Kısaca, anne-baba ve çocuklardan oluşan ve toplumun en küçük birimini meydana getiren bir kurum olarak tarif edilen aile, kuşkusuz bundan çok fazla bir muhtevayı içermektedir.
Aile, insanoğlunun; içinde doğduğu, büyüdüğü, ilk eğitimini aldığı en küçük sosyal topluluktur. Bu "en küçük" lük niteliğine rağmen toplumların temelini oluşturmada "en büyük" role sahiptir. Çünkü toplum, işte bu aile dediğimiz en küçük sosyal ünitelerin bir araya gelmesinden teşekkül eden insan topluluğudur.
Yeryüzüne ilk insanın ayak basmasından itibaren aile kurumu da oluşmuştu. Bazı sosyologların iddia ettiği gibi ilk aile, içgüdüsel ve rastlantı sonucu oluşmuş değil, tersine Yaratıcı'nın iradesiyle ilk insan, bir aileye sahip olarak yaratılmıştı. Kur'ân-ı Kerîm, yeryüzünde yaşayan insanların atası olan Hz. Âdem'in (a.s.) bir eşe sahip olduğunu ve bu ilk karı-kocanın çocuklarıyla beraber bir aile yuvası kurduğunu haber vermektedir.
Bireyin mutluluğunu temin eden, toplumla birey arasını bağlayan ve onu topluma kazandıran ailenin kurumsal önemini şu âyet-i kerîme çok beliğ bir tarzda ortaya koymaktadır:
"İçinizden kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp, aranızda sevgi ve rahmet varetmesi, Allah'ın varlığının belgelerindendir. Bunlarda düşünen bir toplum için dersler vardır.”
Öyleyse aile, öncelikle insanın huzur bulacağı bir yuvadır. Beden ve ruh sağlığı için huzurun vazgeçilmez işlevi hatırlanınca bu yuvanın, insan için nasıl bir önem taşıdığı ortaya çıkacaktır. Bunun yanında aile, insanca yaşamanın ortamını hazırlamaktadır. Yaratılışı itibariyle yalnız başına yaşayamayan insan, aile ortamının sıcaklığında terbiye edilmekte, hemcinsleriyle ilişki kurabilmekte ve şahsiyetini kazanmaktadır. "Aile terbiyesi", "aile görgüsü", "aile şerefi" gibi sık kullandığımız deyimler, ailenin bu önemli işlevini dile getirir.
Yine hem âyetten, hem gerçek hayatın verilerinden anlaşılan bir diğer nokta da, ailenin sadece insan neslinin devamını ve kişilerin himayesini amaçlayan bir kurum olmadığıdır. Aile, bu önemli hedeflerin yanında çok daha kapsamlı bir biçimde dünyayı imar etmenin ve yaşanılır hale getirmenin de vazgeçilmez kurumudur.
Bunun içindir ki, mahiyeti ve bakış açıları değişmekle beraber bütün hukuk düzenleri, aile kurumunun hem iç, hem dış ilişkilerini düzene koymaya çalışmış, bunun için Aile Hukuku dediğimiz bölümü geliştirmiştir. Hukukun temel görevi toplum düzenini temin etmek olduğuna göre, aile hukukunun görevi de toplum içinde aile nizamını sağlamak, aileyi her yönüyle güçlendirerek toplumun temelini sağlamlaştırmaktır.
Gerek kurum olarak bizzat ailenin, gerekse aile hukukunun günümüzde arzettiği önem, son iki yüzyılda dünya ölçeğinde bu kuruma vurulan darbe düşünüldüğünde daha da belirginleşmektedir. Zira bireyi, hem toplum hem de aile içindeki bağlardan kurtararak ona siyasî, ekonomik ve kişisel bütün hürriyetini sağlamak hedefini güden endivi-düalizm (bireycilik) akımı ve bu akımın Batı'ya olan hakimiyeti, aileyi eski anlamından soyutlamıştır.
Oysa İslâm'ın temel kaynakları olan Kur'ân ayetleri ve Peygamber tatbikatına baktığımızda, aileye kurumsal varlık kazandırmanın ve onun üzerine titremenin aslî bir görev olduğunu görürüz. Zaten ilk insanın, dünyadaki serüvenine ailesiyle başlamış olması bu kurumun onun doğasında/fıtratında yer tuttuğunu gösterir. Diğer taraftan;
"içinizdeki bekârları ve kölelerinizle cariyelerinizden iyi olanları evlendirin. Eğer onlar fakir iseler, Allah onları fazlu kereminden zenginleştirir. Allah; herşeye gücü yeten, herşeyi bilendir." âyeti, aileyi oluşturmayı bir toplumsal görev olarak müslümanlara yüklemektedir.
Hz. Peygamber de (s.a.s.) "Ey gençler! Evlilik yükümlülüğüne gücü yetenleriniz hemen evlensin. Çünkü evlilik, gözü ve ırzı harama karşı daha fazla korur..." ile "Nikâh benim sünnetimdir. Kim benim sünnetimle amel etmezse benden değildir...") sözleriyle, evlenerek aile kurmanın önemini vurgulamaktadır.
İslâm hukukçuları, ailenin hem kendi elemanları hem de toplumla ilişkilerini inceleyip aile hukukunun hükümlerini tesbit ederken bir inceliğe işaret etmişlerdir. Müslümanların nazarında ailenin oturduğu temeli gösteren bu incelik, nikâha kısmen ibadet anlamı da yüklemektir. Yani aile kurumunun kurulmasının hukuken ilk adımı ve meşruiyet vasıtası olan nikâh, normal bir akit/sözleşme olmanın ötesinde Allah'a yakınlaşma demek olan ibadet mahiyetine de bürünmektedir. Hanefî hukukçuları ed-Debûsî (v. 430/1039) ve İb-nu'l-Hümâm (v. 861/1457), "Nikâh ibadetlere daha yakındır. Öyle ki, evlenmek, kendisini ibadete vermek kasdıyla bekâr kalmaktan çok daha üstündür. Hatta cihadla karşılaştırıldığında da böyledir . derken bu ilişkiyi dile getirir.
Allah Rasulü'nün veda hutbesinde erkeklere yönelik olarak; "Kadınlarınız konusunda Allah'tan korkun. Siz onları, Allah'ın bir emaneti olarak aldınız ve onlarla beraberlik, Allah'ın kelimesi (nikâh) ile size helal oldu..." şeklindeki irşadıyla; kadınları kastederek, "Mü'min bir kişi, Allah korkusundan ve O'na itaatten sonra, sâliha bir hanım nimeti kadar başka hiçbir şeyden yararlanmamıştır Çünkü hanımına emretse sözünü dinler, yüzüne bakınca sevinir, üzerine yemin etse yeminini doğru çıkarır, kocası dışarıya gitse iffetini ve kocasının malını korur." İrşâdı, ailenin emanet duygusu ve iffet erdemi gibi nitelikler üzerine kurulduğunu gösterir. Bu iki olgu da zaten ailenin gerek bireysel gerek toplumsal öneminin temel taşıdır.
İSLAM AİLESİNİN BAZI TEMEL NİTELİKLERİ
"Ana-baba ve çocuklardan oluşan topluluk"; "Evlilik ve kan bağına dayanan, karı koca, çocuklar ve kardeşler arasındaki İlişkilerin oluşturduğu toplum içindeki en küçük birlik."
Sözlükler aileyi böyle tanımlıyor. Bu tanımlar içinde, aileyi aile yapan sıcaklığı ve yakınlığı bulmak büyük çaba gerektiriyor. Aile gerçekten basit bir topluluktan mı ibaret? Acaba sadece belli bireyler arasındaki ilişkilerin oluşturduğu toplumun en küçük birliğini, aile olarak görmek yeterli mi?
Doğal olarak sözlükler bir olgunun, bir kurumun, bir olayın ve niteliğin sadece dışa yansıyan belli başlı özelliklerini temel alarak tanımlar yapacaklardır. Fakat bu tanımlar o olgu, kurum, olay ya da niteliğin kabaca kuşatılması olduğundan çoğu zaman asıl kimliğe yer vermezler. İşte aile de bu talihsizliği yaşayan kavramlardan birisidir.
İnsan kaynaklı zaaflar taşıyan bu kategorilendirmeye karşı İslâm'ın aile anlayışına baktığımızda, kurum olarak ailenin üzerine bina edildiği temel bir ruhun öne çıkarıldığını görürüz. Bu ruh, "huzur, sevgi ve rahmet" tir.
Allah, insanı yaratan ve onun hemen yanıbaşında olan bu
Yüce Yaratıcı, Kur'ân'da bu gerçeği şu cümleyle belirliyor:
"İçinizden, kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp, aranızda sevgi ve rahmet var etmesi, O'nun varlığının belgelerindendir. Bunlarda düşünen bir toplum için dersler vardır."
Öyleyse bir İslâm ailesinin en temel niteliği, o ailenin bir huzur yuvası ve bir sevgi-rahmet pınarı olmasıdır. Bu ailede anne ile baba birbirleri dolayısıyla huzura kavuşurlar; çocuklar bu huzurlu havada dünyayı tanırlar ve hep beraber karşılıklı sevgi-rahmet vasatında şahsiyet kazanırlar.
İslâm ailesinde anne-baba, daima üzerlerine adeta titrenilen değerlerdir. Onlara üzüntü verilmemeye çalışılır. Meşru çerçevedeki arzu ve istekleri derhal yerine getirihr, incitmemeye azami gayret gösterilir. Bu o kadar önemli bir İslâmî hassasiyettir ki, Kur'ân tevhid gerçekliğinin yanında hemen ana-baba haklarına, bir başka ifadeyle kişinin anne-babasına karşı taşıdığı sorumluluğa işaret etmiştir:
"Rabbin, yalnız kendisine tapmanıza ve ana-babaya iyi davranmanıza hükmetmiştir. Eğer ikisinden biri veya her ikisi senin yanında yaşlanacak olursa, onlara 'öf bile deme! Onları azarlama; onlara güzel söz söyle! Onlara acıyarak alçak gönüllülük kanatlarım ger ve: 'Rabbim! Küçükken beni büyüttükleri gibi, Sen de onlara acı”
"De ki: "Geliniz, size Rabbinizin haram kıldığı şeyleri anlatayım. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın! Ana-babaya iyi davranın! Yoksulluktan korkarak çocuklarınızı öldürmeyin!..."
Hatta şükrün sadece kendisine yapıldığı Yüce Allah, bir yerde anne ve babaya da şükredileceğini bildirerek, üstelik bunun için emir de vererek onların derecelerinin ne yükseklikte olduğunu göstermiştir.
"... Biz 'Bana ve ana-babana şükret' diye insana öğütte bulunmuşuzdur."
Az önce "ana-babanın her isteği yerine getirilir" derken bunu "meşru çerçevede" şartıyla kayıtlamıştık. İşte Kur'ân bu meşru çerçeveyi en genel biçimde "İslâmî değerler ve hükümler" olarak belirlemiş ve şöyle buyurmuştur:
"De ki: 'Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabanız, elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler size, Allah'tan, Elçisi'nden ve O'nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, Allah'ın buyruğu gelene kadar bekleyin. Allah, yoldan çıkan toplumu doğru yola koymaz.”
Öyleyse Allah ve Elçisi'nin düzenlemelerine ve bu uğurda cihad etmeye ters düşen ebeveyn istekleri müslümanı bağlamayacaktır. Konuyla ilgili bir başka âyette de şu buyruk yer almaktadır:
"Ey insanoğlu! Ana-baban, seni körükörüne Bana ortak koşman için zorlarsa onlara itaat etme! Dünya işlerinde onlarla güzel geçin! Bana yönelen kimsenin yoluna uy; sonunda dönüşünüz Banadır. O zaman yaptıklarınızı size bildiririm."
Her iki âyet aslında ailenin gerek kendi iç hayatını, gerekse dış ilişkilerini yani toplumsal ilişkilerini İslâmî değer ve hükümlere göre düzenlemesini öngörmektedir. Bu da şu demektir: İslâm ailesi, Allah ve Rasulü'nün istediği gibi yaşayan bir ailedir.
İslâm ailesinde çocuklar Allah'ın bir emaneti olarak değer taşır. Çocuğu bahşeden, onun cinsiyetini belirleyen Yüce Yaratıcı'dır ve O, ana-babadan bu yavrunun iyi yetiştirilmesini istemektedir:
"Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır; dilediğini yaratır. O, dilediğine kız çocuk, dilediğine de erkek çocuk verir; yahut hem kız, hem erkek çocuk verir; dilediğini de kısır bırakır. O bilendir, her şeye gücü yetendir."
"Beyinsizlikleri yüzünden körükörüne çocuklarını öldürenler ve Allah'ın kendilerine verdiği rızıkları -Allah'a iftira ederek- haram sayanlar kaybetmişlerdir. Onlar şaşırmışlardır, doğru yolda değillerdir."
Ailenin moral gücü, neşesi ve hayat kaynağı olan çocuklar, aslında dünyada girilen en büyük sınavın da konusudur. Çocuklara verilen terbiye, onlara kazandırılan kimlik ana-babanın ahiretteki başarılarmın en büyük belirleyicilerindendir. Ayetleri bir kere daha okuyalım:
"Mallarınızın ve çocuklarınızın da bir sınav olduğunu, büyük ödülün Allah katında bulunduğunu bilin!"
"Ey inananlar! Mallarınız ve çocuklarınız, sizi Allah'ı anmaktan alıkoymasın! Böyle olanlar ziyana uğrayanlardır."
"Mal ve çocuklar dünya hayatının süsüdür. Kalıcı olan yararlı işler, Rabbinin katında sevapça ve ümit bakımından daha iyidir."
İşte İslâm ailesi bu bilinçle yavrusunu eğitir, onu İslâm şahsiyetinin canlı bir örneği yapmaya çalışır. Lokmân'ın (a.s.) çocuğuna bu yönde yaptığı şu tavsiyeler, Kur'ân tarafından örnek alınmak üzere bize de bildirilmiştir:
"(Lokman öğütlerine devam ederek dedi ki): Yavrum, (yaptığın iyilik veya kötülük) hardal tanesi ağırlığınca bir şey de olsa, bir kayanın içinde, göklerde veya yerde bulunsa Allah mutlaka onu getirir. Çünkü Allah'ın bilgisi her şeye ulaşır ve O herşeyi haber alır. Yavrum, namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçir ve başına gelene sabret. Çünkü bunlar (Allah'ın yapmanı emrettiği) kesin işlerdendir. İnsanlara yanak büküp yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah, kendini beğenip övünen kimseyi sevmez. Yürüyüşünde tutumlu ol, sesini de kıs. Çünkü seslerin en çirkini eşeklerin sesidir."
Hz. Peygamber'in (s.a.s.), "Bir babanın çocuğuna bırakacağı en büyük miras, iyi bir isimle güzel bir terbiyedir." buyruğu da aynı tesbite vurgu yapmaktadır.
İslâm ailesinin bir diğer özelliği, bu yuvaya mensup herkesin üzerine düşen görevleri bir ibadet vecdiyle yerine getirmesidir. İbadet vecdi diyoruz, çünkü aile bireylerinin görevleri, kısmen Kur'ân-ı Kerim'de, büyük ölçüde Peygamber Sünneti'nde dînî-şer'î bir muhteva ile duyurulmuş ve bu konuda müslümanlar uyarılmıştır. Nisa Suresi'nde yer alan bir âyet-i kerîme sözkonusu görevleri en genel çerçevesiyle şöyle belirlemektedir:
"Allah'ın bazılarını bazılarından üstün kılmasından ve erkeklerin mallarından harcamalarından dolayı, erkekler kadınları kollayıp gözetirler. İyi kadınlar, gönülden saygılı olup Allah'ın kendilerini korumasına karşılık, saklı olanı muhafaza ederler..."
Hz. Peygamber'in meşhur "Hepiniz çobansınız" hadisi de bu bağlamda hatırlanmalıdır:
"Sizden herbiriniz birer çobansınız ve herbiriniz güttüğünüzden sorumlusunuz. Devlet yöneticisi bir çobandır ve yönettiği kişilerden sorumludur Evin erkeği bir çobandır ve aile bireylerinden sorumludur Evin hanımı, kocasının evi içinde bir çobandır ve güttüğünden sorumludur. Hizmetçi, efendisinin malı üzerinde bir çobandır ve bunun yönetiminden sorumludur."
Bir başka sözünde "Sizin en hayırlınız ailesine karşı en hayırlı olandır Ben de aileme karşı hayırlıyım." şeklinde konuşan sevgili Peygamberimiz hem ahlâkî ve hukukî, hem cinsel ve bedenî hem de medenî gereklerin topluca yerine getirilmesini, "hayırlı olmak" gibi bir vasıfla nitelendirmiştir.
Eşlerin arasında zaman zaman başgösterebilecek kırgınlıklar, hem bu görevlerin ihmaline hem de aile yuvasının dağılmasına bir sebep teşkil edemez: "Ey inananlar! Kadınlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmıyorsanız, hoşlanmadığınız bir şeyi Allah çok hayırlı kılmış olabilir." âyeti yanında şu âyetler de eşler arasında çıkabilecek uyuşmazlık ve dargınlıkların hemencecik bir ayrılış vesilesi yapılmamasını, aksine yaraların sarılmasını istemektedir:
"... Sorumsuz davranmasından korktuğunuz kadınlara öğüt verin, yataklarından ayrılın ve (bunlarla yola gelmezlerse) onlara vurun. Eğer size itaat ederlerse, aleyhlerine başka bir yol aramayın. Allah yücedir, uludur. Eğer karı-kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin. Eğer onları düzeltmek isterlerse Allah aralarını bulur. Allah bilendir, haberdardır."
"Ve eğer bir kadın, kocasının huysuzluğundan, yahut kendisinden yüz çevirmesinden korkarsa, anlaşma ile aralarını düzeltmelerinde ikisine de günah yoktur. Barış daima iyidir. Zaten nefislerde kıskançlık hazırdır. Eğer güzel geçinir, sakınırsanız Allah yaptıklarınızı haber alır."
Aile dışında kalan insanlara, kısaca topluma yönelik görev ve sorumluluklara duyarlı olmak, İslâm ailesinin bir diğer temel niteliğini oluşturmaktadır. Nasıl müslüman birey sadece kendisini düşünen bencil bir varlık değilse, müslüman aile de kendi topluluğu dışında diğer topluluklara karşı belli bir ahlâkî-hukûkî sorumluluk altında olduğunu bilir.
Bir müslüman ailenin, kendi dışında sorumluluk taşıdığı ilk grup, akrabalardır. Gerek anne gerek baba tarafından aynı sülâle içinde bulunan insanlar yekdiğerinin sevincine ve üzüntüsüne ortak olmak durumundadırlar.
"Kuşkusuz Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor." buyruğuyla Yüce Allah bu noktanın altını çizmektedir.
Sıla-i rahm dediğimiz akrabalık bağlarının muhafaza edilmesi, Kur'ân-ı Kerim'de iyi bir müslümanm vazgeçilmez vasfı olarak nitelenirken, tersine bu bağa riâyet etmeyip akraba sorumluluğunu gözardı edenler "hüsrana uğrayanlar", "yeryüzünde bozgunculuk yapanlar, lanetlenip Cehenneme gidenler" olarak nitelendirilmiştir. Şu âyet-i kerîmeleri okuyan akıllı ve bilinçli bir müslüman, tercihini herhalde birinciler yönünde kullanacaktır:
"Onlar, Allah'ın gözetilmesini emrettiği şeyleri gözeten (akrabalık bağlarını koparmayıp onlara iyilik eden), Rablerinden sakınan ve kötü hesaptan korkan kimselerdir."
"Onlar öyle sapıklardır ki, kesin söz verdikten sonra sözlerinden dönerler; Allah' ın, ziyaret edilip hal ve hatırının sorulmasını istediği kimseleri ziyaretten vazgeçerler ve yeryüzünde fitne ve fesat çıkarırlar, işte onlar gerçekten hüsrana uğrayanlardır."
"Allah'a verdikleri sözü kuvvetle pekiştirdikten sonra bozanlar ve Allah'ın riâyet edilmesini emrettiği şeyleri (bağları koparıp) terk edenler ve yeryüzünde fesat çıkaranlar, işte lanet onlar içindir ve kötü yurt onlarındır."
Müslüman ailenin topluma karşı sorumluluğu elbette yakın akraba ile sınırlı değildir. Nisa Suresi'ndeki şu âyet sözkonusu sorumluluğun çerçevesine komşuları, yetimleri, yoksulları, dostları vb. kimseleri de dahil etmektedir:
"Allah'a ibadet edin ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara iyi davranın. Allah kendini beğenen ve daima böbürlenen kimseyi sevmez."
İslâm ailesinin özellikle günümüzde gözardı edemeyeceğimiz bir temel niteliği de ilim, kültür ve sanat bakımından sürekli kendisini geliştirmek olmalıdır. Bu son husus, bir taraftan dünyanın imar edilmesi için gerekliyken, diğer taraftan müslümanların dünyanın geri kalmış toplumları olmaktan kurtulması için önemlidir. Zaten beşikten mezara kadar bilgi ve kültür peşinde koşmayı bir erdem olarak sunan Peygambere, ilim nasipleri kıt aileler, ümmet olarak yaraşmaz. Müslüman aile Hz. Ali'nin (r.a.) tavsiyesine uyarak çocuklarını yarının bilgi ve tekniğiyle donatmalıdır. Böyle olduğu zaman toplum nitelikli, müslümanlar başı dik hale gelirler.
Ana hatlarıyla çizdiğimiz işte bu İslâm ailesi modeli üzerine şekillenen toplumlar, moral değerlerin alabildiğince tahrip edildiği, iffetsizliğin çağdaşlık ambalajıyla sunulduğu, nikâhsız birlikteliklerin aslında tam bir sorumsuzluk vesilesi iken özgürlük diye pazarlandığı günümüzde, insanlığın devamı için bir şanstır. Daha insanca bir hayat, daha huzurlu bir dünya umudu taşıyanlara düşen görev ise anılan bu niteliklerin kendi ailesinde hangi oranda bulunduğunu sorgulamaktır...
İSLÂM AİLE HUKUKU
Y. Doç. Dr. Ahmet YAMAN
Konya S.Ü. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder