den gelen kraker için öz Türkçe karşılık türetmiştir: “Çıtırdak sözcüğünü 18 Mart 1979 Çarşamba günü türettim. Türk Dil Kurumu’nda üyesi olduğum Batı Kaynaklı Sözcüklere Karşılık Bulma Yarkurulu, önerimi 21 Mart 1979 Çarşamba [Cumartesi] günkü toplantısında benimsedi,” (Sözcüklerin Öyküsü, 1996).
Kek: Kek kabartmak kabartma tozuyla sorun olmaktan çıkmış değil, ama kadınlar konuklarını hazır kekle de ağırlayabiliyorlar. İsmet Zeki Eyuboğlu’na göre Farsça kâk kül çöreğinden gelir. Kuzey dillerinde yuvarlak biçimli çöreklerin genel adı kok’tur ve Hollanda’da düğün kekinin adı koekje de bu dildeki koek biçiminin küçültülmüşüdür.
Turta: Latince tortus eğri, kıvrılmış sözcüğünden gelir, İtalyancası torta, Fransızcası tourte, tane, Almancası Torte. Turta sözcüğü Şemsettin Sami’nin Fransızca sözlüğünde (1896) “bir nevi börek” diye açıklanırken, Ali Nazima’da (1911) “boğaça, turta” olarak yer almakta ve turtanın Türkiye’ye girdiğini de göstermektedir.
Kudret Emiroğlu’nun
GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ kitabından alıntılanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder