13 Mart 2023 Pazartesi

Türk Soylu Halklarda Ruh, Ölüm Tasavvuru (Defin, Yas ve Şölenler)-6

 


Ölülerle, Yaşayanlar Arasındaki İlişki


M. A. Castrén, Sibirya Tatarlarının inançlarından bahsederken, Tatarların tabiatta sayısız ruhun bulunduğuna inandıklarını anlatır. Bu ruhlara bazı kabileler “Aina”, bazıları “Üzüt”, bazıları da “Aza” adını verirler. Bunlar genelde toprağın içinde olmakla beraber, çevrede dolaşırlar. Şamanların ayin ve dualarla bunları kendi yanlarına çağırabileceklerine inanılır. Tunguzlar gibi Tatarlar da her şamanın kendine ait böyle bir takım ruhları olduğuna ve bu ruhların büyük bir sadakat ve bağlılıkla şamanın emirlerini yerine getirdiklerine inanırlar. Bu ruhların iyileri ve kötüleri vardır, ama günümüzde bu ruhların genelde “İrle Han”ın emirleriyle insanlara hastalık ve hâtta ölüm getiren kötü ruhlar olduklarına inanılır. Yukarıda Castrén’in aktarmış olduğu isimlerden “Aina” (Farsçadaki, Aenanh’tan gelme bir kelime) ve “Aza” özellikle kötülüğe sebep olan ruhlar olarak anılırlar. Radloff’un aktardığına göre Şorlar, yeraltında yaşayan “Aina”ların ölen insanların ruhlarını yediklerine, Lebed Tatarları da “Aza”nın zaman zaman insanlara musallat olduğuna ve böyle bir durumda ancak şamanın siyah bir hayvanı kurban ettiğinde o insanı rahat bırakacağına inanırlar. Mevzubahs olan bu ruhlar, muhtemelen ölen insanların ruhları olup, bu ruhlar için kullanılan diğer isim olan “Üzüt” (Yzyt) de halk inançlarında bu anlamda geçmektedir. Majnagaschev, Minussinsk Tatarlarının ölen kişinin ruhunu anma şölenine kadar “Sünä” ya da “Sürnü” olarak adlandırılıp, ancak şölenden sonra “Üzüt” kelimesini kullandıklarına dikkât çekerken, Anohin, Teleütlerin “Üzüt”ünün Rusların “Pokojnik”i ile aynı şey olduğunu ifade etmektedir. Bu kelime, daha önce bahsi geçmiş olan “Ölüler Bayramı”nda da (Üzüt pairamy) geçmektedir. Geceleri görülen bir kelebek de, suret değiştirmiş bir ölü olarak tasavvur edilmekte ve bu sebeple bu kelebek cinsine “Üzüt kubaghan” (Ölü kelebeği), bataklıklarda görülen ışıklara da “Üzüt odi” (Ölü ışığı) adı verilmektedir. Davet edilmemiş olduğu halde konuk olarak bir eve gelen “Üzüt” de aynı “Aina” veya “Aza” kadar korkutucu bir varlığı ifade eder. Teleütlerde ölünün anma şöleni 40. gün yapılır ve inanışlarına göre bu süre boyunca ölen kişinin ruhu mezarlıkta yaşadığı gibi, bazı geceler eve gelip kapıyı çalar. Bu durumda evin içerisindeki akrabaları korku içinde ocağın kapağını açıp kapatırlar veya ellerine bir kırbaç veya bıçak alarak “neden geldin, kendi yoluna git” diye ruha seslenirler. Şamanın dışındaki insanlar ruhu göremezler, sadece köpekler ruhun geldiğini fark edip, havlamaya veya ulumaya başlarlar.


Bu sebeple hortum gören insanlar “git, git” diye bağırırlar. “Üzüt”, bir eve girdiğinde, evdekilerden birinin ağzından girip, onun midesine inebileceği ve ağır sancılara sebep olabilir. Bu ruhun uzaklaştırılması için bir şaman çağrılır. Şaman, tahtadan küçük bir kürek alır ve küreğe kor hâlinde kömürler ve onun üzerine biraz un, tereyağı ve tütün koyarak hastanın yattığı yatağa yaklaşır. Bu esnada önce hafif sesle fısıldayarak, sonra gittikçe sesini haykırma seviyesine kadar yükselterek, sihirli sözcükler okur ve ölünün ruhunu oradan ayrılmaya davet eder. Daha sonra elinde kürekle avluya çıkar, küreği fırlatır ve “haydi, kendi yoluna git” diye bağırır.


Böyle bir ayinde şamanın ruha hitabı ve söylediklerine ilişkin ilginç bir örnek şöyledir:


Sen nasıl bir “Üzüt”,

nasıl bir kötü kara ruhsun (Jäk)?

Her köşeye giriyor,

Her çalılığa saklanıyorsun,

Bir hortum kılığında dolaşıyorsun,

Rüzgarın ruhu olarak çekip git buradan.

Beyaz bir dağın üzerinden mi geldin?

yoksa, bir sel gibi bir nehirden mi?

Adını söyle bana ve yolunu,

Dişlerini sıkma,

Sorduğumda ağzını aç, 

Seni yeşil ateşe atar,

ve kırmızı korlar üzerine yatırırım.

Seni mızrağımla yok eder,

Seni kılıcımla vurup düşürür,

Mavi demirle kıstırıp, seni

derin uçurumlara atarım.

Acele et, çık oradan

İsmini ve hangi kabileden olduğunu söyle bana!

Senin için hazırlanan tabuta geri dön

Senin için kazılan mezara geri dön

Aldačy (ölüm meleği) ile beraber geri dön

Acele et, çık dışarı

Köpeğim seni ısıracak,

İneğim sana boynuz vuracak,

Tayım sana çifte atacak,

Bana adını ve yolunu söyle,

kendi yoluna git.


Üzüt’ün maddi zararlara da sebep olduğu olur. Meselâ Teleüt kadınları içki yaparken maya tutmadığı takdirde, “Üzüt”ün susayarak içki kabına girip, susuzluğunu bastırdığına inanırlar. Bu durumda hastalara uygulanan “ruh uzaklaştırma” ayini yapılır.

Altyalılar ve Telengitler’in “Körmös” adıyla bahsettikleri varlıklar ölülerin ruhlarıdır. Bunlardan bazıları Erlik’in hizmetinde ve belli belirsiz zamanlarda insanların arasına gelerek, hastalık yayıp, insanların ruhlarını çalar veya başka kötülüklerde bulunurlar. Birisi hastalandığında “Körmös yiyor” denir ve kişi ölürse, “Körmös yedi” diye anlatılır. Bu yönüyle “Körmös” bize daha önce bahsi geçen “Aina”yı hatırlatır.


Yeraltındaki “Ölüler Ülkesinin” derinliklerinde yaşayan bu kötü huylu “Körmös”lerin dışında, yeryüzüne daha yakın yerlerde yaşayan ve orada insanlar gibi bir hayat süren başka “Körmös”ler de vardır. Bunlar, her ne kadar kızdırıldıkları zaman, akrabalarına ağır eziyetler yapabilen varlıklar olmalarına rağmen, yardım istendiğinde yaşayan akrabalarını koruyup, yardımcı da olurlar. Yaşayan insanlar, onlarla sadece rûyalarında değil, gündelik hayatlarında meselâ evde, ormanda veya dağda karşılaşabilirler. Bu ruhların dikenli ot ve çalılardan uzak durduklarına inanılıyor olması, onların fizikî bir bedenleri olduğuna da inanıldığını göstermektedir. Ölüler ülkesinin en değerli sakinlerinin ölen şamanlar olduklarına inanılır. Altaylılar, şamanların öldükten sonra akrabalarını terk etmediklerine inanırlar. Ölen bir şaman, kimi zaman uzun yıllar geçtiğinde bile, sonraki kuşaklardan birine görünebilir ve ona kendisinin akraba çevresinin koruyucusu olduğunu anlatıp, kendisi için kurban vermelerini ister. Ölen bir kişinin isteğini reddetmek, kötü sonuçlara yol açacağından, akrabalar hemen özel bir tören düzenlerler. Bu tören için ölen kişinin “čalũ” adı verilen bir resmi hazırlanır ve çadırın baş köşesine konur. Böylece ölen kimse, artık nesilden nesile evin ve ailenin koruyucusu olmuş olan “Körmös”lerin arasına katılmış olur. Ölen kişinin ruhunun yapılan resme gelmesini sağlamak için çağrılan şaman, resmin üzerine içki serper ve sihirli sözcükler söyler.


Anohin, bu konuda Altay halklarının anne ve baba tarafından atalarını yedinci kuşağa kadar bildiklerini aktarır. Bir ailenin oğlu evlenip, kendisine yeni bir yuva kurduğunda, hem kendisi hem de karısı baba evlerinden “Körmös” resimleri getirirler, erkek evinden gelen resimler çadırın erkek tarafına, kadın evinden gelen resimler ise kadın tarafına konulur. Altay geleneklerine göre erkek ve kız tarafının koruyucu ruhları birbirlerinden ayrı muhafaza edilirler. Aynı soy (sök) içinde birbirleri ile evlenmek yasaktır ve her soyun ayrı “Körmös”leri vardır. Ama genel olarak kız tarafının “Körmös”lerine daha az önem verilir, hâtta kimi zaman unutulup, gözardı edildiği olur. Dolayısıyla, bir ailenin “Körmös”lerinin sayısı sanıldığından fazla olmaz. Bu koruyucu ruhlar arasında büyükler ve küçükler vardır. Küçüklerin özel bir isimleri yoktur ve onlara kısaca “babanın babaları” veya “annenin babaları” adı verilir. Büyüklere ise “Ulu körmös” adı verilir ve bunlar sıklıkla destanlarda da geçer.


Ailenin başına hastalık veya benzeri bir kötülük geldiğinde, şaman gelerek bu uğursuzluğa hangi “Körmös”ün sebep olduğunu bulmaya çalışır ve bunu yaparken, ruhu teskin etmek için bir de kurban verir. Bu ilk kurban verilen ruhun yardım etmemesi durumunda, başka ruhlara da kurban vermek gerekebilir. Ölmüş akrabalara dua edilir ve onlardan çadırlarını korumaları ve yuvalarının etrafında dolaşan yabancı ruhları uzaklaştırmaları dilenir. Bunun dışında gündelik işler içinde bir seyahâte çıkarken, ava veya balığa giderken, hâtta ağaçtan yemiş toplarken bile ölmüş akrabaların ruhlarından yardım istenebilir. Şaman herhangi bir sebeple bir âyin düzenlenmesi gerektiğine karar verdiğinde, genelde “Körmös” resimlerinin üzerine içki serper.


Tomsk bölgesinde yaşayan hıristiyan Tatarlar, elleri ayakları olmayan, ama göz yerinde iki tane düğme olan küçük bebekler hazırlarlar ve bunları evlerinin kilerlerinde saklayıp, küçük hayvanların veya kuşların derilerini bu bebeklere sunu olarak yakın bir yere asarlar. Hastalık veya benzeri bir başka sıkıntı meydana geldiğinde, bu bebekler evin içine getirilir ve onlara yemeleri için süt çorbası veya kurban edilmiş bir koyunun kanı ikram edilir. Günümüze kadar muhtelif şekillerde ulaşmış olan bu yaygın ritüel ve inançlar, hiç şüphesiz Altay halklarının bir zamanlar bir “ata kültü” inancına sahip olduklarını göstermektedir.


Altay Tatarlarının “Körmös” adını verdikleri varlığın Yakutlardaki karşılığı “Abasy” ve “Yör” adını verdikleri ruhlardır. “Abasy”, çok eskiden ölen ruhların dönüştükleri ve genelde kötü olarak addedilen bir ruh olup, Yakut efsanelerinde sık sık adı geçer ve bazı hastalıklarda “Abasy’nin hastayı yediği” söylenir. “Yör” denildiğinde ise, etrafta dolanan huzursuz bir ruh kastedilir. Yakutlar, bazı kişilerin ruhlarının yaşamış oldukları yerlerden ayrılmayı istemediklerine ve hep yakınlarında dolaşarak akrabalarını huzursuz ettiklerine inanırlar. Bu ruhlar genellikle, ya yaşadıkları dönemde etraflarındaki akrabalarına çok bağlı olan ve onları çok seven kişilerin ruhları, ya yaptıkları iş beklenmedik ölümleriyle yarıda kalmış kişilerin veya doğal olmayan yollardan öldürülerek hayatını kaybetmiş kişilerin ruhlarıdır. Evlenmeden ölen kadınların huzursuz hâlleri de, bu tarz huzursuzluklara sebep olabilir. Dişleri olmayan insanların “Yör”e dönüşemeyeceğine dair taşıdıkları inanç, bu ruhların dişleri olan varlıklar olarak tasavvur edildiğini gösterir.


“Abasy” gibi “Yör”de korku veren bir varlıktır ve bir insanın içine girdiği takdirde, şiddetli ağrılara hâtta akıl hastalıklarına sebep olabileceğinden, o ruhu ordan çıkarmak için şaman çağrılması gerekir. Seroschevski; “Yör”lerin kimi zaman kuşlar gibi sürüler hâlinde dolaştıkları ve uçarken avaz avaz bağırarak gürültü yaptıklarını” Priklonskij ise, her ailenin kendine göre “Yör”leri olduğu ve ailenin bu “Yör”lerin kimlere ait “Yör”ler olduklarını bildiğini aktarır. Sadece insanlara değil, ailenin sahip olduğu hayvanlara da zarar verebilen bu “Yör”lerden kurtulmak için kurban vermek gerekir. Cenazeleri toprağa verilmemiş olan ölülerse, en tehlikeli olanlardır. Çünkü fırtına veya kasırgalara sebep olabilirler. Ölen kişinin ileride aileye musallat olup, huzursuzluk vereceği düşünüldüğünde veya bunu yapmaya başladığında Yakutlar, ölen kişinin bir resmini yapıp, geleneksel bir ayinle ruhu bu resmin içine hapsederler. Troschtschanskij’nin anlattığına göre bunun için öncelikle şaman, ölen kişinin kayın kabuğu üzerine bir resmini yapar ve ruhu bunun içine hapseder. Böylelikle zaman içerisinde aile evinde bir huzursuz akrabaların hapsedilmiş ruhlarından oluşan bir “Yör” galerisi oluşur ve bu resimlere zaman zaman yemek verilir. Troschtschanskij’nin anlattığı bu gelenek, muhtemelen kendi görmediği ama duymuş olduğu bir gelenektir, çünkü onun araştırma yaptığı dönemde artık hemen hemen hiçbir Yakut’un evinde bu tarz “ev Tanrısı” denilebilecek resimler bulundurulmuyordu, ama daha eski dönemlerdeki kaynaklarda bu gelenekten bahsedildiğini biliyoruz. Schtschukin’in 1844 yılında neşredilen “Yakutska Seyahât” adlı eserinde bu tarz bir âyini anlatır. Eserde belirtildiğine göre, bu âyin hakkındaki bilgiler yazarın bulduğu iki el yazmasına dayanmakta ve eserde şöyle ilginç bir bölüm yeralmaktadır: “Çadırlarında kehribar gözlü ve kayın derisiyle kaplânmış tahta heykelcikler vardı. Bu “Ev tanrıları”na saygıda asla kusur edilmiyor ve kurban edilen bir hayvanın etini yerken, bu heykelin yüzüne bir parça yağ sürüyorlardı” Ölen kişinin resme hapsedilmesi fikrinin kökeninde, hiç süphesiz resme hapsedilmiş bir ruhun serbestçe dolaşan bir ruha nazaran çok daha rahat edebileceği fikri hâkim olup, onu hoş tutup memnun etmenin karşılığında, ondan umulan bazı şeyler de vardır.

Pripuzov, her evin, her soyun ve her kabilenin kendine has bazı ruhları olduğunu anlatırken, bazı bölgelerde bilinen bazı ruhların isimlerini de bildirir. Ancak, burada özellikle dikkât çekici olan taraf, bunların çoğunlukla erkek veya kadın şamanlar olduklarıdır. Şamanların diğer insanlara nazaran daha imtiyazlı konumlarının öldükten sonra da devam etmesi anlaşılır bir şeydir.


Banzarov, Moğolların ölen kişinin ruhunun geride kalanlara iyilik veya kötülük getirebileceğine inanmaları durumunda, bu ruha “Ongon” adını verdikleri ve bu ruha büyük saygı duyduklarını aktarır. Hangi ruhun “Ongon” olabileceğini ise şaman tespit eder. Hem tek tek bölgelerde, hem çeşitli kabileler, hem de bütün Moğol boyları arasında ortak olan bu tarz birçok “Ongon” vardır. Öldükten sonra “Ongon” olanlar arasında genellikle beylerin ataları, bazı bölgelerin şamanları veya tanınmış büyük komutanlar olduğu gibi, bunun dışında her ailenin yakın akrabalarından oluşan kendi “Ongon”ları bulunur. Moğollar, bu “Ongon”ların figürlerini de yaparlar. 13.yy’da bu bölgeden geçen Ruysbroeck, Moğolların ölen kişilerin keçeden yaptıkları figürlerine, göz alıcı elbiseler giydirerek, bunları arabalarına koyduklarını anlatır. Anlattığına göre bu figürlere şamanlardan başkası el süremezmiş. Törenlerde veya her ayın birinci günü bu figürler çadırın içine getirilir, bütün ev ahâlisi toplanır ve ona ibadet ederler. Bu sırada hiçbir yabancının çadıra girmesine izin verilmezmiş. Muhtemelen daha üst tabakadan Moğolların hayatına dair bir kesit sunan bu bilginin ilginç yanı, bu figürlerin arabalarda saklanmasıdır ki, bu da Moğolların göçebe hayat tarzıyla ilgili yönüne işaret etmiş olup, benzeri şekilde Samoyedler de, Tanrı veya ruh figürlerini kızaklarında saklayıp, taşırlar. Ruysbroeck, eserinin bir başka yerinde, Moğolların bu “ruh resimlerini” evlerinde sakladıklarından bahseder. Anlattığına göre evin erkeğinin yatağının üzerinde keçeden yapılma bir bebek bulunur ve buna “evin erkeğinin, erkek kardeşi” adı verilir. Evin kadının yatağının üzerinde yine bir başka keçe bebek bulunur ve ona da “evin kadının, erkek kardeşi” adı verilir. Duvarda, her ikisi arasında ve biraz daha yüksekte ailenin koruyucu ruhunun resmi, evin kadınının ayakucunda bulunan bir başka “ruh resmi” ise, genelde evdeki köle kadınlar ve diğerlerini temsil eder. Bir şölen esnasında bir parça içecek, önce erkeğin yatağının üzerindeki resme, sonra sırayla diğerlerinin üzerine serpilir. En son bahsi geçen, kadının ayakucundaki resme ne isim verildiği ve neyi ifade ettiği konusunda Ruysbroeck bilgi vermemektedir.


Moğollar gibi, Buryatlar ve Kalmuk inançları arasında “Ongon”a rastlanır ve onlar da bununla ilgili bebek veya benzeri resimler kullanırlar. Georgi, Buryatların hazırladıkları Ongon figürlerinin keçe, tahta, koyun postu veya tenekeden olduklarını, bunları bazen giydirdiklerini, bazen de sadece boyadıklarını anlatır. Keçeden yapılan bebeklerin gözleri kuşgözü veya cam boncuklardan yapılır, koyun postundan yapılanlara ise “İmegilčin” adı verilir. Bunu yapmak için ayakları çıkartılmamış siyah bir koyun postunun kafa bölümüne bir insan kafasını sembolize eden bir tahta parçası konulup, bu tahtanın üzerine mercandan gözler yapılır. Bazan bu postun içi doldurulup, kenarları dikildiği de olur. Pallas, “İmegilčin”leri “Ongon” saymayıp, onları koyunları ve diğer hayvanları korumak için yapılmış, ayrı bir işleve sahip olduklarını ileri sürerken, ayrıca “İmegilčin”lerin erkek ve dişi olmak üzere iki çeşit oldukları bilgisini verir. Georgi’ye göre kumaş üzerine boyanarak yapılan “Ongon”lar çok yaygın olup, bunlar genelde dörtgen bir kumaş parçası üzerine kırmızı boya ile resmedilen bir veya en fazla üç tane insan resminden meydana gelir. Resmin gözleri, mercandan veya tahıl tanelerinden yapılır ve kafa bölümünde bir tutam kartal tüyü bulunur. 


Lamaların “Burk Han” için yaptıkları resimlere benzeyen bu tip kumaş veya deri üzerine yapılmış resimler, Buryat kültüründe günümüze kadar ulaşmıştır. “Ongon” lar sadece ölen kişileri değil, çeşitli hayvanları yahut gizemli yaratıkları, hâtta gök cisimlerini bile temsil edebilirler. Bazı “Ongon”lardan ancak belli hastalıklarda yardım istenir, buna örnek olarak Buryatların “Zuruktan Ongon” adını verdikleri “Ongon”u gösterebiliriz. Kırmızı renk boya ile çizilmiş olan bu “Ongon” da 27 tane şaman başlığı takmış, şaman resmedilmiştir. Buryatlar bunlardan dokuzunun kör, dokuzunun ellerinde, dokuzunun da ayaklarında bir sakatlık olduğunu anlatırlar ki, şamanlar dışında muhtelif hayvanların resmedilmiş olduğu bu “Ongon”dan sadece gözü, eli veya ayağında bir sakatlık olanlar yardım isteyebilirler.


Georgi’nin tarif ettiği bir tür ongon ise, 20-25 cm kadar yükseklikte tahtadan yapılma bir insan heykelciğidir. Bu ongon, kimi zaman şaman davulunun çemberini andıran bir çemberin içine, kimi zaman da bir kutunun içine yerleştirilir. Bu ongonların elleri, ayakları ve kafaları vardır ama bazıları giydirilmemiştir, diğerlerine ise Buryat kıyafetleri giydirilmiştir. Agapitov’da Baykal bölgesindeki çadırların hemen hepsinde aynı tip ongonlardan gördüğünü anlatır. Bunlar, kırmızı kumaştan yapılma insan biçimli figürler olup, kayın ağacından yapılma bir çemberin içine yerleştirilmişlerdir. Figürün boyun bölgesine kolye gibi kurşun plâkalar yerleştirilmiş, etrafına beyaz ve açık kırmızı kurdeleler takılmıştır. Figürün içine yerleştirildiği çemberin içinde bir tane dikine konmuş ahşap çubukla, bir de enine konmuş metal bir çubukla bu çubuğun üzerine konulmuş çıngıraklar yeralır.


Changalov’un Buryat şamanizmi üzerine yazdığı eserde resmedilen bir başka ongon ise, çemberin içindeki dikine ahşap çubuk insan şeklinde yontulmuş ve deriyle kaplânmış, gözleri beyaz boncuklardan yapılmıştır. Şaman davulunun içini andıran bu ongonlar,  Altay Tatarları arasında da görülürler ve ongon fikrinin şamanizm inancıyla yakından ilgili olduğunu gösterirler.


Bazı kabilelerde çok değişik türde ongonlar görülebilir. “Börtö” isimli ongon bunlara iyi bir örnek teşkil etmekle, Hangin boyunu temsil eden bu ongon, büyükçe bir insan kafası şeklinde, saçları, sakalları ve göz bebekleri kara kuzu derisinden yapılmıştır. 


Bu “Ongon”un bir zamanlar bir şamanın kafası olduğu ve oğulları Horedoi ve Horton’un Moğolistan’dan kaçarken yanlarında getirdikleri anlatılır. Changalov, bu kabiledeki hemen her ailenin evinde bu ongondan bulunduğunu aktarır. Burada adı geçen bütün ongonlar, şamanlar tarafından hazırlanıp, çadır kapısından girişte sol tarafta veya erkek bölümünde bulunur. Zira, çadırın sağ tarafı kadınlara ait olup, bu tarafta sadece kadınların koruyucu ruhları, yâni hamilelik ve doğumda yardımcı olan veya çocuklarla, ev hayvanlarını koruyan ruhların ongonları bulunur. Altay Tatarlarında da kişinin cinsiyete göre kullanım alanları belirlenmiş ve Ruysbroeck çadırların kapılarının Güneye baktığını, erkeklerin Batı, kadınların da Doğu tarafını kullandıklarını, ailenin reisi olan erkeğin yerinin, çadırın en arkasında, çadıra giren erkekler yaylarını kadınların tarafına asamadıklarını belirtirken, Georgi’de, kadınların erkek tarafında bulunan ongonlara yaklaşmaları ve çadırın o tarafına geçmeye hakları olmadığını anlatır.


Evde muhafaza edilen ongonların dışında, Buryatların dışarıda duran ongonları da vardır. “Dağ ongonları” adı verilen bu ongonlara daha çok Kudinsk, Vercholensk ve Olchonsk bölgelerinde rastlanır. Agapitov, evlenen bir Buryat çiftinin düğünlerinde şamanın onlar için özel bir ongon hazırladığını, bu ongonun kumaş üzerine çizilen insan görünümünde resimlerin, gözlerinin cam veya metal boncuktan, saçlarının samur kürkünden yapılıp, kafasına da birkaç baykuş tüyü takıldığını anlatır. Gördüğümüz bu tarz bazı Ongon resimlerinden anlaşıldığı kadarıyla, resimlerin bedenlerinin alt tarafında samur kürkü kullanılmakta, ongon üzerindeki her resmin göğüs hizasında, insan şeklinde küçük bir metal levhalar asılmakta ve üzerine çizilmiş olduğu kumaş parçasına beyaz ve sarı kurdeleler takılmaktadır. Bu ongonlar, ahşap kutulara veya deri çantalara konduktan sonra üst tarafı oyularak, bir kovuk açılıp, ağzı da bir tahta sürgü ile kapatılabilen kütüklerin içinde muhafaza edilen ve kabilenin kışlarını geçirdiği köyün dışında bir yere dikilirler. Bu direklerin üzerine, içindekileri korumak için küçük bir de çatı yapılır. Bu kutuların içindeki ongonların üzerindeki resimler, ailenin atasını veya bir şamanı ve oğullarını temsil etmekle, çeşitli kurban merasimlerinde kullanılır. Aile reisi öldüğünde, bu ongonla birlikte, ongonun muhafaza edildiği direk de yıkılır.


Her ne kadar Agapitov’un bahsettiği veya B. E. Petri’nin fotoğraflamış oldukları direkler, bozkırda görünmelerine rağmen, isimlerinden anlaşılacağı üzere bu “Ongon”lar genel olarak dağlarda bulunurlar. “Dağ ongonları”nın dışında, Buryatlarda “Dağın İhtiyarı/yaşlısı” inancı vardır. Changalov, her bölgenin, kabilenin veya köyün böyle bir “Dağ ihtiyarı”nın olduğunu ve bu “Dağ İhtiyarı”nın o yerin yahut kabilenin koruyucu ruhu (zajan) olduğuna inanıldığını aktarır. İnanışlarına göre bu “Dağ İhtiyarları”, o dağda veya ormanda defnedilmiş olan erkek veya dişi şamanların ruhları olup, güçleri de sadece o bölgeyle sınırlıdır. İçlerinden bazılarının tanındığı ve saygı gördüğü bölge çok geniş olabilir, ama tesir sahaları mahallî olduğundan, başka bölgelerde yaşayanlar, bu ruhlar için kurban veya sunuda bulunmazlar.


Buryatlar, iyi ruhların hayvan sürülerini koruyup gözettikleri inancıyla, yaşadıkları bölgelerdeki dağlara bazı küçük çadırlar yapıp bırakırlar. “Hayvanların ve hayvancılığın tanrıları”nın geceleri veya kötü havalarda bu çadırlarda barınıp, sürüyü gözeteceğine inanırlar. Benzeri biçimde Soyoteler de kötü havalarda ruhların içine girebilmeleri için, kutsal olarak nitelendirdikleri dağlarda “ãva” adını verdikleri çadır kurup bırakırlar.


Buryat inançlarında bir tapınma nesnesi hâlini almış olan bu ruhlar dışında, kurban vermeye gerek olmayan ama uğursuzluk getirebileceğine inanılan başka birçok tabiatüstü varlık bulunur. Bu yaratıklardan biri, geceleri dolaşan, tek gözlü ve gözü kedi gözü gibi parlayan “Anakhai” olup, başka hayvanların suretine girdiğinde bile, yine tek gözü vardır. İnsanlar onun çıkarttığı sesleri ve kendine has kokusunu duyarlarsa da, onu ancak şamanlar görebilirler. Bir Buryat tekerlemesinde; “Ocaktan uzaklaşanı kurt, köyden uzaklaşanı anakhai yer” sözleri, bu yaratığın kötü karakterini anlatır. Anakhainin çocuğu olmadan ölmüş bir kadının ruhu olduğu ve bu sebeple genellikle çocuklara musallat olduğu ve onlara eziyet ettiği anlatılır. Çocukları ondan korumak için, çocukların beşiğine Anakhainin korkacağı bir nesne bırakılır ki, bu nesneler genelde metal bir ayna, kırbaç veya çıngıraktır. Anakhainin özellikle silahlardan, metal nesnelerin birbirine çarpma sesinden, ateşten ve dumandan korktuğuna inanılır. Bir çocuğa Anakhai musallat olduğunda, çocuğun bir resmi çizilir ve bir beşiğin içine konarak, bozkıra bırakılır. Anakhainin bundan sonra çocuk yerine bu resme eziyet edeceğine inanılır. Bu yaratığı sadece şamanlar görüp yakalayabilirler ve anlatılana göre, şaman onu yakalayıp döverek cezalandırdığında dayanılmaz derecede ağır bir koku salar. Anakhai’ye benzeyen ve kötü kokan bir başka yaratık da “Uker”dir. Bu yaratık, aç ve üşümüş hâlde insanların kulübelerine girerek, karnını doyurup, ısınmaya çalışır. Küçük çocukları tuzağa düşürmeye çalışan bu yaratık, genç yaşta ölmüş bir kadının ruhudur. Musallat olduğu kişi tabii yollardan öldüğünde, “uker” de nihayet ölüler ülkesine gider.


Loğusa yatağında ölen genç kadınların veya genç kızların huzursuz ruhları olan “Dakhul” ve “Ada” da evlere musallat olarak, küçük çocuklara eziyet ederler. Çocukların boğazlarını sıktıkları ve çocukların boyunlarında mor parmak izlerinin kaldığı anlatılır. Bu ruhlardan “Ada” isimli olanı, genelde açtır ve evlerde yemek arar. Onun yemiş olduğu yemeklerden yiyenler, balgamlı bir öksürüğe tutulurlar. “Ada”nın insan görünümlü küçük bir yaratık olduğuna inanıldığından, evlerden uzak tutmak için baykuş derisi kullanılır. “Ada”nın bir başka özelliği de sarımsağı andıran bir koku yaymasıdır. Bazen gizemli bir ışık demeti içerisinde ortaya çıkar ki, bu tarz ışık yayan başka iki ruh da “Ablin” ve “Zya”dır.


İnsanların evlerinin civarında toplanıp, yaşayanların ruhlarını ele geçirmek için sık sık istenmeyen misafirler olarak ziyafet ve düğünlere gelen ruhlara Buryatlar “Bokholdoi” adını verirler. Bu ruhların özellikle ayın karanlığında veya yeni hilâlin yeni göründüğü gecelerde dolaştıklarına inanıldığından, böyle gecelerde şamanlar bu ruhları kovmak için gürültülü ayinler tertip ederler. Bu yersiz-yurtsuz ruhlar, kimi zaman toplanıp terk edilmiş boş bir kulübe veya çadıra girip, mavi bir ateş yakarak, geceyi orada ateşin başında geçirirler. Bu ruhlar, ateşin başında otururken veya dans ederken asla tam bir çember oluşturmayıp, daima bir açıklık bırakırlar. İnanışa göre, bu açıklıktan girip ruhların ateşinden çalabilen bir kişi zengin olur. Zaman zaman bozkırdaki otların arasında çember biçiminde izler görülür ki, bunların “ruh dansı”nın izleri olduğuna inanılır (İsveççede aynı anlamda elvdans kelimesi vardır). Ruhların bu toplantılarına reisleri olan tek gözlü bir ruh başkanlık eder ve reis, istediği ruhu insan ruhu avlamaya gönderir. Bir efsanede, bir insanın böyle bir ruh toplantısına gelip, reisi alnından vurduğu ve reisin nasıl kalça kemiğine dönüştüğü anlatılır. Söz konusu kalça kemiği, üç gün sonra tekrar ruha dönüşmüştür. Bu ruhların söyledikleri şarkıların insanlar tarafından duyulabildiğine inanılır.

Batarov, “kişinin üç tane ruhu” olduğuna inanan Buryatların kişi öldüğünde bu ruhların birinin yeraltı ülkesine, diğerinin “Bokholdoi” olarak bizim dünyamızda kaldığına, üçüncüsünün de tekrar insan olarak doğduğuna inandıklarını anlatır ki, ölen kişilerin ruhlarının daha sonraki nesillerdeki akrabalarında tekrar dünyaya gelebileceği inancına Tunguzlar ve Yakutlar arasında rastlanır.


Tunguz kabilelerine dair tetkiklerde, ölenlerin ruhlarının burada birçok ayin ve inanışın ana unsuru olduğunu görürüz. Bu konuda en önemli husus, aile içinde nesilden nesile miras gibi aktarılan akraba ruhlardır. Schirokogorov, bu akraba ruhlarının, babanın ölümünden sonra oğullarına ve kızlarına musallat olduğunu aktarır. Bu ruhlar, kızı evlendikten sonra da takip ederler ve yeni ailesine ve çocuklarına musallat olurlar. Musallat olan ruhun anne tarafından aktarılması nadirdir, kadın öldükten sonra ona musallat olan ruh, çocuklarına musallat olmaya devam etmez. Böyle bir ruhun musallat olduğu kişi, bu ruhun bir resmini yapar ve hayatının geri kalanın da ona saygı gösterir ve tapar. Evin erkeği, karısının akrabası olan ruh için de kurban verip, sunular hazırlar. Doğu Tunguzları, nesilden nesile aktarılan ruhlara ve onların resimlerine “šavoki”, bazı kabileler “Syven”, Goldeler ise “Seon” adını verirler. Bazı yerlerdeyse, kökeni ve kim olduğu belli olmayan böyle pek çok ruh vardır. Bu ruhların resimleri, kimileri tahtadan oyularak, kimileri metalden bükülüp veya kağıt veya kumaş üzerine çizilerek, çok çeşitli şekillerde yapılırlar. Trans-Baykal bölge Tunguzlar ve Goldeleri de üzerinde birden fazla unsurun; insanlar, hayvanlar, tabiatüstü varlıklar, hâtta gök cisimlerinin yeraldığı “toplu resimler” hazırlarlar. Bu tarz resimlerin atalar veya akrabaların ruhlarını temsil etmedikleri kesindir, zira bunların yapım tarzlarında açık bir Çin etkisi sezilmekle, bu resimlere bazı Tunguz kabileleri, Moğollar gibi “Burkhan” adını vermektedirler.

17.yy başlarında Tunguzlar arasında araştırmalar yapan Gmelin; “Kendilerinin ahşaptan oydukları yarım dirsek boyunda Tanrıları vardı” diyerek anlattığı bu resimlerin, günümüzde görülenlerin daha eski bir hâlini temsil etmektedirler. Gmelin, “Tunguzların ava veya balık tutmaya elverişli bir yer bulduklarında, bu putlara her akşam sabah bir şeyler vererek, avda başarı ve bereket dilediklerini” ve “av başladıktan sonra ilk yakaladıkları avı, yakaladıkları yerde “şeytana” sunduklarını” aktarır. Aynı bölgeye birkaç on yıl sonra gitmiş olan Georgi ise, bozkırda yaşayan Tunguzların bu Tanrı resimlerini çadırlarının girişinin sol tarafına astıklarını ve her çadırda bu resimlerden on, belki daha fazlasının olduğunu, Orman Tunguzlarının ise bu resimleri çadırın dışına, açıklık yerlerde bulundurduklarını anlatır. Georgi’nin özellikle dikkât çektiği husus, Orman Tunguzlarının bu resimleri muhafaza için bir nevi çadır hazırlayıp, “šonan” adı verilen bu çadırı, üç kazığın piramit oluşturacak şekilde toprağa çakıp, üzerlerine hayvan postundan bir örtü konulmasıyla yapıldığı ve genelde ailenin barındığı çadırın birkaç adım arkasına kurulu olduğudur. “Šavoki” adı verilen bu ahşap tanrı tasvirleri veya resimleri, şaman tarafından hazırlanıp kutsanır. Bu tasvirlerin, mercan yahut kurşundan gözleri olmasına karşılık, elsiz, ayakları oldukça kaba ve hantal, bazılarının kıyafetleri yokken, diğerlerine şaman kıyafetleri giydirilmiş, yükseklikleri bir buçuk ayak kadardır. Yine Georgi’nin aktardığına göre bazı bölgelerdeki Tunguzların, ayrıca taştan tanrıları da bulunmakta olup, bunlar genellikle dağlarda veya ormanlarda tesadüfen bulunmuş biçimsiz taşlardan ibaret, çoğunlukla biraz zorlama bir tahayyülle yontulmuş, bir insan siması şeklinde olduğudur.


Georgi’nin, özellikle bu koruyucu ruhların tasvirlerinin muhafazası hakkında anlattıkları oldukça ilgi çekicidir. Bozkır Tunguzları, Moğol ve Altay Tatarlarıyla benzeri bir âdeti benimserken, Orman Tunguzlarının çadır dışında bir açıklığı tercih etmeleri dikkât çekicidir. Bu konuyu Yenisey Tunguzlarına sorduğumda bana; bu resimlerin şaman çadırında muhafaza edilmediklerini, göç zamanı kayın kabuğundan çantalar içine konup, kutsal rengeyiğinin sırtına astıklarını anlattılar. Bu bölgede rastladığım “ruh resimleri/tasvirleri”nin hepsi ahşaptan olup, metal veya kâğıt veya kumaş üzerine resim yapma âdetine burada rastlanmaz.

Ailenin koruyucu ruhları genelde ailenin geçim kaynağı olan meslek ve zanaatların başarılı şekilde sürdürülmesine yardımcı olsa da, aslında çok yönlü faydaları vardır. Fakat, bazı durumlarda belli bir gayeye yönelik olarak, belli bir ruh resmi/tasviri kullanılır ki, meselâ bazı bölgelerde belli hastalıklar için dua edilen özel bir ruh vardır. Şamanların görevlerine yardımcı olan ve kendilerini sadece şamanlara gösteren ruhlar, bu özel ruhlar arasında en önemlilerdendirler. Tunguzların koruyucu ruhlarının önemli bir bölümü de ölmüş şamanlardır. Georgi, bu ruh resimleri/tasvirlerinin bazılarına şaman kıyafeti giydirilmiş olduğuna ve her kurban töreninde ölmüş şamanların ruhlarından yardım istendiğine dikkât çeker. Yaşanılan bölgeye has ruhların dışında, yabancı bazı ruhlara da dua edildiği olur ki, bu yabancı ruhlara Goldeler ve Doğu Tunguzları “Dona” adı verirler. İnanışa göre, “Dona” şamanın içine girecek olursa, şaman yabancı bir dilde konuşmaya başlar. Her ne kadar yabancı kökenli birçok “Syven” bulunsa da, her ailenin kendi koruyucu ruhu, ailenin geldiği bölgeden bir ruh olması, ölmüş atalara tapma kültüne işaret etmektedir. Goldelerin en çok bilinen “mahallî” koruyucu ruhu “Putsiku”dur ve vatanı Tungus(ka) nehridir.


Lopatin, Goldelerin çok korktukları ruhların resmini yapıp, ruhu bir ayinle bu resme yerleştirdiklerini aktarır. İnanışlarına göre, resmine hürmet gösterilen ve ağzına yağ sürmek suretiyle beslenen ruhlar, ehlileşip, artık tehlike yaratmazlar, hâtta insanlara yardımcı olmaya ikna edilebilirler. Ruhun resmin içine girmesi için, resme bir ip bağlanır, böylece ruh, ipi takip ederek resmin içine girer. Golde ve Doğu Tunguz efsanelerinde ruhların takip ettikleri “ruh patikaları” kavramı, bu ayindeki ip, “ruh patikası”nın yerini alır. Akrabalarının koruyucu ruhuna dönüşen ve bu sebeple kendi akrabaları tarafından hürmet ve bakım gören ruhların sayısı fazla olmayıp, onlardan çok daha fazlası böyle bir şerefe sahip olmadıkları için zayıf, aç, açgözlü ve kötü karakterlidirler. İnsanlara sık sık kötü sürprizler yapan bu huzursuz ruhların çoğunluğu, insanlar arasında dolaşabilmek için ölüler ülkesine gitmeyip, bu dünyada kalmış ruhlardır ve onları yatıştırmak ve memnun etmek için kurbanlar verilir. Öldükten sonra gömülmeyen insanların ruhları da bu son gruba dahildir, bunlara Goldeler ve Doğu Tunguzları “Arenki” adını verirler. Bu ruhlar genelde dağlarda, ormanlarda, nehir ve göllerde ve aniden gelen ecelle nerede karşılaşmışlarsa oralarda dolaşır, ormanlarda sahte ışıklar olarak ortaya çıkar, bağırıp haykırarak veya ıslık çalarak insanları korkuturlar. Ormanın gizemli sesleri onların insanları korkutmak veya tuzağa düşürmek için çıkardıkları seslerdir. Bulundukları yere göre insanları suyun içine veya uçurumlara çekebilir veya ormanın derinliklerinde kaybolmalarına sebep oldukları gibi, bazen de geçenlere küçük taşlar veya ağaç dalları atarlar ve sık sık insanların rüyalarına girerler.


“Buseu” adını verdikleri varlıklar, Goldelerin en çok korktukları ruhlar arasındadır. Ölü doğan, intihar eden veya tabiî olmayan yollardan ölen kişilerin ruhlarının “Buseu”ya dönüştüklerine inanılır. “Buseu”lar bütün mutlu insanları kıskanırlar ve onlara kötülük yapmaya çalışırlar. Bir “Buseu” tehlike yaratmaya başlarsa, şaman bir ayin tertipleyerek, kuru otlardan “Buseu”nun bir resmini hazırlayıp, resmi kulübeden dışarı fırlatırken, bu esnada ayine katılanlar hep bir ağızdan “dışarı” diye bağırırlar. Bu ayinle kötü ruhun kovulmuş olduğuna inanılır. Efsanelerde “Buseu” korkunç görünümü, kocaman dişleri ve devasa bedeniyle, insan yiyici olarak tarif edilirken, istendiği zaman vahşi hayvanların veya kuşların suretine bürünebilen bu yaratık, kulübelerde saklanır ve gece insanlar uyuduğunda onlara azap çektirmeye başlar, hâtta onların bedeninin içine bile girebilir. Hem çocukların, hem de büyüklerin korktukları bir başka yaratıksa, demir tüylü “Gaza” kuşudur. Bu kuşun hem pençeleri, hem de gagası demirdendir.


“Sekka” adlı yaratıksa, kardeş evliliğinden doğma birinin ruhu olup, sadece şamanlar tarafından görülebilen küçük bir piç görünümündedir. Kadınlara musallat olan bu yaratık, onların göğüsleri ve rahimlerini kemirir. Bu ruhu kovabilmek için şaman onu bir resmini yaparak, ruhu içine hapseder ve sonra da bu resmi balık derisinden yapılma bir torbaya koyar.


Doğu Tunguzların “Bon” adını verdikleri yaratığın ise, insana benzer bir bedeni vardır ve damarlarında koyu kırmızı renkte kan akar. İnsanların uyurken kabûs görmelerine sebep olarak onlara eziyet eder. Tunguzlar “Bon”ların, cesedi gömülmemiş bir ölünün ruhunun başka bir ölü bedene girerek onu canlandırmasıyla ortaya çıktıklarına inanırlar. Anlatılana göre, doğum yapmadan ölmüş bir hamile kadının bedenine giren bir “Bon” mezarda doğum bile yapabilir. “Bon” efsanelerde çok sık geçen bir varlıktır.


Bahsi geçen bu yaratıklar için genelde kurban kesilmez, çoğunlukla, bağırarak, davul çalarak, metal eşyaları birbirine vurarak veya ok atıp, ateş ederek bu ruhların kovulabileceğine inanılır. 



Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.

Çeviren: Erol Cihangir

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak