Prenslerin Savaşı
Çin, göründüğü kadarıyla üç devlet zamanında Doğu Asya’da hâkimiyeti elde etme konusunda kaybettiği puanları, birleştikten sonra ilk planda yeniden toplama gayreti içindeydi. Henüz 270’de Karaşar ve Fergana’dan elçiler gelmiş, 284’de ise bizzat Roma İmparatorluğu’nun elçisi kadem rencide kılmıştı. 286’da da K’ang-chü elçisini göndermişti. O dönemde Hun isyanları kolaylıkla bastırılmış, Siyen-pi saldırıları püskürtülmüş, güney komşusu Ch’am-pa hükümdarlığıyla dostane ilişkiler kurulmuştu. Nüfus ise yarım yüzyıl içinde 7 milyondan 16 milyona çıkmıştı. Her şey yolunda gidiyor gibi görünüyordu ama esasen imparatorluk sarayı temelinden çatlamaya başlamıştı.
290’da tahta Prens Ch’ung (öldükten sonraki titülü-Huei-ti) çıktı. Ch’ung zayıf ve korkak biriydi; daha da önemlisi bu kadar geniş toprakları yönetecek kabiliyetten yoksundu. Karısı ise aksine enerjik ve cazgırın tekiydi. Ana-imparatoriçenin babası olan baş veziri üç kardeşiyle birlikte katlettirmesi ülkede yeni bir kanlı çatışmalar dönemini başlatmıştı. (291. yıl).
İmparatoriçe aleyhine muhalefeti reddetmeyi göze alan prenslerden birinin âkibeti trajik bir sonla bitmişti. Bu cazgır kadın onun ölüm fermanını imzaladıktan sonra da gaddarlıklarını sürdürmüştü. İmparatoriçe anayı aç bırakmak suretiyle ölüme mahkum etmiş, sonra da veliaht prensi zehirlemişti. (300. yıl) Ama bu onun son cinayeti olacaktı. Chao Prensi Sih-ma Lun saray hassa birliklerini isyana teşvik ederek imparatoriçeyi ele geçirip aç bırakmak suretiyle ölüm cezasına çarptırdı. İmparatoriçenin aveneleri ise tamamıyla katledildi.
Böylece Sih-ma Lun tahtı ele geçirmişti ama o da despotça bir yönetim sergileyerek monarşizmi ülkeye geri getirmişti.
Lun sadece imparatoru tahtından etmekle yetinmeyerek, onu saray muhafızlarının gözetimi altında sürgüne de gönderdi. Fakat Sih-ma ailesinin diğer prensleri bu gâsıba karşı bir komplo düzenlediler. Komplocular onu alaşağı ederek öldürdüler ama bu defa da Lun taraftarları galipleri itaat altına aldılar. (300. yıl). İki ay devam eden iç savaş, pekçok insanın hayatına maloldu. Savaş bittikten sonra sıra galiplerin iktidar mücadelesine gelmişti. İlk yönetici gururlu davranışları yüzünden diğer prenslerin isyanını mucip olmuş ve öldürülmüştü. İkincisi ise inadına yumuşak tabiatlı biriydi. Komplocular onu son nefesini verdiği hapishaneye attılar. Ne var ki bu defa da katillerden Sih-ma Ying ve Sih-ma Yü birbirlerini yemeye başladılar.
Çarpışmalar sadece başkentte cereyan etmiyordu elbette. Sih-ch’uan’da guvernatör Ch’ao Hsin isyan etmiş ve isyan büyüyerek imparatorluğun ekonomisini mahvetmişti. Bu daha bir şey değildi. Ch’ao Hsin’i yenen kumandan 302’de Sih-ch’uan’ın başkenti Ch’eng-tu şehrini ele geçirmiş ve kendisini İ-chou bölgesinin hâkimi ilan etmişti. Bu kumandan kurduğu hanedana Ch’en veya Küçük Shu adını verecek ve hanedanı Sih-ch’uan’da 347’ye kadar devam edecekti. 296’da Tibetliler ve Batı Hunları (yani Ho-hsi’deki Hunlar) isyan etmişler fakat Tibetliler kısa sürede çarpışmaları kaybettikleri gibi, esir edilen kumandanlarından da olmuşlardı. Bu olay büyük felaketi on yıllığına bastırmıştı ama ondan kurtuluş yoktu.
Prenslerin birbirleriyle dalaşmaları ve iç savaş Çinliler’i yeyip bitirdiği dönemde, kuzey sınırlarında başka bir durum yüzeye gelmişti. Doğuda, Güney-Doğu Mançurya’da zayıf düşmüş Çin’e karşı açıkça saldırgan ve düşmanca bir tutum izleyen güçlü Güney Siyenpi Mu-jung Devleti çıkmış; bütün bozkır, daha savaşçı ve güneye saldırmaya teşne Tabgaç hanları tarafından birleştirilmişti. Ancak Tabgaçlar’ın başarıları, ordalar Liu-Huan, Yih-to ve Yih-Liu (İ-to ve İ-lu okunur) arasında taksim edildiği ve güçleri bölündüğü için gölgelenmişti. Bu durum zaman içinde insiyatifi Tabgaçlar’dan alarak Hunlar’ın emrine âmâde kılacaktı.
Bu arada Hunlar Çinliler’le birlikte yaşıyorlardı ve pekçok değişiklikler geçirmişlerdi. Halkın büyük kısmı sürüsünü gütmekte ve keçe yurtlarında uyumaya devam etmekte olduğundan, bunlar Çinli komşularını kendilerine yabancı, sevimsiz, kurnaz, güçlü fakat kayıtsız şartsız düşman olarak görüyorlar; çobanları ve savaşçıları kendilerine benzeyen Siyenpiler’i ise daha yakın hissediyorlardı. Bununla birlikte imparatorun sarayına yakın olan Hunlar, zâdegânların debdebesinin, gözalıcı bahçelerin ve muhteşem ziyafetlerin tesiriyle Çin kültürünün etkisi altındaydılar. Hun prensleri birkaç nesildir Çin aristokrasisiyle birlikte saray hizmetinde bulunmalarına rağmen kabiledaşları olan göçebelerle ilişkilerini kesmemişlerdi. Çünkü onlar Hun olduklarının şuurundaydılar ve halk da onları anlayışla karşılıyordu. İşte büyük annesinden bir Çin prensesinin Liu soyadını alan ve silik bir kişiliğe sahip olan Yüan-hai bu yukarıda sayılan durumun tipik bir temsilcisiydi.
Geleneklerin Çatışması
Liu Yüan-hai, 195’de ölen Güney Hun yabgusu Yü-fu-luo’nun birkaç nesil sonraki torunuydu. Liu Yüan’ın babası ise Doğu Chu-ki Prensiydi ve oğlunu daha iyi bir eğitim alıp, bir savaşçı olarak yetiştirileceği imparator sarayına hizmet etmesi için göndermişti. Çocuk, kabiliyetli ve derslerinde başarılıydı. Bundan başka oldukça güçlüydü ve boyu-posu yettiğinde iyi bir savaşçı olmuştu. Asil bir aileden gelmesi, zekası, kabiliyetleri ve sarayla olan yakın ilişkileri, onu 29’da ölen babasının yerine beş oymaktan ibaret bir halkın başına reis olarak getirmiş, 290’da ise Çin’de yaşayan bütün Hunlar’ın başkumandanı olmuştu. Liu Yüan’ın hayat hikayesi Hun asilzâdelerinin Çinlileşme prosesini açıkça gözler önüne sermektedir. Ancak Hunlar’ın millî hislerle bağlandıkları kabilevî gelenekler bozulmamıştı ve onlar da durumu yeniden düzeltmek için önlerine çıkan fırsattan yararlanacaklardı.
Yukarıda belirtildiği gibi, Prens Sih-ma Ying Prens Sih-ma Yü ile iktidar mücadelesine girmişti ve her ikisine de müttefikler gerekliydi. Sih-ma Yü, Siyenpi ve Wu-huanlar’ı ayaklandırmak suretiyle güçlenmeye karar vermiş, Sih-ma Ying ise sırtını Hunlar’a dayamıştı. Bu durumda her ikisi de kişisel başarılar peşinde koşarken Çin’in çıkarlarını bir yana bırakmışlardı. Onların tek derdi birbirinin kellesini koparmaktı. Birbirlerini iyi tanıyorlardı ve muhtemel bir bozgun halinde hiç biri rakibine acımayacaktı. Bu durumda, olaylarla dolu geçen yıllar, onlar için en iyi kurtuluşun yavaş bir ölümü tercih etmeleri olduğunu göstermişti. Sih-ma Ying gururlu ve gaddar davranışları yüzünden beyleriyle kanlı bıcaklı olmuştu. Tabii bu durum Sih-ma Yü’ye eski rakibine karşı bir suikast tertipleyerek, karşı tarafın başına daha zayıf ve aptal bir kişiyi imparator olarak dikme imkanını sağladı. Sih-ma Ying’in ordusu imparatoru esir ettiyse de, bu ona bir şey kazandırmadı. 304’de Çin’de saygısını, halkını ve ordusunu kaybeden meşrû bir iktidar yerine sadece askerî güç ön plana çıkmıştı. Bu yüzden Sih-ma Ying, rakibinin yanında yer alan Siyenpiler’e nisbetle oldukça güçlü durumda bulunan Hunlar’dan yararlanmak için Liu Yüan’ın desteğini sağlamaya mecbur kalmıştı.
Liu Yüan, çevresinde bulunan kişilerin silah arkadaşları arasındaki otoritesinden açıkça faydalanmak isteyen ama ona hiçbir zaman güvenmeyen Sih-ma’nın karargahında göstermelik bir Hun yöneticisi durumundaydı. Onun bir akrabasının cenaze törenine katılmak için izin koparma girişimi başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Fakat Sih-ma T’eng ve Wang Chün’ün Sih-ma Ying’e karşı düşmanca faaliyetlerini artırmaları karşısında Sih-ma’yı Hun prensinin düşmanların kellesini getirme teklifini kabul etmek mecburiyetinde bırakmıştı. Böylece Liu Yüan’ı Liu Ts’ung’un oğluyla birlikte göçebeler arasına gönderdi. Hunlar kabile reislerini coşkuyla karşılayıp “büyük yabgu” olarak başlarına geçirdiler ve 20 gün sonra da “gaspedilen haklarını silah zoruyla geri almak” amacıyla 50 bin kişilik bir ordu atlarının sırtında yerini aldı.
Liu Yüan’ın çevresinde toplananlar sadece kıskanç oymak reisleri ve Çin eğitimi almış kişiler değildi. Ayrıca kendi devletlerini kurmak için yanıp tutuşan ve Hunlar’ın asalet konusunda Çinliler’den aşağı olmadıklarını savunan kişiler de vardı. Bundan başka sıradan Hunlar ve kendi kaderlerini hiçbir zaman Hun yabgularına bağlamayan kul (chieh-lu) lar da Liu Yüan’ın çevresinde kenetlenmişlerdi.
Çin devlet memurlarının mahkemelerde kendi vatandaşlarını kayırmaları, alış-veriş sırasında Hunlar’ı aldatmaları ve nihayet onları pazarlarda köle olarak satmaları, göçebeleri Çinliler’e karşı öfke yumağı haline getirmişti. Bu orduyu savaşa teşvik ve tahrik etmek gerekmiyordu aksine onu dizginleyebilmek mümkün değildi. Liu Yüan’ın şansına, vaktiyle pek de kötü bir yönetici olmayan ve anne tarafından akrabası sayılan Liu Hsüan da Hunlar’ı ideolojik yönden harekete geçmeye hazırlamıştı. Liu Yüan’ın ülüşünü yönettiği zamanlar sarayda yıldızı parlamış olan Liu Hsüan çok şeyler görmüş, olayları etraflıca muhakeme etmeyi öğrenmişti. Kabiledaşlarının milliyetçilik duygularını körüklemek için şöyle diyordu: “Han sülalesi ortadan kalktığından beri yabgularımız gerçek anlamda hiçbir iktidarı temsil etmeyen göstermelik ünvanlar taşıyorlar. Ama bizim de 20 bin kişilik bir ordumuz var. Liu Yüan bilge ve cesur biri. Eğer Tanrı bizi yüceltmek istemeseydi, böyle birini yeryüzüne göndermezdi. İmparatorluk çökmüş durumda. İçinde bulunduğumuz günler, atalarımızın uygun pozisyonları değerlendirdikleri Hu-han-yeh günlerini hatırlatıyor.” Bu ateşli nutkun tesiriyle coşan Hun reisleri hiç düşünmeden Liu Yüan’ı büyük yabgu ilan etmişlerdi fakat o, bu insanları inanılmayacak derecede şaşırtacaktı.
Arkasına büyük bir kitleyi takmış bulunan Liu Yüan’ın ilk işi, Çin halkını yağmalamış bulunan Siyenpiler’e karşı savaş ilan etmek oldu. Liu Yüan, oymak reislerinin Siyenpiler’in kendilerine Çinliler’den daha yakın ve hatta akraba olduklarını ileri sürerek itirazda bulunmalarına rağmen, onları Çin sınırlarından sürdü ve amacının “Çin halkına karşı değil, sadece aptal bir yönetime karşı savaşmak” olduğunu açıkladı. Onun bu adımı ileride teşekkül edecek Hun Devleti’nin kaderini de belirleyecekti. Çünkü bu tarihten itibaren Hunlar ve Siyenpiler birbirlerinin amansız düşmanları olmuşlardır. Burada Çinliler’in fiilî bir desteği söz konusu olabilir mi? Kesinlikle hayır! Çünkü Çinli beyler Sih-ma ailesine bağlıydılar ve düşman bir hanedanla hiçbir şekilde müttefik olamazlardı. Halk kitleleri isyan eden göçebelerin kurbanı olmuştu ve bu da Chin yönetimi dönemindeki kargaşalık günlerinde meydana gelen olaylardan daha beterdi. Yabgunun hizmetine giren morali bozuk halk ise faydadan çok zarar veriyordu. Bunlar Çinli olduklarını unutmamışlardı ve fırsat buldukları anda Hunlar’a bir sırt darbesi indirmekten mutluydular. Neticede Hun toplumu da iki gruba ayrılmış gibiydi: Aristokrat ve demokratlar. Bu olayın sonuçlarına gelince;
304’de büyük yabgu wang titülü alarak, ana tarafından Çin asıllı olması ve Han ile Hun arasında vaktiyle mevcut olan dostluğu canlandırması niyetiyle kurduğu hanedana Han ismini verdi. Daha sonra eski Hun boy sistemini kaldırarak yerine Çin yönetim sistemini getirdi ve bunu tam olarak uygulamaya girişti. Böylece “sağ” ve “sol” kanat prensleri birinci ve ikinci vezirler haline geldiler.
Ordu düzeninde de değişiklikler yapılmış, yağmalamak ve halka kaba davranmak yasaklanmıştı. Hatta ele geçirilen bir kaledeki kumandanla, kocasıyla yatağını ayırmayı reddeden karısını öldüren Hun yöneticinin rütbesinin indirilmesi bu değişikliğin şiddetle uygulanacağını gösteriyordu. Meydana gelen başka bir olay daha da dikkat çekiciydi: Bir defasında Hunlar Çin ordusunu sıkıştırarak tam nehre dökmek üzereyken Liu Yüan, halkla değil, yönetimle mücadele ettiğini belirterek mağlup kumandanı serbest bırakmıştı.
Bu hümanist politika Hunlar’a yabancıydı ve onları Çinliler’le uyuşturmak mümkün değildi. İki taraf arasında başlayan savaş, iki etnosun karakter ve eğilimlerine uygun olarak gittikçe sertleşmeyi kaçınılmaz hale getiriyordu.
Liu Yüan’ın yakın silah arkadaşları arasında iki tanesi gerçekten kabiliyetli kumandanlardı: Liu Yao ve Shih Lo. Liu Yao yabgu soyundan geliyordu; iyi bir eğitim almıştı ve tarih, felsefe ve edebiyat okumuştu. Ayrıca güçlü, dayanıklı ve cesurdu ama alkol müptelasıydı. Ondan çekiniyor ve saygı duyuyorlardı.
Shih Lo ise soyu belli olmamakla birlikte ana dili Hunca idi. Çocukluğunda bir kuldu ve ekmeğini Çinli çiftlik sahiplerinin yanında ırgatlık yaparak kazanıyordu. Daha sonra Prens Sih-ma T’eng tarafından yakalanarak Shan-tung’da köle pazarında satılmıştı. Fakat bir gün hakarete uğrayınca kaçıp bir haydut çetesine sığınmış; daha sonra onlara reis olmuş ve kendisine hakaret eden kişinin düşmanı Sih-ma Ying’in savaşçıları arasına girmişti.
Prensler arasındaki iç savaşta Sih-ma ailesi oldukça başarılıydı ama proğramsızdı. Bir ölüm-kalım savaşına girip de proğramsız olmak oldukça tuhaf sayılırdı. Prenslerin birbirlerine düşman olmaları anlaşılacak bir şeydir ama savaşçıların ikbalperest prensler için neden hayatlarını feda ettiklerini açıklığa kavuşturmak gerekir. Sih-ma ailesinin Üç devlet döneminde oldukça sık rastlanan profesyonel askerlerin başına geçtiğini hatırlatalım. Onlar bütün aptallıklarına rağmen, kendilerini besleyen ve koruyan askerî kumandanlıkları ellerinde tutmalarını sağlayan davranış stereotiplerini muhafaza etmeyi başardılar. Diğer yandan Sih-ma ailesinin bütün prensleri kendi bölgelerinin askerî önderi idiler. Bu yüzden ordu girdiği savaşın amacını dahi düşünmeden kumandanların arkasından gidiyor; kumandanlar da onların ücretlerini halkı yağmalayarak ödüyorlardı. Halka gelince, onların prensler arasında cereyan eden savaşlara ve başlarına kimin geçeceğine aldırdıkları bile yoktu. Ama Çin’de yağma amacıyla bulunan Siyenpiler ve Çinliler’e ve adaletsizliklerine karşı duydukları öfkeyi kendilerine mesnet yapan Hunlar politikayla yakından ilgileniyorlardı. Sih-ma yapılan vaadlerle edilen yeminleri ve şeref düşkünlüğünü şahsî ilişkilerin yegane garantisi olarak gördüğü için Liu Yüan’a oldukça cömert davranıyor ve bunu yaparken de Çinliler nasıl prenslerinin arkasından gidiyorlarsa, Hunlar’ın da sessiz sedasız kendi yabgularının peşinden gideceklerini umuyordu. Yanıldığı nokta da bu idi. Çünkü Hunlar geleneksel boy yapılarını muhafaza ediyorlardı ve onları ancak halkın ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir kişi yönetebilirdi. Sih-ma Ying ise Hunlar’a lazım birisi değildi.
Liu Yüan’a görev verilmeliydi; çünkü o, imparatora sadakatle hizmet ederek Çin etikiyle Hunlar’ın halkları hürriyetine kavuşturma proğramını birleştirmişti. Sih-ma Ying’in silah arkadaşı olarak Sih-ma Yü taraftarı Siyenpiler’i Çin’den kovmuş; Hun yabgusu olarak ise Çin’de muhalif kliklere karşı savaş başlatmıştı. Fakat rakipleri ondan bir adım öndeydi. Sih-ma Yü’nün oğlu Sih-ma T’eng ve General Wang Chün Sih-ma Ying’in ordusunu mağlup etmişler ancak Ying, gâlipler yağmalama işiyle meşgulken esir düşmekten kurtulmayı başarmıştı.
Bir sonraki 305 yılında Sih-ma Yü taraftarları Siyenpiler’in de desteğiyle imparatorluğun ikinci başkenti Ch’ang-an’ı ele geçirdiler. Siyenpiler muhalif kliklerin işledikleri cinayetlerin bedeli olarak şehirdeki Çinli halka eşi emsali görülmemiş bir katliam uyguladılar. Chin hanedanı kendi halkına karşı, iç savaşlar sırasında ipin ucunu her iki tarafta savaşan göçebelere teslim ettiği için suçluydu.
306’da Sih-ma Ying nihaî olarak mağlup ve esir edilmiş, son nefesini hapishanede vermişti. O sırada Sih-ma Ying’in kampında bulunan imparator ise zehirli börekler ikram edilmek suretiyle öldürülmüş; böylece Sih-ma imparatorluğu ele geçirmiş ve ölümünden sonra Huai-ti titülü alan Prens Sih-ma Cho’yu tahta çıkarmıştı. Bundan sonra sükunet içinde geçen iki yıl zarfında Hunlar teşkilatlanarak, güçlenmeye devam etmişlerdi.
Prenslerin grubu tam bir zafer elde etmesine rağmen Çin bir türlü huzuru yakalayamadı. Sih-ma Ying’in dağılan kuvvetleri onun intikamını almayı kendisine şiar edinen kumandanlarından Chi Sang tarafından toparlandı. Shih Lo da elindeki birliklerle ona iltihak etti. Âsiler 307’de zenginliğiyle ün yapmış Yeh şehrini kuşatma altına alarak ele geçirdiler ve Sih-ma T’eng burasını kendisine karargah ittihaz edindi. Shih Lo’nun vaktiyle kendisine gayr-ı kanûnî şekilde yakalatarak köle pazarında satan bu prensle özel bir hesabı vardı ve bu yüzden birbirinin amansız düşmanı idiler.
Sih-ma T’eng korkunç derecede cimriydi. Tehlikeyi sezince silah arkadaşlarına bir miktar pirinç ve kumaş dağıttı fakat verdikleri o kadar azdı ki, askerler bu cimri adama kızdıklarından şehir kapılarını âsilere açtılar. Böylece Sih-ma T’eng de öldürdüğü rakibi Sih-ma Ying’den topu topu bir yıl fazla yaşayarak hayatını noktalamış oldu.
İlk bakışta pek fazla dikkat çekmeyen bu olaylar Çin ve Hun tarihindeki zaman kırılmalarıydı. 307 yazında prensler arası savaş Çin hükumet grupları arasındaki sosyal çatışmalar şekline dönüştü. Çünkü askerler ve memurlar servet dağılımından pay istiyorlar, öldürülen generalin intikamından başka rakiplerinin kendilerine reva gördükleri kötü muamelelerin de hıncını alma hakkının verilmesi talebinde bulunuyorlardı. Esasen Çinli savaşçılar prenslerin kuklaları olmaya son vermişlerdi ki, bu da onların tamamıyla bağımsız hareket etmelerini engelliyordu.
Diğer yandan uzlaşma ümitleri henüz tamamıyla ortadan kalkmamakla birlikte, sosyal çalkantılar etnik gruplar arasındaki çatışmaları önlenemez noktaya getirmişti. Shih Lo’nun ordusunu meydana getiren kullar, Hunca konuşuyorlar ve en az Hun asıllı olanlar kadar Çinliler’den nefret ediyorlardı. Güçlü Çin’in maruz kaldığı kapitülasyon onlar için acı verici bir ölüm, ağır şartlar dahilinde bir kölelik anlamına geliyordu ve bu yüzden de sonuna kadar boğuşmak için sırt sırta vermişlerdi.
İsyanın ciddiyetini kavrayan Sih-ma Yü’nün onu bastırmak için en seçme askerlerini devreye soktuğu düşünülebilir. Yeh şehrinin kuşatma altına alınmasından iki ay sonra Chi Sang mağlup edilmiş ve kaçarken yakalanarak öldürülmüştü. Kaçaklar kimseye acımıyorlardı ve ölenlerin sayısı 10 bine ulaşmıştı. Sadece Shih Lo kendi birliklerini savaş alanından salimen çekip, Hun sınırları içinde bulunan Hu-ang-ho sahillerine ulaşmayı başarabilmişti. Liu Yüan bu eski haydutu saygıyla karşılayıp emrindeki birlikleri kendi ordusuna kattı ve ona da “Chin hanedanını parçalayan kişi” anlamına gelen mutantan bir ünvan verdi. Liu Yüan bu hareketiyle bir kere daha mücadelesinin sadece kötü yönetime karşı olduğunu ispat etmiş oluyordu. Halbuki halkının tamamı siyasî yönden kesinlikle sempati duymadığı Çinliler’e karşı savaşmak istiyordu. Yeterinden fazla karışık olan bu şartlar altında Shih Lo hiç vakit kaybetmeden yine bir takım entrikalar çevirerek sadece kendi birliklerinin çıkarları için savaşmaya başladı.
Halkların Savaşı
307’de Kuzey Çin’i kolları arasına alan çarpışmalar yeni ve daha ağır bir safhaya ulaşmıştı. O güne kadar halk, ayırım gözetilmeden, kontrolden çıkmış askerlerin kurbanı olmuştu. Şimdi ise onlara bir de intikam almak için can atan acımasız Hunlar katılmıştı. Acımasızlık, o günlerin yegane sermayesi idi.
Shan-si’nin güney kesimlerindeki cephelerde durum oldukça gergindi. 308’de Hunlar, imparatorluk sarayının bulunduğu Lo-yang’ı kuşatmayı denemiş fakat düzenli ordular tarafından geri atılarak, dağınık bir şekilde kuzeye çekilmişlerdi.
Bu durumda bile hiç istifini bozmayan Liu Yüan kendisini Çin imparatoru ilan ederek, P’ing-yang şehrini imparatorluğun yeni başkenti olarak seçtiğini duyurduktan sonra Chin hanedanı ve Sih-ma ailesine karşı bir imha savaşı başlattı.
309’da Hunlar, en önemlisi Huang-ho sahillerindeki olmak üzere Çinliler’e birkaç ağır darbe indirdiler. Yaklaşık 30 bin Çinli nehre dökülerek boğuldu. Bunu müteakiben Prens Liu Ts’ung ve voyvoda Shih Lo, Hu-kuan kalesini yerle bir ettiler. Kazandıkları başarılardan cesaret alan Hunlar Lo-yang şehrini yeniden kuşattılarsa da, kale kapısı önünde meydana gelen bir gece çarpışması sırasında kuşatmayı gerçekleştiren taburlardan biri mağlup edilirken, Liu Ts’ung’un birlikleri düzenli bir şekilde geri çekilmeyi başardı. Zafer Çinliler’den yana gibi görünüyordu ki, Liu Ts’ung, Wang Mi kumandasında bir süvari birliğini güneye gönderdi. Burası Chin hanedanına bağlı bir bölgeydi. Ancak “sekiz prens savaşları” döneminde çok acı çekmiş olan halk isyan ederek devlet memurlarını öldürdükten sonra, o güne kadarki savaşlarda hiç yenilgiye uğramamış olan Hun kumandanının emrine girdi. Hunlar’ın kurduğu Han İmparatorluğu sınırları Huai nehrine kadar genişlemiş olmakla birlikte, Kuzey-Doğuda Pekin civarındaki Yü-chou bölgesi Chin hanedanına sadık kalmıştı. Yü-chou valisi Wang Hsün, Prens Liu Ts’ung’un birliklerini yenmiş fakat karşı bir saldırıya geçmeye cesaret edememişti.
Halkının başarı seviyesi giderek yükseldiği bir sırada Liu Yüan 60 yaşında hayatını noktaladı. Ölürken tahtı ikinci oğlu kahraman Liu Ts’ung yerine, kabiliyetsiz, kaba ve uçarı tabiatlı büyük oğlu Liu Ho’ya bıraktı. Belki de tahtın prensipte büyük oğula kalması gerektiği şeklindeki Çin telkinlerinin bu işte rolü olmuştu. Hemen Liu Ho’nun çevresini saran bazı akıl hocaları, babasının başarılarından dolayı ana kuvvetlerin başına kumandan olarak tâyin ettiği küçük kardeşine iftiralar yağdırmaya başladılar. Liu Ho, halk arasında çok sevilen kardeşinden kurtulmak istediyse de, bu konuda askerlerin desteğini sağlayamadı. Bunun üzerine müfteriler birliklerini toplayarak Liu Ts’ung’a saldırdılar fakat ağır bir yenilgiye maruz kaldılar. Liu Ts’ung kendisine sadık ordusuyla sarayın kapısına dayandı ve içeri girerek müfterileri hain kardeşiyle birlikte ortadan kaldırdıktan sonra halkın mutluluk gösterileri arasında babasının tahtına oturdu.
Benzeri bir durum Lo-yang’da da meydana gelmişti. Yeni imparator Sih-ma Cho kendi başına buyruk olmak isteyince, perde gerisinde ipleri elinde tutan ve oldukça güçlü bir pozisyonda bulunan veziri Sih-ma Yü’nün hoşnutsuzluğunu mucip olmuştu. Bu durumda imparator Sih-ma Yü’nün düşmanı olan Kao Hsi’ye yakınlaştı ve böylece saray entrikaları bütün Çin’e yayılırken, birçok olayların vukûna da sebep oldu.
311’de Sih-ma Yü ordusunu tepeden tırnağa silahlandırarak imparatora Hun yabgusunun işini bitirmeyi teklif etti. Bu, elbette imparatorun severek kabul edeceği bir teklifti. Sih-ma Yü son düzenli ordusuyla harekete geçerek, Shih Lo’nun üzerine yürüdü. Fakat çarpışmalar sırasında Sih-ma Yü’nün oğlu öldürüldü. Şimdi başkent korumasız kalmıştı. Şehri iaşe yönünden besleyen Lo-yang Hunlar’ın elinde olduğu için başkentte açlık başgöstermiş ve gece yağmaları başlamıştı. Bu durumda Kao Hsi bütün bu olayların sorumlusu olarak geri çekilen Sih-ma Yü’yü gösterdi.
İmparator Sih-ma Yü’den nefret ettiği için Kao Hsi’yi tam yetkiyle donattı. O da vezirin en iyi iki adamını tutuklatarak boyunlarını vurdurdu. Sih-ma Yü bu ihanet ve menkubiyeti öğrenince, kumandayı tarihçi dostu Wang Yang’a teslim ederek kahrından öldü. Bir tarihçiden de general mi olurmuş?! Yang, bu işin kendisine göre olmadığını düşünerek görevi reddetmek istediyse de, münasip birini bulamadı ve Sih-ma Yü’yü doğduğu yere defnetmek için orduya geri dönüş emri verdi.
Shih Lo olayı öğrenir öğrenmez cenazenin defnedileceği noktaya bütün ordusuyla yüklendi. Kendisinden daha güçlü olan rakip orduyu kuşatma altına alarak ok yağmuruna tuttu. Düşmanın kaçma imkanı yoktu ve neticede Wang Yang ve Sih-ma ailesinden 48 prens sabık kölelerinin eline esir düştüler. Shih Lo hepsinin kellesini vurdurarak, Sih-ma Yü’nün cesedini de yaktırdı.
Bu felaket haberi başkente ulaşınca Kao Hsi imparatora şehri müdafaa etme imkanı olmadığını belirterek, yapılacak en iyi şeyin kaçmak olduğunu bildirdi. Fakat artık geç kalınmıştı. Sarayda ne araba, ne de at kalmıştı. Üstelik halk açlık yüzünden birbirini yağmalayıp, öldürüyordu. 27 bin kişilik Hun atlısı yolda karşılaştığı Çinli askerleri de toplayarak Lo-yang’a geldi. Hiçbir kayıp vermeden şehri ele geçiren Hunlar ilk iş olarak bütün suçluları yaktılar. Sonra saraya girip, veliaht prensi öldürdükten başka korkunç bir katliama giriştiler. Yaklaşık 30 bin Çinli öldürülmüştü. İmparator kılık değiştirerek saraydan çıkmayı başarmış ve şehirden uzaklaşmıştı fakat hainler onun hangi yoldan gittiğini Hunlar’a bildirdiler. Hemen yola koyulan Hun süvarileri onu tek başına yaya olarak kaçarken yakaladılar. Çinli bir imparatorun canlı olarak yabancı bir düşmanın eline geçmiş olması tarihte ilk defa meydana gelen bir olaydı.
Bozgunun asıl suçlusu olan Kao Hsi Güney-Doğuya kaçarak çok geçmeden yeni bir yönetim kurdu. Hunlar eski iktidarın bu hayaletini takip bile etmeye lüzum görmeyerek, imparatorluğun ikinci başkenti olan zengin Ch’ang-an’a yöneldiler. Ch’ang-an valisi Sih-ma Mu şehirdeki orduyu Shen-si’deki Ho-nan geçidini tutması için gönderdi fakat ordunun başındaki kumandan Chin hanedanından nefret eden bir kişi olduğundan Hunlar’ın safına geçerek onlara başkente kadar rehberlik etti. Kuşatma altına alınan şehirde ne silah vardı, ne de yiyecek. Hiçbir yerden de yardım ümidi olmayan Sih-ma Mu teslim oldu ve öldürüldü. Hun kılıçları ve açlık bir zamanlar Kuzey Çin’in gözbebeği olan Wei nehri vadisini devâsâ bir mezarlığa çevirmişti.
Shih Lo, Ch’ang-an’ın zaptından sonra Huai nehrinin aşağı akımlarına bir ordu göndererek Kao Hsi ve yönetimini ortadan kaldırdı. Bu başarısından dolayı kendisine “Han İmparatorluğunun Büyük Generali” ünvanı verildi. Fethedilen topraklar ise, hukukî olarak değilse de, fiilen onun yönetimine bırakıldı.
Çin kuvvetlerinin ülkenin güneyinde daha belirgin bir şekilde konsolidasyonu, oralarda 310-311 yıllarında fiilen askerî faaliyetler yürütülmesine rağmen, yönetim tarafından geri dönmeye zorlanılan Kan-su kaçaklarının isyanını engellemişti. Bahtsız kaçaklar, ölüme gittiklerini bile bile düşmanlarını yani Hunlar’ı kendi hanedanlarından daha az tehlikeli kabul ederek, imparatora baş eğmeyi reddettiler. İsyan ancak 311’de bastırılabildi. Chin hanedanı kumandanlarının kabiliyetsizliğini ortaya koymakla birlikte bu isyan, dengeyi Hunlar lehine değiştirmişti. Âsilerin hezimetinden sonra Çinliler orduyu 312’de Ch’ang-an’a doğru yola çıkardılar ve Liu Yao’nun Hun savaşçılarını şehirden kovmayı başardılar. Kazanılan zafer ve başkentlerden birinin istirdadı Çinliler’i yeni imparatoru taçlandırmaya teşvik etti. Ne de olsa meşru bir monarşist hâlâ hayattaydı.
O dönemin zihniyetine göre imparatorluk titülü ebedî idi. İmparatorun olmayışı ve aynı zamanda onun yabancı düşmanlar tarafından ele geçirilmesi halinde ne yapılması gerektiği konusu kanunlarda belirtilmemişti. Çünkü böyle bir şeyin olması akla muhaldi. Ama böyle bir şey vukû bulunca ve yeni bir imparatora duyulan ihtiyaç da giderek artınca, önceki ölünceye kadar -ki ölmesi de mukarrerdi- “koltuğun boş kalmaması mecburiyetine” binaen yeni bir imparator seçilmişti. İşin aslına bakılırsa bu taçlandırma Hunlar’ın davetiyle gerçekleşmişti. Bu olaydan sonra savaş yeni bir safhaya büründü.
Başkentlerin düşüşünün tesirleri umulduğundan fazla oldu. Hatta o sıralar Çin’le sürekli ticarî ilişkileri bulunan Soğdiyanlar’ın yürekleri bile cız etti. Nanoi-vandak adında bir Soğdlu “hükümdarına” gönderdiği mektupta Çin’in iç kısımlarında karşılaştığı kişilerin anlattıkları tuhaf olayları şöyle naklediyordu: “Söylendiğine göre imparator açlık yüzünden Saraga (Lo-yang) dan kaçmış, sarayı ve kalesi ateşler içinde kalmış. Artık Saraga yok, Ngapa (Ho-nan’daki K’ai-Yü-an) ise haritadan silinmiş. Ayrıca imparator Hunlar tarafından esir edilmiş. Ve onlar.. Humdan’ı (Ch’ang-an) ele geçirip ülkeyi Nınıma’ya (?) kadar yağmalamışlar. Bu işi yapanlar da daha düne kadar imparatorun tebaası olan Ngapu (Hunlar) imiş.. Bu durumda haşmetmeap, Çin bakiyelerinin Hunlar’ı Humdan’dan kovup kovamayacağını veya Hunlar’ın ülkenin geri kalan kısmını da ele geçirip geçiremeyeceklerini bilemiyoruz.” Mektubun bundan sonraki kısımları fragmanlar halinde. Ancak anlaşıldığı kadarıyla Soğdiyanlar Hunlar’a pek de sempatik nazarla bakmamaktadırlar. Fakat bu anlaşılabilir bir durumdur: O güzelim başkentin çevresindeki aç insanların merhamet dilenmelerine, Liu Yao’nun Ch’ang-an’ı terkederken 312’de yaptığı gibi onbinlerce savunmasız insanın sürülmesine şahit olmak kolay şey değildi. Shih Lo’nun kana susamış kardeşi Shih Hu’nun 313 sonbaharında Yeh şehrini ele geçirdiğinde yaptığı katliam ise Hunlar’ı dahi öfkelendirmişti.
Kabileler Savaşı
Burada anlatılacak olayları iyi kavrayabilmek için, iki yıl öncesine dönerek Kuzey Shan-si’de ve onun Büyük Bozkır’a sınır olan bölgelerinde biraz dolaşalım. Bugünkü Ch’eng-ting-fu’nun yerinde bulunan sınır kalelerinde, prensler arasındaki savaşlara katılmayan ve Chin İmparatorluğu’yla genel olarak ilişkisi bulunmayan düzenli Çin orduları bulunuyordu. Bunların kumandanı vazifesine, vatanına sadık, zekî ve akl-ı selim sahibi Li Kun idi. Bu kalelerin daha güneyindeki bölgelerde, Hun halkının beş oymağından birine mensup bulunan halklar saçılmışlardı. Bunların başında ise olup biten savaşlara katılmayan ve Chung-shan’ı (Çin Seddi’nin güneyinde, Kuzey Shan-si’de) kendisine ikamet yeri olarak seçen Prens Liu Ming bulunuyordu. Onun ölümünden sonra oğlu Liu Hu “beyaz” Siyenpi kabileleriyle birleşmiş ve Liu Ts’ung’un vassallığını kabul etmiş; böylece de Li Kun’un ordusunu Çin’in diğer kısımlarından ayırmıştı.
Li Kun sadece kendi gücüne dayanarak tutunamayacağını anladığından, Büyük Bozkır’ın Kuzey Çin’e yakın steplerinde göçebe halde yaşayan Tabgaçlar’dan yardım istemişti. Tabgaç reisi Yih-liu ise bizzat Çinliler’in yardımıyla Çin topraklarından bir kısmını elde tutuyor olmaktan son derece memnundu. Yeğeni Yü-Liu’yü yirmi bin kişilik bir kuvvetle sefere gönderdi. Li Kun da kendi birlikleriyle bir rehber ve öncü kuvvet gibi bu orduya katıldı. 311’de Liu Hu mağlup edilmiş ve müttefiki olan “beyaz” Siyenpiler Hun bayraklarını bir kenara atarak batıda kan deryasına dönmüş Shan-si’den Kukunor Gölü civarındaki meralarla kaplı eteklere çekilmişlerdi. Daha ileride meydana gelen olayları anlatırken onlarla bir kere daha karşılaşacağız. Li Kun’a gelince, Hunlar’a karşı kazandığı zafer ona oldukça pahalıya malolmuştu. Çünkü Tabgaç reisi Çinli kumandandan koruması altındaki bütün topraklarla birlikte kendisine bağlanmasını istiyordu.
Li Kun uzlaşmaya mecburdu. Eyalet genel valisine vararak müttefikinin Büyük Yabgu ünvanının ve eskiden beri Çin Seddi’nin güney kesiminde Çinliler tarafından meskun olan Tai Prensliği’nin prensi olarak resmen tanınmasını taleb etti. Ne var ki Tai Prensliği Li Kun’a değil Yü-chou (bugünkü Pekin civarındaki bölge) valisi Wang Hsün’e bağlıydı. Bunlar dostlar tarafından yağmalanmaktansa düşman tarafından yağmalanmanın daha iyi olacağı kanaatiyle Çin topraklarının satılmasına karşı çıkıyorlardı. Ne var ki çıkan savaşta prenslik yenilmiş ve Yih-liu, sakinleri göçettiği için üzerinde kimsenin yaşamadığı bir miktar Çin toprağını ele geçirmişti. Bu olaydan sonra Chin yönetimi bir daha Yih-liu’dan yardım istemeyi reddetti ve nazikçe ondan geri çekilmesini istedi. Çinliler, kendileriyle daha kolay anlaşacaklarını umdukları sadık vassalları Tuan’ın güçleriyle birlikte Hunlar’la hesaplaşabileceklerini zannediyorlardı. Böylece 311’de 50 bin kişilik Tuan ordusu Hun kumandanı Shih Lo’nun ordusunu Hsiang-kuo kalesinde kuşattı.
312’de Shih Lo bir huruc yaparak Tuan prensi Mo-po’yu esir aldı. Shih Lo eski bir Hun geleneğine müracaat etti ve esirine bir ziyafet vererek, izzet-i ikramda bulunduktan sonra serbest bıraktı. Bu davranıştan fevkalade mütessir olan Mo-po kuşatmayı kaldırarak evine döndü. Zavallı Çinlilerse bu durumda yeniden Tabgaçlar’ın kapısını çalmaktan başka çare bulamadılar.
T’o-pa Yih-liu istenilen yardım talebini reddetmedi ve 312’de 200 bin (?) kişilik Tabgaç ordusu yola çıktı. Hun kumandanı Liu Yao mağlup olmuş ve bizzat yedi yerinden yaralanmıştı. Geri çekilen Hunlar gecenin karanlığından faydalanarak düşmanın takibinden kurtulmak amacıyla ormanlarla kaplı dağ eteklerine sığındılar. Fakat Tabgaçlar peşlerini bırakmadılar ve onları dar bir dağ vadisinde yakalayarak savaşı kabul etmeye zorladılar. Tabii sonuç Hunlar için bir felaket oldu ve geri çekilirken 100 li (yaklaşık 45 km.) boyunca uzanan yollar Hun cesetleriyle doldu.
Li Kun saldırılara devam edilmesini istediyse de, Yih-liu süvarilerinin ve atlarının yorgun olduğunu bahane ederek bu teklifi reddetti. Aslında o, Çinliler’in güçlenmesini istemiyordu ve mağlup Hunlar da ona karşı bir tehlike teşkil etmiyorlardı. Bu durum Hunlar’ın kurtuluşuna vesile oldu. 315’de ise Yih-liu savaşta Hunlar’ı mağlup eden fakat babası tarafından tahttan mahrum edilip, öldürülmek istenen oğlu tarafından katledildi. Fakat onu da amcasının oğlu öldürdü ve hanlar arasındaki didişme Tabgaçlar’ın hareketini durdurdu. Yeni enerjik han Yü-Liu 318’de batıya yönelerek “eski Wu-sun topraklarını” ele geçirdiyse de, 321’de komplocular tarafından katledildi. Bu arada toparlanan Hunlar kuzeyde kaybettikleri toprakları güneyde ele geçirdikleriyle telafi ettiler.
Anlattığımız bu epizod Çinliler’in henüz IV Yüzyılın başlarında kendi ezelî topraklarını korumaktan âciz olduklarını göstermektedir. Shan-si, sakinlerini adam yerine bile koymadıkları yeni topraklara eskiden beri aralarında varolan çekişmeleri taşıyan iki göçebe kabilenin atışma alanı haline gelmişti. Kuvvetler dengesi istisnaî olarak tarafların sahip oldukları okçu süvarilere ve kabiliyetli kumandanlara bağlı olduğu kadar, Tabgaç hanıyla Hun yabgusunun otağındaki düzene de bağlıydı. Haddinden fazla enerjik olan Tabgaçlar’ın otağında bir düzen olduğu söylenemezdi ve kumandanlar sık sık askerlerin muhalefetiyle karşılaşıyorlardı. Halbuki toplum çıkarlarını kendi çıkarlarına tercih etmeyi öğrenmiş bulunan Hunlar tarihten yeterince ders almışlardı ve bu yüzden de onları yönetmek pek zor olmuyordu.
İmparatorlukların Savaşı
Kuzeyde, Gobi Çölü’nün sınırlarında yer alan Ordos ve Çahar bozkırlarındaki Hun monarşisti kendini Büyük Yabgu olarak takdim ederken, güneydeki, fethedilen topraklarda geleneksel bir kanundan yararlanarak kendini Han hanedanı imparatoru olarak ilan etmişti. Doğru; bu sonuncusu hayalden daha öte bir şeydi. Liu Yüan ve Liu Ts’ung’un ana tarafından yarı fantastik bir şekilde ortaya çıkışlarını kimse inkar etmiyordu ve ne de olsa artık Chin hanedanından hayır yoktu. Bu yüzden, kesinlikle şahsî çıkarlarını ön planda tutan birçok Çinli Liu Ts’ung’un saflarını doldurmuştu. Hunlar ise bunlara göz yumuyorlardı. Çünkü 313’de Çinliler bütün cephelerden saldırıya geçmişlerdi.
Ch’ang-an’ın 312’de elden çıkarılması Hunlar için büyük bir kayıp değildi. Çünkü böylece alabildiğince yayılmış olan cephe hattı kısalmış oluyordu ve bu da Hunlar’a güçlü atları sayesinde manevra kolaylığı sağlıyordu. Liu Ts’ung, Tabgaçlar’la ilişki içinde bulunduğundan şüphelenilen esir imparatoru katlettirmekle büyük bir hata işlediğini anlamıştı. Çünkü bu hareketiyle güneylilerin önündeki engeli kaldırmıştı ve onlar da hiç vakit kaybetmeden Sih-ma ailesinden bir prensi Min-ti ünvanıyla imparator ilan etmişlerdi. Konfüçyanist öğretiye göre gökte nasıl tek bir güneş parlıyorsa, yeryüzünde de aynı anda iki imparator olamazdı. Biçare Min-ti iktidarını, otların ve yabanî bitkilerin kapladığı güzel şehrin harabeleri üzerinde kurmaya mecburdu. Sağ kalmayı başaran yüzlerce aile yine ayakta kalabilmiş olan kale civarındaki yıkık evlere yerleştiler. Devlet memurlarının ve subayların ne giyecek elbiseleri, ne silahları ve ne de mühürleri vardı. Yiyeceklerini ise yenilebilir bitki kökleriyle karşılıyorlardı. Ama Çin’de insan çoktu ve kısa süre sonra şehir insanlarla dolup taşmaya başlamıştı. Min-ti cesaretini toplayarak Hun isyanının derhal bastırılması için ferman çıkardı. Ama bu ferman da yeni bir kargaşaya sebep oldu. Çünkü fermana göre Wang Hsün Yü-chou’dan hareket ederek Lo-yang’a doğudan, Prens Sih-ma Hu güneyden ve Liang Prensliği (Kan-su’nun batı kesimi) orduları ise batıdan saldırıya geçeceklerdi ama kumandanlardan hiçbiri yerinden kıpırdamayınca Hunlar yeni saldırılarda bulunmak için kanûnî bir bahane bulmuş oldular.
313’de Hun süvari birlikleri bir gece Ch’ang-an’a gelerek şehri yaktılar. Halk o tarafa bu tarafa kaçışırken imparator hemen Hunlar’ın kuşatma altına aldığı iç kaleye sığındı. Fakat o cesur süvariler kaleyi bir türlü fethedemediler ve kuşatmayı sınırlandırdılar. Bu arada Çin ordusu da imparatora yardım etmek için yola çıkmıştı. Onları karşılamaya çıkan Liu Yao bütün gücüyle yüklenerek Çinliler’i bozdu. Ama elde ettiği başarılardan dolayı teyakkuz durumunu gevşetince savaştan sonra dağılan orduyu toplamayı başaran bir Çinli subay Hun kampına saldırdı. Hunlar arasında öyle bir panik yaşandı ki, sonunda Liu Yao kuşatmayı çözerek dağılan ordusunu toplamakla uğraşmak zorunda kaldı. Chin İmparatorluğu bir süre için kurtulmuştu. Daha enteresan tarafı İmparator Min-ti’nin kısa süre önce kendi istekleriyle itaatlerini bildiren tebaalarının büyük kısmını bırakmasıydı. Bütün Güney Çin’in yönetimini elinde bulunduran Sih-ma Jui’nin başı kendi halkıyla adamakıllı dertteydi. Çin boyunduruğuna karşı kabilelerin isyan ettiği Kuzey Çin ve Sih-ch’uan’dan kaçanların başlattığı isyan devam etmekteydi. Halk, yöneticilerin keyfî tutumlarının bedelini hayatıyla ödemişti ama barbarlardan kaçmayı başarmasına rağmen Merkezî Çin’de kendilerine yardım edecek ve destek sağlayacak kimseyi bulamamıştı. Bu durum karşısında aldatılan insanlar isyan edip silaha sarılmışlardı ve hâlâ da isyanları devam ediyordu. Sih-ma Jui Kuzey Çin’i gözden çıkarmak, imparatoru ise kaderin insafına terketmek zorundaydı. Zaten onun kaderi de Hunlar’ın elindeydi.
İmparatorun trajik durumunu öğrenen Yü-chou valisi Wang Hsün kendini bağımsız bir hükümdar olarak ilan etme kararı almıştı. Ülkenin şerefini kurtarmak isteyen silah arkadaşlarını katletmiş, prensipsiz yağcıların mertebesini yükseltmiş olmasına rağmen, yine de kendisini güvenlikte hissetmiyordu. Çinli valinin kendisinden çok emin olduğunu öğrenen Shih Lo, Wang Hsün’e bir şikayet mektubu yazarak, menkup prenslikten kaçan, muhtemelen hayalî sığınmacıların iadesini istedi. Wang Hsün görüşmelerde bulunmak üzere üst düzey memurlardan birini Hun kumandana gönderdi. Fakat gelen kişi Wang Hsün’e ihanet etme teklifinde bulununca Shih Lo onun kellesini keserek, Wang Hsün’ü kendi niyetleri konusunda tamamıyla küstürmemek ve şüpheye mahal vermemek için Yü-chou’ya gönderdi. İki taraf arasında bir uzlaşma sağlanınca Shih Lo Wang Hsün’e gelerek nöbetçilerden şehre girmesine müsaade etmelerini emretti. Nöbetçi Hunlar’ın az olduğunu görünce kapıyı açtı. Hunlar da güya hediye getirmiş gibi koca bir sürüyü şehir içine sürdüler ve sürünün arkasından askerler şehre dalarak savaşmadan ele geçirdiler. Shih Lo, Wang Hsün’ün hiyanetini yüzüne vurdu ve birkaç gün sonra da kellesini aldırdı. Wang Hsün’ün güvendiği alçaklar ise yeni efendilerinin önünde el pençe divan duruverdiler. Böylece 314’de Chin hanedanının Kuzey-Doğu Çin’deki köprübaşısı diskalifiye edilmişti. İmparatorluk yönetiminin sadık askerleri ise ancak Liao-tung’da tutunabilmişlerdi ve bu da Tuan Devleti’nin askerî desteği sayesinde mümkün olabilmişti.
Shih Lo’nun elde ettiği başarıları işiten Liu Yao, kendisinin daha önce Ch’ang-an önlerindeki başarısızlığını hatırlayarak Çin kalesine kararlı bir sefer tertip etmeyi kafasına koydu. Fakat bu defa Çinliler mertçe savaşmak için Hunlar’ı karşılamaya çıktılar. Hun süvarilerinin giriştikleri saldırı bir netice getirmedi ve Çin piyadelerinin arasında kalan atlılar, geriye de dönemedikleri için neredeyse tamamen imha edildiler. Şimdi saldırı sırası kendilerine gelmiş olan Çin ordusu Hunlar’ı Pei-ti şehrine kadar takip ederek başkentten uzaklaşan bir birliği ele geçirdiler.
Liu Yao bunun intikamını almaya yemin etmişti. Bir sonraki 315 yılını tamamıyla ordu toplamakla geçirdi. Bu defa topladığı ordu daha öncekinden kat kat fazlaydı. Esasen ordu saflarını doldurmak için Hunlar’ın sayısı yetişmediğinden itaat altına alınan Çinliler’den de faydalanılmıştı. Ve bu insanlar işbirlikçileriyle birlikte kendi akrabalarına karşı savaşmaya gidiyorlardı! Esasen göründüğü kadarıyla bu olay nazikçe bir ihanetten kaynaklanıyordu. Çünkü onlar meseleyi bir Hun-Çinli savaşı olarak değerlendirmiyorlar, aksine sadece Liu-Han hanedanının Chin hanedanıyla tutuştuğu bir kavga olarak görüyorlardı.
Sih-ma Jui başkenti geri almak için bu defa oğlunun kumandasında büyük bir ordu göndermişti. Çinliler, Kuzey Çinliler’den müteşekkil bir Hun birliğini bozguna uğrattılarsa da, zaferin meyvesini toplayamadan geri çekildiler. Bu ufak fiske Hun saldırısını durdurmadığı gibi, savaşın genel seyrini de etkilemedi. Böylesi bir cinaî pasifliğin sorumluluğunu neye atfedeceğimizi kestirmek zor: Kumandanların kabiliyetsizliğine mi, güney ordusunun savaş kabiliyetinden yoksun oluşuna mı, yoksa bir takım kurnaz politik hesaplara yani Sih-ma Jui işbaşına gelsin diye meşru imparatordan kurtulma gayretlerine mi?
316 kışında Liu Yao Ch’ang-an’ı yeniden kuşattı. Garnizonu istirdat amacıyla güneyden gelen ordular Hunlar’a saldırma konusunda bir türlü karara varamadığından bir yerde ayrı olarak duruyordu. Min-ti zaten harab olmuş varoşları düşmana ganimet olsun diye bırakarak tekrar iç kaleye çekildi. Yardım gelmesini bekliyordu ama o yardım gelmeyecekti. Kuşatma altına alınan iç kalede açlık başgösterince muhafızları kendisini bırakarak çekip gittiler. Sadece bin kadar Shan-shanlı dağlı erkekçe surları savunmaya çalıştı. Güneyden gelen yardımcı orduların kumandanlarından So Ch’eng adında Çinli bir general kalenin teslimini kolaylaştırmak vaadiyle Liu Yao’ya Hunlar’ın tarafına geçmeyi teklif etti. Liu Yao gelen elçinin kellesini keserek şu cevabı gönderdi: “Hükümdarlar sorumluluklarını düşünerek hareket etmek zorundadırlar. Onbeş yıldır bu orduyu kumanda eden ben, hiçbir zaman hile ve ihanet yoluna sapmadım. Kendini koru! Çünkü seni ele geçirirsem bu ihanetinin cezasını hayatınla ödeyeceksin.” Olayların genel seyri konusunda zaten karar verilmişti: Hunlar kendi saflarına geçen Çinli askerlerin samimiyetine inanmıyorlar, ayrıca safları arasındaki hainlerin sayısının artmasını da hiç istemiyorlardı.
Kısacası kalenin durumu ümitsizdi. Min-ti açlıktan kıvranan ve yokluklarla boğuşan halkını kurtarmak için teslim oldu. Liu Yao onu Liu Ts’ung tarafından aşağılayıcı muamelelere tâbi tutulduğu P’ing-yang’a gönderdi. Mesela bir ziyafet sırasında onu misafirlere hizmet etmeye zorlamış fakat ziyafette hazır bulunan Çinliler bir imparatorun bu şekilde aşağılanmasının doğru olmadığını bildirerek itiraz edince hepsinin kellesini vurdurmuştu.
İmparatordan yana konulan alenî tavır Hun kumandanları endişelendiriyordu. Veliaht prens Liu Ts’an esirin öldürülmesini tavsiye ettiyse de Liu Ts’ung öfkeli bir karar vermek istemiyordu. Ancak Güney Çinli iki kumandan veliaht prensi ele geçirip onunla imparatoru takas etmek amacıyla Fen Vadisi’ne bir saldırı düzenleyince Liu Ts’ung Min-ti’nin katledilmesini emretti.
Hunlar tam bir zafer elde etmişler; düşmanları olan Güneyli Çinliler dahi bunu kabullenmişlerdi. Sih-ma Jui’nin Nankin’de başına geçtiği imparatorluk, tarihçiler tarafından yeni bir kuruluşun temeli olarak kabul edilmekte, yokolan hanedanın yerine ikame edilen hanedena ise Doğu Chin adını vermektedirler. Bu terminoloji inceliğinin gerçek bir anlamı vardır: Ezelden beri Çinliler tarafından meskun olan topraklar, geçici olarak değil, aksine kesin ve uzun bir süre için yabancı düşmanların eline geçmiştir. Sih-ma Jui kendine Huang-ti titülünü alarak vatanı olan Kuzey Çin’e dönmeyi kafasından silip attı. Gerek köylü ve gerekse çiftçilerden pekçok Çinli Hun boyunduruğundan kaçıp büyük Yang-tse nehrinin güneyindeki pek az insanın oturduğu topraklara yerleşti. Hunlar ise elde ettikleri zafere karşılık sahilin ancak beş km.lik bir şeridini ellerinde tutuyorlardı. Çin’in bağımsız bir devlet olduğu günler sona ermiş gibi görünüyordu ve Çinliler’in buna karşı çıkabilmeleri için yeni bir teşkilatlanma, daha doğrusu yeni bir ordu teşkil etme süresine ihtiyaçları vardı..
Kaçınılmaz Son
Şimdi geriye dönüp ondört yılı (303-317) gözden geçirerek olup bitenleri görelim. Çünkü isyanlarla geçen bu süre zarfında pekçok olay olmuştur. Bir kere artık Büyük Çin yoktu. Milli sınırlarını, eski kültürünün beşiğini kaybeden Çin, güneyden ve batıdan Nankin yönetimine boyun eğmeyen yerli ordular tarafından kuşatılmış sönük bir hükümdarlık haline gelmişti. Bu konuda az sayıdaki Hunlar ne kadar rol oynamışlarsa, üç devlet döneminde halkının en işe yarar kısmıyla gırtlak gırtlağa gelen ve ülkeyi uçuruma yuvarlayıncaya kadar fiillerini devam ettiren Çinliler de o kadar rol oynamışlardı. Peki onlar bunun için suçlanabilirler miydi? Daha önce gördüğümüz gibi, acımasız iç savaşlar, Han İmparatorluğu’nun parlak günleriyle şahlanan devletin parçalanmasına yol açmıştı. Ayrıca Sih-ma ailesi prenslerinin didişmesi de kaçınılmazdı. Çünkü her prens rakibinden korunmak zorundaydı ve tabiatıyla bu münazaa, kültür ve sanayinin hesaba bile alınmadığı bir sırada askerî kaynakların bir kısmını yeyip bitirecekti.
Kabileler arası savaşlardan, zulüm ve kırgınlardan arta kalan Hunlar, uğruna oluk oluk kan döktükleri geniş bir ülkenin efendileri haline gelmişlerdi. Peki onları bunun için suçlamak mümkün müydü? Acımasız savaşlar sırasında kendilerine vaktiyle ağır hakaretlerde bulunan Çinli devlet erkanıyla hesaplaşmaya can atıyorlardı. Fakat sahneye çıkınca öyle bir intikam almaya giriştiler ki, sadece kendilerine zulmedenlerden değil, aynı zamanda savunmasız halktan da öç aldılar. Hun ordusunun en savaşçı kesimini ve önemli bir kısmını teşkil eden kullar bu konuda bilhassa aşırı gittiler. Onların kazandıkları zaferlerle coşarak Çin halkından aldıkları intikam ve onlara çektirdikleri acı o noktaya gelmişti ki, artık Orta Vaha’da yaşayan halkların tekrar bir araya gelmeleri şöyle dursun, aradaki düşmanlığı unutmaları dahi imkansız bir hal almıştı. Bu durum Hun kumandanlarının öfkeli iradelerinin veya ileriyi göremeyen Çin devlet erkanının akılsızlığının bir semeresi değildi. Çünkü Hun kabilelerinden birinin hürriyet isyanını başlatmak için çaktığı kıvılcımın yol açtığı hadisat mantığı, bazı büyük halkları da içine alan cadı kazanını kaynatmaya yetmişti. Huang-ho sahillerinde vukû bulan savaşların trajik yönünü anlayabilmek için etnolojiyle ilgili “giriş”imizden birkaç tezi hatırlatalım.
Hyun-nu Devleti’nin göçebe vârisleriyle -Hunlar ve Siyenpiler-Han İmparatorluğ’nun bânilerinin torunları farklı süper-etnik gruplara mensuptular. Biri Merkezî Asya’nın acımasız kuru bozkırları ve dağ eteklerinde yetişmiş, diğeri ise ılıman bir iklimde, bambu ağaçlarının ve ormanlık arazilerin ortasında neşv-ü nema etmişti. Yine biri etle, diğeri sebze ile besleniyordu. Biri düşmanına karşı boyunu, aşiretini, diğeri devletini koruyordu. Nesilden nesile tevarüs eden bu hasletler göçebeleri ve Çinlileri değişik kutuplara yerleştirmiş; birbirine benzemeyen, farklı davranış stereotiplerine ve ayrı düşünme ve kavrama kabiliyetlerine sahip süper-etnoslar haline getirmişti. Şeref, namus, dostluk, minnet gibi kavramlar Hunlar’da başka, Çinliler’de başka anlamlar ifade ediyordu. Münferit durumlarda bu nüansları birbirinden ayırmak zordur ama genel olarak bakıldığında bunlar, bugün etno-psikoloji dediğimiz etnik bütünlük ve özellikleri ifade ederler. Bu özellikler etnosların kaderlerini belli noktaya kadar belirleyici unsurlardır.
Ancak Hunlar’ın elde ettiği zaferin büyüklüğünü izah edebilmek için etnolojik karakterin özelliklerini gözden geçirmek şarttır. IV. Yüzyılda bir Çinli’nin bir Hun’dan daha zayıf bir savaşçı olduğunu düşünmek yanlış olur. Çoğu kez bunun aksi idi hatta. Ama Hun etnik sistemi Çinlininkinden daha dirençliydi ve Hunlar’ın galip gelmesinin sebebi de bu idi. Burada F. Engels’in Napoleon Bonapart’ın Mısır seferi sırasında iki Memlük’ün üç Fransız dragonundan üstün olduğu ama bin Fransız’ın bir araya geldiğinde binbeşyüz Memlük’ü mağlup ettiği şeklindeki tesbitine benzer bir çatışmaya şahit oluyoruz. Böylece olayların seyrini bütün detaylarıyla inceledikten sonra, göğsümüzü gere gere burada bir takım tesadüfler olsa bile, tarihî kanunun Hunlar’ın zaferinin asıl sebebi olduğunu söyleyebiliriz.
Acaba Liu-Han’ın kurduğu muzaffer Hun İmparatorluğu gerçekten bu kadar büyük müydü? Hayır, sadece iki kaide üzerine oturtulmuş bir heykeli andırıyordu. Devletin tebaasının büyük kısmının Çinli vatandaşlardan müteşekkil olması bir yana, Hunlar ve kulları, aynı dili konuşmalarına rağmen, farklı etnoslardı. Hunlar, kullarının kesinlikle sahip olmadıkları boy yapılarını muhafaza etmişlerdi. Bundan başka Hunlar, beyler, kullar ise bir takım kabiliyetli kişiler tarafından yönetiliyorlardı. Hunlar eski geleneklere sahiptiler; halbuki kulların gelenekleri yoktu ve olamazdı da. Çünkü onlar sadece tarihî kaderin birbirine bağladığı farklı kabilelere mensup insanlardan teşekkül etmiş bir etnostu. Bu durumdaki iki etnos arasında karşılıklı bir anlayış ve güven söz konusu olamazdı. Zaten kabiliyetsiz ama zekî Liu Ts’ung da önemli bir boya mensup Liu Yao’nun başarısızlıklarını gölgeleyen en gözde kumandanı Shih Lo’nun zaferlerinden dolayı korkuya kapılmıştı.
Lev Nikolayeviç Gumilev
Ruscadan Çeviren D. Ahsen BATUR
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder