IV. Bölüm
(Roma İmparatoru Lucius Hiberius Britanya'dan haraç ister. Kral Arthur Roma'ya savaş açar. Arthur Kuzey Galya'da bir devle dövüşüp onıı öldürür. Sonra şövalyeleriyle Roma ordusunu yener ve Roma İmparatorluğu'nun hâkimi olur.)
Kral Arthur Norveç ve Danimarka'yı, sonra Roma eyaleti olan Galya'yı fethetti. Bir gün Kral Arthur şövalyeleriyle otururken, saçlarında altın bantlar olan on iki yaşlı adam, ikişer ikişer salona girdiler. Her adam yoldaşının elini tutmuştu ve Kral Arthur'un tahtına yaklaşırken öteki elinde de bir zeytin dalı taşıyordu. Kralı selamladılar ve Roma İmparatoru Lucius Hiberius'un elçileri olduklarını söylediler.
Kral Arthur, kendisine verdikleri parşömen mektubu yüksek sesle toplantıda hazır bulunanlara okudu: "Roma İmparatoru Lucius Hiberius'tan düşmanı Kral Arthur'a. Sen kimsin ki Roma toprağını çalabiliyorsun? Sen kimsin ki adaletin babası Roma'ya yasa öğretmeye kalkıyorsun? Roma'ya borçlu olduğun haracı ödemeyi ne cesaretle reddedersin?"
Belge, "Sezar’ın hakkını Sezar'a vermeye neden karşı çıkıyorsun" diye devam ediyordu. "Aslanın tuzaktan kaçmasını mı bekliyorsun? Kurt kuzudan korkacak mı? Leopar tavşanın karşısında titreyecek mi? Bu dünyada böyle mucizeler olmaz! Bizim yiğit atamız Julius Caesar, Britanya'yı fethetti ve o zamandan beri Britonlar Roma'ya haraç ödediler."
Kral Arthur okumayı sürdürdü: "Roma Senatosunun huzuruna gelip ödemen gerekeni ödemezsen, güçlü bir orduyla ben oraya geleceğim ve Galya'yı senden alacağım. Bütün Britanya'yı yakacağım ve şövalyelerini ezeceğim. Kaçmaya kalkışırsan, peşine düşeceğim ve yakalayana kadar sana huzur vermeyeceğim. Toprağı kazıp çukura saklansan bile Roma'nın gücünden kurtulamazsın!"
Roma imparatorunun sözleri öyle düşmanca bir gürültüyle karşılandı ki, Arthur, şövalyelerin Roma elçilerine zarar vermesini önlemek için kuvvet kullanmak zorunda kaldı. Sonra Devlerin Kulesi'nde özel danışma kuruluyla toplandı. Kral Arthur şunları söyledi: "Dostlar ve yoldaşlar, sizin yetenekleriniz bana hazine ve altın kazanma ve birçok komşu krallığı Britanya'ya bağlama olanağı verdi. Bir halk, fethedebildiği ve savunabildiği toprağı elinde tutma hakkına sahiptir. Ancak Roma da güçlü bir ülke. Hangi tutumun bizim çıkarımıza olduğuna karar vermek zorundayız."
Kurul, Roma'ya karşı savaş açılmasına karar verdi. Kral Arthur elçilere "İmparatorunuza Roma'ya seyahat etmek niyetinde olduğumu, fakat haraç ödemek değil, almak istediğimi söyleyin. Lucius Hiberius'u bağlayıp asacağım. Ülkenizi yıkıp, bana karşı dövüşen şövalyelerinizi öldüreceğim" dedi.
Roma elçileri ülkelerine döndüler ve Kral Arthur’un kararını bildirdiler. İmparator Lucius, Kral Arthur'la Galya dağlarında savaşmaya karar verdi. Arthur ve soyluları da savaşa hazırlandılar.
Manş Denizi'nden karşıya geçerken, Kral Arthur bir rüya gördü. Korku salan bir ayı, doğudan yükselip gökte uçuyordu. Kocaman, uğursuz ve fırtına bulutları kadar karaydı. Uçuşuna yıldırımlar ve gök gürültüleri eşlik ediyor ve korkunç böğürtüsünden deniz kıyısı sallanıyordu. Bir ejderha, batıdan ayıya doğru uçtu. Ejderhanın gözlerinden çıkan ürkütücü ışıklar, denizi ve karayı aydınlatıyordu. Ayı yiğitçe dövüştü ama ejderhanın ardı gelmeyen saldırılarına karşı duramadı. Ejderhanın alevli soluğu ayıyı yaktı ve tutuşmuş gövdesi cansız, toprağa düştü.
Arthur rüyasını yoldaşlarına anlattığında, "Ejderha seni simgeliyor. Ayı dövüşeceğin korkunç bir devi anlatıyor. Ejderhanın ayıyı yendiği gibi, sen de devle savaşından zaferle çıkacaksın" dediler.
Arthur, "Yorumunuza katılmıyorum" diye yanıtladı. "Bana göre rüyam, İmparator Lucius Hiberius'la yapacağım dövüşü anlatıyor. Zamanı gelince Tanrı onun gerçek anlamını gösterecek."
Britonların Kuzey Galya'ya varmalarından kısa süre sonra, Kral Arthur'u arayan bir şövalye geldi. "Lordum" dedi, "yedi yıldır canavar gibi bir dev bize korku salıyor. İblis, çiftçilerin evlerini yıkıyor, ürünlerini eziyor, sığırlarını, atlarını, keçilerini ve domuzlarını yiyor."
"İnsanları yakalayıp canlı canlı yediğini de gördük! Kadın ve çocukları Mont Saint-Michel'deki inine taşıyor. Şimdiye kadar bebekler dahil beş yüzden çok insanı yedi. Saklandığı uçurumda sayamayacağın kadar çok Ölü ve Yunanların surlarla çevrili eski kenti Troya'yı ele geçirdiklerinde bulduklarından fazla hazine bulacaksın."
Şövalye devam etti: "İblis, şimdi de Brötanya dükünün soylu yeğenini kaçırdı. İki haftadır, kızı Mont Saint-Michel'in sırtında saklıyor. Şimdi ölmüş bile olabilir. Kimse onu kurtarmak için tehlikeyi göze alamadı. Bu ülkede hiç kimse, ister şövalye ister halktan biri olsun, devle karşılaşacak cesaret ve güce sahip değil. Artık ona karada saldırma cüretini gösteremiyoruz, bu kesinlikle ölüm demek. Denizde saldırmaya çalıştığımızda, koca dalgalar gönderdi ve gemilerimizi batırdı, içindekiler boğuldu, istediği yere gidip istediğini yapıyor."
"Kırlarımızda hiçbir yaşam işareti kalmadığını fark etmişsindir. Devin gazabından kurtulmak için çoğu insan ormanların derinliklerine saklandı. Başkaları saklandıkları yerde açlıktan Ölüyorlar. Tarlalar boş çöllere döndü."
"Senin yardımına muhtacız" diye sözlerini tamamladı şövalye. "Bize yardım etmezsen, canavar dev bu ülkeyi ve halkını yok edecek."
"Heyhat!" dedi Arthur, "bu devi bilseydim, ülkenize girmeden Önce yaşamımı ona sunardım. Bu iblisi kayalıklarında bulacağım. İstediği toprak veya hazine ise, onun öfkesini gidereceğim. Nefreti yatıştırılamaz ise onunla ölümüne dövüşeceğim. Gücünün ve yeteneğinin beni aştığını sanmam."
O akşam Arthur, üvey kardeşi Sör Kay'i yanına aldı ve "Bu gece yarısı, seyislerimiz dışında kimseye bir şey söylemeden benimle gelmeni ve devi bulmakta bana yardım etmeni istiyorum. Onu kendim öldürmek istiyorum -kralların şövalyelerine iyi örnek olması önemlidir. Sanırım kendi cesaret ve yeteneğimden başka şeye gereksinimimim olmayacak. Ancak yardıma ihtiyacım olduğunu görürsen, bana yardım edersin."
Gece yarısı iki kardeş Mont Saint-Michel'e doğru yola çıktılar. Dağın sırtında kocaman bir ateşin parıltısını gördüler. Eteklerine gelince, atlarını bir ağaca bağladılar. Yolculuklarının bu bölümünü kıyıya bağlanmış bir kayıkla yapmak zorunda kaldılar. Çünkü gelgit ne zaman yükselse, tepe denizin üstünde kalıyordu.
Yüksek tepenin sırtına doğru tırmanırken yukarılardaki ağaçlar arasında yankılanan bir kadın sesi duydular. Kral Arthur Excalibur'unu kınından çıkardı ve cesaretle yürüyüşüne devam etti. Sör Kay'a "Ben önden gideceğim, fakat sen de beni izle" dedi. "Sırta varınca olanları görebileceğin bir yere yerleş. Güvenliğin için, gölgelerin İçinde kal. Nasıl darbeler alırsam alayım yerinde kal, ancak dev beni yere yıkıp onun merhametine kaldığımda yerinden çık. Bu devle dövüşmek benden başka kimseye düşmez."
Kral Arthur, tepeye çıkınca kocaman, parlak bir ateş gördü. Yerlere saçılmış, az çok etleri sıyrılmış insan kemikleri vardı. Ama devden iz yoktu. Onun yerine taze mezar yığını üstüne oturmuş, elbiseleri parçalanmış, ateşin başında yaşlı bir kadın vardı. Uzun saçları yüzüne dökülmüştü ve üzüntüyle iç çekip ağlıyordu.
Kral Arthur Excalibur elinde hazır, aydınlanmış yere girince, kadın ağlamayı kesti ve ona döndü: "Kimsin sen, hangi kötü kader seni buraya getirdi?" dedi. "Melek misin, şövalye mi? Eğer evin göklerdeyse burada güvenle dolaşabilirsin. Ama eğer şövalyeysen ve evin yeryüzündeyse, o zaman gerçekten de talihsiz bir insanmışsın."
"Sana acıyorum, çünkü dev seni parça parça edip öldürecek. En güçlü metalden bile yapılmış olsan seni mahveder. Kendin kadar güçlü elli şövalyeyle de gelmiş olsan hepinizi mahveder. Adı batsın!"
Kadın devam etti: "Brötanya dükünün yeğenini yeni gömdüm. Dev seni öldürmekte de tereddüt etmeyecektir. Brötanya'daki şatoların en iyilerine saldırdı. Kapılar onun elinde parça parça oldu. Koca salonların duvarlarını yerle bir etti. Hanımımın odasının duvarını beş parçaya ayırdı. Bizi yakalayıp bu yabani, ormanlık yere getirdi. Zavallı yavrum on beş yaşındaydı. Ben onun ebesiydim ve doğduğu günden beri ona ben bakmıştım. Canavarın kollarında dehşet içinde öldü! Yaşam ışığım titreyip sönene kadar onları seyrettim!"
"Güzel lordum öğüdümü dinle ve fırsatın varken kaç. Burada kalmak ölümü aramaktır. Dev seni bulursa parçalara ayırır ve etini yer. Onu sözlerle alt etmeye kalkma. Toprakla, anlaşmalarla, hatta sandık sandık altınla satın alınamaz. Hiçbir kural dinlemeden istediği yere saldırır, kendi kendisinin efendisidir o ve hiç kimseye yanıt vermek zorunda değildir."
Sonra kadının yüzü dehşetle sarsıldı. Kral Arthur onun bakışlarını izleyip geriye döndü ve canavar devi kendisine bakarken buldu.
İblisin korkunç görünüşü ancak yaptığı korkunç işlerle karşılaştırılabilirdi. Yüzü kurbağa derisi gibi kara lekelerle doluydu. Kaşları, ateşler saçan gözlerine iniyordu. Kulakları kocamandı ve burnu şahin gagası gibi kancaydı. Ağzı dere balığı gibi düzdü ve etli, gevşek, koca dudakları şişkin dişetlerini göstererek aralık duruyordu. Fırça gibi kara sakalı göğsüne inmiş, şişman gövdesini bir parça gizliyordu. Bir boğanın kalın boynu ve omuzlarına sahipti. Kol ve bacakları koca bir meşe ağacı gibi uzanıyordu. Başının tepesinden kürek gibi ayaklarının ucuna kadar boyu elli metre vardı.
Dev insan saçından yapılma, sakaldan saçakları olan bir tunik giyiyordu. Sırtında birbirine bağladığı on iki köylünün cesedini taşıyordu. Elinde, ülkenin en güçlü iki çiftçisinin kaldıramayacağı ağırlıkta bir sopa vardı.
Dev, cesetleri ateşin yanına attı ve geniş adımlarla Arthur'a yaklaştı. Arthur Excalibur'u yoklarken, devin ağzında hâlâ son yemeğinin artığı pıhtılaşmış kan ve et parçaları olduğunu gördü. Saçı sakalı kan olmuştu.
Arthur deve: "Dünyayı yöneten göklerdeki ulu Tanrım sana kısa bir yaşam ve utanç dolu bir ölüm versin! Sen şimdiye kadar bilinen en iğrenç iblissin! Kendini kolla köpek, ölmeye hazırlan, bugün bu ellerim seni öldürecek!"
Dev korkunç sopasını kaldırarak karşılık verdi. Dehşet saçan dişleri, kendinden emin öfkeli bir yaban domuzu gibi sırıtıyordu. Sonra böğürdü ve ağzından köpükler saçıldı.
Kral Arthur kalkanını kaldırdı ve iblisin güçlü sopasından kendisini koruması için Tanrı'ya yalvardı. Devin ilk darbesi Arthur'un kalkanına geldi, uçurumlar sanki Örse vurulmuş gibi çınladı ve Arthur'un korunma kaynağı parça parça oldu. Darbenin etkisi Arthur'u neredeyse yere yıkıyordu, ama çabuk toparlandı.
Darbe Arthur’un öfkesini ateşledi ve kılıcını hınçla devin alnına indirdi. Devin gözleri ve yanakları kanla doldu ve Önünü göremedi.
Av köpeklerinin saldırılarıyla etleri parçalanmış bir domuzun öfkeyle avcıya saldırması gibi, dev de yarasının acısıyla çıldırmış, kükreyerek Arthur'a saldırdı. Kör gibi elleriyle yoklayarak Arthur'u omuzlarından yakaladı, çekip göğsüne bastırdı ve kaburgalarını kırıp kalbini patlatmak için sıkmaya başladı. Kral Arthur bütün gücünü topladı ve devin pençesinden sıyrılıp kurtuldu.
"Dövüşmeyelim lordum" dedi dev, "sen kimsin ki benimle böyle beceriyle dövüşüyorsun? Yalnız Arthur, bütün kralların en soylusu beni dövüşte yenebilir!"
"O dediğin Arthur benim" diye yanıtladı kral. Sonra Arthur yıldırım hızıyla, deve kılıcıyla defalarca vurdu. Gözlerine dolan kandan çevresini göremeyen dev, bir sonraki darbenin nereden geleceğini anlayamıyordu. Arthur'un kılıç darbeleri yağmur gibi üstüne yağıyordu ve sonunda kılıcı kulağından girip kafatasının içine kadar geçti.
Dev korkunç bir çığlık attı ve dehşetli bir fırtınada sökülen meşe ağacı gibi devrildi. Arthur yere düşen kurbanına baktı ve rahatlayarak güldü.
Sör Kay, ateşin ışığına girdi ve "Etkileyici bir ölüm darbesiydi" dedi. "İblis miğfer giymeliydi!"
"Kılıcını al ve başını kes, Kay" diye emretti Arthur. "Herkesin görmesi için onu yoldaşlarıma götürmek istiyorum. Eğer kılıçlarımızı kulaklarına sokarsak, başını çadırlara kadar aramızda taşıyabiliriz. Hazine istiyorsan istediğini al. Ben iblisin tuniği ve sopasından başkasını istemiyorum."
Kral Arthur ve Sör Kay kampa girerlerken, şafağın ilk ışıkları göğe gül renginin tonlarını yeni veriyordu. Haber çadırdan çadıra çoktan dolaşmıştı, meraklı şövalyeler topluluğu onları bekliyordu. Devin kocaman, uğursuz başına ürküntüyle baktılar, çünkü büyüklüğünün ve çirkinliğinin benzeri yoktu.
Brötanya dükü, unutulmasın dîye, yeğeninin Saint-Michel tepesindeki mezarı üstüne bir şapel inşa etti. İnşaat bittiğinde Kral Arthur'un bağlaşıkları İrlanda'dan, İskoçya'dan gelmişlerdi ve hepsi Roma lejyonlarıyla karşılaşmak İçin hazırlandılar.
Kral Arthur'un sarayındaki eşi bulunmaz iki şövalye, Gölün efendisi Sör Lancelot ve kralın yeğeni Sör Gawain'di. İkisi de Roma'ya karşı savaşta kahramanlıklarını gösterdiler.
İlk savaşta Sör Gawain ciddi yaralar aldı, ama dövüşmeye devam etti. Savaş bittiğinde Kral Arthur'un şövalyeleri on binden fazla Roma askerini öldürmüş, birçok tutsak almış ve kalanı da kaçmışlardı.
Kral Arthur, Sör Lancelot'u, Paris'e götürülecek olan tutsakların başına koydu. İmparator Lucius Hiberius Lancelot'a pusu kurmaları için altmış bin Roma askeri gönderdi.
Lancelot'un öncüleri pusuyu haber verdiler. Romalıları Bretonların altı katı olmasına karşın, ölümcül bir çarpışmaya girdiler. Lancelot o kadar güçlü ve yetenekliydi ki, askerleri savaşı kazandı; birçok Roma askerini öldürdüler; kalanları, aslan veya kurttan kaçan koyunlar gibi kaçmaya mecbur ettiler.
Ama kralın yanına döndüğünde Arthur, "Cesaretin neredeyse seni mahvediyordu Lancelot! Adam sayın bu kadar az olduğu zaman savaşmak aptallıktır" dedi.
Sör Lancelot, "Hayır, aptallık değildir" diye yanıtladı. "İnsan bir kez utanç dolu işler yaptı mı, onurunu bir daha kazanamaz."
Kaderi belirleyecek savaş bundan sonra oldu. Kral Arthur İmparator Lucius Hiberiusla uzun, şiddetli bir çatışmaya girdi. Arthur ciddi yaralar aldı, ama sonunda Excaliburu alıp İmparator'un başını kesti. O gün Kral Arthur ve adamları, altmış Roma senatörü ve Roma bağlaşığı yirmi ülkenin kralını da öldürdüler.
Kral Arthur sağ kalan üç senatöre, "bu cesetleri şu mesajımla senatonuza götürün" diye emretti. "Onlara, benden istedikleri haracın bu olduğunu söyleyin. Ayrıca bu yeterli değilse, Roma'ya geldiğimde ek bir haraç Ödeyeceğimi de söyleyin, ödeyeceğim tek haraç türünün bu olduğunu iyice anlatın. Son olarak onlara, Britanya'dan bir daha hiçbir haraç veya vergi istememelerini de söyleyin."
Cenaze töreni başladıktan kısa süre sonra Arthur ve şövalyeleri Roma'ya doğru yürüyüşe geçtiler. Eyaletlerdeki kentler art arda ellerine geçti. İtalya'nın kentleri, Roma dahil teslim oldu. Önde gelen Roma yetkilileri barış istediğinde, Arthur Yuvarlak Masa toplantısını o yılbaşı Roma'da yapıp, Roma imparatoru olarak taç giyme koşuluyla kabul etti.
Böylece Kral Arthur, bütün Roma ülkelerinin yöneticisi oldu. Taç giyme töreninden sonra Arthur, şövalye ve uşaklarına toprak dağıtarak onları cömertçe ödüllendirdi. Şimdi bütün şövalyeler evlerine ve karılarına dönme özlemi içindeydiler.
Kral Arthur'un kendisi de daha fazla güç peşinde değildi. "Büyük şan ve onur kazandık" diye bildirdi, "Tanrı'yı kızdırmak akıllıca değil."
Böylece Arthur ve ordusu Britanya'ya döndüler ve bütün krallıkta törenlerle karşılandılar.
Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder