İslam'a Çağrı
Hz. Muhammed (s.a.v), (20 Nisan 571'de) Rebiülevvel ayının 12'sinde Mekke'de (Kabe yakınlarında, günümüzde kütüphane olan bir evde) doğmuştur. Babası (Abdülmuttalib'in oğlu Abdullah) kendisinin doğumundan önce ölmüştür. Doğumundan 6 ay sonra da annesi Vehb'in kızı Amine vefat edince büyükbabası Abdülmuttalip kendisini himayesi altına almıştır.
Abdülmuttalip Kabe'ye ait görevlerden olan hacılara su ve yiyecek dağıtımı işlerine bakıyordu. Kureyş kabilesi arasında çok seviliyor, yüce ve saygın bir konumda bulunuyordu. İki yıl sonra dedesi de ölünce, Hz. Muhammed'i (s.a.v), Kureyş'in büyüklerinden olan amcası Ebü Talib himayesine aldı. Ebü Talib de halk arasında oldukça saygı duyulan bir kişiydi. Hz. Muhammed (s.a.v) onun evinde öz çocuğu gibi büyümüştür. Ebü Talib diğer Kureyşliler gibi ticaretle uğraştığından ticarete çıktıkça yolculuklarında Hz. Muhammed'i (s.a.v) beraberinde götürürdü. Hz. Muhammed (s.a.v) daha küçükken doğruluk, dürüstlük, zeka ve temiz düşünceleriyle ünlenmiş ve herkesin yanında "emin" (inanılır, güvenilir) lakabıyla çağrılır olmuştu. Peygamberin bu yüce özelliklerle şöhret bulması üzerine, kendisinin bu yüksek ahlakını duyan, servet sahiplerinden ve aynı zamanda ticaretle uğraşan Huveylid'in kızı Hz. Hatice kendisine mallarını emanet ederek onunla ticaret yapmasını önermiştir.
Hz. Muhammed (s.a.v) Hatice'nin sermayesiyle ticaret yapmış ve ticarette çok başarılı olmuştur. Ticaretteki dürüstlüğüne şahit de olunca, Hz. Hatice'nin Hz. Muhammed'e hayranlığı daha da artmıştır. Bu ticari ilişkiler sırasında birbirlerini daha yakından tanıyan Hz. Muhammed ile Hatice arasında duygusal bir bağ kurulmuştu. Hz. Hatice, kendisine evlenme teklifinde bulunmuştur. Bu bağ iki büyük insanın evlenmesiyle sonuçlanmıştır. Hz. Muhammed Hatice ile evlendikten sonra da onun sermayesiyle ticarete devam etti. Gerek Hz. Hatice'nin serveti ve gerek kendisinin çalışma ve gayretiyle durumunu iyice düzelterek servet sahipleri arasına girdi. Gerçekten herkesin saygı ve sevgisini kazanmıştı. 40 yaşına vardığında halvet (yalnız kalma) ve ölçülü yaşamayı benimseyerek, zühd ü takvayı (dünya zevklerinden el etek çekip kendini günahlardan koruma) seçenler gibi halktan uzaklaşmaya, dağlarda, vadilerde vakit geçirmeye başladı. Söz konusu yılın ramazanında Hatice ile beraber Mekke'den 3 mil uzaklıkta bulunan Hira Dağı'nda bulunuyordu. Bu ayda ilk vahiy ve ilham rüyası gerçekleşti. Derhal eşi Hz. Hatice'ye giderek Cebrail'in kendisine göründüğünü "ikra' b'ismi rabbike'llezi halak"* ayetini okumayı emrettiğini, ayeti okuduğunu dağın yukarısına doğru çıktığında gökyüzünden kendisine "Ey Muhammed sen Allah'ın elçisisin!" diye bir ses işittiğini, kendisini bir korku ve ürperti kapladığını söyledi. Hatice'nin Varaka b. Nevfel adında oldukça bilgili ve kültürlü bir amcaoğlu vardı. Eski kitapları okumuş araştırmış Tevrat ve İncil'i bilenlerle, yani Musevi ve İsevilerle ilişkilerde bulunarak söz ve yorumlarını öğrenmişti. Varaka, dinler ve Peygamberler hakkında Mekke'de geniş bilgisiyle ün kazanmıştı. Hatice Varaka'nın yanına gitti Peygamber'in durumunu ona haber verdi. Varaka: "Canımı kudret elinde tutan yaratıcıya yemin ederim ki ey Hatice eğer doğru söylüyorsan Hz. Musa'ya gelen Namus-i Ekber (Cebrail) bu kez tekrar gelmiş demektir. O halde Muhammed bu halkın Peygamberi'dir".
Hatice Varaka'nın yanından evine döndü. Hz. Muhammed'e Varaka'nın sözünü ve yorumlarını aktardı. Hz. Muhammed bu sözlerle teselli bularak Mekke'ye döndü. Ancak çağrısını veya davetini açıklamak konusunda tereddüt içindeydi. Çünkü Kureyş'i tek tanrı inancına davet etmek "Tanrı" diye taptıkları şeyleri, yani saygı gösterdikleri putlarla alay etmek ve onları aşağılamak demekti. Bu ise Kureyşlilere ağır gelecek bir durumdu. Özellikle o putların işe yaramaz, faydası zararı olmaz çeşitli maddelerden oluşmuş şeyler olduğunu kanıtlamak ve insanları buna inandırmak, Kureyş'in ticaretini, gelir kaynaklarını ve Arap kabileleri içindeki ayrıcalıklı konumlarını ortadan kaldırmış olacaktı. Ayrıca Hz. Peygamber, davetini ve Peygamberliğini açıkladığında, halkın kendisine sıcak ilgi gösterip hemen inanacağını da ümit etmiyordu. Bu nedenle İslam dinini, gizliden gizliye kendisine en yakın insanlar arasında yaymaya başladı. Bu şekilde üç yıl geçirdi. Bu süre içinde Hz. Peygamber'e yalnızca birkaç kişi inanarak yanında yer aldı. Ali b. Ebi Talib bunlardan biriydi, ki o günlerde henüz çocuk yaştaydı. Kureyş'in büyüklerinden Ebu Bekir es-Sıddık ve Ebu Ubeyde b. el-Cerrah vs. de Peygamber'in davetine ilk uyanlardandı. * Bu tarihten sonra artık Peygamber halkı açıktan açığa İslam’a davet etmeye başladı. Önce kendisine en yakın olanlardan başladı. Amcaoğlu Ali b. Ebu Talib'e bir ziyafet düzenlemesini ve bu ziyafete akraba ve yakınlarını, Abdülmuttalib'in oğulları olan kendi amcalarını ve oğullarını -ki sayıları 40 kişiye ulaşıyordu- davet etmesini teklif etti. Hz. Ali söz konusu kişileri babası Ebu Talib'in evine davet etti. Yemek sona erince Hz. Muhammed söze başladı. Akrabaları Hz. Peygamber'in halkı gizlice İslam’a davet ettiğini zaten önceden işitmiş ve önemsememişlerdi. Yemekten sonra Peygamber'in söz söylemek istediğini görünce kendilerini putları terk etmeye, güç ve kuvvet sahibi tek yaratıcı olan Allah'a ibadet etmeye davet edeceğini anladılar. Onlardan Hz. Muhammed'e karşı en katı tavır takınan amcası Ebu Leheb Peygamber'e söz söyleme şansı vermedi. Davetliler dağıldılar. Ancak Hz. Peygamber bıkmadı, usanmadı ve vazgeçmedi. Bir müddet sonra yeni bir ziyafet düzenletti. Bu ziyafette tüm düşüncelerini açıklamaya karar vermişti. Yemek sona erince hazır bulunanlara hitaben şöyle dedi: "Şimdiye dek hiçbir insanın, siz Arapları davet etmek istediğim şeyden daha hayırlı bir işe davet ettiğini bilmiyorum. Sizi, dünya ve ahrette -kabul ettiğiniz takdirde- hayır ve saadete kavuşturacak bir davaya davet ediyorum. Cenabı Allah size bu daveti yapmam için beni Peygamber olarak görevlendirdi. içinizden hanginiz, kardeşim, mirasçım ve halifem olmak koşuluyla bu işte bana destekçi olmak ister?"
Hazır bulunanlar hiçbir söz söylemediler, derin bir sessizlikle karşılık verdiler. Ancak susmalarının nedeni, Hz. Muhammed'in bu sözlerini ciddiye almamaları ve küçümsemeleriydi. Bunun üzerine amcaoğlu Hz. Ali Peygamber'e yaklaştı ve "Ey Allah'ın Elçisi! Onların yerine ben senin yardımcın ve destekçin olacağım!" dedi. Hz. Peygamber Ali'nin boynuna sarıldı ve "Bu benim kardeşim, mirasçım ve halifemdir. Sözünü dinleyin ve kendisine itaat edin" dedi. Davetliler birbirine bakıp gülüşerek ayağa kalktılar ve Ebu Talib'e "Senin oğlunun sözünü dinlemeyi ve ona itaat etmeyi emrediyor bize!" diyerek dağıldılar.
Bununla birlikte bunların ikinci kez de daveti küçümsemeleri ve alaya almaları Hz. Peygamber'in ümitsizlik ve bıkkınlığa düşmesine ve kendi kavminden uzaklaşmasına neden olmadı. Hz. Peygamber korku ve endişeyle bu noktada kalacak yerde, tam aksine daha da ileri giderek açıkça putları küçük görmeye ve onlara tapanları da açıktan açığa inkarcılık ve sapıklıkla suçlamaya başladı. Kureyşliler Hz. Muhammed'in böyle açıktan açığa putları küçük görüp alay etmekte olduğunu gördüklerinde ona düşman oldular. Ona karşı çıkmaya, kendisine ve inananlara eza ve cefa etmeye karar verdiler. Ancak bu kararlarını eyleme dönüştürmeye imkan bulamıyorlardı. Çünkü Hz. Muhammed amcası Ebu Talib'in himaye ve koruması altında bulunuyordu. Bunun üzerine amcasına müracaat ettiler. Muaviye'nin babası Ebu Süfyan da bunların arasındaydı. Ebu Talib'e "Kardeşinin oğlu dinimizi ayıplıyor. Akıl ve dirayetimizi çirkin görüyor, babalarımızı doğru yoldan sapmış görüyor. Ya sen kendisini bundan vazgeçirirsin veya bize izin ver ki onun hakkından gelelim" uyarısında bulundular. Ebu Talib kendisine başvuranların gönüllerini aldı. Bir yoluna koyacağı sözüyle kendilerini uğurladı. Ancak Hz. Peygamber putları çirkin görmeye ve tezyif etmeye devam ettiğinden Kureyş halkı bu kez büyük bir öfkeyle tekrar Ebu Talib'e başvurdular "Kardeşinin oğlunu bundan caydıramazsan bir taraf yok oluncaya kadar hem sana hem ona karşı geleceğiz" tehdidinde bulundular. Ebu Talib bu müracaattan çok üzüldü ve artık işin sonunun kötü olacağını anladı. Başvuran grup gittikten sonra kardeşinin oğlu Hz. Muhammed'e dönerek; "Ey kardeşimin oğlu kavmim bana şöyle şöyle uyanlarda bulundu" diyerek onların tehditlerini aktardı. Bunun üzerine Hz. Peygamber, amcasının destek ve yardımı bırakarak, kendisini yalnız bırakacağını düşünmüş ve buna çok gücenmişti. Amcasına "Amca, güneşi sağ avucuma ve ayı sol avucuma koysalar bile ben bu işten vazgeçemem" diyerek ağladı ve yanından ayrılmak istedi. Amcası Ebu Talib arkasından yetişerek kendisini çağırdı "Ey kardeşimin oğlu! Git ve istediğin gibi konuş. Allah'a yemin ederim ki seni asla bırakıp onlara teslim etmem!" dedi. Kendisini sakinleştirerek desteğinin devam ettiğini bildirdi.
Bu sırada Hz. Peygamber'in İslam’a çağrısı yavaş yavaş yayılıyordu. İslam tarihinde çok büyük makam ve mevkilere çıkan bazı önemli kişiler İslamiyet’i kabul etmişlerdi. Ebu Bekir Sıddık, Osman b. Affan, Zübeyr b. Avvam, Abdurrahman b. Avf, Peygamberin amcası Hamza b. Abdülmuttalib, Ömer b. Hattab bunlardan bazılarıdır. Özellikle son ikisi olan Hamza ile Ömer'in İslam’ı kabul etmeleri Peygamber'in nezdinde çok büyük memnunluk ve hoşnutluk nedeni olmuştur. Çünkü her ikisi de şanlı, itibarlı, sözü dinlenilir insanlardı. Buna ek olarak, bedenen de güçlü ve cesur oldukları için Kureyş müşriklerinin en fazla çekindiği kimselerdendiler.
Diğer amcalarına ve akrabasına gelince; bunlar Ebu Talib'e başvurmanın bir yarar sağlayacağından ümitlerini kesince Peygamber'e doğrudan doğruya ve güzellikle müracaat etmeye ve bu işten vazgeçirmeye karar verdiler. Mekke'nin ileri gelen lider kadrosunu ve itibarlı insanlarını toplantıya çağırdılar. Peygamber'i de bu toplantıya davet ettiler. Peygamber onların çağrılarına uyarak toplantı yerine geldi. Alkışlar ve tezahüratla kendisini karşıladılar: "Ey Muhammed seninle yüz yüze konuşmak için buraya çağırdık. Araplardan hiçbir kimse bilmiyoruz ki, kendi kavmine karşı senin söylediklerin gibi iddialarda bulunmuş olsun. Sen babalarımıza küfür ve hakarette bulunuyorsun. Onların dinini ayıplıyor ve çirkin görüyorsun. Taptıklarına hakaret ediyor ve akıllı insanların akıl ve dirayetini küçük görüyor, aşağılıyorsun. Halk arasında ayrımcılığa neden oldun. Seninle bizim aramızda yapmadığın kötülük kalmadı. Bu yaptığın şeylerden amacın, mal biriktirmek servet sahibi olmak ise seni içimizde en zengin yapıncaya kadar kendi mallarımızdan toplayıp sana veririz. Yok eğer ün ve şeref sahibi olmak için yapıyorsan seni kendimize başkan yaparız. Eğer padişahlık istiyorsan seni üzerimize padişah yaparız. Yok eğer şu açıkladığın düşünceler gördüğün rüyalar etkisiyle seni kontrolüne almış kuruntu ve vehimlerden kaynaklanıyorsa seni ondan kurtarıp iyileştirinceye veya bu konuda kendimizi mazur görünceye kadar, elimizden ne geliyorsa ne kadar para harcamak gerekiyorsa bunu hep kendi malımızdan harcamaya ve karşılamaya hazırız" dediler. Hz. Peygamber onlara yanıt olarak "Bu dediğiniz şeylerden hiçbiri bende yoktur. Açıkladığım çağrı ile ne paranızı istiyorum, ne şan ve şeref ne de üzerinize padişahlık. Ama Allah beni size elçi olarak gönderdi. Bana kitap indirdi. Size müjdeleyici ve uyarıcı olmayı bana emretti. Size Rabbimin o emrini bildiriyorum. Ve öğütte bulunuyorum. Bu buyrukları kabul ederseniz hem bu dünyada hem öbür dünyada mutlu olursunuz. Kabul etmezseniz Cenabı Hak aramızda kendi isteği hükmünü yerine getirinceye kadar sabreder ve dayanırım" dedi.
Mekkeli müşrikler, tüm çabalamalarına rağmen Hz. Muhammed'in Peygamberlik yolundan dönmeyeceğini anlayınca, tüm gayretlerini Hz. Muhammed'in Peygamberliğine ve getirdiği dine inanarak Müslüman olanlara baskı, işkence ve eziyet etmek üzere yoğunlaştırdılar. Müslümanlar yıllarca bütün bu eziyetlere büyük bir sabır ve tahammülle göğüs gerdiler. Ancak yapılan işkence ve zulüm artık dayanılmaz sınıra ulaşınca Hz. Peygamber, kendisini himaye edecek kabileleri ve koruyucuları olmayan, işkence altındaki bu fakir ve garip Müslümanlara Mekke'den ayrılarak Habeşistan'a göç etmeyi tavsiye etti. Bunlar birbiri arkasından Habeşistan'a göç yani hicret ettiler. Göç edenlerin sayısı kadınlar ve çocuklar dışında 83 kişiye ulaşıyordu. Bu göç Müslümanlar için, ilk göç olayı olarak tarihe geçmiştir. Mekke'den Habeşistan'a kadar yolculuğun ne kadar zahmetli ve sıkıntılı olduğunu anlatmaya gerek görmüyoruz. Özellikle o zamanlarda çoluk çocukla beraber deniz yolculuğunun ne kadar zor olduğu tahmin edilebilir. İlk Müslümanların bu gibi dayanılamayacak sıkıntıları seçmeleri, İslam’a ne kadar sıkı ve sağlam bir şekilde inandıklarının ve imanlarının ne kadar güçlü olduğunun açık kanıtlarıdır.
Bu konu üzerinde biraz durup tarih açısından uzun inceleme ve araştırmalar sonucunda ulaştığımız, İslam daveti konusunda zihnimizde şekillenen düşünceleri açıklamayı gerekli görüyoruz:
Müslüman olmayan bazı yazarlar, Hz. Muhammed'in yalnızca liderlik ve kendini herkesten ayrı ve üstün gösterme sevdasıyla ya da dünya menfaatlerine yönelmek ve özenmek güdüsüyle Peygamberlik iddiasında bulunduğunu kabul ederler.
Biz ise bu düşünce ve görüşün doğruluğunu gösterir bir neden göremiyoruz. İslamiyet’in ortaya çıkışını anlatan tarihler açıktan açığa gösteriyor ki, Hz. Muhammed ancak doğruluk ve samimiyetle herkesi İslam dinine davet etmiştir. Cenabı Peygamber'in Allah tarafından gönderildiğine, halkı İslam’a çağırmak için ilahi emirler olarak kabul etmiş bulunduğuna, sağlam bir inançla inanarak davetini açıklamıştı. Öyle olmasaydı, kendisine reva görülen bunca direnişe, çeşitli cefa ve eziyetlere asla dayanamazdı.
Daha önce görüldüğü gibi, Peygamber davetini açıklamadan önce Mekke'de tüm halk içinde büyük bir saygı ve sevgiye sahipti. Kendi akraba ve yakınları da genellikle kendisini seviyor ve saygılı davranıyorlardı. Kendisi de Hz. Hatice'nin serveti ve kurduğu ticari ilişkiler sayesinde rahat bir hayat yaşamak için gerekli her türlü imkanı elde etmişti. Oysa davetini açıkladıktan sonra herkes kendisine düşman oldu. Her türlü hakaret ve işkenceyi kendisine reva gördüler, öyle ki, akrabaları olduklarından bütün Haşimoğulları'na nefret ve düşmanlıkta bulundular, onlarla evlilik bağı kurmamaya, alışverişte bulunmamaya hep birlikte karar verdiler. Bu kararlarını bir kağıt üzerine yazarak Kabe'nin içine astılar. Haşimoğulları bu baskı ve ambargodan dolayı dağlara sığınmaya ve üç yıl boyunca dağ kovuklarında, aç ve sefil yaşamaya mecbur kaldı. Bu süre içinde ancak gizlice Mekke'ye gidiyorlardı. Hz. Peygamber'e düşmanlığını ilan eden Ebu Leheb ve benzerleri doğal olarak bu sıkıntıları çekmiyorlardı.
Hz. Peygamber'in, amcası Ebu Talib'in himayesi sayesinde bu sabır ve sebatı, dayanıklılığı gösterebildiğini ileri sürmek de yukarıdaki yorumlarımızı çürütmez. Zira görüyoruz ki, Hz. Peygamber amcasının ölümünden sonra, yaşamında gösterdiği sabır ve direnişten daha fazlasını göstermiştir. Gerek amcasının gerek Hz. Hatice'nin ölümlerinden sonra -ikisi de Hicret'ten üç yıl önce vefat etmişti- halk Hz. Muhammed'e karşı daha çok kin ve düşmanlık göstermeye başlamıştı. Onların ölümüyle Hz. Muhammed'in üzerine felaketler peşi sıra yağmaya başladı.
Kureyş'in kendisine karşı olan baskısı her türlü sınırı aşmıştı. Özellikle amcası Ebu Leheb ile Hakem b. el-As ve Ukbe b. Muayt'ın yaptıkları eziyeti ve işkenceler çok ileriye varmıştı. Bunlar Peygamber'in ev komşularıydı. Peygamber'in yemeğine kirli ve pis şeyler atarlardı. Ayrıca Peygamber namaz kılarken üzerine hayvan bağırsakları, işkembe vs. iğrenç şeyler koyarak kendisini taciz ederlerdi. Bu eziyetler o dereceye vardı ki, Hz. Peygamber kendisine destek olacak ve çağrısına iman getirecek himayeci kimseler bulmak ümidiyle Taif şehrine gitti. Ancak burada da Mekke'dekine benzer, hatta daha ileri nefret ve hakaretten başka bir şey bulamadı. Üzüntüyle oradan Mekke'ye geri döndü. Ancak düşüncesinden ve teşebbüslerinden vazgeçmedi. Taif halkı Peygamber'e yüz çevirmekle yetinmediler, bir kısım sefil insanları, köleleri ve çocukları ayartarak Peygamber'e küfür ve hakaret ettirdiler, sokaklarda arkasından yuhalatarak bağırtıp, taşlattılar. Sonunda halktan birileri olaya müdahale edip Peygamber'i duvar kenarına çekerek o serseri sınıfı dağıtıp uzaklaştırdılar. Peygamber işte bu dakikada konum ve görevinin ne kadar güç ve zor olduğunu bir kez daha hissederek Allah'a dua ve niyazda bulundu ve Mekke'ye döndü. Ancak azim ve kararında bir bıkkınlık ve usanç asla olmuyordu. Mekke'de ise kendi kavmini kendisine öncekinden daha fazla can düşmanı kesilmiş buldu. Peygamber'in bu durumu gerçekten çok dikkat çekicidir. Bu dönüşten sonra en yakın akrabalarına varıncaya kadar herkes kendisinden nefret ediyordu. Oysa sürdürdüğü davetten vazgeçseydi herkesten - açıktan açığa kendisine söyledikleri gibi- sevgi, saygı ve ikram göreceği kesindi. Ancak şan sahibi Peygamber bunların hiçbirine önem vermedi. Şu durumda Hz. Peygamber yaymaya çalıştığı çağrının doğruluk ve sağlamlığına ve Cenabı Hak tarafından bu Peygamberlik ile mükellef olduğuna son derece sağlam bir inançla bağlı olmasaydı bunca eziyete ve aşağılamaya kuşkusuz dayanamaz ve vazgeçerdi.
Hz. Peygamber kendi yakınlarından ve kavminden böylece ümidini kesince, kendisini dinleyecek başka kimseler bulmak ümidiyle hac mevsiminde Kabe'ye gelen kabileleri İslamiyet’e davet etmeye başladı. Ancak kendi yakınları ve akrabaları kendisine karşı durdular. Tüm gayret ve çabalarını çürütmek istiyorlardı. Özellikle amcası Ebu Leheb Hz. Peygamber'in bir topluluk içinde İslamiyet’ten söz ettiğini görünce hemen o cemaatin içine sokulur konuşmayı yanda keserek "Ey insanlar, bu adam sizi, Lat, Uzza ve cinlerden sizin müttefikiniz kimselerden ayırarak kendisinin uydurduğu yenilik ve sapıklığa düşürmek için çalışıyor. Sakın aldanmayınız" derdi. Oysa tüm bu direniş ve zorluklar Peygamber'i inandırma azminden bir an bile geri döndüremedi. Çağrısını yaymayı sürdürdü. Her mevsim ve fırsattan yararlanarak halkı İslam’ı kabule özendiriyordu. işte bu azim ve sebat sayesinde sonunda Yesrib (Medine) halkından altı kişi İslam’ı kabul ederek Peygambere biat etti ki, bu kişiler İslam’ın kısa bir zaman içinde söz konusu kentte yayılmasına sebep oldular. ihtimal ki İslam’ın o mübarek beldede hızla yayılmasına orada ehl-i kitabtan oldukları için vahye inanan ve uluhiyetin anlamını ve Peygamberliğin ne demek olduğunu bilenlerin çoğunlukta bulunması bir sebep olmuştur. Bunların içinde putlara tapınmak ortadan kalkarsa ticareti ve menfaati zarar görecek kimse yoktu. Belki bunlar, puta tapmayı terk etmenin Mekke'nin önemini azaltacağını düşünür ve kendi kentleri olan Medine'nin ön plana çıkmasını arzu ederlerdi. Eğer Hz. Peygamber göç eder ve Medine yeni dine merkez olursa herkes Mekke yerine Medine'ye hacca giderdi. Ayrıca iki kent halkının soy ve soplarındaki ayrılık nedeniyle iki halk arasında büyük bir rekabet ve nefret vardı. Mekke halkı Adnan soyundan Medine halkı ise Kahtan (Yemenlilerden) idiler.
Medine halkı Hz. Peygamber'e yardım ederek teşvik ve destekte bulundular. Kendisine destek olacaklarına söz vererek Peygamber'i kentlerine davet ettiler. Peygamber M.S. 622'de Medine'ye göç (Hicret) etti. Kendi kabilesinden kendisine biat etmiş, söz vermiş Müslümanlar da beraber gittiler. Bu kişiler Medine halkından olup kendi kentlerinde Peygamber'e yardımda bulundukları için "ensar" (yardımcılar) adını alan diğer sahabilerden ayırt edilebilmek için "muhacirin" (göçmenler) adıyla bilinir. Müslümanlar işte bu Hicret'i tarih başlangıcı kabul ettiler. Günümüze kadar olayları bu tarihle kaydederler.
Medine'ye göç eden Müslümanlar orada büyük ve görkemli bir törenle karşılandılar. Güçleri arttıktan sonra Mekke halkından hesap sormaya karar verdiler. Onların ticaret amacıyla Şam ile Mekke arasında gelip giden kervanlarını gözetlemeye ve zaman zaman Mekkelilerle çarpışmaya başladılar. Bu çarpışma ve savaşların en büyüğü Büyük Bedir Gazvesi'dir (Büyük Bedir Savaşı). Savaş, Müslümanların parlak bir başarısıyla sonuçlanmıştır (17 Ramazan 2/13 Mart 624). Bu başarı ve zafer diğer gazvelerdeki yani savaşlardaki başarıların başlangıcı olmuştur. Müslümanlar sonunda Arap Yarımadası'nı yönetimleri altına aldılar ve Mekke'yi de ele geçirdiler (Ramazan 8/0cak 630). Bütün Kureyş halkı İslamiyet ile şereflendi. Bundan sonra Hz. Peygamber tarih kitaplarında belirtildiği gibi Arabistan dışına doğru gözlerini çevirerek o dönemin hükümdarlarını davet eden mektuplar gönderdi.
Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder