Türkler dört bin yılı bulan mazileri boyunca Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarına yayılmış büyük bir millettir. Bununla birlikte dünya tarihinin en eski ve devamlı kavimlerinden biridir.
Türkler Orta Asya’daki ana yurtlarından başlayarak sürekli göç hareketleri yapmışlardır. Bu da, nüfusça kalabalık olduklarını gösterir. Nüfuslarının çokluğu ve gayet hareketli bir hayat sürmeleri, Türklerin dünya tarihinde çok önemli roller oynamalarını mümkün kılmıştır.
Türk tarihi diğer toplulukların tarihinden farklıklar gösterir:
1- Bütün diğer milletlerin fertleri toplu olarak bir arada bulunurlar. Bu bakımdan tarihin herhangi bir devresindeki durumlarını incelemek daha kolaydır.
Türk kitleleri ise dağınık şekilde yaşamışlardır. Bu da birbirlerinden farklı gelişme yolları takip etmeleri sonucunu vermiştir. Böyle bir gelişme, Türk tarihinin belirli bir zaman kesiminde bütün olarak değerlendirilmesini zorlaştırmaktadır.
2- Diğer milletlerin yayılmaları ise, ısının belli ve değişmeyen bölgeler içinde olmuştur. Buna karşılık, çeşitli Türk kitleleri yüzyıllar boyunca yeni yurtlar, yeni iklimler arayarak, tarihlerini çeşitli bölgelerde yapmışlardır.
Bu bakımdan tarihin herhangi bir döneminde, farklı coğrafi bölgelerde, farklı Türk topluluklarını, idarelerini ve devletlerini görmemiz mümkündür. Bunun için Türk tarihi, tek bir topluluğun belirli bir bölgedeki tarihi değildir.
Türk Tarihi çeşitli Türk topluluklarının ayrı bölgelerde ortaya koydukları tarihlerin bütünüdür.
Bu topluluklar bazen Türk adı ile anılmış bazen de başka bir özel ad taşımışlardır. Çok kere de ayrı hükümdar ailelerinin idaresinde görünmüşlerdir. Bu coğrafi genişliğe ve dağınıklığa rağmen bu toplulukların ortak bir milli kültürün sahibi bulunmaları, yani dil, töre ve gelenek birliği göstermeleri çok önemlidir. Bir milleti meydana getiren başlıca unsurlar da bunlardır. Bu coğrafi ve siyasi bölünmelerin sonucu olarak bir kısım Türkler “Bozkır hayatı” yaşarken diğer bir kısmı yerleşik hayata geçmiştir. Türk topluluklarından biri bir bölgede siyasi üstünlüğünü kaybederken, diğer biri aynı anda iktidarın zirvesine ulaşabilmiştir.
Bütün bu değişme ve yayılmalar sırasında Türk tarihi eski, yeni birçok milletlerin tarihi ile bir arada, hatta iç içe gelişmiştir.
Bu durum büyük Türk tarihinin ilmi yollardan araştırılmasını son derece güçleştirmektedir. Fakat bir bakıma da Türk milletinin dünya tarihinde derin iz bırakan kudretine ve faaliyetine işaret sayılmaktadır.
Türk Adı
Türk dili ve tarihi üzerinde inceleme yapan ilim adamları “Türk” adının nereden geldiğini uzun zaman araştırmışlardır. Herodot’tan ve Tevrat’tan başlayarak Hint, Çin kayıtlarında, eski İran rivayetlerinde eski Ön Asya çivi yazılı metinlerde geçen benzer kelimelerin “Türk” adını belirttiği sanılmıştır. Fakat bu yöndeki faraziyelerin doğru olmadığı arkeolojik araştırmalar ve kültür tarihi incelemeleri sonucunda ortaya çıkmıştır.
“Türk” adı tek heceli bir kelimedir. Bu duruma M.S. VI.-VIII. yüzyıllar arasında yani Gök-Türk çağında geçtiği anlaşılmıştır. Orhun kitabelerinde daha çok “Türük” bazen de “Türk” şeklinde yazıldığı görülmüştür.
Bu durumda “Türk” kelimesinin eskiden “Törük” şeklinde söylendiği, zamanla “Türük” ve nihayet “Türk” şeklini almış olduğu anlaşılmaktadır.
Türk Adının Manası
Türk adının manası üzerinde de çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Önceleri miğfer, terk edilmiş, olgunluk çağı, deniz kenarında duran adam manaları verilmiştir. XX. yüzyılda Ziya Gökalp “kanun ve nizam sahibi anlamına gelen “töreli” kelimesinden geldiğini yazmıştır.
Türk kelimesinin asıl manası eski bir Türkçe vesikadan anlaşılmıştır. “Türk” sözü cins isim olarak “güç-kuvvet’' sıfat hali ile güçlü-kuvvetli" manasına gelmektedir.
Türk Adının İlk Kullanılışı
''Türk'’ kelimesine ilk önce V. yüzyıla ait (M.S. 420) Pers metinlerinde rastlanmıştır. Burada "Turanlı'' manasındadır. VI. yüzyıla ait (M.S. 515) bir Bizans kaydında "Türk-Hun " (kudretli Hun) şeklinde kullanılmıştır.
"'Türk” kelimesini Türk devletinin resmi adı olarak ilk kullanan teşekkül Gök-Türk imparatorluğudur. Daha sonra ilk imparatorluğa bağlı, kendi özel adları ile anılan diğer Türklerin ortak adı olmuştur. Zamanla Türk soyuna mensup bütün toplulukları ifade eden “milli ad” haline gelmiştir.
“Türk'' adı, millet ve devlet adı olarak, VI. yüzyılda Çin yıllıklarında, Bizans kaynaklarında, Arapça bir divanda geçmektedir.
Türkiye
Coğrafi ad olarak “Türkiye” deyimine ilk defa Bizans kaynaklarında rastlanmaktadır. VI. yüzyılda Bizanslılar Orta Asya’ya Türkiye diyorlardı. Türk topluluklarının yayılışı ile “Türkiye” kelimesinin belirttiği coğrafi bölgelerin sınırlarında da değişiklikler olmuştur. IX.-X. yüzyıllarda İtil (Volga) ırmağından Orta Avrupa’ya kadar olan sahaya bu ad verilmiştir. '‘Doğu Türkiye” denilen bölgede Hazarlar, “Batı Türkiye” denilen bölgede de Maearlar yaşamaktaydı. XIIL yüzyılda Mısır’da “Türk devleti” kurulduğu zaman Mısır ve Suriye de “Türkiye” olarak adlandırılmıştır.
Türkler, yeryüzündeki dört büyük beyaz ırk grubundan “Europid” adı verilen grubun “Turanid” tipindedir. Kafa yapılan “brakisefal”. Buna karşılık Moğollar, ''dolikosefal" yapıya sahiptir ve sarıdır. Tevrat’ta nakledilen efsanelerde de Türk soyu beyaz ırktan gösterilmiştir.
Türkler beyaz tenli, düz burunlu değirmi yüzlü, endamlı ve sağlam yapılıdır. Hafif dalgalı saçları vardır. Erkeklerin sakalı orta gürlüktedir. Orta çağ kaynaklarında Türkler güzelliğe örnek olarak gösterilmektedir. Hatta İran edebiyatında “Türk” sözü bazen “güzel insan” manasında kullanılmıştır.
Türklerin Anayurdu
Bu konuda ilim adamları değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Daha ziyade
90. boylamın doğusundan Ural dağlarına ve Balkaş gölünün güneyine kadar uzanan değişik bölgeler tarif edilmiştir.
Diller üzerinde yapılan son incelemelere göre M.Ö. iki bin ortalarında Türkler, Ural-Altay dağları arasındaki (Hazar denizinin kuzey doğusundaki bozkırlar) bölgede yaşamışlardır.
M.Ö. iki binden daha eski çağlarda ise Türklerin Anayurdu Altay-Sayan dağlarının kuzey-batı bölgesiydi. Burada, taş devrinin ilk çağlarından beri “brakisefal savaşçı beyaz ırk” yani Türklerin ilk ataları yaşamaktaydı.
Türklerin Göçleri
Türklerin göçebe bir kavim olduğu düşüncesi ilim dünyasında yaygındır.
Türk ilim adamları arasında da bu fikre katılmayan azdır.
Alman asıllı Rus türkolog W. Radloffun Moğol ve Rusların idaresinde kalmış, kültür kaybına uğramış Türk toplulukları arasında yaptığı incelemelere dayanarak Genel Türk Tarihi hakkında ileri sürdüğü fikirler bugüne kadar batılı araştırmacıları çok etkilemiştir.
Radloffa göre, Türk milletinin sosyal ve devlet yapısı şöyle idi: “Geniş aile - ortak mülkiyet-seçimsiz iş başına gelen bey-zorba iktidar-imtiyazlı sınıf idaresi - hukuki ilkelerden yoksun yönetim.”
Türk milli kültürünün özelliklerini iyi bilenler bu fikirlerin temelsiz olduğunu görebilmektedirler.
Göçebelik konusunda ilk fikir yürütenlerden biri olan eski Yunan filozofu Eflatun göçebelerin ilkel topluluklar olduğunu medeniyete ancak tarımla geçildiğini söylemektedir.
Herhangi bir hayat tarzının doğuşuna yaşanan bölgenin şartları yön vermektedir. Nehir vadilerinde tarıma elverişli yerlerde oturanların ziraî hayata kolayca uyum sağladıkları görülürken, geniş otlakları bulunan bölge insanlarının da hayvancılık yaptığı görülmektedir.
Meşhur İslâm tarihçisi ve filozof İbn Haldun da benzer düşüncelere sahiptir. Ona göre de insanlar göçebe ve şehirli olarak iki cemiyet tipinde yaşarlar. Çöllerle bozkırların birbirine benzediğini sanarak bozkırda yaşayan Türk topluluklarının da medenî olamayacağını söylemektedir.
Bu düşüncelerin 20. asır düşünürü İngiliz tarihçi A. Toynbee’yi dahi etkilediği görülmektedir. Ona göre de; “Çöl bedevileri ile bozkır topluluklarının yaşantıları birbirine benzer. Göçebelerin tarihleri yoktur, tesadüfi yaşarlar. Kanun, düzen yoktur.”
Ziya Gökalp de göçebelik-medeniyet konusunda konuşurken; “Medeniyet (şehirli olmak) sadece yerleşik olmak değildir. Dağınık kabilelerin düzgün bir devlet teşkilatı kurmalarıdır” demektedir.
Merhum Hocam Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu’na göre ise “Türk milleti tarihsiz değil, aksine parlak uzun mazisi ile tarihi zenginliği ortada olan bir kitledir. Ve kanunsuz değil kültürün ayrılmaz bir parçası olan teşkilatçılığı sayesinde birçok devlet kurarak yürürlükte tuttuğu hukuki mevzuatla seçkinleşen bir millettir; buna göre de, Türklerin tamamen zıt mânâ ve mahiyette olan nomad (göçebe) cemiyet sayılması mümkün değildir.”
Türklerin Yayılması
Türk toplulukları için karakteristik olan büyük göç hareketleri, eski ve orta çağ dünya tarihinde önemli bir yer tutar.
Türklerin anayurdunun, eski çağlarda Altay-Sayan dağlarının kuzey batısı olduğu görülmüştür. Türklerin ilk ataları “savaşçı” kitleler olarak M.Ö. 1700’den itibaren, etrafa hakim olmağa başlamışlardı. Bu yayılma iki yüzyıl sonunda Altayları ve Tanrı dağlarını içine almış bulunuyordu. Aynı soydan gelen topluluklar Kazakistan üzerinden Maveraünnehir’e gelerek burada Akdeniz ırkları ile temas kurarken batıya doğru açılan guruplar da Fin-Ugor kavimleriyle bağlantı sağlamışlardı.
M.Ö. iki bin ortalarında Türkler doğuda Baykal gölü, batıda Sibirya üzerinden Yayık (Ural) ırmağına kadar uzanan bölgede; güneyde Tanrı dağları, güney-batıda Kazakistan ve Güney Harezm’le sınırlı geniş sahada yaşıyorlardı.
Türklerden kalabalık kitleler (yaklaşık M.Ö. 700 yıllarından itibaren) Çin’in kuzey batısındaki Kansu ve Ordos bozkırlarına doğru yayılıyordu. Çin kayıtlarında “Hsiung-nu’' adı ile gösterilen topluluğun çekirdeği bu Türk kitlesidir.
M.Ö. 1300-1000 yılları arasında bir kısım Türklerin Türkistan sahasında bulundukları anlaşılmaktadır. Kuzey-batı Çin’de görülen boyalı seramiklerin daha ziyade Ön-Asya kaynaklı oluşu, bu iki ayrı bölge arasındaki bağlantıyı Türklerin sağladığını göstermektedir.
M.Ö. 700’e kadar Altaylara yerleşen Türkler, asıl anayurtlarını artık tamamen boşaltmışlardı. Üç ayrı göçle, Ordos’a, Volga’ya ve Kuzey Batı Asya’ya yayılmıştı.
Türklerin Yakut kolunun bu devirde Sibirya’ya göç ettikleri sanılmaktadır. Bir müddet onlarla birlikte yaşayan Çuvaşlar ise batıya yönelerek Ural dağlarının güneyine gelmişlerdir.
M.Ö. IV.-IIL yüzyıllarda iki büyük Türk kitlesinden biri İrtiş nehrinden batıda Hazar çevresine kadar olan bölgede yaşıyordu (Batı Türkleri). İkinci kitle ise İç-Asya’nın çeşitli yerlerinde ve Kuzey batı Çin’deydiler (Doğu Türkleri).
Hindistan’ın İndus-Pencab havalisine doğru ilk Türk hareketinin de M.Ö. birinci binin başlarında olduğu tahmin edilmektedir.
Milattan Sonra Türk Göçleri
Milattan sonraki yüzyıllarda meydana gelen Türk göçleri hakkında kesin sayılabilecek tarihi bilgiler vardır. Bu göçler sırası ile şöyle olmuştur.
I. yüzyıl sonları ile II. yüzyıl ortalarında Hunlar Orhun bölgesinden Güney Kazakistan bozkırlarına ve Türkistan’a;
350 yıllarında Ak-Hunlar Afganistan ve Kuzey Hindistan’a;
375’i takip eden yıllarda yine Hunlar Avrupa’ya;
461-465 arasında Ogurlar, Güneybatı Sibirya’dan Güney Rusya’ya;
V. yüzyılın ikinci yarısında Sabarlar, Aral’ın kuzeyinden Kafkaslara;
VI. yüzyılın ortasında Avarlar, Orta Asya’dan Orta Avrupa’ya;
669’u takip eden yıllarda Bulgarlar, Karadeniz’in kuzeyinden Balkanlara ve Volga nehri kıyılarına;
830’dan sonra Macarlarla birlikte bazı Türk boyları Kafkasların kuzeyinden Orta Avrupa’ya;
840’ı takip eden yıllarda Uygurlar, Orhun bölgesinden İç Asya’ya;
IX.-XI. yüzyıllar arasında Peçenek, Kuman (Kıpçak) ve Oğuzların bir kolu olan Uzlar, Doğu Avrupa’ya ve Balkanlara;
X. yüzyılda Oğuzlar, Orhun bölgesinden Seyhun nehri kıyılarına;
XI. yüzyılda aynı Oğuz kitlesi Maveraünnehr üzerinden İran’a ve Anadolu’ya göç etmişlerdir.
Göçlerin Yapılışı
Türklerin binlerce yıl boyunca hareket halinde bulunmaları, anayurtlarından çıkarak dünyanın çeşitli bölgelerine yayılmaları büyük bir tarihi oluşumdur. Özellikle Hun ve Oğuz göçleri hem uzun mesafeler aşılarak yapılmış, hem de çok önemli tarihi sonuçlar vermiştir.
Türk göçlerinin karakteri başlıca iki noktada özetlenebilir.
1- Göçlerin birinci karakteri, vatan kurma maksadını güden büyük çapta “fütuhat”tır. Bu göçler belirli gayelerden yoksun ve sonu bilinmez birer macera hareketi değildir. Bütün göçler Türk hükümdar aileleri tarafından büyük bir disiplin içinde idare edilmiştir. Onları başarılı şekilde hedeflerine ulaştıran başlıca sebep de budur.
Eski Türk hükümranlık anlayışına göre hanedan üyeleri kutsal sayılmaktaydı. Onlara karşı derin bir saygı ve bağlılık duyulmaktaydı. Hanedan üyelerinin başta bulunması geniş Türk kitlelerinin uzun yıllara ve çetin şartlara rağmen, birbirlerini korumalarını sağlamıştır.
2- Türk yayılmalarının diğer bir şekli de “sızma” yoluyla olanıdır. Bu şekil, kalabalık bazı boy parçalarının, ailelerinin veya sağlam yapılı gençlerin yabancı devletlerde hizmet almaları ile meydana gelmiştir. Türkler böylece yeni katıldıkları topluluklar içinde de çok kere üstün başarılar gösterecek askeri kuvvetlere veya siyasi hayata hakim olmuşlardır. Hatta Mısır’da ve Hindistan’da olduğu gibi, bazen devlet dahi kurmuşlardır.
Türklerin, fütuhat veya sızma, hangi şekilde olursa olsun, etrafa yayılmaları her zaman kolay olmuyordu. Bazen şiddetli çatışmalara yol açıyordu. Bu durum ağır darbelere maruz kalan yabancılar tarafından Türklerin sevimsiz karşılanmasına sebep oluyordu. Bozkırlarda yetişmiş olan Türkler, coğrafi şartlar gereği, haşin, sert, iradeli ve mücadeleci bir ruh yapısına sahip olmakla beraber haksever, iyi ve adil insanlardı. Büyük yayılışları sırasındaki bu çetin mücadeleler, Türkler hakkındaki uydurma ithamların gerçek sebebi olmalıdır.
Türk Göçlerinin Sebepleri
En ilkel kavimler dahi, sadece keyif için ve kendiliğinden yer değiştirmezler. Oturulan topraktan ebediyen ayrılmak insanlar için çok zordur. Bu bakımdan göçler, bir takım zaruretler yüzünden meydana gelmiştir.
Dünyanın üç büyük kıtasında görülen geniş Türk yayılmaları da ciddi sebeplere dayanmaktaydı.
1- Tarihi kayıtlara göre, Türk göçlerinin ilk sebebi Anayurt topraklarının geçim bakımından yetersiz kalmasıdır. Büyük ölçüde kuraklık, nüfus artışı ve otlak darlığı iktisadi sıkıntılar yaratmıştır.
Bozkırlarda tabiat verimsizdi. Tarım yapma imkanı kısıtlıydı. Türkler geçimini daha çok hayvan yetiştirerek sağlıyorlardı. Çeşitli gıda maddeleri, giyim eşyası ve başka ihtiyaçların karşılanması için iklimi, tabiatı elverişli zengin topraklar gerekiyordu. Bunlar da, o çağlarda nüfusu çok az olan komşu ülkelerde bulunmaktaydı.
Türkler bu bakımdan yalnız başka memleketlere değil, iktisadi ve ticari yönden daha fazla imkanlara sahip diğer Türk topluluklarının topraklarına da yöneliyorlardı. Böylece Türklerden bir kitle başka bir Türk topluluğunu yerinden çıkararak göçe mecbur ediyordu. XI. yüzyıl göçleri bu şekilde olmuştur.
2- Bazen Türklerin ağır dış baskıları da oluyordu. Türkler yabancı bir devletin idaresine girip, bağımsızlıklarını kaybetmektense, yurtlarını terk etmeyi tercih ediyorlardı. Yerleşik kavimler için bu çok zordu. Fakat bozkırlı için bu mümkündü. V. ve XL yüzyıllardaki Moğol hücumları sonunda yapılan göçler de bu şekilde olmuştur.
3- Türklerin birbiri arkasına farklı yönlerde yayılmalarını sağlayan sebeplerden biri de Türk maneviyatının sağlamlığıdır. Bilinmeyen ufuklara doğru akmak, her an karşılaşılacak tehlikeleri göğüslemeğe hazır bulunmak ve aralıksız bir ölüm kalım mücadelesi içinde yaşamak, her millet için tabii sayılacak bir davranış değildir. Bu ruhi zindelik Türklerde açık şekilde görülmektedir. Onların tarih boyunca, hareketli bir topluluk halinde yaşamalarını sağlayan bu zindelik, başarılarla birlikte daha da artmıştır. Her askeri zafer yeni bir siyasi hedefe yol açmıştır.
İSLAM ÖNCESİ TÜRK TARİHİ VE KÜLTÜRÜ
Gülçin ÇANDARLIOĞLU
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder