İSLAMİYET'İN DOĞUŞU
İslamiyet'in doğuşu ve kısa zamanda, başta Ortadoğu olmak üzere üç kıtada yayılması, sadece Ön Asya tarihinin değil, dünya tarihinin de en önemli kilometre taşlarındandır. Bu son ilahi dinin Hz. Peygamber eliyle yayılmaya başlaması, yepyeni bir tebliğle putperestliğin tüm izlerini silmesi, çok kısa bir süre içerisinde başta Ortadoğu olmak üzere birçok bölgedeki güçlerle hesaplaşmaya girmesi ve bu güçleri kendine ram etmesi harikulade gelişmelerdir. Çok değil on beş yıl gibi kısa bir süre içerisinde Filistin, Suriye, Irak, İran, Kirman, Horasan, Afganistan, Kuzey Hindistan, Mısır ve Libya gibi coğrafi bölgeler bu yeni mesajın etkisine girecek, buralarda yaşayan milletler adeta yeniden doğarak tarihin gidişatını sonsuza kadar değiştirecektir. Muhtelif medeniyetlerin etkisi altında kalmış olan bu bölgeler, zamanla hayatın her alanında tevhidi dünya görüşünün bariz etkilerini taşıyan tek bir medeniyet havzasına dönüşecektir.
Günümüze kadar uzanan İslam toplumlarının macerası, gayet tabiidir ki, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in yeryüzünü şereflendirmesiyle başlar. Bu sebeple:
"Hz. Peygamber kimdir? Getirdiği mesaj neleri ihtiva etmektedir? Bu din, toplumlar tarafından nasıl anlaşılmıştır? Bu dinin şekillendirdiği milletlerin oluşturduğu sosyo-kültürel kurumlar nelerdir?" gibi sorular cevaplandırılmadan İslam toplumlarının ne dünü ne de bugünü anlaşılabilir. Oysa bugünkü tarihçilerin önemli bir kısmı dine ve mukaddesata karşı önyargılarla dolu, şüpheci ve kayıtsız bir bakış açısına sahiptirler.
XVIII. yüzyılda modern bilimlerin temelleri atılırken ideolojik saplantı sonucunda din ve bilim karşı karşıya getirilmiş, dinle ve dince mukaddes sayılan değerlerle mücadele etmek körü körüne takip edilen bir gelenek haline getirilmiştir. Fen bilimlerinde başlayan bu süreç zamanla sosyal bilimlerin analiz ve değerlendirilmelerine de uyarlanmıştır. İdeolojik bir saplantı olarak devam eden bu anlayış, aydın kesimlerde kendi medeniyetlerini doğru anlamalarını önleyen bir alan körlüğü oluşturmuştur. Bu anlayışın sonucu olarak sosyal olayların oluşum ve gelişiminde dinlerin rolü ya yok sayılmaya ya da ihmal edilebilir bir düzeye indirilmeye kalkışılmıştır. Birçok yazar ve sanatçının dine karşı lakayt tutumu, kültürlerin en önemli fenomeni olarak kabul edilen «Dinin Medeniyetlerin Oluşumundaki Pay ve Etkisi»ni doğru bir biçimde anlamayı güçleştirdiği gibi, sosyal olayların dilini çözmemizi de önemli ölçüde zorlaştırmıştır. Oysa dünyayı açıklama biçimi olan kültürün temel belirleyicisi ya da en önemli bir parçası olduğu hemen bütün sosyal bilimciler tarafından kabul edilmektedir.
Yine birçok sosyoloğa göre din, açık fonksiyonu yanında aile, eğitim, ekonomi ve siyaset kurumlarına da kaynaklık eden, diğer içtimai (toplumsal) kurumların kendisinden doğduğu temel kurumdur.
DOĞUŞ YILLARINDA DÜNYADA ve ARAP YARIMADASI'NDA GENEL DURUM
İslam güneşinin ışıklarının yeşertici etkisinin Ortadoğuda görülmeye başladığı yıllarda Batı ve Ön Asya'da gücünün zirvesinde bir devlet olan Bizans, doğuda ise bu devletle mücadele halindeki Sasaniler VII. yüzyıl başlarındaki en büyük iki siyasi güç durumundaydı. İslam Peygamberi'nin bünyesinden çıktığı Arap Yarımadası'nda ise Cahiliye Devri diye adlandırılan putperest bir hayat tarzı hüküm sürmekteydi.
Hz. İbrahim'in oğlu İsmail'le birlikte inşa ettiği Kabe; kuruluş amacından çoktan uzaklaşmış, içine yerleştirilen yüzlerce putla putperestliğin merkezi haline getirilmişti. Buna rağmen bu tarihi mabed, üç milyon kilometrekareyi bulan yarımadanın en önemli dini merkezi olma özelliğini elinde tutmaya devam ediyordu.
Araplar arasında koyu bir kabilecilik taassubu sürüyor, bitmez-tükenmez çekişme ve kabile savaşları birlik ve huzura imkan vermiyordu. Kadınlar insan yerine konmuyor, kız çocukları insanlık dışı bir muameleyle hor ve hakir görülüyor, hatta diri diri gömülüyorlardı. Toplumun ileri gelenleri köleleştirdikleri zavallı insanlar üzerinde her türlü insanlık dışı muameleyi mubah görüyorlar, katlayarak tahsil ettikleri faizle daha da zenginleşerek müreffeh, şımarık ve azgın bir hayat yaşıyorlardı. Mekke-Şam arasında kervanlarla ticaret yapılıyor, sık sık düzenlenen şiir yarışmalarında birinci gelen eserler Kabe'nin duvarına asılıyordu. Büyük ilgi gören bu şiirlere «Muallaka» deniyordu. Cahiliye döneminin en meşhur şairi İmriü'l-Kays idi. Onun günümüze kadar ulaşan eseri ise Kabe'ye asılan «Yedi Muallaka»dan biridir.
Her şeye rağmen Hz. İbrahim'in yolundan giden ve putlara tapmayan az sayıdaki «Hanif» de toplumdaki varlığını sürdürüyordu. Ayrıca Necran bölgesinde bir miktar hıristiyan da hak dinin son elçisinin gelişini gözlemekteydi.
571 yılının Nisan ayında Allah'ın son elçisi, semavi dinleri tashih ve takviye ile vazifeli Hz. Muhammed (s.a.v.) Mekke'de dünyaya gelerek yeryüzünü şereflendirdi. Babası Kureyş kabilesinin Haşimoğulları boyundan Abdülmuttalib'in oğlu Abdullah, annesi ise aynı kabilenin Zühreoğulları boyundan Vehb'in kızı Amine'dir. Hz. Peygamber, babadan yetim olarak doğmuş, daha sonra da annesini kaybederek öksüz kalınca önce dedesi Abdülmuttalib'in, onun ölümünün ardından da on iki yaşından itibaren amcası Ebô Talib'in himayesi altına girmiştir. Bu dönemde Haşimoğulları'nın reisi ve kendisini peygamberlikten sonra da destekleyecek olan amcasının ticaret kervanlarıyla Şam'a kadar gittiği bilinmektedir. Herkes tarafından sevilen ve güvenilir bulunan bir genç olarak peygamberlik öncesinde bile Muhammedü'l-Emin olarak anılmaya başlanmıştı. Çocukluk ve gençlik yıllarında bile hiçbir zaman putlara tapmamış, cahiliye döneminin kabile kavgalarına iştirak etmemiş, cahiliye Araplarının içkili eğlencelerine ve fal oklarıyla icra ettikleri kumar oyunlarına da iltifat etmemiştir. Mekke gençleriyle Hufu'l-Fudal isimli bir cemiyet kurmuş, soyulan veya haksızlığa uğrayan mazlum ve mağdurların yardımına koşmuştur.
Hz. Peygamber'in, Kabe tamir edildikten sonra Haceru'l-Esved'in yerine konulması aşamasında kabileler arasında meydana gelebilecek kargaşayı önlemede gösterdiği çözüm yolu bütün kabilelerin memnuniyetini sağlamış ve toplumda kendisine duyulan güveni daha da artırmıştır. Haceru'l-Esved'i hırkasının üzerine koyarak onu bütün kabile reislerinin beraberce taşımalarını sağlamış, böylece bu şerefe diğerlerini de ortak ederek çekişmeyi tatlı bir biçimde sonlandırmıştır.
25 yaşına geldiğinde kendinden yaşça büyük ve ölünceye kadar tek eş olarak yaşadığı, Mekke'nin soylu ve zengin hanımlarından Hz. Hatice ile evlenmiştir.
40 yaşına geldiğinde Nur Dağı'nın Hira Mağarası'nda iken kendisine Cebrail tarafından ulaştırılan:
"Oku! Yaratan Rabb'inin adıyla ... O insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku!.." mealindeki ilk vahiyle peygamberlik vazifesine başlamıştır. Böylece İbrahimi peygamberler zincirinin son halkası da tamamlanıyor, Ahmed bin Hanbel'in Müsned'inde kendisi için;
"Ben dedem İbrahim'in duası, kardeşim lsa'nın müjdesi, annemin rüyasıyım.", bir başka hadisinde de;
"Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim." diyen bir nebi olarak insanlık tarihinin seyrini değiştirecek zor ve meşakkatli görevine başlamış oluyordu.
MEKKE DÖNEMİ (610-622)
Hz. Peygamber ilahi vahye muhatap olup nebi seçilmesinin ardından evine gelerek hadiseyi önce mübarek hanımı Hz. Hatice'ye anlatır. Birlikte Hz. Hatice'nin amcazadesi olan ve Hz. İsa'nın haber verdiği Peygamber'in gelişini bekleyen Varaka bin Nevfele giderler. Durumu ona anlattıklarında bu bilge zat, Hz. Muhammed'in peygamberliğini tebrik eder, kendisine gelen meleğin bütün peygamberlere vahiy getiren melek olduğunu söyler.
Rasulullah, başta akrabaları olmak üzere yakın çevresindeki insanları İslamiyet'e davet etmeye başlar. Davetin özü şudur:
"Allah'tan başka ilah yoktur. Öldükten sonra insanlar yaptıklarından hesaba çekileceklerdir. İyilik yapanlara mükafat, kötülük yapıp günah işleyenlere de hak ettikleri cezalar verilecektir. İnsanlara bir fayda veya zarar sağlamayan putları Allah'a ulaşmak için vesile saymak, insanı doğru yoldan çıkaran temel bir yanlıştır. Kalplerin ilacı Allah sevgisidir. Yaratıcı ile gönül bağı kurmak için namaz gibi iç disiplini sağlayıcı ibadetler özenle yerine getirilmelidir. Şefkat, merhamet, adalet, cömertlik, alçakgönüllülük, doğruluk, güvenilirlik, yardımseverlik, fedakarlık, bağışlayıcılık, nezaket ve incelik insanı faziletli bir hayat yaşamaya yönelten temel ahlaki meziyetlerdir. Allah'a ortaklar yakıştırmak, cana kıymak, zina ve fuhuş yapmak, hırsızlık, yalancı şahitlik, zulüm ve haksızlık insanı kötü bir sona sürükleyen büyük günahlardandır:'
Rasulullah'ın davetine ilk icabet eden şahıs, bizzat sevgili eşi Hz. Hatice olmuştur. Çocuk yaştaki amcazadesi Hz. Ali, kızları Zeynep, Rukiye ve Ümmü Gülsüm, arkadaşları Hz. Ebubekir, Zeyd bin Harise, Osman bin Affan, Zübeyr bin Avvam, Abdurrahman bin Avf, Cafer bin Ebu Talib, Erkam bin Erkam ilk müslüman kişilerdi. İnananlar Erkam bin Erkam'ın evinde toplanıyor, büyük bir gizlilik içerisinde ilk vahiylerde yer alan ayetleri Hz. Peygamber'in huzurunda tilavet ediyorlardı. İlk mesajlarda «tevhid inancı», «ahiret gününe karşı duyarlılık», «insani ilişkilerde adalet ve güzel ahlaka çağrı» vurgulanıyordu.
MEKKE MÜŞRİKLERİNİN ARTAN BASKILARI
Mekke müşrikleri bu yeni davete şiddetle karşı çıktılar. Onlar alışılmış toplum ilişkilerini sarsan, daha çok köle ve zayıf kesimlerin ilgisini çeken bu yeni dinin kendi zorba hakimiyetlerini sarsacağını anlayarak inananlara:
"Rabbim Allah'tır!" dedikleri için her türlü baskı, hakaret ve eziyetlerde bulunmaya başladılar. Putların ardına gizlenerek oluşturdukları şeytani düzenlerinin kökünden sarsıldığını gördükleri için Hz. Peygamber'i ve inananları toplumda karışıklık çıkarmakla suçladılar, bozgunculukla itham ettiler.
Bu dönemde Hz. Hamza'nın müslüman olması inananlara büyük bir moral kaynağı olmuştu. Hz. Ômer'in müslüman olmasıyla sayıları 40'a ulaşan müslümanlar, bunun üzerine daveti açıktan yapmaya başladılar. Müşrikler buna baskılarını daha da artırarak cevap verdiler. Müslümanlara karşı sosyal ve iktisadi boykot çağrısında bulunarak bunu acımasızca uygulamaya koyuldular. Ancak Allah Rasulü'nün daveti her şeye rağmen kalplerde yer ediyor ve ilahi davet, önlenemez bir şekilde yayılıyordu. Artan baskılar 615 yılında Habeşistan'a ilk hicretin gerçekleştirilmesine sebep oldu. Hz. Peygamber önce Hz. Osman'ın ardından da 80 kişilik bir grupla Cafer bin Ebu Talib' in hicretine izin verdi. Habeşistan'a giden müslüman grup, adil bir hıristiyan kral olan Necaşi tarafından iyi karşılandı. Kendi ülkesine gelen mazlum müslümanlara kol-kanat geren Necaşi;
"Bu din ile İsa'nın getirmiş olduğu din aynı kaynaktan çıkıyor:' diyerek;
"Bunlar siyasi suçludur, onları bize iade edin." diyen Mekke müşriklerinin taleplerini geri çevirdi.
HÜZÜN YILI (619)
Baskıların şiddetle arttığı, inananların ilk şehidlerini verdiği bu dönemde ardı ardına iki acı hadise daha vuku buldu. Peygamberimiz önce zevcesi Hz. Hatice'yi, kısa süre sonra da hayatı boyunca kendisini himaye eden amcası Ebu T'alib'i kaybetti. Bu iki acı hadise Peygamberimiz'i ve inananları büyük üzüntüye boğdu. Bundan dolayı bu yıla «Hüzün Yılı» denildi.
AKABE BİATLARI (621-622)
Hz. Peygamber, Kureyşlilerin kendisine ve inananlara karşı tavırlarını sertleştirmeleri üzerine tebliğe devam etmek için Mekke dışına yöneldi. Çeşitli kabilelerle temas yolları aradığı gibi, Yesrib halkıyla da temas kurmaya çalıştı. Bunun sonucunda, Yesribden gelen altı kişilik bir grup İslam davetini kabul ederek müslüman oldular. Gruptan Es'ad bin Zürare bir yıl sonra tekrar Akabede Rasul-i Ekrem'e buluşma sözü verdi. Bu faaliyet sonrasında birçok Yesribli, müslüman oldu. Bu gelişmelerden sonra yine Akabe'de 12 Yesribli;
"Allah'a ortak koşmayacaklarına, zina etmeyeceklerine, çocuklarını öldürmeyeceklerine, birbirlerine iftira atmayacaklarına ve Rasulullah'ın emirlerine uyacaklarına dair söz verip Peygambere bağlılık bildirdiler. Bu söz ve bağlılık, tarihe I. Akabe Biatı olarak geçti. Biattan sonra Hz. Peygamber Yesrib halkına Kur'anı ve İslam'ı öğretmesi, onlara namaz kıldırması için Mus'ab bin Umeyr'i gönderdi.
Mus'ab'ın çalışmaları çok önemli meyveler verdi, Medinede Kur'an'ın gündeme gelmediği hemen hemen hiçbir ev kalmadı. Bu sayede pek çok kişi bu yeni davetin huzur ve kurtuluş iklimine can attı. Bir sonraki yıl hac mevsiminde ikisi kadın, 75 Yesribli müslüman, Il. Akabe Biatı'na katılarak Hz. Peygamber'e bağlılık bildirerek O'nu Yesrib'e davet etti. Hicret gerçekleştiği takdirde O'nu ve Mekkeli müslümanları kendi canlarını, çocuklarını, kadınlarını ve mallarını korudukları gibi koruyacaklarını ve her şartta kendisine itaat edeceklerini taahhüt ettiler.
HİCRET
Mekke'nin ileri gelenleri, şehir meclisinde yaptıkları tartışmalı toplantıda Hz. Peygamber'in Medine'ye hicretini kesin bir şekilde önlemek için O'nu öldürme kararı almışlardı. Karara herkes katılmakla birlikte Haşimoğulları'nın tepkisinden çekiniliyordu. Bu tepkiyi azaltmak maksadıyla her kabileden birer genç seçildi. Bu gençler hep birlikte hareket ederek menfur cinayeti beraberce işleyeceklerdi. Böylece bütün kabileler ortak sorumluluk yüklenmiş olacak, herhangi biri tek başına suçlanmayacaktı.
Baskıların çok fazla arttığı bu atmosferde Peygamber Efendimiz (s.a.v.), arkadaşı Hz. Ebubekir ile gizlice Mekkeden Medine'ye meşakkatli bir yolculuğa çıktı. Yatağına Hz. Ali'yi bırakarak müşriklerin suikast planlarını boşa çıkaran Hz. Peygamber, bu zorlu ve uzun yolculukta sıkı bir takibe uğradıysa da gözleri perdeleyen ilahi yardım neticesinde yakalanmaktan kurtulmayı başardı ve yolculuğunun sekizinci gününde Medine'ye bir saat mesafedeki Kuba'ya ulaştı. Orada İslam tarihinin ilk mescidini inşa ederken Mekke'de kalan Hz. Ali de iki haftalık bir yolculuktan sonra Hz. Peygamber'e ulaştı.
Medine halkı, uzun bir süredir Peygamber Efendimiz'in yolunu gözlüyordu. Allah Rasulü'nü görmenin arzu ve heyecanını yaşayan Medineliler, kadın, erkek, çocuk hep bir ağızdan şiirler söyleyerek Hz. Peygamber'i, şanlı elçiye yaraşır coşkulu bir biçimde karşılayarak bağırlarına bastılar. Daha sonra Allah yolunun yardımcıları olarak «ensar» unvanıyla övülecek olan Medineli müslümanlar, böylece Akabede verdikleri sözün takipçileri olduklarını bu coşkulu sahiplenmeyle göstermiş oldular:
Veda tepelerinden dolunay doğdu bize!
Allah için yaptığı davet için şükretmek gerekir halimize
Ey bizden gönderilen Peygamber!
Sen boyun eğmemiz gereken bir emir ile geldin.
Artık yeni bir dönem başlıyordu. Mekke müşriklerinin dayanılmaz takip, baskı ve zulümlerinden uzak, inananların göğsünü gererek:
"Rabb'im Allah'tır!" diyebileceği, emniyetli ve huzurlu bir ortama adım atılmış oluyordu. Artık Allah'ın son elçisi görevini çok daha iyi şartlarda yerine getirebilecekti. Nitekim hicretle beraber, İslamiyet ve onun getirdiği hayat tarzının esaslarını anlatan Kur'an-ı Kerim'i öğrenmek, yaşamak ve sonraki kuşaklara aktarmak daha da kolaylaştı.
Hz. Peygamber, Medine'ye ulaştığında devesinin durduğu yer satın alınarak sonradan Mescid-i Nebevi diye anılacak olan mescidin inşasına başlandı. Yedi ay süren bu caminin yapımı sırasında Hz. Peygamber Ebu Eyyub el-Ensari'nin evinde misafir olarak kaldı. Daha sonra da caminin bitişiğindeki evine taşındı. Artık müslümanlar Mekke'deki korku ve endişelerden uzak bir şekilde kıblesi Kudüse dönük olarak bu mescidde ibadet ediyor, çeşitli konulardaki Peygamber öğütlerini orada dinliyor, haftalık kongre niteliğindeki Cuma namazlarını da orada eda ediyorlardı.
Hz. Peygamber, yakınlarını, evlerini ve mallarını doğup büyüdükleri topraklarda bırakarak Medine'ye göç eden muhacirler ile onları sıcak bir ilgiyle bağırlarına basan ensar arasında benzeri görülmedik bir yakınlık bağı kurdu. Her bir muhaciri Medineli bir müslümanla kardeş ilan ederek ellerindeki imkanların paylaşılmasını sağladı. Böylece tarih boyunca devam edecek olan «din kardeşliği»nin temellerini atmış oldu.
Allah Rasulü, yerli ve göçmen müslümanlar arasındaki birlik ve kardeşliği sağladıktan sonra, Medine toplumunun tümüne yönelerek birbirleriyle çekişme içinde yaşayan Evs ve Hazrec kabileleri ile yine Medine'de yaşayan yahudi kabileleri arasında iç barışı gerçekleştirmek üzere kapsamlı bir sözleşme yaptı. Yaygın olarak «Medine Vesikası» olarak bilinen ve tarihin ilk yazılı anayasa örneği olarak kabul edilen bu anlaşmayla Medine kentinde bulunan toplulukların bir arada, barış ve huzur içerisinde yaşamaları hedefleniyordu. Sözleşmede Medine'de yaşayan müslümanların, müşriklerin ve yahudilerin karşılıklı hak ve ödevleri belirlendiği gibi, dıştan gelebilecek tehlikelerin önlenmesi konusunda da sorumluluklar paylaştırılıyordu. Ancak farklı gruplar arasında oluşacak anlaşmazlıkların çözümü konusundaki son noktayı Hz. Peygamber'in koyması karar altına alınıyordu. Yapılan bu ilk içtimai (toplumsal) sözleşmede din ve vicdan hürriyeti açıkça temel bir ilke olarak yer alıyordu.
BEDİR SAVAŞI (624)
Medine'de yaşayan bütün grupların uzlaşarak Hz. Peygamber liderliğinde oluşturdukları bu şehir devletinde hüküm süren barış ortamı, en iyi bir biçimde değerlendirilmiş ve inananların sayısı hızla artmıştır. Öte yandan müslümanların Mekkede bıraktıkları bütün mallara müşrikler tarafından el konulmuş, bu mallar kervan ticaretinde kullandıkları sermayeye karıştırılmıştı. Müslümanlar, otoritesi hala tüm Arap Yarımadası'nda etkili olan Mekke müşriklerine ekonomik darbeler vurmak ve orada bırakmak zorunda kaldıkları malları geri almak amacıyla Şam'dan Meleke'ye dönmekte olan Ebu Süfyan yönetimindeki ticaret kervanını ele geçirmek üzere Medineden yola çıktılar. Müslümanlar, Şam kervanının Bedir Kuyuları civarında konakladığı sırada bir baskınla sonuca gitmek istedilerse de, Ebu Süfyan, sorumluluğu altındaki kervanı Kızıldeniz yoluna yönelterek bu baskından kurtulmayı başardı. Bununla yetinmeyip Mekke'ye de haber göndererek acil yardım talebinde bulundu. Böylece İslamiyet'in geleceğini de etkileyecek olan ilk savaşın eşiğine gelinmiş oldu. 900 kişilik Mekke müşriklerinin ordusuna Ebu Cehil komuta ediyordu. Müslümanlar ise 300 kişi kadardı. Hz. Hamza, Hz. Ali ve Ebıi Ubeyde bin Cerrah'ın üstün çabalarının sonunda savaş, müslümanların üstünlüğüyle sona erdi. Ebu Cehil başta olmak üzere Mekke ileri gelenlerinden 70 kişi öldürüldü. Müslümanların kayıpları ise 14 şehidden ibaretti. Böylece İslamiyet'in ilk büyük zaferi gerçekleştiği gibi, daha sonra mucizevi başarılara imza atacak olan İslam ordusunun da ilk çekirdeği ortaya çıkmış oldu. Bu zaferle müslümanların kendilerine güveni, Peygamberlerine bağlılığı arttığı gibi, gayr-i müslim Arap kabileleri arasında Müslümanlığa geçişler de hızlandı.
Bedirde alınan savaş esirlerinden her biri 10 müslümana okuma-yazma öğrettiği takdirde serbest bırakılacaktı. Ayrıca Hz. Peygamber, Bedir Savaşı öncesinde ve sonrasında verdiği emirlerle düşman cenazelerine dokunulmamasını, ölülerinin azalarının kesilmemesini, düşman ölülerinin ortalıkta bırakılmayarak gömülmesini, esirlere iyi muamele yapılmasını, elbisesi olmayanlara giyecek dağıtılmasını buyurarak bugün bile insanlığın başarılı neticeler sergileyemediği «Harp Hukuku»nun temellerini atmıştır.
Hz. Peygamber, Bedir Savaşı'ndan kısa bir süre sonra, anlaşmalara uymayan ve kıskançlıktan kaynaklanan ihanetleri görülen Beni Kaynuka yahudilerini Medineden çıkararak sürgüne gönderdi.
UHUD SAVAŞI (625)
Bedirde ağır bir yenilgi alan Mekke müşrikleri, 13 aylık bir hazırlıktan sonra, intikam duygularıyla dolu olarak 3000 kişilik bir orduyla Medine üzerine yürüdü. Müdafaa hazırlıklarını yürüten Hz. Peygamber, savaşı Medinede karşılamak istediyse de, gençlerin ısrarı üzerine Uhud Dağı'nın eteklerine gitmeye karar verdi. İki ordu karşı karşıya geldiğinde, müslümanlar önce düşmanlarına karşı belirgin bir üstünlük sağladılar. Bunun üzerine müşrik ordusu dağılarak geri çekilmeye başladı. Resulullah'ın askeri açıdan stratejik olan tepeye yerleştirdiği ve:
"Şartlar ne olursa olsun burayı terk etmeyeceksiniz." diye emrettiği okçular, «savaş bitti» düşüncesiyle bulundukları yeri terk ederek diğerlerinin arasına karıştılar. Bundan yararlanan müşrikler, müslümanların arkasından dolanarak savaşın seyrini lehlerine çevirmeyi başardı. Başta Hz. Hamza olmak üzere 70 sahabi şehid oldu. Bu savaşta Hz. Peygamber'in mübarek dişleri de kırılmıştı. Hatta öldüğü haberinin yayılması müslümanlar arasında tam bir panik ve bozguna yol açmıştı. Buna rağmen kısa sürede toparlanan ve tekrar harekete geçen mü'minler, müşriklerin kesin bir sonuç almasını önlemeyi başardılar. Hz. Peygamber geri çekilen müşrik ordusunu takip ederek psikolojik üstünlüğü korumayı ihmal etmedi. Bu savaş mü'minlere, Peygamber'e itaatin ne denli önemli olduğunu gösteren tarihi bir ibret tablosu oldu.
Öte yandan Beni Nadir kabilesi mensupları, Uhud Savaşı esnasında müşriklerle işbirliği yapmaları ve bazı suikast teşebbüslerinden dolayı önce uyarıldılar, sonra tekrar anlaşmaya davet edildikleri halde buna yanaşmadılar ve direndiler. Bu sebeple 15 gün boyunca kuşatma altına alındılar. Başarılı bir muhasaranın ardından Medineden çıkarıldılar.
HENDEK SAVAŞI (627)
Uhud Savaşı'ndan da istediği neticeyi alamayan Mekkeli müşrikler, bu kez nihai olarak İslamiyet'in gücünü yok etmek ve tam bir zafer elde etmek amacıyla gizli müttefikleri yahudilerden de destek alarak Ebu Süfyan liderliğinde, çeşitli kabilelerden oluşan 10.000 ila 12.000 kişilik güçlü bir orduyla Medine önlerine geldiler. Ancak beklemedikleri ve Araplar'ın bilmediği sürpriz bir savaş taktiği ile karşılaştılar. Hz. Peygamber Selman-ı Farisi'nin teklifiyle Medine'nin etrafına hendekler kazdırarak şaşırtıcı bir savunma hattı hazırlamıştı. 20 gün devam eden kuşatma sırasında küçük çaplı bazı çatışmalar meydana geldiyse de, müşrikler hendekleri aşıp şehre girmeye muvaffak olamadılar. Şiddetli bir fırtınanın ardından kuşatmayı kaldırarak Mekke'ye geri dönmek zorunda kaldılar.
Bu muharebede Hz. Peygamber'in diplomatik önlemleri de savaşın müslümanların lehinde sonuçlanmasında önemli rol oynamıştır. Hz. Peygamber, yeni müslüman olan Gatafan kabilesinden Nuaym bin Mes'ud'u yahudilerle Mekke müşriklerinin arasını açması ve birbirlerine olan güvenlerini sarsması için gizlice diplomatik temaslar yapmakla görevlendirdi. Nuaym ince ve ustaca girişimleriyle Yahudi-Mekke ittifakını çökertmeyi başardı.
İlk iki savaşın sonrasında olduğu gibi, Beni Kureyza adlı yahudi kabilesi mensupları da, Hendek Savaşı sırasında Medine Sözleşmesi'ndeki görev ve sorumluluklarını yerine getirmemeleri, müslümanlara karşı haince davranmaları ve müşriklerle işbirliğine gitmeleri sebebiyle savaşın hemen ardından Medine'den çıkarılarak cezalandırıldılar.
Müşriklerin bu son saldırısı, artık askeri ve psikolojik güçlerinin son bulduğu ve İslam'ın ilerleyişini durdurma umutlarının tükendiği yeni bir sürecin de başlangıcı olmuştur.
"Eğer onlar barışa yanaşırlarsa Sen de ona yanaş ve Allah'a tevekkül et. Çünkü O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir." (el-Enfal, 61)
HUDEYBİYE BARIŞI
Hz. Peygamber hicretin altıncı yılında Mekke'yi ziyaret etmek amacıyla 1500 kişilik bir kafileyle yola çıktı. İnançları uğruna doğdukları toprakları terk ederek Rasulullah ile beraber Medine'ye yerleşen muhacirlerin bu yolculuğa iltifatları Medineli ensardan daha fazlaydı. Çünkü yıllardır kendi öz memleketlerinden uzak olmanın hasretiyle yaşıyorlar, Mekke'ye dönebilecekleri günün gelmesini yürekten arzu ediyorlardı. Kabe'yi ziyaret etme amacıyla da olsa, bu hasreti gidermek ve doğup büyüdükleri toprakları görmek üzere düzenlenen bu yolculuk, Mekke müşriklerinin büyük direnişiyle karşılaştı. Kureyşliler Mekke'ye giriş yollarını kesmek üzere Halid bin Velid ve İkrime bin Ebu Cehil'i yetkilendirerek onları gerekli tedbirleri almakla görevlendirdi.
Hz. Peygamber öncelikle Mekke'ye 17 kilometre uzaklıktaki Hudeybiye mevkiine ulaştı ve orada bir müddet konaklayarak amaçlarının sadece umre niyetli Kabe ziyareti olduğunu, bu yüzden bu teşebbüslerinin engellenmemesi gerektiğini bir elçiyle Mekke'ye bildirdi. Ancak karşılıklı güven sağlamaya yönelik bu diplomatik girişimden müspet bir netice alamadı. Bunun üzerine Mekkeliler nezdinde itibarı yüksek bir aileden olan Hazret- i Osman'ı elçi tayin ederek onu Kureyş ileri gelenleriyle daha ayrıntılı görüşmeler yapmak üzere Mekke'ye gönderdi. Vazifesi hem müşriklerin durumlarını anlamak ve hem de amaçlarının sadece umre ziyareti olduğu konusunda Mekke ileri gelenlerini ikna etmek olan Hz. Osman'dan uzun süre haber alınamadı. Böylece elçinin geri dönüşünün gecikmesi müslümanlardaki mevcut sıkıntı ve kaygıları daha da artırdı. Bir ara Hz. Osman'ın Mekkelilerce öldürüldüğü haberi bile yayıldı. Mekke müşriklerinin Halid bin Velid komutasında 200 kişilik bir süvari birliği göndererek savaşa yol açacak hasmane bir tutum içerisine girmeleri, gerginliği daha da artırdı. Bir çatışmanın kaçınılmaz hale geleceği ihtimalini gören Hz. Peygamber, müslümanları bir araya toplayarak onlardan ölünceye kadar direnip mücadele edecekleri konusunda biat/bağlılık sözü aldı. Heyecan ve gerginliğin son haddine vardığı o anda kararlı bir tutum gösterilerek müslümanları yok etmek amacı taşıyan bu teşebbüs bertaraf edildi.
Bu gelişmeler olurken Mekkeliler de yeni çözüm arayışları geliştirmekle meşguldü. Nihayet kendilerine bir strateji belirleyerek tecrübeli bir müzakereci olan Süheyl bin Amr'ın başkanlığında bir görüşme heyetini Hudeybiye'ye gönderdiler.
Uzun ve gergin geçen müzakerelerin ardından müslümanlar ile Mekkeliler arasında 10 yıl süreli bir barış antlaşması imzalandı. İlk bakışta müslümanların aleyhineymiş gibi görünen bu anlaşmaya göre o yıl umre ziyareti yapılmayacak, buna karşılık bir sonraki yıl müslümanların Kabe'yi ziyaretine müsaade edilecekti. Ancak müslümanlar bu ziyaret için Mekke'de ancak 3 gün kalabilecekler, yanlarında da sadece kılıç taşıyabileceklerdi. Antlaşmanın diğer bir maddesine göre velilerinin izni olmadan müslüman olup Medine'ye iltica eden Mekkeliler geri verilecek, lslam'dan dönüp Mekkelilere katılmak isteyenler ise müslümanlar tarafından engellenmeyecekti. Civardaki Arap kabileleri taraflardan istedikleri herhangi biriyle ittifak etmekte özgür olacaktı. Ancak her iki taraf da kendi himayeleri altındaki kabilelere askeri yardım yapmayacaktı.
Antlaşmanın imzalanmasının ardından Kureyş delegeleri daha karargahtan ayrılmadan baş delege Süheyl'in oğlu Ebu Cendel gelip müslümanlara katılmak istedi. Ancak Süheyl yapılan anlaşmanın derhal uygulanması talebinde bulunarak oğlunun kendilerine teslimi konusunda şiddetle direndi. Bunun üzerine Hz. Peygamber antlaşma şartlarına uygun olan bu talebi kabul ederek Ebu Cendel'i babasına teslim etmek zorunda kaldı. Hadise, inananlar arasında derin bir üzüntüye ve şaşkınlığa yol açtı.
Antlaşmanın şartları müslümanların aleyhineymiş gibi görünse de, çok geçmeden müslümanların lehinde sonuçlar vermeye başladı. Nitekim müslüman olup Medine'ye iltica eden bazı Mekkeli müslüman gençler Mekke'ye iade edilmeyi kabul etmeyip Medine'den çıktıktan sonra Suriye yolu üzerinde İyas adlı yerde toplandılar. Sayıları bir grup oluşturmaya ulaşır ulaşmaz, Mekke kervanları üzerinde önceden tahmin edilemeyen bir tehdit unsuru oldular. Bu durum Mekkelileri son derece rahatsız etmişti. Bunun üzerine Medine'ye başvurup antlaşma müzakereleri esnasında kendi lehlerine olarak kabul ettirdikleri bu maddenin iptalini istediler. Hz. Peygamber'in bu talebi kabul etmesi üzerine, Mekke'den ayrılıp müslümanlara katılmak isteyenlerin önü açılmış oldu.
Bu anlaşmanın en önemli sonuçlarından biri de müşriklerin müslümanların varlığını resmen kabul etmiş olmalarıydı. Artık bu güven ortamında, çarşıda, pazarda, hurma bahçelerinde, kervanların uğradığı istasyonlarda ve hemen her yerde İslamiyet'in tevhid anlayışına dayalı yeni mesajı serbestçe konuşulabiliyor, iki kesim arasında sağlıklı iletişim kurabilmesinin önündeki tüm engeller ortadan kalkmış oluyordu. Öte yandan başından beri müslümanları bozgunculukla suçlayan müşrikler, Hz. Peygamber'in getirdiği yeni dinin kalplerde ne denli güçlü iman şuleleri oluşturduğunu; önce inananların kendi aralarında, daha sonra da müslümanlar ile Medineli ehl-i kitap ve diğer topluluklar arasında nasıl güçlü bir birlik ve beraberlik sağladığını yakinen görmüş oluyorlardı. Bu yeni birliğin ana gövdesi olan «müslüman toplum» tümüyle «İslam Kardeşliği» temeli üzerine inşa edilmişti. Sadece Allah'a boyun eğmeyi, O'na sevgi ve bağlılık duyarak yaşamayı, ahirette hesaba çekilme bilincini, ferdi ve içtimai sorumluluk duygusunu esas alan bu yeni hayat biçimi önce Arap Yarımadası'nda, ardından da tüm dünyada akislerini göstermeye başladı.
Bu barış ortamının getirdiği olumlu şartlar sayesinde çok geçmeden inananların sayısı katlanarak artmış, gönüllerde putlara karşı derin bir nefret ve soğukluk meydana gelmişti. Bu olumlu değişimin hemen peşinden, imanın ve ilahi aşkın oluşturduğu heyecan sayesinde Arap Yarımadası'nda üstünlük Müslümanların eline geçti. Başta gençler olmak üzere Mekke'nin ileri gelen aileleri ard arda müslüman oluyor, Hz. Peygamber'in getirdiği Kur'anın canlı birer sayfasına dönüşüyorlardı.
Yine Kureyş'in hışmından çekinen civardaki diğer Arap kabileleri de bu antlaşma sayesinde müslümanlarla daha rahat temas kurabilmeye başladılar.
HZ. MUHAMMED S.A.S 'İN HÜKÜMDARLARA DAVET MEKTUPLARI
Hz. Peygamber'in 628 yılında Mekkeli müşriklerle Hudeybiye Antlaşması'nı gerçekleştirmesinden sonra Arap Yarımadası nispeten barış ortamına kavuşmuş, bunun sonucu olarak da İslamiyet' in yayılışı hızlanmıştı. Hicaz Bölgesi'nde bu gelişmeler olurken, Peygamberimiz başta Bizans ve Sasani İmparatorlukları olmak üzere komşu hükümdarlara İslam'a davet mektupları yazmaya karar vermişti. Mekke'deki gizli ve açık çağrının ardından sıra daha geniş ve cihanşümul bir davete gelmişti. Nitekim Kur'an-ı Kerimdeki:
"Alemlere uyarıcı olsun diye kulu Muhammed'e hakkı batıldan ayıran Kur'an'ı indiren Allah, yüceler yücesidir." (el-Furkan) ve;
"(Ey Rasulüm!) Biz Sen'i ancak alemlere rahmet olarak gönderdik." (el Enbiya, 107) ayetleri, ilahi mesajın, insanlığı kapsayacak şekilde genişlemesi gerektiğine işaret ediyordu. Bu sebeple Hz. Peygamber, dönemin hükümdarlarına mektuplar göndererek onları İslam'a davet etmiş, mesajını o dönemde yaşayan dünyanın en önemli merkezlerine ulaştırmayı başarmıştır.
İslam kaynaklarında Müslim'in Sahihi'nde, Vakidi'de, Ebu Ubeyd'in el-Emval'inde, İbn-i Kayyım'ın Zadu'l-Mead'ında, Süheyli'nin er-Ravdu'l Unuf'unda ve Nevevi'nin Tehzibü'l-Esmaında ve bunlar gibi birçok klasik eserde bu mektup ve davetlerle alakalı tafsilatlı bilgiler verilmektedir. Bu mektuplar son dönem İslam araştırmacıları tarafından da geniş bir incelemeye tabi tutulmuş ve gün yüzüne çıkarılmıştır. Prof. Dr. Muhammed Hamidullah ve büyük Türk-İslam tarihçisi M. Asım KÔKSAL’ın araştırma ve çalışmalarıyla bu belgelerin orijinallerine ulaşılmış ve neşredilmiştir. Daha önce sadece siyer kitaplarının naklettiği bu mektupların gerçekliği üzerinde oluşturulmak istenen şüpheleri giderici bu ilmi çabalar her türlü takdirin üzerindedir. Bu arada büyük dünya tarihi yazarı H. G. WELLS de «A Short History of the World» adlı eserinde bu belgeleri kabul ve doğruluğunu teyit etmektedir. Bazı oryantalistler ise mektupların ilgili devletlerin arşivlerinde kayıtlı olmamasını sebep göstererek şüpheyle karşılamışlardır. Ancak bu araştırmacılar ilgili devlet arşivlerinin geçirmiş olduğu yangınlar, felaketler ve karışıklıklar sırasında bu belgelerin kayıtlarının kaybolabileceğini dikkate almamaktadırlar.
Hz. Peygamber, Amr bin Ümeyye'yi (r.a.) mektubunu götürmek üzere elçi olarak Habeşistan'a gönderir. Mektupta şu ifadeler yer almaktadır:
''Allah'ın Rasulü Muhammedden Habeşlerin kralı Necaşi'ye:
Kendisinden başka tanrı olmayan Malik, noksan sıfatlardan (münezzeh) beri, yüce sıfatlarla muttasıf, selamet verici, mahluklarını koruyucu, yardım edici Allaha hamd ü senalarımı, sana bildiririm. Ve tasdik ederim ki, Meryem oğlu lsa Allah'ın Ruhu'l-Kudüs'ü ve bakire, faziletli, kendisine dokunulmamış Meryeme bıraktığı kelimesidir. Allah, Adem'i kendi eli ile yarattığı gibi onu da ruhu ve üflemesiyle yarattı.
O halde: Seni bir olan Allaha çağırıyorum. O'nun ortağı yoktur. Beni takip et ve bana bildirilene iman et, zira ben Allah'ın Rasulü'yüm. O halde seni ve tebaanı Kadir-i Mutlak ve büyüklük kendisine mahsus olan Allaha çağırıyor, nasihatlerimi kabul etmenizi tavsiye ediyorum.
Amcamın oğlu Cafer'i beraberinde az sayıda müslüman ile size gönderiyorum. Sana gelir gelmez onları misafirperverlikle karşılayınız, yersiz her türlü gururu bir tarafa bırakınız. Selamet, hidayete ittiba edenlere olsun:
Mühür: (Muhammed/Rasulullah)
Hz. Peygamber'in, Şuca' bin Vehb el-Esedi ile Gassani Emiri'ne gönderdiği mektup ise şöyledir:
Allah'ın Rasulü Muhammedden Gassani hükümdarı Haris lbn-i Ebi Şamire:
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adı ile.
Allah'ın Rasulü Muhammedden, Haris lbn-i Ebi Şamire:
Hidayete tabi olan, Allaha inanan ve bunu ilan edene selam olsun! Mülkünün sende kalması için seni hiçbir ortağı olmayan Allaha imana davet ederim.
Mühür: (Muhammed/Rasulullah)
Hz. Peygamber, Dihye bin Halife el-Kelbi'yi aşağıdaki mektupla Bizans'a gönderir:
Allah'ın Rasulü Muhammedden Bizans İmparatoru Herakliyüse:
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adı ile.
Allah'ın selamı Hak yolda olanlara olsun. Seni lslam'ı kabule davet ediyorum. Müslüman ol ki kurtuluşa eresin. Allah da sana çifte mükafat verecektir. Davetimi kabul etmez, bundan yüz çevirecek olursan, bütün aryesilerin (bağlılarının) günahı sana olacaktır. "De ki: Ey kitap ehli! Sizinle bizim aramızda müsavi olan bir Söz'e gelin: Yalnız Allah'a kulluk edelim ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Bir kısmımız Allah'ı bırakıp diğer kısmımızı Rabler edinmesin. Eğer yüz çevirirlerse deyin ki: «Şahit olun, bizler müslümanlarız.»" (Al·i İmran, 64)
Mühür (Muhammed/Rasulullah)
Hatıb bin Ebi Beltaa Hz. Peygamber tarafından bir mektupla Mısır'a gönderilir:
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adı ile.
Allah'ın kulu ve Rasulü Muhammedden, Kıptilerin Reisi Mukavkıs'a:
Hidayete ittiba edene selam olsun! Ben seni lslam'ın bütün davetiyle çağırıyorum. İslamiyet'i kabul et ki selamete eresin. Allah sana çifte sevap verecektir. Eğer yüz çevirirsen, bütün Kıptilerin günahını üzerine almış olacaksın.
"Ey ehl-i kitap, sizin ve bizim için aynı olan bir kelimeye geliniz ki, o, Allah'tan başkasına ibadet etmemek, her ne olursa olsun hiçbir şeyi O'na ortak koşmamak ve aramızdan bazılarımızın Allah'ı bırakıp da bazılarınız Rab ittihaz etmemeleridir. Eğer yüz çevirirlerse deyin ki: «Şahit olun, bizler müslümanlarız.»" (Al-i lmran,64)
Mühür (Muhammed/Rasulullah)
Abdullah bin Huzme es-Sehmi ise Hz. Peygamber tarafından Sasani İmparatorluğu başkenti Medain'e gönderilir:
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adı ile.
Allah'ın Rasulü Muhammed'den Büyük Kisra'ya:
Hidayete ittibad eden, Allah ve Rasulü'ne inanan, eşi ve ortağı olmayan Allah'tan başka tanrı olmadığına, Muhammed'in O'nun kulu ve Rasulü olduğuna şahadet edenlere selam olsun! Ben, seni lslam'ın bütün daveti ile çağırıyorum, zira ben her canlıyı dine davet etmek, kafirlere karşı Allah'ın sözünü yerine getirmek için bütün insanlara gönderdiği Rasulü'yüm. O halde lslam'ı kabul et ve selamet bul! Şayet reddedersen Mecusilerin günahı senindir.
Mühür (Muhammed/Rasulullah)
MEKTUPLARIN ÖZELLİKLERİ
Mektuplar; hikmetli ve açık bir üslupla kaleme alınmıştır. İfadeler oldukça müsamahakardır. Davet etmekte, ancak tehdit etmemektedir. Hükümdarların veya reislerin itibarını düşürmemekte ve onlara unvanlarıyla hitap etmektedir. Böylece derecelerini kabul edip saltanatlarının İslamın gölgesinde de devam edeceğine işaret etmektedir. Alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber'in saltanat peşinde olmadığı, bir tebliğci sıfatıyla hareket ettiği anlaşılmaktadır. Her hükümdara durumuna göre hitap edilmektedir. Eğer muhatap ehl-i kitap ise semavi dinler arasındaki irtibata işaret edilmekte, değilse insanlığın Allah'tan başka ilahlara tapmaması gerektiği ve Allah'a dönmesi hatırlatılmaktadır.
MEKTUPLARA TEPKİLER
İslam kaynaklarında bu mektuplara hükümdarlar tarafından farklı tepkiler verildiği ifade edilmektedir. Kaynaklar; Yemen ve Umman hükümdarlarının bu davete icabet ederek Hz. Peygambere tabi olduğunu bildirmektedir. Gassani Reisi ve Sasani Kisrası'nın bu davete karşı sertlikle mukabele ettikleri, hatta İran hükümdarının daha da ileri giderek mektubu yırttığı, kendi adının ikinci sırada gösterilmesine tahammül edemeyerek küstahça:
"O benim kölem durumunda iken, bu mektubu bana nasıl yazabilir?!." dediği nakledilmektedir. Bazılarının ise Mukavkıs gibi Hz. Peygamber'le mütareke yaparak kendisine hediyeler gönderdiği ve dostluk temeline dayalı bir yaklaşım gösterdiği bilinmektedir.
HAYBER'İN ALINIŞI (629)
Hudeybiye barışından sonra Hz. Peygamber kısa bir hazırlık yaptırdı ve içinde yaralıların bakımıyla ilgilenecek 20 gönüllü hemşire kadının da bulunduğu, 1400'ü yaya, 200'ü atlı Müslümanlardan oluşan bir orduyla Hayber üzerine yürüdü.
Hayber, Medine'ye 150 kilometre mesafede, Suriye yolu üzerinde, yahudilerin yaşadığı, stratejik öneme sahip bereketli topraklardan oluşmuş bir vahaydı. İçinde 7 kale bulunan bu vahada çeşitli sebze ve meyvelerin yetiştirildiği büyük çiftlikler ve hurma bahçeleri bulunuyordu.
Daha önce Beni Kaynuka, Beni Nadir ve Beni Kureyza yahudileri Medineden çıkarılarak Haybere sürgüne gönderilmişlerdi. Buna sebep olan cürümleri; yapılan sözleşmeyi uygulamamaları, müslümanlara gizli ve aleni düşmanlık yapmaları, müşriklerle işbirliğine girmeleri, hatta Medine pazarında müslümanlara saldırıya cüret edecek kadar ileri gitmeleriydi. Bu ihanetlerinin bedelini Medine'den çıkarılarak Hayber'e yerleşmek suretiyle ödemişlerdi.
Düşmanlıklarını her vesile ile burada da sürdüren yahudiler, müslümanların Şam-Suriye ticaret yolunu baltalamış, diğer Arap kabilelerini müşriklerle işbirliğine teşvik ederek her iki tarafı müslümanlara karşı savaşa kışkırtmış, müslümanları yok etme gayesi etrafında sinsice cephe oluşturmaya yeltenmişlerdi.
Medinedeki münafıkların başı Abdullah bin Übey ile sürekli temas halinde bulunan yahudiler, yarımadanın en savaşçı topluluğu olan Gatafan Kabilesi'nden de yardım istemişlerdi. Ancak barış anlaşmasının etkisi ile müslümanlardan çekinin Gatafanlılar yardım yapamayacaklarını bildirince yahudiler açık bir meydan savaşını göze alamamışlardı.
Hz. Ali'nin büyük askeri başarılarının görüldüğü bir buçuk aylık kuşatmanın ardından yahudiler teslim olmak zorunda kaldılar. İleri gelenlerinin yakarışları neticesinde Hz. Peygamber'in affına uğrayan ve yeni bir sürgünden kurtulan yahudiler, yapılan anlaşmaya göre Hayber bölgesinde kalacaklar, fakat bu toprakları 1600 müslüman adına işleyerek geçimlerini yarıcılıkla sürdürebileceklerdi.
MEKKE'NİN FETHİ (630)
Hudeybiye barışının ardından müslümanlar Mekke yakınlarında yaşayan Huzaa Kabilesi ile dostluk anlaşması yapmışlardı. Bu iki kabile arasında eskiden beri süregelen bir düşmanlık vardı. Bir süre sonra iki kabile arasında çıkan bir çatışmaya Mekkelilerin de taraf olması ve müttefikleri Bekiroğullarına yardım etmeleri, Hudeybiye Antlaşması'nın açıkça ihlali anlamına geliyordu. Böylece Hz. Peygamber derhal harekete geçerek anlaşmayı bozan Mekkeye son darbeyi vurmak üzere hazırlıklara başladı. Savaş hazırlıkları sürerken telaşa kapılan Mekkeliler, Ebu Süfyan'ı Medine'ye elçi olarak gönderdilerse de bir sonuç alamadılar.
Artık Mekke, direnecek takattan mahrumdu. Hz. Peygamber'in on yıllık mücadelesi ısrarlı çağrıları ve bunun sonucunda ortaya çıkan ahlak inkılabı tüm Arap Yarımadası'nda etkisini göstermişti. Baskıcı, zalim, inatçı, putperest Mekkeli liderlerden Velid bin Muğire, Ebu Cehil ve Utbeler birer birer sahneden çekilirken, aynı süreçte Ammarlar, Yasirler, Habbablar, Aliler Bilaller ve Ômerlerden oluşan ve kalpleri yalnız Allah sevgisi ile dolu mü'minler topluluğu Hz. Peygamber'in etrafında tek bir vücut gibi kenetlenmişti. Bu altın nesil, iman va ahlakın en güzel birleşimini temsil eden asr-ı saadeti/mutluluk asrını hayatlarıyla örneklemişler, sağlam temeller üzerine kurulu anlamlı bir hayatın unutulmaz örneklerini vererek gelecek yüzyıllara «tevhidi dünya görüşü» hakkında kalıcı izler bırakmışlardır. İslam'ın nasıl bir dünya görüşüne sahip olduğunu kendi hayat tarzlarıyla gösteren bu örnek nesil, İslam medeniyetinin kıyamete kadar takip edilmesi gereken manevi rotasını da kıyamete kadar belirlemişlerdir.
Mekke, yarımadanın kalbiydi. Kureyş'in sükutu, küfrün ve şirkin de sükutu olacaktı. Artık vakit gelmişti. Müslümanlar ciddi bir direnmeyle karşılaşmadan dört koldan yaklaşarak Mekke'nin etrafını çevreleyen tepelere yerleştiler. Psikolojik baskı tekniği uygulanarak geceleyin yakılan binlerce ateş adeta İslamiyet'in nurunun şirkin zifiri karanlığını nasıl ortadan kaldırdığını sembolize etmekteydi. 10.000 kişiden oluşan İslam ordusu Hz. Peygamber'in liderliğinde muzaffer olarak çok geçmeden Mekke'ye girdi. Hz. Peygamber ordunun zafer sarhoşluğuna düşmesini önlediği gibi, kin ve kan dökmeye yol açmadan, en azılı düşmanlardan bile intikam almaya kalkmadan bağışlayıcı bir tavırla genel af ilan etti. Hz. Peygamber, Mekkelilere yaptığı tarihi konuşmada kimsenin malına ve canına dokunulmayacağı garantisi vererek şehirde barış ve güvenlik atmosferi oluşturdu. Çok özel suçları olan 8 kişi dışında kimse cezalandırılmadı. Af kapsamı öylesine geniş tutuldu ki, direnişin başındaki komutan İkrime bin Ebu Cehil dahil hemen herkes affedildi. Bu arada kader, yıllarca direniş gösteren sembol isim Ebu Süfyan'ın da Hz. Abbas aracılığıyla koruma altına girdiğini ve İslamiyet'in gücüne teslim olduğunu gösterdi.
Özellikle belirtmek gerekir ki, Hz. Peygamber fetih günü kadın-erkek bütün Mekke'lileri Safa Tepesi'ne çağırmış, onları Allah'a ortak koşmamaları, iftiradan, zinadan, hırsızlıktan sakınmalarını ve kız çocuklarını diri diri gömmemeleri konusundan uyararak kendilerinden söz almıştır. Yine o, Mekke'nin yağmalanmasını önlediği gibi, Kureyşlilere yapılabilecek her türlü baskı ve aşağılamaya da izin vermemiştir. Şehre girdiği ilk anlarda doğruca Kabe'ye doğru yönelmiş, gönüllerden temizlemeyi başardığı putları bizzat Kabe'den de temizleme yoluna gitmiştir. Bütün bu hoşgörülü ve ılımlı tavırlar Mekkeliler üzerinde olumlu tesirler yapmış, bundan dolayı da İslamiyete boyun eğerek kendi istekleriyle müslüman olmuşlardır.
"...Allah, Rasulü'nün ve mü'minlerin üzerinde kalplere huzur veren rahmetini indirdi. Gözle görmediğiniz ordular gönderdi de kendisini tanımayan kafirleri azaba uğrattı;" (et-Tevbe, 25-26)
HUNEYN SAVAŞI (630)
Fetihle beraber Mekke müşriklerinin süngüleri düşmüş, müslümanlar Arap Yarımadası'nın büyük bir kısmında askeri ve psikolojik üstünlüğü kesin olarak ele geçirmişlerdi. Ancak bazı bedevi Arap kabileleri yükselen bu yeni güce karşı dirençlerini sürdürmeye devam ediyordu. Nitekim Havazin ve Sakif isimli putperest kabileler yanlarına Taiflileri de alarak 20 bin kişilik bir kuvvetle Mekke'ye 10 kilometre mesafedeki Huneyn Vadisi'nde toplandılar. Amaçları bir baskınla muzaffer İslam kuvvetlerini dağıtmak, Mekkelilerin başaramadığını başarmaktı.
Havazin kabilesi savaş hazırlıklarını büyük bir titizlik içerisinde tamamlamış, kararlılıklarını göstermek için de savaş alanına hayvan sürülerini, eşlerini çoluk ve çocuklarını getirmişlerdi. Bu önemli gelişme üzerine Hz. Peygamber, aralarında henüz inançlarını değiştirmemiş bazı Mekkeli putperestlerin de bulunduğu 12 bin kişilik orduyla Huneyn Vadisi'ne ulaştı. Müşriklerle başlayan çatışmanın ilk devresinde durum önce müslümanların aleyhine gelişti. Çünkü Mekke'yi dize getirmiş olmanın gururuna kapılarak kendilerini yenilmez görmeleri ve gevşeklik göstermeleri inananları zaafa uğratmış, bu da beklemedikleri yoğun saldırı karşısında çabucak dağılmalarına yol açmıştı.
Erken bozgun havası bütün İslam birliklerine yayılmış, şaşkınlığa düşen birlikler yenilginin eşiğine gelmişti. Ancak daha sonra zaafını fark ederek toparlanan İslam ordusu derhal Hz. Peygamber'in etrafında kenetlenmiş, şiddetli bir mukavemetin ardından savaşı kendi lehlerine çevirmeyi başarmıştır. Bu esnada önce Hz. Ali'nin düşman ordusunun bayraktarını saf dışı bırakması, ardından da müslümanların karşı saldırıya geçerek baskılarını arttırması, Havazin ordusunun bozularak dağılmasındaki en önemli amillerden biri olmuştur. Bu durum Kur'anda şöyle ifade edilmektedir:
"And olsun ki Allah, birçok yerde ve Huneyn Savaşı'nda da size yardım etmişti. Hani çokluğunuz size kendinizi beğendirmiş, fakat sizi hezimete uğramaktan kurtaramamıştı. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti, sonunda (bozularak) gerisin geri dönmüştünüz. Sonra Allah, Rasulü'nün ve mü'minlerin üzerine kalplere huzur veren rahmetini indirdi. Gözle görmediğiniz ordular gönderdi de kendisini tanımayan kafirleri azaba uğrattı:' (et Tevbe 25-26)
Bu ağır darbeden sonra müşriklerin yeniden toparlanarak tekrar saldırıya geçmelerine izin verilmedi. Saldırılara devam edilerek putperest toplulukları kesin darbelerle dağıtıldı. 6.000 civarında esir alındığı gibi, bol miktarda ganimet de ele geçirildi. Hz. Peygamber hem orduya yeni katılmış Mekkelilere, hem de Mekke'de kalarak İslamiyet'e girmek için kendisinden süre isteyenlere, ganimetten bolca pay vererek onların kalplerini İslamiyet'e ısındırmaya gayret gösterdi. Böylelikle Mekke'nin alınmasına rağmen hala kalplerden silinememiş olan bazı tereddütlerin dağıtılması hedeflenmiş, bu hedefin gerçekleşmesiyle toplumdaki birlik ve kardeşlik bağlarının pekiştirilmesi sağlanmıştır.
Bir süre sonra Havazin kabilesinden 14 temsilci, Taif kuşatması sırasında Hz. Peygamber'e müracaat ederek müslüman olduklarını, mallarının ve esirlerinin kendilerine iade edilmesini talep ettiler. Rasulullah da kendilerine ya mallarını ya esirlerini tercih etmeleri teklifinde bulundu. Gelen heyet esirlerinin serbest bırakılmasını tercih edince, müslümanlar da Hz. Peygamber'in tavsiyeleri üzerine ellerindeki esirleri seve seve serbest bıraktılar.
TAİF KUŞATMASI
Öte yandan Huneyn bozgunundan kurtulmayı başaran ve çoğunluğunu Sakif'lilerin oluşturduğu bir topluluk Taif kentine sığınmış, şehrin kalelerini onararak oraya yerleşmişlerdi. Havazin kabilesi reisi Malik bin Avf da Taif'e sığınanlar arasındaydı. Zaferlerinin sonuçlarını toplamak isteyen müslümanlar çok geçmeden Taif kentini de muhasara altına aldı. Hz. Peygamber kuşatmadan yıllar önce de bu kente gelmiş, İslamiyet'i yaymak amacıyla orada yapmış olduğu faaliyetler acı hatıralarla noktalanmıştı.
Küçümseme, hakaret, hatta çirkin saldırılara uğramış, yaralanarak sığındığı bir bağda müşrik kavmi için hidayet yakarışlarında bulunmuştu. Taif kenti; güçlü kaleleri, 2.000 metreye yaklaşan rakımı ve sert iklimiyle kuşatmaya şiddetli bir direniş gösterdi. Kuşatmanın uzaması üzerine Hz. Peygamber ordusunu kentin önünden çekerek muhasaraya son verdi. Taifliler de bir yıl sonra bir elçiyle Hz. Peygamber'e müracaat ederek İslamiyet'i kabul ettiklerini bildirdiler.
Huneyn zaferi ve Taiflilerin İslamiyet'i kabul etmeleri, Mekke'nin fethini tamamlayan iki önemli hadisedir.
Bu iki olay sonucunda Hicaz başta olmak üzere Arabistan'ın büyük bir kısmı İslam dinine girdiği gibi, Hz. Peygamber'in putperest Arap kabileleriyle olan mücadelesi de sona ermiştir.
MUTE SAVAŞI ve TEBÜK SEFERİ
629 yılında bir müslüman keşif birliği Suriye sınırlarında Bizans'ın müttefiki Gassaniler tarafından öldürülmüş, bunun üzerine Hz. Peygamber evlatlığı Zeyd bin Harise kumandasında 3.000 kişilik bir orduyu Suriye üzerine göndermişti. Mute mevkiinde meydana gelen savaşta müslümanlar kendilerinden kat kat güçlü Bizans ve Gassani karşısında dağılmamış, fakat başta Zeyd bin Harise olmak üzere üç değerli komutanını peş peşe şehid vermiştir. Orduyu bu güç durumdan dördüncü olarak komutan olarak seçilen Halid bin Velid kurtarmış, daha fazla zayiat vermeden askerlerini salimen Medine'ye geri döndürmeye muvaffak olmuştur. Halid bin Velid'e, bu başarısından dolayı Hz. Peygamber tarafından; «Seyfullah: Allah'ın Kılıcı» unvanı verilmiştir.
Mute Savaşı'ndan yaklaşık bir yıl sonra Medine'ye Bizans İmparatoru Herakliyüs'ün büyük bir orduyla Arabistan üzerine yürüdüğü haberi ulaştı. Bu şayia üzerine Hz. Peygamber 30 bin kişilik bir ordu hazırlayarak Suriye'ye doğru yola çıktı. Yaz sıcaklarında ve hasat mevsiminde yapılan çok meşakkatli bir yolculuktan sonra ordu Tebük mevkiine geldi. Hz. Peygamber, Arabistan'ın kuzey sınırlarını güvence altına alacak tedbirler için her tarafa keşif birlikleri gönderdi. Bizans ordusunun bölgeye gelişinin asılsız bir haber olduğu anlaşılınca civardaki hıristiyan ve yahudi kabileleriyle anlaşmalar yaparak onları İslam devletinin himayesi altına aldı. Müslümanların gayrimüslimlerden bir güvenlik vergisi olarak aldıkları «cizye» de bu anlaşmalarla başlamıştır.
Tebük Seferi Hz. Peygamber'in son seferi oldu.
HZ. PEYGAMBER'İN VEDA ve VEFATI VEDA HACCI
Canım kurban olsun Senin yoluna
Adı güzel kendi güzel Muhammed!
Yunus Emre
Hicretin 10. yılında Hz. Peygamber, ashabı ile beraber mukaddes toprakları ziyaret etmek amacıyla 22 Şubat 632 günü Medine'den ayrılarak Mekke'ye doğru yola çıktı. Onun bütün insanları arınmaya, birlikte ibadete, yoksulları gözetmeye çağırdığı bu ilk ve son haccı İslam tarihinde «Veda Haccı» olarak anılır. Bu hac esnasında (8 Mart 632) Hz. Peygamber Arafat'ta yaklaşık 120 bin kişiden oluşan mü'minler topluluğuna son ikazlarını yapmış, onlarla helalleşmiş, gönül bağıyla bağlı olduğu bu seçkin topluluğa bir bakıma veda etmiştir. Nitekim bu hutbeden çok az bir süre önce inen şu ayette Hz. Peygamber'in görevinin tamamlandığına işaret edilmiştir: "Bugün dininizi kemıile erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Ve size din olarak Müslümanlığı verip ondan hoşnut oldum." (el-Maide, 3)
«Veda Hutbesi» olarak bilinen bu tarihi konuşmasında Hz. Peygamber, Allah'a iman ve bağlılığı vurgulamış, insan haklarına ve özellikle kadın haklarına saygı ve özen gösterilmesini istemiştir. İslam kardeşliğinin önemle vurgulandığı konuşmada, cahiliye döneminin kötü izlerinin tamamen silinmesi amacıyla kan davalarının ve faizin mutlak anlamda ayaklar altına alındığı ifade edilmiştir. Hz. Peygamber tarihi konuşmasını özellikle Kur'an'a sıkı sıkıya bağlı kalınması ve sünnetinin titizlikle takip edilmesi şeklindeki vasiyetiyle bitirerek kendisini dinleyen mü'minler topluluğundan görevini yerine getirdiğine dair onay almıştır:
VEDA HUTBESİ
"Ey insanlar! Sözümü iyi dinleyiniz! Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada bir daha buluşamayacağım insanlar! Bugünleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecavüzden korunmuştur.
Ashabım! Muhakkak Rabbinize kavuşacaksınız. O da sizi yaptıklarınızdan dolayı sorguya çekecektir. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönmeyiniz ve birbirinizin boynunu vurmayınız! Bu vasiyetimi, burada bulunanlar bulunmayanlara ulaştırsın. Olabilir ki, burada bulunan kimse bunları daha iyi anlayan birisine ulaştırmış olur.
Ashabım! Kimin yanında bir emanet varsa, onu hemen sahibine versin. Biliniz ki, faizin her çeşidi kaldırılmıştır. Allah böyle hükmetmiştir. İlk kaldırdığım faiz de Abdülmuttalib'in oğlu (amcam) Abbas'ın faizidir. Lakin anaparanız size aittir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız.
Ashabım! Dikkat ediniz, cahiliyeden kalma bütün adetler kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Cahiliye devrinde güdülen kan davaları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası Abdülmuttalib'in torunu Iyas bin Rabia'nın kan davasıdır.
Ey insanlar! Muhakkak ki, şeytan şu toprağınızda kendisine tapılmasından tamamen ümidini kesmiştir. Fakat siz bunun dışında ufak-tefek işlerinizde ona uyarsanız, bu onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan da sakınınız.
Ey insanlar! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah'ın emaneti olarak aldınız ve onların namusunu kendinize Allah'ın emriyle helal kıldınız. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, kadınların da sizin üzerinizde hakkı vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız; yatağınızı hiç kimseye çiğnetmemeleri, hoşlanmadığınız kimseleri izniniz olmadıkça evlerinize almamalarıdır. Eğer gelmesine müsaade etmediğiniz bir kimseyi evinize alırlarsa; Allah, size onları yataklarında yalnız bırakarak sakındırmanıza izin vermiştir. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları, meşru örf ve adete göre yiyecek ve giyeceklerini temin etmenizdir.
Ey mü'minler! Size iki emanet bırakıyorum, onlara sarılıp uydukça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanetler. Allah'ın kitabı Kuran-ı Kerim ve Peygamber'in sünnetidir.
Mü'minler! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz! Müslüman müslümanın kardeşidir ve böylece bütün müslümanlar kardeştirler. Bir müslümana kardeşinin kanı da, malı da helal olmaz. Fakat malını gönül hoşluğu ile vermişse o başkadır.
Ey insanlar! Cenab-ı Hak her hak sahibine hakkını vermiştir. Her insanın mirastan hissesini ayırmıştır. Mirasçıya vasiyet etmeye lüzum yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zina eden kimse için mahrumiyet vardır.
Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Adem'in çocuklarısınız, Adem ise topraktandır. Arap'ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah'tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız O'ndan en çok sakınanızdır. Azası kesik siyahi bir köle başınıza amir olarak tayin edilse, sizi Allah'ın kitabı ile idare ederse, onu dinleyiniz ve itaat ediniz. Kimse kendi suçundan başkası ile suçlanamaz. Baba, oğlunun suçu üzerine, oğlu da babasının suçu üzerine suçlanamaz.
Dikkat ediniz! Şu dört şeyi kesinlikle yapmayacaksınız:
Allaha hiçbir şeyi ortak koşmayacaksınız.
Allah'ın haram ve dokunulmaz kıldığı canı, haksız yere öldürmeyeceksiniz.
Zina etmeyeceksiniz.
Hırsızlık yapmayacaksınız.
İnsanlar! Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz?"
Sahabe-i kiram hep birden şöyle dediler:
''.Allahın elçiliğini irad ettiniz, vazifenizi hakkıyla yerine getirdiniz, bize vasiyet ve nasihatte bulundunuz, diye şahadet ederiz!"
Bunun üzerine Rasul-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.) şahadet parmağını kaldırdı, sonra da cemaatin üzerine çevirip indirdi ve şöyle buyurdu:
"Şahit ol ya Rab! Şahit ol ya Rab! Şahit ol ya Rab!"
HZ. PEYGAMBER'İN HASTALANMASI ve EBEDİ ALEME YOLCULUĞU
Hz. Peygamber'in nübüvvet vazifesini tamamlayıp ayrılık işaretlerini vermesi, kavrayışı yüksek sahabeleri derin bir üzüntüye sevk etmişti.
Rasulullah Medine'ye dönüşünün hemen ardından Üsame bin Zeyd'i Bizans'a gözdağı vermek, Suriye hududu üzerindeki İslam nüfuzunu takviye etmek ve Mute Savaşı'nın intikamını almak amacıyla hazırlıklar yapmak üzere ordu komutanı tayin etti. Ancak çok geçmeden Hz. Peygamber rahatsızlandı. Humma hastalığı zaman zaman ateş nöbetleri ile mübarek vücudunu bitap düşürüyordu. Genç Üsame'nin büyük ordusu Medineden ayrılmadan Hz. Peygamber'in hastalığı şiddetlendi. Ve 63 yıllık lekesiz hayatı hicretin 11. yılında 8 Haziran 632 günü sona erdi.
ibn-i Hişam'ın naklettiği bir rivayetten, Hz. Peygamber'in Hayber'in Fethi sırasında kendisine bir kadın tarafından ikram edilen et yemeğinden kısmen zehirlendiği, bu zehirlenmenin etkisinin daha sonra da devam ettiği anlaşılmaktadır. Nitekim aynı eserde Rasulullah'ın:
"Zaman zaman bu zehirden muzdarip oldum ve şimdi beni şahdamarımdan vurdu." buyurduğu yer almaktadır. Allah'ın son elçisinin bu zehirlenmenin etkisiyle vefat ettiği, dolayısıyla şehid olduğu, bir kısım alimler tarafından kabul edilmektedir.
Öte yandan hastalığının arttığı dönemde hicret arkadaşı Hz. Ebubekir'in Hz. Peygamber'in yerine müslümanlara namaz kıldırdığı, soyunun devam ettiği sevgili kızı Fatıma'ya:
"Baban bugünden sonra hiçbir acı çekmeyecek!" diyerek ona yakında vefat edeceğini ima ettiği, ardından da kendisine en erken kavuşacak olanın kendisinin olacağını belirttiği rivayet edilmektedir.
HZ. PEYGAMBER'İN ŞAHSİYETİ
Günümüzde yaklaşık iki milyar müslümanın Peygamberi olan Hz. Muhammed (s.a.v.)'in hayatı kendisinden önce gelmiş tüm peygamberlerden çok daha açık ve nettir. Gerek ölümünden sonra titizlikle korunan sünneti, gerekse siyer ve megazi kitapları yoluyla tevatüren günümüze kadar ulaşan uygulamaları, mü'minlerin O'na gönülden bağlanmalarında çok önemli bir rol oynamıştır. Hz. Peygamber'in sahip olduğu beşeri hususiyetleri ve elçilik nitelikleri; O'nu birçok manevi liderden ayırıcı temel vasıf olmuştur. Yahudilerin Üzeyir Peygamber'i, hıristiyanların da Hz. lsa'yı -Allah'ın oğlu- göstermek suretiyle içine düştükleri akide krizini müslümanlar hiçbir dönemde yaşamamışlardır. Zerdüşt, Buda, Konfüçyüs gibi dini liderlerde görünen mitolojik tortu zamanla bu kişiliklerin anlaşılmasını sadece zorlaştırmamış, bu kişilerin derin bir sapkınlıkla tanrı olarak algılanmasına da yol açmıştır.
Oysa Hz. Peygamber, Kur'an vasıtası ve rehberliği ile kendisinin sadece Allah'ın kulu ve Rasulü olduğu gerçeğini vurgulamış, ilahi emirlerin ilk muhatap ve sorumlusunun kendisi olduğu şuuru içinde mü'minlere tam bir örneklik göstermiştir. Öyle ki, Hz. Aişe O'nun ahlakını soranlara:
"O'nun ahlakı Kur'an'dan ibarettir. Siz hiç Kur'an okumuyor musunuz?" diye cevap vermiştir.
O, birçok ayette; inancındaki sebatı, Allah'a bağlılığı, ibadete düşkünlüğü, tövbe ve istiğfar konusundaki titizliği, Allah yolunda kararlı oluşu, her bakımdan mü'minlere örnek oluşu, sabır ve sebatı, insana saygılı, mü'minlere düşkün oluşu, canlılara şefkatle muamele edişi, affediciliği, tevazuu, dürüstlüğü, adaleti ve nihayet üstün ahlaki vasıfları ile anlatılmaktadır
Yine kaynaklarda yer alan rivayetlerden Hz. Peygamber'in konuşmasının açık ve anlaşılır olduğu, özlü sözlerle herkese anlayacağı tarzda hitap ettiği bilinmektedir. Bizzat 26 gazaya iştirak etmiş, 36 gazaya da kumandan tayin etmiştir. Ancak gerek katıldığı, gerek yönlendirdiği bütün savaşlarda en az sayıda insan kaybının olması için çok özel çaba göstermiştir.
Ayakkabılarını kendi eliyle onarır, elbiselerini de kendisi yamardı. Herkes gibi yere oturarak yemek yer, kendisine ayrıcalık yapılmasından hoşlanmazdı.
Arkadaşlarına karşı vefalı ve kadirşinastı. Bir arkadaşını üç gün görmese sorar, hasta ise ziyaretine giderek durumunu öğrenir, onunla gönül bağını kuvvetlendirirdi. Kendisi otururken başkalarına iş gördürmeyi sevmezdi.
Hiç şüphesiz Hz. Peygamber'i anlatmak, Hz. Mevlana'nın tabiriyle; «Denizi testiye dökmek»ten farksızdır. Dünya, O'nun getirdiği ahlaki inkılaba her zamankinden daha çok muhtaçtır. İnsanoğlu, giderek sekülerleşen modern, hayatın maddi ve manevi mutsuzluk amilleriyle baş edebilmek için, gerek karşılıklı sevgi, saygı ve hakkaniyeti temel alarak beşeri münasebetlerini yeniden şekillendirmede ve gerekse aile ilişkilerini, ticari faaliyetlerini ve her türlü günlük işlerini yeniden düzenleyebilme konusunda Hz. Peygamber'in yaşayıp örneklediği üstün nitelikli ahlaki kaidelerden ilham almaya mecbur görünmektedir. Doğruluk, dürüstlük ve fazileti hayat biçimine dönüştürecek böylesi bir ahlaki dönüşüme ancak Hz. Peygamber'le kurulacak gönül bağıyla ve getirdiği yüce değerlere sıkı sıkıya bağlanarak varılabilir.
Bu sebeple Hz. Peygamber'in yeni bir toplumu başarıyla inşa ederken hikmetle ortaya koyduğu ahlaki umdeler, getirdiği dinin ve kendisinin en belirleyici vasfı olmuştur.
Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder