Türklerde devlet fikri ve devlet kurma faaliyeti; gök, yer ve insanoğlunun yani evrenin yaratılışı ne kadar geriye gitmektedir (Bedirhan, 2004: 216). Göktürk yazıtlarında Bilge Kağan atalarının devlet kurma faaliyetlerden şöyle bahsetmiştir: “Üste mavi gök, altta yağız yer yaratıldığında ikisinin arasında insanoğlu yaratılmış. İnsanoğlunun üzerine atam Bumin Kağan ve İstemi Kağan(kağan olarak) oturmuşlar, oturduktan sonra, Türk Milletinin devleti ve töresini idare etmiş ve düzene koyuvermiştir.”(Aktaran: Ögel, 2016:36)
İslamiyet’ten önce Türkler devlete “el” ya da “il” adını vermişlerdir.(devlet kelimesi Müslüman olunduktan sonra kullanılmaya başlanmıştır.) Devlet kurmayı, “illemek”, devleti yönetmeyi “il tutmak”, devletsiz kalmayı da “ilsiremek” terimleriyle adlandırmışlardır (Bedirhan, 2004: 216). Devleti daima töre ile birlikte düşünüyor ve töresiz devlet olmayacağına inanıyorlardı (Tozlu, 2005: 309).
Türk ilinin amaçları; halkı mutlu etmek, dışa karşı vatanı ve milleti korumak, yurt edinmek, adaleti ve barışı sağlamak ve halka hizmet sağlamak şeklinde özetlenebilir (Özdemir, 1999:171). Devlet bu amaçları gerçekleştirmek için kurulur ve evrensel(universal) bir mahiyettedir. Türk ili içerisinde sadece Türkler bulunmamakta ve diğer topluluklar dışlanmamaktadır. Eski Yunan ve Çin’de de bu anlayışa benzer görüşler bulunmaktaydı, fakat eski Yunan’da bu fikir sadece polis sınırları içerisinde kalmıştı. Çin’de ise devleti kuran ve kuralları (gökteki düzen Tao) oluşturan Tanrı idi. Yani devlet ilahi bir nitelik kazanıyordu. Ancak Türkler de devleti kuran kağandı. Töreyi de kağan oluşturuyordu (Ögel, 2016: 33-37).
Kısaca Türk ili birleşmiş halkı ile, idari ve hukuki düzeniyle vatanını koruyan ve milleti barış, huzur ve refah içerisinde yaşatan bir organizasyondur (Kafesoğlu, 1998:233).
Siyasi Yapı
İslam öncesi Türklerde toplumsal yapı; aile, boy, beyler birliği ve devlet şeklindeydi. Sosyal ve siyasal olgunluk ailelerden başlamakta ve bütün beylerin birleşmesiyle nihai halini almaktaydı. Boylara ait bölgeleri beyleri idare ediyordu ve bu boyların birisinden devleti yöneten hükümdar çıkıyordu (Tozlu, 2005: 207). Buradan hareketle Türk ili ve toplumu iç içe geçmiş halkalara benzemektedir. Dışardaki en büyük halka devlettir ve diğer halkaları kapsamaktadır. Şayet bu halka dağılırsa diğer halkalar bağımsız hale gelmektedir (Türkdoğan, 2014: 77).
Türk tarihine bakıldığında; devletin millet, barış, hizmet ve insanlık için ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Nitekim Mete Han Çin İmparatoruna gönderdiği mektubunda eli yay tutan bütün milletleri birleştirdiğini anlatmıştır. Aynı zamanda bir Çinlinin Hun veziri olması, Türk olmayan Maniah adlı kişinin Göktürk kağanı tarafından Bizans’a gönderilmesi bu görüşü destekler niteliktedir. Ayrıca Türk hükümdarları sadece Türk halkına karşı değil, Türk olmayan unsurlara ve hatta bağlı olan devletlere karşı da vazifeliydi (Ögel, 2016:132).
Türk devlet siyasi yapısında başlıca görevliler ve kurumlar; hükümdar, hatun, veliaht, kurultay, hükümet olarak sayılabilir.
Hükümdar
İslamiyet’ten önceki Türk devletlerinin başında bir hükümdar bulunurdu. Hükümdarlar “Tan-Hu”, “Kağan”, “Han”, “Yabgu”, “İlteber” gibi çeşitli ünvanlar kullanmışlardır. Bu ünvanlardan en yaygın kullanılanları “Han”, “Kağan” ve “Hakan” idi. “Kağan” ünvanı evrensel hakimiyet manasındadır (Kafesoğlu, 1998: 267).
Hükümdar, hem devletin başı hem de toplumun lideri konumundaydı. İlk vazifesi milletini refah ve barış içinde özgür olarak yaşatmaktı (Roux, 1997: 99). Bunun yanında, asker toplamak, orduyu ve toy meclisi yönetmek ile devletin idari, iktisadi ve kültürel meselelerinden de sorumluydu. Bununla birlikte kurultayda kanun teklif edebildiği gibi aynı zamanda kendisi de kanun koyabilirdi. Ayrıca en büyük yargıç konumundaydı ve bu sıfatla yüksek mahkemeye başkanlık etmektedir (Aktaran: Kaşıkçı, 2002: 891). Bu açıdan hükümdar yasama, yürütme ve yargı yetkilerinin büyük bir kısmına sahiptir. Bu kadar çok görevi olması nedeniyle hükümdarda çeşitli özelliklerin var olması beklenmekteydi. Aranan ilk özellik cesur bir alp(kahraman) olmasıydı. Çünkü hükümdar, Türk topluluklarını bir arada tutmak, savaşlarda zafer kazanmak, güvenliği sağlamak ve fetih gibi işlerde başarılı olmak için cesur ve alp olması gerekliydi (Bedirhan, 2004: 230). Sadece cesur ve alp olması yetmiyor, bilgelik ve erdemli olma da aranıyordu.
Kısaca hükümdar devletin iç ve dış siyasetini düzenler; orduya komutanlık eder; yüksek mahkemeye ve meclise başkanlı eder; dış ilişkileri yürütme amacıyla elçiler gönderip, elçiler kabul eder; devlet görevlileri atar ya da görevden alırdı. Neredeyse tam otoriteye sahip olan hükümdarların yetkisi sınırsız değildi (Şahin, 1999: 24). Töre adı verilen ortak idari ve hukuki düzen ile hükümdarın faaliyetlerini kontrol eden meclisin varlığı nedeniyle hükümdar bir monarka ve ya askeri diktatöre dönüşmemiştir (Türkdoğan, 2014: 145).
Eski Türk devletlerinde hükümdarın “kut”a sahip olduğuna inanılırdı. Tanrı kut ile Türk hükümdarına siyasi iktidar bahşediyordu (Koca, 2002a: 828). Kut aslında kişiye değil aileye verilmekteydi. Bu nedenle hükümdarların hepsi kendi ailesini Oğuz Han sülalesine dayandırmaktaydı (Turan, 2009b:121). Kutun aileye verilmesi nedeniyle hükümdar demokratik usullerle kurultayda seçilirdi. Böylece tanrının kutu ona nasip ettiğini ve devletin meşru hükümdarı olduğuna inanılıyordu (Bedirhan, 2004: 230).
İslam öncesi Türk devletlerinde karizmatik (yetki ve kudretin Tanrı tarafından verildiği) tip hükümdarlık anlayışı olduğunu söyleyebiliriz. Bu nedenle egemenliğin kaynağı ilahidir (Ögel, 1991: 264). Nitekim Mete M.Ö. 176 yılında Çin imparatoruna yazdığı mektuptaki “Gök tarafından tahta çıkarılmış Hunların Büyük Hakanı” ile “Ben Tanrı”ya benzer Gök tarafından tahta çıkarılmış Bilge Kağan” ifadeleri hükümdarın tanrı istediği için tahta oturduğu inancını göstermiştir (Ögel, 2016: 217). Ancak hükümdarlığın kaynağının ilahi olmasına rağmen hiçbir dönemde Türk hükümdarlarının masumluk sıfatına sahip olamamışlardır. Teokratik devletlerde görülen masumluk sıfatı; Tanrının egemenlik yetkisi verdiği hükümdarın hata yapmayacağını belirtiyordu (Köseoğlu, 1998: 75).
Türk hükümdarları kutsal sayılmasına rağmen asla insan üstü bir varlık olarak görülmemiştir. Dolayısıyla Çin’deki imparator gibi Türk hükümdarları Tanrının oğlu olarak kutsallaştırılmamıştır. Hem kendisi hem de halk hükümdarın bir insan olduğunun farkındadırlar. Nitekim Avrupa Hun ve Bizans heyetleri arasındaki görüşmelerde, Bizanslıların imparatorlarının Tanrı olduğunu iddia etmelerine Hunlar kahkahalarla gülerek bir insanın Tanrı olduğunun iddia edilmesinin terbiyesizlik olarak addederek görüşmeleri terk etmişlerdir (Kafesoğlu, 1998: 256). Hükümdarın insan olarak görülmesi ona çeşitli görevler yüklemiştir. Hükümdar halkın birliğini sağlama, halkı doyurma ve giydirmekle görevlidir. Nitekim bu görevleri yerine getiremeyen hükümdar hakkında Tanrı “kut”u geri aldı diye iktidardan alınan ve hatta öldürülen hükümdarlar bulunmaktadır (Çandarlıoğlu, 2003: 95).
İslam öncesi Türk devletlerinde hükümdarın idare etme yetkisini belirten bazı sembolleri bulunmaktaydı. Bunlar, Otağ(hükümdar çadırı), Tuğ(kurt başlı sancak, bayrak), Örgün(altın taht), kotuz(börke takılan hükümdarlık sembolü), davul ve yay gibi sembollerdi. Bununla birlikte hükümdarın belirli zamanlarda ve törenlerde halka resmi ziyafet vermesi de hükümdarlık şartıydı (Günal, 2004: 112).
Hatun
Türk devletlerinde hükümdar eşleri “katun”(hatun), “Yin-çü” ve “Uluğ hatun” ünvanlarını kullanmışlardır. Bunlar en fazla kullanılanı ise hatun idi. Hükümdar ile birlikte hatun da halka tanıtılırdı. Nitekim Orhun Kitabeleri’nde İlteriş Kağan ile birlikte İlbilge Hatun’un tahta geçişinden bahsedilmektedir (Aktaran: Ögel, 2016: 45).
Türk devlet geleneğinde hatunlarda yönetimde söz sahibiydi. Hatun devlet adamı gibi eğitilir ve yetiştirilirdi (Günal, 2004: 112). Ayrı sarayları ve askerleri vardı. Devlet meclisine katılır, elçi gönderir ve elçi kabul ederlerdi (Çandarlıoğlu, 2003: 96). Ayrıca aralarında devlet siyasetine yön verenler, devlet başkanlığı yapanlar ve vekil olarak devleti idare edenler bulunmaktadır. Nitekim Hatun; Göktürk, Uygur ve Sibir devletlerinde hayati bir rol oynamıştır. Hatun gelecekteki hükümdarın annesiydi. Bu yüzden Türk soyundan gelmesine özel önem verilmekteydi. Hükümdarın Hatun’dan başka eşleri de bulunmaktaydı. Örneğin Çinli bir prenses ile evlenmek bir gelenekti. Ancak bu prensesten olan çocuklar (Göktürklerin sonuna kadar) taht üzerinde iddia edemezlerdi (Kafesoğlu, 1998: 270).
Veliaht
Eski Türk devletlerinde hükümdarın veliaht atadığı görülmektedir. Veliaht olabilmek için sadece hanedan içerisinde olmak yeterli olmamakta, annesininde Türk soyundan gelmesi gerekliydi (Bedirhan, 2004: 225). Ancak Göktürklerin son dönemlerinde ve Uygurlarda annenin yabancı olması veliahtlık için bir engel görülmemiş ve bu veliahtlar hükümdar olmuşlardır (Kafesoğlu, 1987: 19).
Hükümdarın veliaht ataması, onun hükümdar olacağı anlamına gelmezdi. Bununla birlikte büyük oğulun da hükümdar olması kesin değildi. Nitekim Asya Hun Devleti tarihinde büyük oğulun hükümdar olması, küçük kardeşlerinin hükümdar olmasından daha az görülmüştür (Kafesoğlu, 1998: 270). Nitekim hükümdar olacak veliahtın başarılı ve çeşitli yeteneklere sahip olması ön planda tutulurdu; yani liyakate önem verilirdi. Diğer yandan Tanrı tarafından hükümdara verilen yönetme hakkının(kut’un), kan vasıtasıyla hükümdarın diğer evlatlarına da geçtiği sebebiyle her veliaht tahta hak iddia etmesine sebep olmuştur. Bu nedenle, taht mücadelesi; üstün gelen tarafın hükümdar olmasına kadar devam ederdi (Günal, 2004: 113). Ancak Türk devlet geleneğinde görülen bu mücadeleler devleti zayıflatır ve parçalanmasına da neden olurdu.
Kurultay (Toy)
Kurultay, Türkçe “kurul” ile Moğolca “tay” ekinin birleşmesiyle oluşan bir kavram olup danışma meclisini ifade etmektedir. Aynı zamanda bu meclise Toy adı da verilmekteydi (Bedirhan, 2004: 233). Mete Han döneminden itibaren Türk devletlerinde önemli bir kurum olmuştur. Başlangıçta dini, bayram, yeme-içme, yarışma gibi nedenleri de ifade eden devlet toplantısıydı (Ögel, 2016: 100).
Kurultayda yönetim ile ilgili askeri, siyasi, iktisadi kültürel sorunlar görüşülür ve karar verilirdi. Genellikle yılda üç kere kurultay toplanırdı. Yıl başında ya da Ocak ayında hükümdarın otağında ilk yani küçük kurultay yapılırdı. Küçük kurultay halkın katılımı ile Beylerin seçildiği ve Boy meselelerinin görüşüldüğü kurultaydı (Kafesoğlu, 1987: 19). Büyük Kurultaylardan ilk Mayıs ayında yapılırdı. Bu toplantıda töreye yeni kurallar eklenir ve ülkenin meseleleri görüşülüp karara bağlanırdı (Özdemir, 1999: 89). Diğer büyük kurultay; savaş ve sayım kurultayı da denebilir, Eylül ayında yapılırdı. Bu kurultayda devletin kaynakları ve insan gücü sayımı yapılırdı. Büyük kurultaylara beyler, yüksek dereceli devlet memurları, devlete bağlı kralların katılmaları zorunluydu. Bu törene katılmamazlık, isyan ve itaatsizlik anlamına geliyordu (Ögel, 2016: 101).
Bu genel kurultayların dışında milletin hayatını etkileyen olaylarda (devlet kurulması, göç, barış yapma, isyan etme, tabi olma vb.) zamana bakılmadan kurultay toplanırdı. Ayrıca bu kurultaylarda askeri ve siyasi meselelerin yanında devleti ilgilendiren her türlü konu görüşülürdü (Özdemir, 1999: 90-91). Kurultaya hükümdar başkanlık ederdi. Ancak hükümdarın katılmadığı kurultayı Ayguci başkanlık ederdi ve aynı zamanda kurultayı toplama yetkisine de sahipti.
Kurultay geleneği eskisi kadar önemli olmasa da Türk İslam devletlerinde de devam etmiştir. Nitekim Tuğrul Bey ve Osman Gazi’nin hükümdar olarak seçilmesinde kurultayın varlığı görülmektedir (Özdemir, 1999: 91).
Ayuki (Hükümet)
Eski Türk devletlerinde topraklarının genişliği nedeniyle toy üyelerinin toplanması çok zordu. Çünkü toy üyeleri devletin farklı bölgelerinde görevleri nedeniyle çalışıyorlardı. Bununla birlikte alınan kararların uygulanması amacıyla bir kurula gereksinim duyulmuştur (Kafesoğlu, 1998: 264). Nitekim Çin ve Bizans kaynaklarında bugünkü bakanlar kurulu anlamında; devletin idaresini ve dış ilişkilerini düzenlemek amacıyla devlet yetkililerin bulunduğu görülmektedir (Özdemir, 1999: 91). Hükümet şeklindeki bu örgütlenmeye Eski Türkler Ayuki adını vermişlerdir. Bu oluşum hükümdarın devlet yönetiminde en önemli yardımcısıdır (Bedirhan, 2004: 234).
Ayuki, Buyruklar ve Ayuçiden oluşmaktaydı. Buyruk; Ayuki üyelerine denir ve bakan manasında kullanılmıştır. Nitekim Göktürk ve Uygur döneminde Çin kaynaklarına göre 9 buyruk bulunurdu (Kafesoğlu, 1998:264). Ayguçi; buyrukların içinde en yüksek rütbedeki baş vezirdir. Ayuki’ye başkanlık eder; ayrıca hükümdarın katılmadığı Kurultay’ları da yönetirlerdi (Bedirhan, 2004: 234). En tanınmış Ayguçiler genellikle hanedanla ilişiği olmayan ve halk tarafından sevilen kişiler arasından atanmıştır. En tanınmış Ayguçiler Tonyukuk(Göktürk) ile Kutlug(Uygur)’dur (Kafesoğlu, 1998: 265).
Yukarıda anlatıldığı üzere İslam öncesi Türk devletleri siyasi yapısında üç farklı kurumun bulunduğu görülmektedir. Hükümdar, Kurultay ve hükümetin birbirinden farklı görevleri bulunmaktadır. Ancak hükümdar Tanrı’dan aldığı kut nedeniyle halktan ve devletten birinci derecede sorumludur. Bu yüzden idari, iktisadi, kültürel ve yargı konularında yetkilerin büyük bir kısmını kendisi kullanıyordu. Bakanları atıyor, kurultaya başkanlık ediyor ve törenin kurumsallaşmasını sağlıyordu. Ayrıca orduya başkomutanlık etmesi ve askeri karaktere sahip olması otoriterleşmeye yardım ediyordu. Fakat hükümdarın bu niteliklerine rağmen Eski Türk Devletlerinde hükümdarların bir otoriter gibi devleti yönetemediğini belirtmemiz gerekmektedir. Türklerdeki sosyal devlet anlayışı yani devletin halka yedirip, içirip, doyurması; hükümdarın halkın güvenini kazanması ve sevilmesi; zorla hükümdar olana halkın sırt çevirmesi otoriterleşmeyi ilk önleyen nedenlerdi. Bununla birlikte törenin oluşturduğu hukuki düzen ve hükümdarın icraatlarını denetleyen ve hatta hükümdarı görevden alabilen bir kurultayın bulunması otoriterleşme ve keyfi uygulanmanın önüne geçen en önemli engellerdi. Bu durum İslam öncesi Türk devletlerinde ne tam bir monarklığın ne de tam bir kuvvetler ayrılığının bulunduğunu göstermiştir. Son olarak Kut’un aileye verilmesi bir taraftan hanedandaki en yetenekli kişinin hükümdar olmasına yol açarken diğer taraftan da devleti zayıflatan bir iktidar mücadelesini de simgeliyordu. Özellikle ikili teşkilat yapısının bulunması iktidar mücadelesi olasılığını arttırıyordu (Kafesoğlu, 1998: 265). Bu mücadele eski Türk devletlerinin kanayan yarası olmuştur. Bir çok Türk devletinin kurulması, bununla birlikte devletlerin kısa ömürlü olması bu durumun bir sonucu olduğunu göstermiştir.
Alıntıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder