24 Kasım 2022 Perşembe

Hunlar'ın Çin'de Kurdukları Chao Hanedanlığı ve Hunların Kimliklerini Kaybedip Çinlileşmeleri

 Hanedanların Tükenişi


317 yılından sonra şans Hunlar’dan yüz çevirdi. Yang-tse nehrinin güney kesimlerine yönelmeyi deneyince Güney Çinliler’in şiddetli bir mukavemetiyle karşılaştılar. Çinliler’in Hun veliaht prensi Liu Ts’an’ın karargahına yaptığı âni saldırı zaferle sonuçlandı. Gece çarpışmaları sırasında Hun birliklerinin yarısı ölmüş, diğer yarısı kaçışmış ve Çinliler de büyük miktarda at ve sığır sürülerini ganimet olarak almışlardı. Bu fiskenin önemli bir tesir yaptığı söylenemez. Çünkü Hunlar’ın asıl kuvvetleri gelince, Çinli kumandan olca olarak alınan at ve sığırları bırakıp ordusunu Yang-tse’nin öte tarafına geçirdi. Fakat bu epizod Hun veliahdının kabiliyetsiz ve takviyesiz olduğunu ortaya koymuştu.


318’de Hun hanedanı daha büyük bir felakete maruz kaldı. Sarayın bir kanadında çıkan yangın sonucunda Liu ailesinin 20 ferdi yanarak ölmüştü. Bu büyük bir kayıptı. Çünkü yangın sırasında ölen kayıtsız şartsız sadık ve gerekli insanların yerine yenisini koymak oldukça güçtü. Hun halkının bahtına veliaht prens ölenler arasında değildi. 

Bu olay üzerinden çok geçmeden Liu Ts’ung hastalandı ve tahtı kabiliyetsiz büyük oğlu Liu Tsan’a bırakarak öldü. Liu Ts’ung oğlunun kabiliyetsizliğini bildiği için başvezir Liu Yao ve General Shih Lo’yu, ayrıca iki küçük oğlunu ve levazım subayı olarak Chin Chung’u yardımcı olarak tayin etmişti. Yabgunun (ve imparatorun) cenaze töreninden sonra kumandanlar birliklerinin başına dönmüşler, Chin Chung ise Liu Ts’an’ın yegane danışmanı olarak kalmıştı. Chung sahip olduğu pozisyondan yararlanarak, yeni hükümdarı, bir süre sonra sefahat ve vazifelerini ihmalden dolayı kelleleri vurulacak olan kardeşlerinin vesayet ve görüşlerinden kurtarmaya girişti. İktidar fiilen Chin Chung’un eline geçmişti. Chung, prensipsiz bir ikbalperest değildi. Aşırı bir Çin milliyetçisiydi ve Hunlarınkine kıyasla Chin hanedanı döneminde altın çağını yaşayan kendi medeniyetine âşıktı. Başka bir etnik kökene mensup olan insanların davranışları ve bunların bütün etnik temas bölgelerinde intac edeceği neticeler konusunda önceden tahmin yürütmek bir âcizliktir.


Hunlar’la Çinliler arasındaki etnik fark, birinin âdetlerinin diğerinde fizikî tiksinti yapacak seviyedeydi. Bozkırlarda yaşayan Hunlar’ın büyük çoğunluğunda hanımın miras olarak alınması geleneği mevcuttu. Büyük kardeşin dul hanımı, kendisine sevgili hanımları gibi saygılı davranmak zorunda olan küçük kardeşin hanımı haline geliyordu. Bazan babanın hanımı da (elbette öz annesi değil) oğluna aynı şartlarda miras kalıyordu. Katı bir iklimde ve kabileler arası savaşların sürüp gittiği bir ortamda kadının korunması gerekli olduğu hallerde bu gelenek hayatın bir parçasıydı. Hatta bir bakıma bu, kadının emeğinin bir karşılığı olarak akrabaları arasında bulduğu bir tür “sosyal sigorta” durumundaydı. Bu gelenek sayesinde kadın, patriarkal boy sistemi ve ekzogami şartları dahilinde dul olmanın getirdiği acınacak durumdan kurtuluyordu. Hunlar’ın Çin toplumu içine karışmaları sonucunda bu gelenek anlamını yitirmişti ama bir relikt olarak varlığını sürdürüyordu.

Bu yüzden Liu Ts’an babasının genç odalıklarının odalarına girip çıkmaya başlayınca Hunlar bunu onun bir tür hakkı ve vazifesi olarak kabul ettiler. Ama Çinliler nazarında böyle bir davranış tiksinti verecek bir şeydi. Chin Chung, millî ve mukaddes saydığı amaçları uğruna bu fırsatı değerlendirmeye girişerek, sarayı, “öz anneleriyle” yaşayan barbara karşı olan Çinli hizmetçilerle doldurdu. Çünkü babanın bütün Çinli hanımları da bu kategoriye giriyordu. Esasen veliahtın bu davranışı, zaten öfke ve nefret suyuyla doldurulmuş kabı taşıran son damlaydı.


Hiçbir bahane Çinli milliyetçileri “barbarlar”ın hakimiyetine katlanmaya ikna edemezdi fakat güneyli akrabalarının kendilerini kurtaracağını bekleyip durmak da anlamsız bir şeydi. En iyisi kendi gücüne güvenmek ve savaşacak yeni güçler bulmaktı. Ve Chin Chung da, Conrad Wallenrod’un oynadığı Çinli rolündeki gibi bir çıkış yolu bulmuştu. Parlak bir kariyer yaptıktan ve kabiliyetsiz monarşist nezdinde iyi bir yönetici haline geldikten sonra bütün kartları kullanıp hayatının kumarını oynamak amacıyla bir devlet darbesi gerçekleştirmeye karar verdi. Bir avuç komplocuyla birlikte Liu Ts’an’ın yatak odasına girerek kendisine çok güvenmiş bulunan imparatoru (ve aynı zamanda yabguyu) parça parça ettirdi.

Bu olayın arkasından korkunç bir hesaplaşma başladı. Liu Ts’ung’un bütün yakınları, büyük-küçük ayırımı gözetilmeden pazar meydanlarında katledildi; Liu Yüan ve Liu Ts’ung’un cesetleri mezarlarından çıkartılarak kelleleri kopartıldı ve Liu ailesinin atalar tapınağı ise yakıldı. Chin Chung bu katliamdan sonra, Chin hanedanından gelen güney imparatorunu  kendisine  süzeren  kabul  ettiğini  göstermek maksadıyla wang (Han-wang) titülünü aldı. Arkasından Lo-yang’da Hunlar tarafından gaspedilmiş olan mühürü ele geçirerek şöyle dedi: “Bugünden itibaren Çinliler göçebelere hesap vermeyecekler. İşte onların ele geçirdikleri mühür. Hepsini meşru hükümdara Chin imparatorluk ailesine iade ediyorum.” Sonra güneye bir mektup göndererek giriştiği hareketin ülkeyi “saygı gösterilmeye layık olmayan” yabancılardan kurtarmak ve katlettikleri iki imparatorun intikamını almak amacını taşıdığını belirttikten başka, mektupla birlikte iki imparatorun küllerini de yolladı. 

Görüldüğü gibi Chin Chung kendini bir hain ve katil olarak telakki etmiyor, aksine bir kahraman olarak görüyordu fakat onun bu davranışı gerek Hunlar ve gerekse Çinliler tarafından dul hanımların tevarüsü şeklinde anlaşılmamıştı. Halk başkenti terkederek, 50 bin kişilik bir orduyla P’ing-yang’a doğru hareket eden Shih Lo’nun kontrolündeki bölgelere kaçtı. İmparatorluğun batısında ise Liu Yao meydana gelen trajik olayı öğrenir öğrenmez kendini imparator olarak ilan etti ve gâsıpla ilişkisi olduğu bilinen herkesin öldürülmesini emretti. Korkuya kapılan Chin Chung, Shih Lo ile anlaşmayı denediyse de, bu sonuncusu huzuruna gelen elçiyi tutuklayarak Liu Yao’ya gönderdi.

Liu Yao tutuklu elçiyi saygıyla karşılayıp serbest bıraktıktan sonra ondan Chin Chung’a teslim olması halinde sahip olduğu mevkisinin kendisine iade edileceğini iletmesini istedi. Chung vaadlere inanmayacak kadar kurnazdı ama sonunda hempaları onu öldürerek Liu Yao’ya itaatini arzeden oğlu Chin Ming’i tahta çıkardılar. Fakat bu durum Shih Lo’nun müdahelesine sebep oldu ve Lo, katledilen Hun prenslerinin intikamını almak için P’ing-yang’a saldırınca Ming ve aveneleri şehirden kaçan diğer insanlarla birlikte Liu Yao’ya sığındı. O da hem Ming’i, hem de avenelerini katlettirdi. Bu arada Shih Lo başkenti işgal etmiş ve cinayetlerle kirlenmiş sarayı ateşe vererek, Liu Yüan ve Liu Ts’ung’un mezarlarını yeniden yaptırmıştı. Böylece Çinliler’in 318 yılının üç uğursuz ayı boyunca devam eden rövanş denemeleri sona ermiş oldu.


IV. Yüzyıldaki Çinli’nin, temelini “barbarlar”la ilişkilerde ihanetin oluşturduğu eğilimleri, vahşetin safdillikle bütünleştiği Hun eğilimlerinden daha yapıcı değildi. Daha kötüsü, belki de bu iki eğilimin yan yana bulunmasıydı. Çin eğitimiyle yetişmiş bir Hun kobradan daha tehlikeliydi. Mağlupların tabiriyle “kurnazlık ve hainlik nedir bilmeyen” ama iş konusunda vaadlerinden daima dönen Liu Yao böyle bir tipti. Tahtı “aristokratizmin sağladığı hukuka dayanarak” ele  geçirmişti.  Hun  hanedanının  hükümranlığı  tamamıyla ortadan kaldırılınca, kurduğu yeni hanedana Chao ismini vermiş, başkentini de Ch’ang-an’a taşımıştı. Shih Lo “Büyük Mareşal” titülü almış ve ülkenin doğu bölgelerinin yönetimi kendisine verilmişti. Ancak bir sonraki yıl durum tamamıyla değişecekti.

Başka nasıl olabilirdi ki? Çinliler’le yan yana geçen birbuçuk asır sonunda Hunlar, sadece Ordos’daki steplerde yaşayan akrabalarının muhafaza ettikleri boy geleneklerini koruyamamışlardı. IV. Yüzyılın 20’li yıllarında Hunlar artık bir birlikten mahrumdular. Hunlar Çinliler’i yenmiş ama Hun olarak kalmayı başaramamışlardı.


Bir milletin ismi genelde kendisinden daha fazla yaşar. Mesela Bizans Grekleri ve Anadolulular XV Yüzyılda hâlâ kendilerini Rum olarak isimlendiriyorlardı. Hunlarda ise böyle bir karmaşıklık kesinlikle olmamıştır. Mevcut gelenekler isyan ve zafer için yeterli olmuş fakat iktidarı elde tutmak için kâfi gelmemişti. Yeni imparatorluk tamamen Çin geleneklerine göre yapılanmıştı: Yaşam tarzı, eğlence, saray yaşantısı, ünvanlar ve merasimler tamamıyla Han monarşizminin birer taklidiydi ama kesinlikle yabgu sarayının patriarkal gelenekleri hakim değildi. Hunlar artık, primitiv hayata özgü yüksek ahlakî değerlerin ve yüzyılların manevî kültür birikiminin hayatlarında yer almadığı “medenîleşmiş barbarlar”a dönüşmüşlerdi. Kumandanların ikbalperestlik ve egoizmi; reel bir güç oluşturan profesyonel askerlerin prensipsizliği Hun bağımsızlığının yeniden doğuşunu noktalayan hususlardı.


Bozulan Birlik


Müteveffa yabguların teşkil ettiği iki ordunun âsi vezire karşı kazandığı kolay zafer kendilerine rakip tanımadıklarını ispat etmişti. Fakat bunlar kendi aralarında bölünmüşlerdi ve her ikisi de gerçek geleneklere bağlı değildi.


Doğuştan prens olan ve Çin kültürüyle yetişmiş bulunan Liu Yao, Hun reisleriyle anlaşabiliyordu. Vaktiyle haydutların pîri olan Shih Lo ise fakir kul kitlelerine ve kendisine iltihak etmiş bulunan sözde Çinliler’e sırtını vermişti. Her iki grup da aynı şekilde Hun boy yapısına yabancıydı ama Çin hükümranlığına karşı olmakla birlikte, birbirlerine katlanamıyorlardı ve bu durum ikisi arasında bir çatışmayı kaçınılmaz kılmaktaydı.


319 başlarında Shih Lo, tahta geçişini tebrik etmek amacıyla Liu Yao’ya bir elçi gönderdi. Yao da bir jest olarak ona “Chao Hükümdarı” ünvanını verdi. Fakat elçilik heyetinde bulunanlardan biri Liu Yao’nun kulağına efendisinin imparatorluk ordusunun gücünü sarsmakla görevlendirildiğini fısıldadı. Yapılacak âni bir saldırıyla düzeni bozulan orduyu ezmek pek de zor bir iş değildi. Öfkeye kapılan ve muhbire inanan Liu Yao Çin’deki âdete uyarak elçinin kellesini kesti. 

Gazaplanan Shih Lo, göçebe âdetlerine uygun olarak Liu Yao ile bütün ilişkilerini kesti. Böylece henüz kurulmuş olan bir devlet, iki sabık silah arkadaşının ölümcül bir savaşa girişmeleriyle parçalanmanın eşiğine gelmiş oldu.

Hayır; taraflardan herhangi birinin diğerinden daha fazla “Çinlileşmiş” olduğu söylenemezdi ama medenîleşmenin her ikisi üzerindeki etkileri başka başkaydı.


Yeni Hun Devleti’ne Sonraki Chao deniliyordu ve Çin kültürünü tıpkı bir sünger gibi emmişti. Shih Lo câhil biriydi ama ilme karşı saygılıydı. Konfüçyanist filozofları, şâirleri çevresine toplamış, okullar açmıştı. Ancak Hunlar’dan tevarüs ettiği savaşçılık geleneğini mukaddes bir emanet gibi korumuş ve bu da kulların çıkarlarına cevap vermişti.

Liu Yao başkent olarak Ch’ang-an’ı seçmişti. Önce orada Çinliler’e ait Atalar Tapınağı’nı yıkmış ve onun yerine toprak ve bitkilerin yani Yabgu Me-te’yi yansıtacağı düşünülen Gök ve Yer tanrılarına ithaf edilmiş mukaddes bir kurgan yaptırmıştı. Hun devlet erkanı kendi halkının kültür geleneklerine saygı duyuyor fakat pratikte, bu önüne geçilemez akıma bütün güçleriyle karşı çıkmalarına rağmen, Çin davranış kalıplarının dışına çıkamıyorlardı. Onları buna “hadisât mantığı” itekliyordu. Fakat bu iki kutupluluk kısa süre zarfında devlet işlerine yansıyacaktı.

 


320’de Liu Yao iki zâdegânın bir isyana hazırlandıklarını ve bu iş için “Pa ülkesinden” yani “Ti”ler veya Tankutlar’dan bazı subaylarla işbirliği yaptıkları yolunda bir ihbar aldı.

 

Tertipçilerin hemen kellesi vurulurken, diğerleri yani Tankutlar hapsedildi. Liu Yao onların da öldürülmelerini emretti fakat hassa subaylarından Yü Ch’i-yüan devreye girip efendisine, kanunlara göre işbirlikçilerin ölüm cezasına çarptırılamayacağını belirterek, suçsuz komplocuların affedilmesi talebinde bulundu. Liu Yao öfkeye kapılarak bu nahoş tavsiyeyi veren subayı tutuklattığı gibi, daha önceki 50 tutuklunun da katledilmesini emretti. Bu karar üzerine tutukluların akrabaları ortaya atılarak sınır ötesindeki Tibetliler’den ve Tabgaçlar’dan da yardım alıp zorbalığa karşı isyan başlattılar. Anlatılanlara göre isyancıların sayısı 300 bin civarındaydı. Bu abartılı bir rakam elbette; ama öyle veya böyle, başkentte bir savaş durumu söz konusuydu ve şehir kapıları gündüzleri dahi kapatılmıştı.


Hakkaniyetten yana olan Yü Ch’i-yüan Liu Yao’yu ikna etmek amacıyla tekrar müracaatta bulundu ama bu defa işi mektupla halletmek istedi. Liu Yao mektubu yırtarak, onu yazan kişinin katledilmesini emretti. Ancak sarayda görevli Hunlar Yü Ch’i-yüan’ın saraya sadakatinden emin ve onun hükümdara böyle bir uyarıda bulunma hakkına sahip bulunduğu görüşünde oldukları için emri yerine getirmediler.


İmdi bir soru: Hangi hükümdara? Çin’de imparator kendi başına müstakildi; Hunlar’da ise boy beyleri yabgunun yetkilerini sınırlıyorlardı. Bir noktada Liu Yao kendini Chao hanedanının imparatoru olarak ilan ettiyse de, Hunlar nazarında hâlâ bir yabgu olduğu için keyfî tutumlar sergilemesi halinde kendisine müdahele edilirdi. Nitekim zâdegânların baskıları karşısında Yao sadece Yü Ch’i-yüan’ı serbest bırakmakla kalmamış, onun tutuklu âsilerin affedilmesi yolundaki tavsiyesine de uymuştur. Zaten verilen tavsiye de son derece bilgece idi. Çünkü Tibetliler ve Tabgaçlar dışında kalan diğer tutuklular serbest bırakılınca hemen varıp saraya bağlılıklarını bildirmişlerdi. Yao da onlara maddî ihsanlarda bulunarak, hepsini takviye kuvvetler olarak Ch’ang-an civarına yerleştirdi. Neticede Hun devletinin göçebelere karşı uyguladığı barışçı politika oldukça fazla müsbet neticeler ihdas etmiş ve Yü Ch’i-yüan da terfi alarak baş vezir ve mahkeme başkanı (bugünkü adalet bakanı) tayin edilmişti. 

Shih Lo bağımsız yönetiminin ilk yıllarında fazla başarılı değildi. 313’de, sabık Yü-chou bölgesinin kabiliyetli generali Chü Te’nin faal olduğu güney-doğu eyaletinin itaat altına alınan halkları değil ama genel olarak fetihler onu yormuştu. Chü Te, Çinliler’e kaybettikleri toprakları iade etmek amacıyla Sih-ma Jui’den izin ve bir miktar üniformalık kumaş aldıktan sonra bazı gönülü birliklerin başına geçerek her türlü sorumluluğu üslenmişti. Halka iyi muamele ettiği için ordusu kısa zamanda büyümüş; 317’de Honan’da Hunlar’ın en gözde kumandanı Shih Hu’yu yenmiş, 319’da ise göçebeler arasındaki hizipleşmelerden faydalanarak kuzeye bir saldırı tertiplemişti. Neyse ki Chin sarayının generalin faaliyetlerini denetlemek için bir müfettiş göndermesi onu gücendirmiş; böylece Çin ordularının başarıları noktalanmıştı (321. yıl).


Bu kanlı çatışmalar sırasında Shih Lo, idaresi altındaki kabilelerin Hunlar’a karşı sempati beslemelerini sağlayacak bir takım âlicenaplıklar sergiledi. Örneğin Hunlar tarafından işgal altında tutulan bölgelerdeki Çinliler’in atalarına karşı saygı merasimleri yapma imkanının olmayışından üzüntü duyduklarını öğrenince, hemen mezarları yeniden yaptırarak, çevresini temizlettikten başka korunması için muhafızlar dikti. Bir başka defa kendisine sığınan Çinli bir subayın başını keserek, kellesini, hainlerden kesinlikle nefret ettiğinin altını çizerek Chü Te’ye gönderdi. Ama bunun yanında aynı bölgelerde o sıralar kendisi için tehlike olarak kabul ettiği Çinli halkı birkaç kez kılıçtan da geçirdi.

Kısacası Shih Lo ve Liu Yao, tıpkı taraftarları gelenekçi Hunlar’la belli bir soyu olmayan kullar gibi, karakter yönünden birbirine zıt iki kişiydi. Halkların Çinliler’e karşı besledikleri öfke yumağının öne çıkardığı birliği bozulmuştu ve 319’dan itibaren artık müttefik olmaktan çıkıp aralarında uzlaşma imkanı bulunmayan iki azılı düşman haline gelmişlerdi.


Hunlar’ın birbirlerine düşmeleri Güney Çin’i kurtarmıştı ama orada da aynı talihsiz durum söz konusuydu. 322’de Shen-si ve Sih-ch’uan boylarındaki Ti kabileleri isyanlar ve huzursuzluklar sebebiyle Çin’den koparak Wu-t’u hükümdarlığını kurmuşlar, sonra da Liu Yao’ya vassallık müracaatında bulunmuşlardı. Ayrıca Güney Çin 322’den 324’e kadar General Wang T’un isyanıyla çalkalanmış ve Shih Lo bu kargaşalıktan faydalanarak Chin-chou’yu ele geçirmişti. 

Tabgaç hanlığında ise devletin başında bulunan yöneticiler ardardına katledilmiş, halk parçalanmış ve böylece Çin bir süre için savaş potansiyelini yitirmiş olan bir müttefikinden olmuştu. Hunlar’a gün doğmuştu ama ne yazık ki onlar önlerine çıkan bu fırsatı iç çatışmalara girmek suretiyle kaçırmışlardı.


Aristokrasinin Sonu


323’de hem Chin ve hem de Chao imparatorluklarına karşı aynı anda savaş ilan eden Shih Lo kendi hakimiyeti altında bulunan topraklarda oldukça güçlenmişti. Böylece Çinliler ve Hunlar beklenmedik bir şekilde müttefik olmuş gibiydiler. Ne var ki General Wang T’un’un isyanı sebebiyle hayli yıpranmış bulunan Güney Çin İmparatorluğu, Chü Te’nin halka yaptığı iyi muameleden dolayı kurtarılmış bölge ilan ettiği ve hakimiyet altına aldığı kuzey vilayetlerini koruyacak durumda değildi. Shih Lo’nun kumandanlarından Shih Sheng ve Shih Hu hiç zorlanmadan Huai ve Shan-tung vadilerininin kuzey kısımlarını ele geçirerek 325’de çatışmaları noktaladılar.

En ciddi operasyon ise Lo-yang açıklarında vukû buldu. Hunlar Shih Sheng birliklerini kuşatma altına alınca Shih Hu yardıma gelerek kuşatmacılara ağır bir darbe indirdi. Çarpışmalar sırasında Hun kumandanları ölünce, orduları dağılıverdi. Bu olay Liu Yao’yu aşırı üzüntüden dolayı hastalandırınca Hunlar’ın üç yıl süreyle (325’den 328’e kadar) yeni bir karşı saldırı başlatma imkanları kalmadı. Bu arada Chin İmparatorluğu yeni bir isyan sebebiyle oldukça zayıflamış ve Shih Lo’nun devleti için tehlike olmaktan çıkmıştı. Hal böyle olunca Shih Lo, Shih Hu’nun kan kardeşi olan bir kumandanı 40 bin kişilik orduyla Liu Yao’ya karşı gönderdi. Fakat Liu Yao düşmanı Huang-ho dirseğinde karşılayıp geri çekilmeye mecbur bıraktı ve hatta firara başlayan orduyu 200 li (80 km.) den daha fazla kovaladı.


Hunlar esir almadılar. Cesetler sayılamayacak kadar çoktu ve arazi kokmuş cesetlerle dolmuştu. Liu Yao düşmanın ikinci ordusunu da Lo-yang kalesinde kuşatma altına aldı ve Lo nehrinden kanallar açarak kaleyi su altında bıraktı.


Bu ciddi durum karşısında yaşlı Shih Lo kumandayı bizzat ele aldı. Yakınlarına “Liu Yao’nun öfkesine karşı kimse karşı duramaz deniliyorsa da, bilinsin ki Liu Yao yaşlıdır ve askerleri de sünepedir” diyerek bütün imkanlarını devreye soktu.


Liu Yao esirlerden Shih Lo’nun kendisine karşı yola çıktığını öğrenince, kuşatmayı kaldırarak Lo nehrinin batısına çekildi. Shih Lo Hunlar tarafından boşaltılan Lo-yang’a girip, şehri kurtardığı için Göğe şükretti. Sonra da daha önceki başarılarına güvenerek Liu Yao’nun üzerine yürüdü. 

Galiba Shih Lo haklıydı. Çünkü Liu Yao yeterli lojistik desteğe sahip olmadığından nihaî bir çatışmaya hazır değildi. Bununla birlikte düşmanın atacağı adımları önceden tahmin edebilmek için otağında gözdeleriyle birlikte kendini işrete verip, kapıldığı ölüm korkusuyla kendisine nahoş haberlerin getirilmesini yasakladı. Fakat hesapta olmayan bir pozisyonla karşı karşıya kalmıştı: Arkası nehirle çevrilmişti ve askerleri de açık arazideydi. Shih Hu, Liu Yao ordusunun karşı saldırısınının hızını kesmekle görevli piyade birlikleriyle süvariler tarafından çevresi koruma altına alınmış bulunan Hun ordusunun merkezine yöneldi.


Liu Yao’nun artık toparlanma imkanının bulunmadığı savaşın en kritik ânında, bizzat kendisi zırhlara bürünmüş olan Shih Lo’nun seçkin askerlerden müteşekkil ordusu Lo-yang’dan çıkarak dolu dizgin düşmanın üzerine atıldı. Liu Yao ise sarhoştu. Shih Lo’nun 40 bin kişilik ordusu düşmanın sol cenahını bozunca, bir kitle darbesinden kaçınan Hun süvarileri geri çekildiler. Hun kumandanı ise atından düşmüş ve esir edilmişti. Bu durum savaşın kaderini de belirledi. Daha fazla kan dökülmesini gereksiz bulan Shih Lo kaçan düşmanın takip edilmesini yasakladı. Esirine, oğullarına bu kardeş kavgasını daha fazla devam ettirmeye son vermeleri tavsiyesinde bulunan bir mektup yazmasını teklif ederek kendisini tatmin etti. Bu, Liu Yao’nun hiç de hoşuna gitmeyecek oldukça akıllı bir teklifti. Ama aksine Liu Yao oğullarına yazdığı mektupta, babalarının akibeti için endişelenmeden zafere kadar savaşa devam etmelerini bildirdi. Tabii böylesi bir ters tutumu yüzünden hayatını da noktaladı.


Esasen Liu Yao’nun inadının pek faydası da olmamıştı. Çünkü kendi devletinde, çevresine bir takım ikbalperest ve hainleri toplayan az sayıda Hun gazisinin dışında kendisine arka çıkan kimse yoktu. Bununla birlikte Shen-si’deki Çinli vatandaşlara hain gözüyle bakılamazdı. Zira onlar, sadece ülkelerini fetheden bir despotla kader birliği yapmışlardı. Ama savaş korkusuyla köy ve şehirlerini boşaltan bu insanlar, mağluplara karşı isyan bayrağı açarak, galiplerin hakimiyetini tanımışlardı. 329’da Shih Sheng Ch’ang-an’a girmiş, Shih Hu ise Liu Yao’nun şehri ele geçirmeye çalışan oğullarını mağlup etmişti.

Bu yenilgiden sonra Hunlar arasında panik başladı ve düşmana karşı koyamayacak şekilde dağıldılar. Liu Yao’nun oğlu Liu Hsi’ye sadık kalan son topu topu üç bin kişilik ordu da galiplerin himmetine sığınmıştı. Bütün esirlerin kellesi vurulmuştu. Kuzey Çin yeniden birleştirildi. 330’da ise Shih Lo Sonraki Chao imparatoru, sabık köle ve haydutun odalığı imparatoriçe ilan edildi. Tabii oğulları da veliaht prens ve mareşal; Shih Hu’nun hiç olmazsa mareşal olmak isteyen kan kardeşi ise küsmesin diye adalet bakanı oldular. Fakat işin tuhaf tarafı Çin tarihî kaynaklarının Shih Lo’dan aşikar sempatiyle bahsetmesidir. Acaba bu bir hakkaniyet mi, yoksa tarafgirlik mi?

Shih Lo’nun kabiliyetli, daha doğrusu alımlı bir kişi olduğu şüphesiz ama pek de masum olduğu söylenemez. Çin halkını tepelemesi görmezlikten gelinmiş, yaptığı iyi işlere fazlasıyla prim verilmiştir. Bu bir tesadüf olamaz. Çin tarihleri Liu Yao’dan itibaren tersine bir davranış sergilemektedirler ki, muamma da buradadır.


Birazcık Çinli ruhu karışmış olsa bile, Çinliler’in nefret ettikleri Hunlar’ın etnik özellikleri bozkırlı aristokratlar için tabiî şeylerdi. Bununla birlikte Liu ailesi üyeleri Türkçe isimlerini Çin isimleriyle değiştirmiş olmalarına rağmen Hunlu olarak kalmışlardı ve Çinliler nazarında yabancı kişilerdi. Ancak Chao İmparatorluğu’nda Hun geleneklerinin olmayışı, taraftarlarının yavaş yavaş dejenerasyonuna ve geleneklerini kaybetmiş Kuzey Çinli halkı haline gelmelerine yol açmıştır. Onlar sosyal yönden birbirlerine yakındılar ve bu yakınlık Çinliler’le kullar arasındaki dil farklılığından daha önemliydi. Zaman içinde kaynaşarak birbirlerinin dilini anlamaya başlamışlardı ve Shih Lo’nun tebaasının zevk ve dış görünüşlerine fazla aldırmaması, onları iktidara katlanır kişiler haline getirmişti. Esasen Shih Lo, Chin hanedanının kaba saba imparatorlarına ve vahşi çağdaşlarına kıyasla daha iyi bir yöneticiydi. Bu yüzden kurduğu düzen sağlam temeller üzerine oturmuş sayılırdı ama bu dahi durumu ancak yirmi yıl süreyle kurtaracaktı.


Demokrasinin Sonu


Hunlar’ın ve kulların demokratik lideri Shih Lo’nun şâhikası ancak dört yıl sürdü. Bu süre zarfında ise başkent olarak seçtiği Yeh şehrinde sadece lüks bir saray yaptırabildi. 333’de şiddetli bir hastalığa yakalanınca, saray muhafız birliğinin kumandanlığını ele alan Shih Hu, vezir ve akrabaları da dahil olmak üzere kimsenin hastanın odasına girmesine müsaade etmedi. Hanedan bânisinin oğulları Shih Hung ve Shih K’ang ise eyalet ordularını kumanda ediyorlardı. Efendisinin ve kan kardeşinin son nefesini vermelerini dahi beklemek istemeyen Shih Hu, bu fırsattan faydalanarak, ölmek üzere olan imparatorun sadık vezirleriyle bütün üst düzey memurları tutukladı. Artık her şeyin bittiğini anlayan veliaht prens tahttan feragat ettiyse de, Shih Hu onun kendi isteğiyle tahtı bırakmasını kabul etmeyerek, “tahta yaraşmadığı” için alaşağı ettiğini duyurdu.


Shih Lo’nun küllerini, esasen başka bir vadide kendisi için yaptırmış olduğu alelade bir kabre defnettikten sonra bütün üst yetkileri elinde toplayan Shih Hu, müteveffa imparatorun tüm silah arkadaşlarını görevden uzaklaştırıp, kendi yakınlarını getirdi. İmaparatoriçe oğlu Shih K’ang’a onu ve kendisini neyin beklediğini sordu. Oğlu bu soruya sadece “ölüm!” cevabını vererek annesinden isyana müsaade etmesini istedi. Ancak kıskıvrak yakalanıp kelleleri vurulduğu için bir şey yapamadılar. Bu vahşet ve zorbalık karşısında Prens Shih Sheng Ch’ang-an’da ve Prens Shih Liang da Lo-yang’da isyan ettiler. Shih Liang’ı mağlup eden Shih Hu onun kellesini vurdu. İyi kalpli Shih Sheng ise, kellesini Shih Hu’ya takdim eden kendi askerleri tarafından katledilmişti. Geleneklerden yoksun olan bu askerler kanunî veliahdı başlarına kumandan olarak kabul ettiler. Çünkü kanun mefhumu kuvvet ve çıkar kategorileriyle yer değiştirmişti.


Tahttan alaşağı edilen Prens Shih Hung da kısa süre sonra katledildikten sonra Shih Hu kendisini önce geçici yönetici, arkasından da Sonraki Chao imparatoru olarak ilan etti. Tahtının tek ve yegane desteği ordu idi. Aristokrasi ve askerî demokrasi, vahşi, menfur ve prensipsiz despotların eline kalmıştı. Ancak Shih Hu’nun ordusunun yan birimlerinde durum pek de iç açıcı değildi. Çünkü ülke ordusunun bel kemiği olan Hun süvarilerinin yarısı iç savaş sırasında ölmüş, bu yüzden boşalan saflar Çinli askerlerle doldurulmak zorunda kalınmıştı. Bu sonuncular kesinlikle korkak değilllerdi ve hayatlarını Hun fâtihleri için feda etmeye herkesten daha az hevesliydiler. Buradan koca ordunun savaş kabiliyetinin sıfır olduğu neticesi çıkarılabilir. Kuzey Çin hükümdarı sadece Güney Çin’i değil, aynı zamanda bugünkü Kansu eyaletinde bulunan küçük Liang Prensliği’ni dahi ele geçirememişti. Onun bahtına Tabgaç hanlığı da (baba ve kardeş katilleri gibi) han katillerinin hüküm sürdüğü bir dönem geçiriyordu ve üstelik bu cinayetlerden canını kurtarabilen prensler Sonraki Chao’dan medet ve necat bekliyorlardı. Bu yüzden Shih Hu kuzey sınırları için endişe duymuyordu ama doğu sınırlarında Mu-junğlar güçlenmişti ve onlarla savaşmak hiç de basit bir iş değildi. Doğu Chin İmparatorluğu’nun sarayında ise Hunlar tarafından ele geçirilmiş toprakların istirdadı için bir hazırlık sürmekteydi. Shih Hu’nun darbesinden hemen sonra, 334’de Güney Çin ordusu Sonraki Chao’ya bir saldırı düzenledi. Ancak Güney Çin ordusunun fıtraten Çinli olanların dışında kalan yabancı güney halkları Manlar (Tai grubu halkları), Yüehler (Malay grubu halkı), Lo-lolar (Birman grubu halkı) vb.ni yağmalaması kurtarılan bölgelerdeki insanları öfkelendirdi. Halkların desteğini alamayan Çin ordusu 339’da Güçen (Hu-pei) açıklarında hezimete uğrayarak güneye itildi. 

Ne var ki Shih Hu, 313’de Kan-su’da şekillenmiş olan diğer bir Çinli komşusu Liang Prensliği’yle boy ölçüşecek durumda değildi. Üstelik can güvenliği sebebiyle sarayda daha fazla ordu bulundurmak zorundaydı ve bu meseleyi bir şekilde halletmeliydi.


Shih Hu bir çıkış yolu bulmuştu. Çin gelenekleri, imparatorun sarayında hizmet etmesi için kızların seferberliğinden bahsederler. Saray ne kadar tantanalıysa, o kadar fazla kız evinden koparak, esasen hiçbir şey yapmadıkları saraya koşuyorlardı. Shih Hu bu durumda olan on bin kız toplamıştı. Bunların arasından bin tanesini seçerek onlara yaya ve at üzerinde ok atmayı öğrettikten başka, özel ipek ve kadife üniformalar giydirdi. Böylece onlardan özel bir amazon alayı hükümdarın hassa birliğini teşkil etti. Kadın hassa birliğinin sadakati konusunda şüphe yoktu ama Çinliler böyle bir olay karşısında şok olmuşlardı. Onlara göre böyle bir şey Göğün tahkiri yani eşyanın tabiî düzeninin bozulması demekti ve bu yüzden de Kuzey Çin’i yakıp kavuran kuraklığı Göğün bir öfkesi olarak değerlendirdiler.

Halk mırıldanmaya başlamıştı ama Shih Hu’nun buna aldırdığı yoktu. Başkentlerdeki mutantan sarayların yeniden yapılanması ve ordunun takviye edilmesi konusunda bütün köylü erkeklerin beşte üçü seferber edildi. Seferber edilen her kişi ayrıca 15 hu pirinç ve 10 top ipek getirmek zorundaydı. Hun ordusu kumandanlarını eğlendirmek için tarlalar, bağlar ve meralar av sahaları haline getirildi ve ayrıca Çinliler’in bu bölgelerde avlanmaları yasaklanarak, yasağı ihlal edenler için ölüm cezası konuldu. Hakimlerin zulmü ayyuka çıkmıştı. “Eğer bir devlet memuru herhangi bir vatandaştan güzel bir kız yahut bir öküz veya at ister de, o vatandaş bu isteği yerine getiremezse, hemen avlanma yasağını bozma eylemiyle suçlanırdı.. Hiç kimse kendisinin ve yakınlarının hayatından emin değildi.” 

Evet; Hunlar nasıl zamanında Çin yönetiminden illallah demişlerse, şimdi de Çinliler Hun yönetiminden yaka silkiyorlardı. Göründüğü kadarıyla bu halklar etnik özellikler cihetinden birbirlerinden hayli farklı olduklarından, en iyisi onların birbirinden uzak yaşamasıydı. Ama Hunlar’ın Çin’e taşıdıkları durum 300 yıl boyu Çinliler’in insiyatifinde gelişen trajik olaylara sebep olmuştur. 

Fakat Çin’in içlerine sokulan ve orada muzafferane tutunabilen iki Hun grubu fazla yaşama kabiliyetine sahip görünmüyordu. Bunun bir tesadüften ibaret olduğunu kabul etmek zor. Hatta Hun aristokrasisinin ölümü uğranılan askerî hezimetlerin bir sonucu gibi değerlendirilebilirse de, zaten şartlar o yönde gelişiyordu. Daha garibi, muzaffer Hun kulları, milyonlarca Çinliyi kendisiyle hesaplaşmaktan vazgeçiren tabiî bir savaş korkusu durumundaydılar. Elbette bu durum onların, hafife alınamayacak meçhul bir tehlikeye karşı daima hazır halde bulunmalarını zorunlu kılıyordu. Sadece hükümdarın sarayında endişeli bir durum yoktu ama gördüğümüz gibi orası da fazla güvenli değildi. Kısacası elde edilen zafer Hunlar’a mutluluk sağlayamamıştı.


Bununla birlikte Sonraki Chao’nun Ordos’daki sınırlarına Çin sınırına geçmeyen Hunlar göçetmişlerdi. Liu Yüan döneminde bu Hunlar özgürlük savaşına katılmışlardı hatta bu prensliğin kurucusu Kao Sheng-yüan’ın, tıpkı Liu Hsüan gibi Liu Yüan’ın dostu ve ona ilham veren kişi olduğu tahmin ediliyordu. Göçebe geleneklerini ve tabiî vasıflarını muhafaza ediyorlardı. Çinliler’in onlar hakkında “hepsi güçlü, cesur ve isyan tutkunu kişilerdi” demeleri tevekkeli değildi. Fakat görüldüğü gibi ana yurtları olan stepleri terkeden Hunlar’ın henüz iki nesil sonra etnik özellikleri değişmişti. 

 


Kazanan Kim?


Çok hırslı bir oyunda herkesin kaybeden taraf olması görülmüş şey değildir. Sadece Hunlar değil, aksine Uzak Doğu’nun bütün kültürleri için önemli sonuçlar doğuran olayların izahı da bu şekilde yapılabilir. Shih Hu’nun hükümdarlığında ise mutlak zafer kazanan taraf Budist toplumu olmuştur. 

Budist doktrine göre insanlar iki karakter grubuna ayrılırlar: Budist rahip [bahşı] toplumu ve diğerleri. Rahipler toprağın tuzu olarak kabul edilirler; çünkü onlar kendilerini kargaşa (sansara) dünyasından ebedî huzura (nirvana) götüren “yol”a koyulmuşlardır. Rahipler faaliyette bulunmak zorunda değillerdir. Çünkü faaliyet korkunun ürünüdür ve günaha götürür. Rahiplerin beslenmesi, giydirilmesi ve korunması, ileride kendilerinin “tenasuh”una, rahiplere dönüşmelerine ve “yol”a koyulmalarına yardım eden ödülü kazanacak olan dünyalıların görevidir. Ancak rahip topluluğunun aşırı şekilde büyümesi kendi menfaatlerine ters düşüyordu. Zira, şayet herkes rahip olursa, o takdirde onları besleyecek kimse kalmazdı. Fakat Çinli Budistler için böyle bir tehlike söz konusu değildi. Ne yaptıkları işlerden ve sahip oldukları imtiyazlardan dolayı gururlanan üstadlar, ne edindikleri lüks, sahip oldukları asker ve itibarla mağrurlaşan prensler, ne de ailesine bakan ve toprağını süren köylüler rahiplerin can atmak zorunda oldukları “saçmalıklar” uğruna yaptıkları işi bir kenara atmaya hevesli değillerdi. Kendilerine dünya hayatında bir yer bulamayan insanlar Budist topluluğuna girdiler. Budist olduktan sonra da kendilerini üzen hayattan, aldatıcı korkulardan yüz çevirdiler. Faaliyetlerini duyurmak için ise bir takım sert hareketlere girişerek, güçlerini ispat etmeye çalıştılar. 

Budist bahşılar Çin’de ilk defa I. Yüzyılın sonlarında ortaya çıktılar. Başlarını tıraş ettiren ve yalınayak yürüyen bu insanlar kimseye ahiret, nirvana ve kendini mükemmelleştirme konusunda bir tek kelime bile anlatmadılar. Çünkü bu gibi kavramlar realist ve aklı başında olan Çinliler’e yabancıydı. Bu yüzden başlangıçta Budizm propagandası hiç başarılı olamamıştı. Ancak Budist bahşılar faliyetlerine fiilen ve emin adımlarla devam ettiler. Düş kırıklığına uğramış, kader kurbanı olmuş insanları ve özellikle eski Çin’de durumları hiç de iç açıcı olmayan kadınları saflarına çektiler. Artık devlet memur kadrolarını dolduracak olan yeni görüşleri benimseme kabiliyetine sahip daha ateşli ve yetenekli gençler Budizme yönelmeye başlamışlardı.

Konfüçyanist vaizlerin nasihat, görev ve itibarları hırçın Budistlerin fantazileri karşısında sönük kalmıştı. Konfüçyanistler asırlar boyu verdikleri mücadelelerden sonra Budizme karşı duramayacaklarını ve onunla tartışamayacaklarını anlayınca baştaki yönetimden yardım istemişlerdi. Onların zayıflamaları halinde dahi (146-167) Budistler İmparator Huang-ti’nin de Budizmi kabul etmesine rağmen devletin siyasî hayatında önemli bir rol oynayamadılar.


Sonraki Chao döneminde durum kökten değişmişti. Budizm, Çinliler’in himmetlerine sığınmaya gerek dahi görmeden yüksek bir kültür olma yolunda ilerliyordu. Hintli ve Soğdiyanlı bahşılar-budist-ler, kültür meyanında Çinliler’den hiç de geri değildiler ve ayrıca “barbarlar” nazarında mağlup edilmiş düşmanlar değil, saygıdeğer misafir durumundaydılar. Mesela Hintli rahip Budda Janga, Shih Hu’nun sarayında oldukça itibarlıydı ve manastırlar kurma konusunda bazı imtiyazlar koparmış; Chao İmparatorluğu tebaası arasında Budizm’in serbest propagandasını yapabilme konusunda bir ferman da edinmişti.


Konfüçyanistler protesto etmeyi denemeye kalkışmışlar ama Shih Hu Budistler’in yanında yer almıştı. Pekçok Çinli genç, hizmet etmek ve vergi ödeyebilmek için ülkenin her tarafında kurulmuş olan Budist manastırlarını doldurmuşlardı. Budda Janga, aynı anda bir vezir olarak imparatorun hayatını veliaht prensin hazırladığı komplodan kurtarınca itibarı büsbütün arttı. Bu olaydan sonra Hunlar kaderlerini, bir kalkınma dönemine girmelerine vesile olacak olan Budist topluluğuna bağladılar. Ancak Hun yıldızı sönmeye başlayınca, Budist bahşıları bundan sonraki gelişmelerinin zirvesine ulaşacakları Tun-huang mağaralarına sığındılar. Bununla birlikte Budist topluluğu bizzat Çin’de 1500 yıl daha tutunmayı başardı. Bunu ise, Shih Hu’nun kendini tehlikelerden koruyabilmek için başka inançlara müsamahakar olduğunu gösteren fermanı sayesinde gerçekleştirebildiler. 

 



Babalar ve Oğullar


Shih Hu sadece bir savaşçı değil, aynı zamanda bir güzellik aşığı idi. Çin sanatına meftundu. Başkentdeki Yeh kalesini, Ch’in [Ts’in] döneminin çanları, Han İmparatorluğu’nun tasviri resimleri, Ts’ao Wei’in Çin’in parlak devirlerini ve göçebelere karşı kazandığı zaferleri yansıtan dev bronz heykellerle süslemişti. Elbette bu hanedanların başında bulunan imparatorların kendi halkının amansız düşmanı olduğunu unutmuştu veya belki de bilmiyordu. Çok geniş bir alana yayılmış olan Lo-yang şehrinin eski yerinde askerler için bir şehir, sivil vatandaşlar için başka bir şehir kurdurmuştu. Çinliler akın akın devletin hizmetine koşuyorlardı. Hatta Shih Hu kabiliyetli zâdegân Jan Min’i evlatlık edinmiş, yani Shih soyadı vermiş ve doğuştan prens addetmişti. Ne var ki Çin kültürü Hunlar’ı çok kötü aşılamıştı. Gerçekten de tesirleri bütün Sonraki Chao sekenesi üzerinde görülen dramatik imparatorluk ailesi kavgaları ancak bununla izah edilebilir.

Chao halkı “demos” anlamında olduğu ve “etnos” kavramı da bulunmadığı için, onlara “halk” değil, ancak “sekene” denilebilirdi. Hun kullarının tamamı, Hunca konuşan kendi başına müstakil kabileler olmadıkları için zümrelerin yöneticisi haline gelmişlerdi. Teşekkül eden etnos Hunlar’ın bir kolu haline geldiği için, Hunlar arasında yaşayanlar önceki özelliklerini bir yana bırakarak Hun bünyesi içinde yer aldılar. Hakim zümreye (etnosa değil) orduda hizmet eden ve özel düzenli birlikler olarak kabul edilen Ch’ianğlar ve “Ti”ler de katıldılar. Orduya alınan Çinliler ve diğer ülke sakinleri, saray nezdinde kariyerini ispat edenler ve sosyal hiyerarşide Hun fatihlerden daha fazla yükselebilenler hariç, tamamıyla aynı anda ezilen etnos ve zümre haline geldiler. Durum, gerek etnik ve gerekse sosyal yönden hiç de istikrarlı değildi ama politik yönden oldukça güçlüydü. Çünkü ülkede, Shih Lo ve Shih Hu’nun kurdukları sağlam askerî tiranizme karşı çıkabilecek güçler yoktu. Bununla birlikte süper-etnik seviyedeki temas basamaklarında bozuk halet-i ruhiyelerden söz edilebilirdi.


Harem ağzına kadar dolu olduğu için Shih Hu’nun birçok çocuğu vardı. Veliaht prens Shih Sui ise gaddarlıkta babasını geçmişti. Onun en büyük eğlencesi, odalığını tertiplediği ziyafete çağırmaktı. Kadının görevi bir yamyamla oynamak veya misafirler önünde maymun gibi dansetmekti. Daha sonra onun süslenmiş kellesi vücudundan ayrılır ve eti misafirlere ikram edilirdi.

Shih Hu tıpkı bir iş adamı gibi oğluna bazı vazifeler veriyor, o ise sürekli olarak her şeyi bozuyordu. Hatta bu yüzden babası oğlunu kayışla (evet, kayışla) dövüyordu. Bu iş her ay en az üç defa tekerrür ediyordu.


Bir defasında mutad dayak faslından sonra Shih Sui hizmetçilerine şöyle diyecekti: “Bir bakanlık almak fazla cazip bir şey değil; en iyisi Me-te gibi yapmak.” (yani babasını öldürmek). Başlarını önlerine eğen hizmetçileri susmak suretiyle onun sözlerini tasdik ettiklerini belirtmişlerdi. Bir gün prens babasının kendisini ziyarete geleceği düşüncesiyle yalandan hastalanmıştı. Babası gerçekten de ziyaretine gelmiş fakat kendisine ilhamlar gelen, belki de enformasyon verilen Budist bahşısı Budda Janga efendisine oğlunun odasına tek başına girmemesi tavsiyesinde bulunmuştu. Shih Hu önce Budist bahşının sözlerine fazla itibar etmemişti fakat yolda bu sözleri hatırlayarak kendi yerine amazonlarından birini oğlunun sıhhati hakkında bilgi edinmesi için gönderdi. Veliaht prens, hazırladığı komplonun anlaşılmasına aşırı şekilde öfkelenerek gelen kişinin kellesini kestirdi. Tabii bu durumda da mesele ortaya çıkmış oldu. Shih Hu önce prensin mevkebinden otuz kişiyi, 26 hanımını ve çocuklarını, en sonunda da kendisini katlettirdi. Katledilenlerin cesetleri adeta kuşbaşı yapılarak toplu halde özel bir mezarlığa defnedildi. Shih Hsüan veliaht prens ilan edilmişti. Allah’tan bu arada Çinli güzel kızların bahtıntan yukarıda sözünü ettiğimiz yamyam da fazla geç olmadan 337’de ölmüştü.

Bu kirli tarihte prensipler, idealler, vatanperverlik ve ülkenin yarınları için endişe etmek gibi hasletler kesinlikle yer almamıştır. Bunun yerine egoizm ve düşüncesizce yapılan bir yığın işler vardı. İşte halkını kurtaran insanların torunları bu hale gelmişlerdi.


On yıl veliaht prens olarak kalan Shih Hsüan, bu süre zarfında kabiliyetli olduğunu gösteren hiçbir şey yapmamıştı. Sonunda Shih Hu onun yerine başka bir oğlunu veliaht prens yapmaya karar verdi. Bu karardan bir şekilde haberdar olan veliaht müstakbel veliaht prensi öldürmesi için iki katille anlaştı. Kendisi de aynı anda babasını öldürecekti. 347 baharında komplocular prensi öldürdüler ve cesedin başında babasının çıkıp gelmesini beklemeye başladılar. Fakat imparator yine kendisine tuzak hazırlanan bir yere gitmekten vazgeçmek suretiyle oğlunun hançerinden kurtulmayı başardı.


Fakat çok geçmeden işlenen cinayet ortaya çıktı. Shih Hsüan işkence edildikten sonra ailesinden dokuz kişiyle birlikte imparatorun huzurunda yakılma cezasına çarptırıldı. İmparatorun en çok sevdiği küçük torunu, dedesinin kuşağına sıralarak kendisinin de öldürülmesini istedi. Dedesi yüzünü elleriyle kapatıp ağlamaya başladı ama kararını da değiştirmedi. İmparatorun kuşağı kopunca çocuğu da ateşe attılar. Daha sonra yakılanların külleri kalenin giriş kapısının önüne, gelip geçenlerin ayakları altına serpildi. 

İşte Çinli dönmelerin yardımlarıyla Hun kullarının meydana getirdiği topluluğun imtiyazlı kesiminin yaşantısı bu şekilde idi. Lüks sarayların duvarları rölyeflerle, cilalı kafataslarıyla süslenmişti. Çelenklerle süslü altın çanlar tavandan aşağı asılmış, sütunlar gümüş levhalarla kaplanmıştı ama hiç kimse bir dakikalığına bile hayatından emin değildi.


Hiçbir şey bozkırlı Hunların çadırlarındakine benzemiyordu ve hatta Çinliler dahi böyle bir cehennemde yaşamamışlardı. Çünkü gerek Hunlar’da ve gerekse Çinliler’de bir ahlak anlayışı, namus, sadakat ve vazifeye bağlılık kavramı vardı. Yine Hunlar ve Çinliler, etnik yönden birbirlerinden ayrılmalarına rağmen belli davranış kalıplarına sahiptiler. Ne var ki onların birbirleriyle kaynaşmaları bu değerleri ortadan kaldırmış; millî duygular yokolmuş ve hem galiplerin, hem de mağlupların faydalandığı acıma hisleri silinip gitmişti. Güçlü ve büyük Sonraki Chao İmparatorluğu, düşmanlarıyla birlikte kendi kurucularının cesetleriyle beslenen vahşi bir kimera haline gelmişti. Hatta güçlü İmparator Taş Kaplan yanan torununun feryatları karşısında kendine hakim olamamış; sinir krizleri sebebiyle hastalanmıştı. Ne de olsa bir imparator olduğu kadar, bir insandı da. Ve insanlığı torunu gözleri önünde yakılırken ortaya çıkmıştı!



Lev Nikolayeviç Gumilev

Ruscadan Çeviren D. Ahsen BATUR


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak