23 Kasım 2022 Çarşamba

Eski Çin’in Yıkılışı

 Hyung-nu Devleti’nden farklı olarak Han dönemi Çin’i dış düşmanlar için ulaşılamayacak bir yer değildi. II. Yüzyıl sonunda Çin’de 50 milyon mihnetkeş köylü yaşıyordu. 400 yıllık kültür gelenekleri Konfüçyanist kültürlü nesiller tarafından korunmuştu. Zanaat gelişmiş, mal üretimi artmış, ordu safları “genç serkeşler” yani kendilerine düzenli sistemde bir yer bulamamış caniler ve paralı askerlik yapan Hun, Kıtan, Siyenpi süvarileriyle doldurulmuştu. Kıtanın Doğusu’ndaki Orta Vaha imparatorluğu Batı’daki Mengü şehir gibi sarsılmaz bir hale gelmiş gibiydi. Ve hepsi de ne kadar aldatıcıydı!


Gerçekten II. ve III. Yüzyıl dolaylarında ne olmuştu? Akla gelebilecek her şey. Ama kimse bunu su yüzüne çıkaramaz. İlk önce idare âzâları olan eşik ağaları Konfüçyanist üstadlarla tartışmalara girdiler ve elbette onları matettiler; hatta onların akraba ve tanıdıklarının da işini bitirdiler.

 


Hayatta kalan Daoistler 184’deki köylü isyanlarını yönettiler fakat bu isyanlar 189’da bastırıldı; âsiler düzenli orduların ve latifundium fedailerinin akıttıkları kan deryasında boğuldular. Daha sonra askerler, başbakanlık görevlileri eşik ağalarını saf dışı bıraktılar ancak yenilmez orduyu Ch’ang-an’da kuşatma altına alan gönüllü milisler onların öldürülmelerine karşı çıkınca, bozulan askerler kendi kumandanlarını öldürdüler. Fakat bu defa kendileri de kılıçtan geçirildi. Çarpışmalar sırasında ölmeyenler de infaz edildi.


191’den itibaren eyaletlerde iktidarı ele geçirmiş olan aristokratlar birbirleriyle sonu gelmez bir savaşa tutuştular. Bunların çoğu prensipsiz ikbalperestlerdi. İlk ölenler parayla kendine gereksiz arkadaş edinenlerdi. Bunlar paralarını alırlar, yan gelip yatarlar fakat rakip taraf biraz fazla para verince hemen karşı kampta yer alırlardı. 210’da bu süreç, her biri kendi yönetim tarzına ve devlet yapısına sahip üç hükümdarlığın şekillenmesiyle sonuçlandı.


Kuzey-Doğu Çin’de son Han hanedanı imparatorunu ele geçirerek, onun adına ülkeyi yöneten kabiliyetli ve prensipsiz General Ts’ao Ts’ao güçlenmişti. Hükümdarlığının şiarı “Zaman ve Gök” yani kader idi. Bunun anlamı gözüpek ve vicdan sahibi olmayan kişilerin kısa zamanda kariyer yapıp zengin olmaları demekti. Demokratikleşme süreci denilen bu yıllarda maceraperestlerin sayısı öyle arttı ki, bunlar Ts’ao Ts’ao ordusunun saflarını doldurarak güçlendirdiler. 220’de ise Ts’ao Ts’ao’nun oğlu Ts’ao P’i tahtı zorbalıkla ele geçirerek kendi Ts’ao-Wei hanedanını kurdu.


Güney-Doğuda ise General Sun Ch’üan Wu hükümdarlığını kurmuştu. Bunun şiarı da “Toprak ve Refah” idi. Yani büyük Yang-tse nehrinin kolları arasında yer alan ülkenin uygun coğrafî konumunu simgeliyordu. Sun Ch’üan ve halefleri Konfüçyanist üstadları kendilerine hizmet etmeye çağırmışlar ancak sistemin aşırı muhafazakarlığı sebebiyle bu politika sonuçsuz kalmıştı. İktidar, kaçınılmaz olarak eyyamcıların eline geçtiğinde ise saray entrikaları ve lüks yaşantı için halkın vergi yükü altında inletilme dönemi başlamıştı.


Üçüncü hükümdarlık Shu-Han da Sih-ch’uan’da yine beklenilmedik bir şekilde ortaya çıkmıştı. “Sarı” Daoist hareketini bastıran birliklerin kumandanları Ts’ao Ts’ao ve Sun Ch’üan’ın zaferinin kendileri için ölüm anlamına geldiğini çok iyi anlayınca kondotyer Liu Pei (Lubey okunur) ve onun Ts’ao Ts’ao ile savaşan birlikleriyle anlaşmışlardı. Başlangıçta Han ve Yang-tse nehirleri arasında üslenmiş olmalarına rağmen, orada mağlup edilince çevresi dağlarla çevrildiği için tabiî bir kale durumunda olan Sih-ch’uan’a çekilmişler; kendisi bilge Chu-ko Liang’ın elinde oyuncak olup çıkan Liu Pei’i başlarına hükümdar seçmişlerdi. Devletin kuruluş prensibi oldukça hümanistti: İnsanlık ve Dostluk. Ama bu prensip hiçbir zaman uygulanmayacaktı. Daoist ve kondotyerlerin iktidarına boyun eğen ama amaçları ve problemleri konusunda onlardan hiçbir yardım görmeyen Sih-ch’uan halkının büyük kısmı Çinli değildi. Trajik bir durumdur fakat bu üç devlet arasındaki savaş 264’e kadar sürmüş ve Chu-ko Liang’ın ölüp, Ts’ao-Wei hükümdarlığının Sih-ch’uan’ı işgal etmesiyle sona ermiştir.


Ts’ao-Wei hükümdarlığı iki sosyal grubu yükseltmişti: Hanedan kurucusunun aralarından çıktığı toprak ağaları ve şahsî çıkarlar için hükümdara katılan profesyonel askerler. Savaşlar devam ederken bu iki grup birbirini desteklemiş ancak Shu-Han’a karşı kazanılan zaferden sonra, askerlerin aristokratlara galebe çaldığı çatışmalar tekrar başlamıştı. 265’de galip generallerin oğul ve torunu olan başkumandan

 


Sih-ma Yen, Ts’ao-Wei’in son hükümdarını tahttan indirerek tıpkı Roma’da senatonun elindeki iktidarı yolup alan imparatorlar gibi askerî bir imparator olmuştu. Yeni hanedan Chin adını aldı. Chin 280’de zaten çatırdamaya başlamış bulunan Wu hükümdarlığını büyük çatışmalara girmeden zaptederek Çin’in birleştirilme operasyonunu tamamladı.


Chin askerî bir imparatorluktu. Han döneminin “Genç Serkeşleri” kabiliyetli yüzsüzlere dönüşerek iktidarı ele geçirdiler. III. Yüzyılın sonunda eski Çin’in potansiyeli tamamen emilmiş; Üç Hükümdarlık döneminin tüm passioner insanları kendilerini ortaya sürerek yokolup gitmişlerdi. Biri “Sarı Göğün adaleti”, diğeri “Kızıl Han İmparatorluğu” ve üçüncüsü komutana sadakat, dördüncü bir grup ise torunların şerefli geleceği için kendisini feda etmişti. Korkunç bir felaketten sonra Çin, en kabiliyetsiz kişilerin bile yönetebileceği yorgun insanlardan meydana gelmiş bir kül yığınına dönüşmüştü. 180-220 yılları arasında ülkenin nüfusunun 50 milyondan 7,5 milyona düşmesi de bunu göstermektedir. Gerçi yarım yüzyıllık bir barış döneminden sonra nüfus tekrar 16 milyona çıkmıştı ama bunlar artık o eski Han döneminin insanları değildi. Çin, daha sonraki olayların da göstereceği gibi bir obskürasyon dönemine girmişti.


Chin hanedanının kendi rejim ve ülkesini güçlendirmek için hiçbir şey yapmadığı söylenemez. 280’de Wu hükümdarlığının zaptından hemen sonra Sih-ma Yen bir ferman yayınlayarak ülkedeki bütün arazilerin devletin malı, halkın ise bu arazilerin sadece icarcısı olduğunu açıkladı. Köylüler arazilerin üçte ikisini kendi namlarına işleyerek vergi ödüyorlar, üçte birinin varidatı ise doğrudan devlete gidiyordu. Bu toprak reformunun amacı köylerde ziraatı geliştirmekti ve gelirlerin kontrolü doğrudan yönetime hesap veren ikta sahipleri tarafından yapılıyordu. Tabii olarak “güçlü aileler”in reisleri ellerindeki mülkleri devlete vermişlerdi ama buna karşılık da toplum içindeki derecelerine göre (her bir derece için 15 hane) köylülere dağıtılan toprakların gelirlerini kontrol eden devlet mekanizmasında görev almışlardı. Bu âtıfî davranış bir bakıma feodal ikta müessesi olarak kabul edilebilir.


Fakat bu destekler Sih-ma Yen’e bir fayda sağlamadı. Maaşlı görevlilere fazla yer vermek istemediği için, memurlarının ödemelerini çalışmak suretiyle yapmaları gerekiyordu. Ama onlar bunu yampadıkları gibi, yapmak da istemediler. Çünkü Han döneminin eski millî gelenekleri unutulmuş, davranış stimülasyonu körelmiş fakat hepsinin yerini egoizm almıştı. On yıl kadar yürürlükte kalan reformlardan sonra öyle bir iç kargaşa yaşandı ki, Üç Hükümdarlık dönemindeki en ağır yıllar sayılırdı. Artık haklının güçlü olması değil, güçlünün haklı olması kanunu yürürlükteydi.



Lev Nikolayeviç Gumilev

Ruscadan Çeviren D. Ahsen BATUR


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak