Türk milletinin inançlı bir toplum olduğunu, tarihin her döneminde tek tanrı inancına mensup bir topluluk olarak yaşadıklarını göstermektedir. Yaradılıştan kaynaklanan ve de ilahî fıtrata uygun yaşama biçimini bilerek veya bilmeyerek yaşadıklarını söyleyebiliriz. Muhtemelen kaynakların suskun kaldığı bir konuda bilemediğimiz bir bilgenin yönlendirmesi veya verdiği ilhamlar neticesinde Türklerin hayatında fıtrata uygun bir yaşam biçimi her zaman var olmuştur. Gerek toplum yapısı, gerek bireylerin kendi aralarındaki münasebetler, gerekse devletlerarasındaki münasebetlerde Türk milleti evrensel değerleri, hukuku ve davranış biçimini özümseyerek uygulamış ve bu amaç uğrunda pek çok mücadele vermiştir.
İlim âleminde Türklerin inançları ile ilgili ortaya çeşitli iddialar atılmıştır ki bunlar eski Türklerde Totem inancının var olduğu ile onların Şamanizm’i din olarak kabul ettikleridir. Bu her iki iddia hakkında kısaca bilgi vermeye çalışalım:
Totemcilik Meselesi
Eski Türklerde totemciliğin mevcut olduğu görüşünün ileri sürülmesinde eski Türklerin kurt’a bir totem gibi davranmaları, onu ata gibi görmeleri, bu hayvana karşı saygı duymaları ve ona bir kutsallık atfetmelerinden kaynaklanmıştır. Ayrıca 19. yüzyılın 2. yarısında Türkistan Türkleri arasında tespit edilen ve totemcilikteki “şuringa”yı andıran put-fetiş vb’nin olması da bu görüşü desteklemiştir. Ancak tüm bunları eski Türklerde totemcilik inancı olduğuna dair deliller olarak görmemiz ilmi açıdan doğru değildir. Çünkü totemcilik sadece bir hayvanı ata tanımaktan ibaret değildir. Totemciliğin bir inanç sistemi olarak sosyal ve hukukî cepheleri vardır ve sistemin devamı için bu şartların tam olması gerekmektedir. Ayrıca ölmüş ataların bezden bir sureti olup evin bir köşesine koyulan fetişler, o atanın unutulmaması için yapılmıştır. Bu adet aslında günümüzde de ölen aile büyüklerinin fotoğraflarının evimizin bir köşesine asılması ile hâlâ devam ettirilmektedir.
Dil araştırmaları eski Türk topluluklarında totemciliğin olmadığını göstermekle beraber, böyle düşünülmesine sebep olan sebeplerden biri de Çin kaynaklarında büyük Hun tanhusu Mo-tun (Mete) ailesinin “ejder soyu” diye anılmasıdır ki bu durum o çağlarda Çinlilerin hükümdar ailelerine birtakım atalar uydurulması adetinden kaynaklanmaktadır.
Totemcilikte görülen ve her dokunduğunu kutsallaştıran “mana” telâkkisi Türklerde olmadığı gibi, totemcilikte ruhun ölmezliğine inanılmadığı halde, kainatı bile ruhlar dünyası olarak bilen eski Türklerde dini inancın temellerinden birini ruhun ebediliği teşkil etmiş ve bu sebeple ataların ruhlarına adaklar adanmış ve kurbanlar kesilmiştir.
Bir inanç sistemi olarak totemcilik sosyal ve hukukî cephelerini de yerine getirmelidir. Mesela; totemcilikte “ana hukuku” esas iken Türkler baba hukukunun ağır bastığı ”pederi” karakterde bir aile yapısına sahip olmuşlardır. Bir klan dini olan totemcilikte mülkiyet ortaklığı olduğu halde Türklerde özel mülkiyet önemli yer tutmuştur. Totemcilikte aynı toteme bağlı olanlar akraba sayılırken Türklerde kan akrabalığı esas olmuştur. Totemcilikte her klanın ata tanıdığı bir totem vardır. Fakat Türklerde tüm boyun kutlu saydığı tek bir hayvan vardır. En önemlisi de klan totemine taptığı halde Türklerde kurda tapılmamıştır.
Şamanlık Meselesi
Eski Türk inancının Şamanlık olduğu kanaati, W. Radlov tarafından XIX. Yy’da Altay Türkleri arasında yapılan incelemeler sonucu oluşmuştur. Özellikle Altaylılara ait Yaradılış destanında dünyanın ve insanın yaratılışı ile ilgili rivayetler bu kanaatin yerleşmesinde etkili olmuştur. Ancak burada unutulan bu rivayetteki unsurların Türklerin kendi düşünce mahsulleri olmayıp, çeşitli dinlerden gelen tesirlerin birbirlerine karışmasından meydana çıkmış olmasıdır. Bu destana bakılarak Altay, Yakut Şamanlığındaki asıl tasavvuru yani Şaman Türk’ünün dini düşüncesini bulup çıkarmak hemen hemen imkânsızdır.
Şamanlık üzerinde en derin araştırmayı yapmış olan M. Eliade, bütün Orta ve Kuzey Asya topluluklarında dini-sihri hayatın daha ziyade “Şaman” etrafında merkezileştiğini, fakat “Şaman”ın dini faaliyetlerin hepsinde “icracı” durumda olmadığını, birçok törenlere, mesela Tanrı’ya kurbanlar sunuluşuna Şamanların katılmadığını, ayrıca sihri-dini hayat Şamanlıktan ibaret olmadığından her sihirbazın da Şaman sayılmadığını ve Şamanlıkta hastalara şifa vericilik esas olmakla beraber, her medicine-man (şifa verici kişi)’ın Şamanlıkla vasıflandırılamayacağını belirttikten sonra Şamanlığı kısaca “extase” (yüksek haz heyecanı ile insanın kendinden geçmesi hali) tekniği diye ifade etmiştir.
Fakat çeşitli dinlerde görülen “extase” hallerinin hepsi Şamanik değildir. Şaman her şeyden önce kendine özgü usullerle kazandığı “extase” hali içinde ruhunun göklere yükselmek veya yer altına inmek ve oralarda gezip dolaşmak üzere, bedeninden ayrıldığını hisseden bir “transe” (aşkın) ustasıdır. Ancak fonksiyonu geniş değildir. Ruha müdahale etmediği, ölüm veya bir talihsizlik olmadığı ya da bir kurban töreninde herhangi bir “extase” tekniğinin yer almadığı durumlarda Şaman’a iş düşmez. Daha ziyade bir sihir karakteri ortaya koyan Şamanlığın Türk inanç sistemi ile hayret verici bir uyumu olmasına rağmen bir Bozkır-Türk inancı olmamıştır. Bilhassa Türklerdeki atalar kültünün, kartal inancının, demirciliğin ve at kurbanının Şamanik vasıf kazanması bu hayret verici uyumun göstergesidir.
Şamanlığın en büyük özelliği ruh âlemine bürünme kabiliyetidir. Şamanlık Türk toplumunun tabiat kuvvetlerine atfettiği gücü de kullanarak ȃdeta bir din sağlamlığı kazanmıştır. Zaten bu dışarıdan gelen etki de sadece Türk dinine mahsus bir özellik değildir. Din tarihi çalışan araştırmacılara göre her dinde bu türden etkiler, birleşmeler ve yenilenmeler olmuştur ve olmaktadır.
W. Barthold, Şamanizm’in bozkırlının dini olmadığı şeklinde bir tespitte bulunmaktadır ki bu görüşü destekleyen tarihi belgede Orhun Yazıtlarıdır. Zira eski Türk düşünce yapısının kodlarını ve şifrelerini bize veren bu muazzam eserlerde Şamanizmle ilgili herhangi bir bilgi bulunmamaktadır.
Şamanizm ve Şaman kelimesinin Türkçe karşılıkları Kamlık ve Kam’dır. Günümüzde yapılan araştırmalarda eski Türklerin girdikleri veya kabul ettikleri her inancı kendilerine ait bir inanca dönüştürdükleri kabul edilmektedir ki Şamanlık da bundan nasibini almış ve bir Türk kamlığının oluşturulmuştur.
Eski Türk Dini: Gök-Tanrı Dini
Bozkır Türk inancının esasını Gök-Tanrı Dini teşkil etmiştir. Gök-Tanrı dininin ise iki temel dayanağı vardır:
a- Tabiat Kuvvetlerine İnanma
b- Atalar Kültü
Tabiat Kuvvetlerine İnanma
Eski Türkler tabiatta bir takım gizli kuvvetlerin varlığına inanıyorlardı. Bu husus Orhun Yazıtlarında “Yer-su, Yar-sub” tabiri ile açık bir şekilde ifadesini bulmuştur. Aynı inanış Uygurlarda “Yir-Suv” tabiriyle kendisini gösteriyordu. Bunlar “İduk” yani “kutsal” idiler. Bu tabiat kuvvetleri şunlardır: Dağ, tepe, kaya, vadi, ırmak, su kaynağı, mağara, orman, ağaç, volkanik göl, demir, kılıç… vb. Bunlar aynı zamanda birer ruh idiler. Ayrıca güneş, ay, yıldırım, yıldız, gök gürültüsü, şimşek de ruh tasavvur edilmiştir. Ruhlar iyilik seven ve kötülük getiren olmak üzere iki gruba ayrılıyordu. Türkler bu tabiat kuvvetlerine kurban kesiyorlardı. Mesela Asya Hunları yılın ilk ayında Tan-hu’nun sarayında ve ilkbaharda (5. ayda) Lung Ç’eng (Ongin nehri bölgesi) de; sonbaharda Ta-i-lin’de; Kök- Türkler ve Uygurlar’da 5. Ayda Tamir ırmağı kaynağında Gök Tanrı’ya, atalara ve tabiat kuvvetlerine kurban sunuyorlardı.
Türkler gizli bir kuvvete sahip olduklarını düşündükleri tabiat kuvvetlerini gördükleri gibi kabul etmişler ve sadece onlara kutsallık atfetmekle yetinmişlerdir ki, bunun da misalleri Orhun Yazıtlarında “İduk Ötüken: Kutsal Ötüken” ve “tamag iduk: mukaddes tamag” diye geçmektedir. Tabiat ruhlarına Kök-Türkler çağında yer-su deniyordu. Bu tabir Uygurlarda da vardı. Mesela Uygurların ünlü Kutlu-Dağ efsanesinde yer alan kayalık, millete kudret ve saadet veren ruh olarak kutsaldı. Buraya, eski Türklerin yağmur, dolu yağdırmak, rüzgar estirmek için sihrine başvurdukları bildirilen “yada taşı (yağmur taşı)” nı da ilave edebiliriz.
Kafesoğlu asli Türk kültüründe kendilerine tapmak bahis konusu olmayan yer-su’ların maddi değil manevi kuvvet olarak tasavvur edildiklerini, bunlarla ilgili olarak eski Yunan’dakine benzer Tanrılar ve aileler tarzında mitolojilerin teşekkül etmediğini söylemektedir. O. Turan ise; Türklerin bu kuvvetlere ibadet etmediklerini, ibadeti yalnızca her şeyi yaratan Tanrı’ya hasrettiklerini özellikle belirtmektedir.
Atalar Kültü
Ölen büyüklere ve atalara saygı “baba hukuku”nun inanç sahasındaki belirtisi olarak görülmektedir. Çeşitli Türk topluluklarında, mesela Asya Hunları, Kök-Türkler, Tabgaçlar mağaralar önünde atalarının ruhlarına kurbanlar sunmuşlardır. Atalara ait hatıraların kutsal sayılması, Türk mezarlarına yapılan tecavüzlerin ağır şekilde cezalandırılmasından da anlaşılmaktadır. Buna birkaç örnek verecek olursak Hun hükümdar ailesi kabirlerinin Margos piskoposu tarafından açılarak soyulması Attila’nın I. Balkan seferinin (441-442) sebebi olmuştur. Yine M.Ö. 79 yılında benzer bir hadise Hun hükümdarını Moğol “Ohuon”larla savaşa sevk etmiştir. Hunlar bakımından büyük hakaret sayılan bu harekete Asya’da Moğolları, batıda papazı teşvik eden sebep de, eski Türklerin ölülerini silahları, kıymetli eşyaları, bazen de başbuğun altın ve gümüşle bezenmiş teçhizatlı atları ve kadınların süs eşyası ve mücevherleri ile gömülmeleridir. Çünkü Türkler öbür dünyada ikinci bir hayatın varlığına ve ruhların ebediliğine inanıyorlardı.
Türkler gibi atalar kültüne sahip diğer topluluklarda bu inanç, ölen bazı kudretli kimselerin yarı-tanrı sayılmasına kadar ileri gitmişken (mesela eski Yunan’da Heroslar) ve bunlar ve diğer tanrılar için insanlar kurban edilirken Türklerde böyle adetler görülmemiştir. Eski Türkler arasında da insan kurban edildiği görüşünü uyandıracak bazı kayıtların, iyi bir araştırma sonucunda, bu anlamı çıkarabilmek için zorlanması gerektiği aşikârdır. Asya Hunları için Çin yıllıklarındaki ölünün “yakınları tarafından 100’ler 1000’lerle takip edilmesi” ibaresi böyle bir yorumun yapılmasını sağlamıştır. Halbuki, kaynakta açık bir şekilde “insan kurbanı”ndan bahsedilmemesi bize bu yorumun zorlama ile yapıldığını göstermektedir. Eski Türklerde Gök-Tanrı ve atalara kurban olarak hayvan kesilirdi ve hayvanın cinsi de erkek olurdu. En makbul kurban olan at iskeletlerine Bozkır Türk boylarına ait mezarlarda rastlanmıştır. Bundan dolayı Asya Hun hükümdarlarına ait kurganlarda ve Orta Avrupa’da Hun ve Avar çağı mezarlarında bol miktarda at iskeletleri bulunmuştur.
Gök Tanrı Dini
Türkiye Türkçesindeki “Tanrı” kelimesi “Tengri-Tenri” şekillerinde kaynaklarda geçmektedir. Bu şekillerin günümüzde muhtelif Türk lehçelerinde her lehçenin fonetik özelliğine göre “Tengri, Tengere, Tangrı, Tanrı, Tangara, Tingi, Ture” tarzında söyleniş biçimleri vardır.
Eski Türkçede gök (sema) ve en büyük ruh mefhumları tek bir kelime (Tengri) ile ifade edilmiş, gök (mavi) kelimesi ise bunun sıfatı olarak kullanılmıştır.
Türkler yüksek ve mücerret Tanrı telakkisine varmakla beraber başlangıçta onu yine de gök’te düşünüyorlardı. Bu sebeple Tanrı kelimesi hem gök hem de Tanrı (Allah) manasında kullanılıyordu. Nitekim Türkler Allah’ı “Gök Tanrı ” adı ile adlandırıyorlardı. Orhun Yazıtlarında geçen “Üze Kök Tengri: Yukarıda Mavi Gök” terkibi Türk düşünce tarihinin çok önemli bir belgesidir. Bu önemli belgeden de anlaşılacağı üzere, gök ile yer’in kendileri yaratıcı değillerdi. Nihayet onlarda yaratılmış birer kutsal varlık idiler. Elbette bunları yaratan ve bütün varlıkların üstünde olan ayrı ve kutsal bir varlık, bir güç vardır. İşte bu yüzden İslam dinini kabul eden Türkler “gök” kelimesini “sema”; “Tengri” kelimesini de “Allah” mefhumu ile karşılamışlardır.
Kafesoğlu ise; Tanrı’nın semavi mahiyete haiz olduğundan dolayı “Gök Tanrı” adı ile zikredildiğini belirtmektedir.
Bilinen en eski Türk Devleti olan Hun Hakanlığında bile Tengri kelimesi, “gök” manasına gelmekte idi. Ayrıca Tanrı kelimesi hem göğü hem de ulûhiyeti ifade ediyordu. Bu devrin hükümdarlarına verilen “Tanrı kut’u” unvanı da Türklerin ilahi hâkimiyet telakkisinin başlangıcının gök’le alakalı olduğunu ve tek Allah inancına doğru bir gelişmenin varlığını göstermektedir. Mesela M.Ö. 176 yılında Hun Tan-hu’su Mete (M.Ö. 209-174) Çin İmparatoruna yazdığı bir mektupta kendisini tahta Gök-Tanrı’nın çıkardığını belirtmekteydi; ayrıca Mete’un oğlu ve halefine bir Çin prensesi götüren Çinli bir haremağası, Çin hükümdarına yazacağı mektuba şu şekilde başlamasını tavsiye ediyordu: “… Gök’le yer’in can verdiği, güneşle ay’ın tayin ettiği Hunların büyük Tan-hu’su…”.
Günümüze kadar yapılan çalışmalarda Türklerin dini inançlarının tek tanrı anlayışına dayalı olduğu ortaya konmuştur ki bunun en belirgin örneklerini yine tarihimizden bulabiliyoruz mesela: W. Schmidt, “Eski Türklerin Dini” adlı makalesinde Hunların dini hakkında şu önemli açıklamayı yapmaktadır: “Hunlarda gerçek ve halis bir dinle karşı karşıya bulunduğumuz muhakkaktır. Zira burada insanların hayatına tesir eden yüksek varlıklar mevcuttur ve bunlar için insanlar tarafından dua, kurban ve merasimlerden meydana gelen bir kült yapılmaktadır. Bu kült hakkındaki vesikaların ancak birer misalden ibaret olduğu göz önüne alınacak olursa, bu kültün oldukça zengin bir şekilde gelişmiş olduğu kabul edilebilir. Bu yüksek varlıklar arasında Gök (Tanrı)’ün en önemli yeri aldığı inkâr edilemez. Nitekim tek başına da olsa, en çok göze çarpmakta, en ehemmiyetli vasıf ve vazifeler ona verilmekte ve bu karakter yalnız ona tanınmaktadır. Kültte de en yüksek yeri alan gök varlığıdır” demektedir.
Avarlara ait (558-805) bir iğnenin kitabesinde ise (t)anrı: gök, tanrı diye geçmektedir.
Orhun Yazıtlarında geçen “Tengri: gök” kelimesineait ifadelerden bazıları şunlardır: “Gök’ün isteğine göre”, daha sık olarak “Gök (Tanrı)’ün yardımı ile”…
Kök-Türklerin Dini için ise Schmidt “Gök-Türk dininde en yüksek yeri ancak ve yalnız Gök’ün aldığını ispat etmek zor değildir. Gök (Tanrı) kaynaklarda otuzdan fazla yerde ve daima pek mühim bir varlık olarak geçer” demektedir.
Çin kaynaklarına göre Batı Türklerinden olan Şa-to’lar da “Türk-Gök” ilahına inanıyorlar ve ona kurbanlar sunuyorlardı.
Uygurlara ait Altun Yaruk adlı din kitabında da Tanrı, “Tengri, Tengrim” şekillerinde geçmektedir.
Kaşgarlı Mahmut da eseri Divan’da “Tengri, yüce Tanrı manasına gelir. Kâfirler göğe Tengri derler” demektedir.
Maniheist ve Budistlere ait metinlerde “Tanrı (Tengri)” adı Gök-Türk metinlerindeki anlamıyla kullanılmakla beraber maddi varlık tasavvur edilen “Tengri (gök, sema)” ayırt edilmektedir. Maddi varlık sayılan “Tengri” ekseriya “kök: gök” kelimesiyle ifade edilmektedir.
XIII. yüzyıl Uygur yazısı ve Uygur Türkçesiyle yazılı Oğuz Kağan destanının bugünkü dille anlatılışında, Oğuz Kağan’ın veziri (nazırı) Uluğ Türük’ün gördüğü rüyanın gerçekleşmesi için yaptığı dua da “Gök Tanrı” düşümde verdiğini hakikat çıkarsın” ve Oğuz Kağan da verdiği Toy’un sonunda “Gök Tanrı’ya (borcumu) ödedim” deyişleri, burada Tanrı’nın gök gibi ulu, yüce benzetmesiyle sıfat olarak kullanıldığını göstermektedir.
Gök-Tanrı İbadeti
Eski Türklerin muntazam günlük ibadetleri ve ibadethaneleri bulunduğuna dair açık bilgilere sahip değiliz. Eski Türklerin secdeye “yingçe”, “yükünme” ; secde ve ibadet etmeye “yükünmek” dediklerini biliyoruz. Nitekim bu kelime Gök-Türk Yazıtlarında “yükündür” şekliyle “baş eğdirmek, itaat ettirmek” anlamında kullanılmıştır: “tört bulundaki bodunıg kop olmış, kop kılmış, başlıgıg yükündürmüş: dört taraftaki kavmi hep itaat altına almış, hep muti kılmış”. Buda ve Mani dinine ait eski Türkçe Uygur yazılarında “yükünmek” şeklinde geçmektedir. Mesela Mani için yazılan büyük ilahide: Ey üstün Tanrımız sizin önünüzde hürmetle secdeye kapanırız şeklinde geçmektedir.
Koşo Çaydam havalisinde bulunan, The-Ashete Yazıtı (mezar lahdinin üzerinde bulunmaktadır)’nda şöyle bir ibare geçmektedir: “Kül Tudun’un küçük kardeşi Tekeş ibadet gününde yapmış”. Buradan anlayabildiğimiz ise, bu mezar lahdinin üzerindeki yazıtın bir ibadet günü yapılmış olduğudur.
Eski Türkçedeki “tapug” kelimesi de bağlı olma ve ibadet gibi iki manada kullanılırken “tapungun” sözü ise şükranını öder manasına yorumlanmıştır.
Kaynaklarımızda Hunlardan başlayarak devam eden ibadet şeklinin hükümdarların “sabahleyin otağlarından çıkarak, şafakla birlikte eğilip güneşe saygı göstermeleri, (batıda) yani – Ay’ın doğuşu – sırasında da Ay’a doğru saygı ile eğilmeleri (veya secde etmeleri) dir. Diz çöktükleri zaman sol ellerini saygı değer yöne çevirirler, yüzlerini de kuzeye dönerlerdi”.
Avrupa Hunlarının hükümdarları da aynı şekilde ibadet ederlerdi: “Hükümdar, her sabah çadırından çıkar ve eğilerek güneşi selamlar ve akşamda aynı hareketi yapardı. Ayrıca uğur getiren yeni ay göründüğü zaman ise saygı ile Ay’ı selamlardı. Dini bir merasimde bulunduğu zaman yüzünü daima kuzeye çevirirdi.”.
Çin yıllıkları ise; Doğu Kök-Türklerinden bahsederlerken: “Her yıl asilzadeler ve hükümdarlar, atalarının çıktıkları mağaraya gidip, merasim yapıyorlar, bundan başka halk 5. Ay’ın yirmisinde aynı dağa (Ötüken) giderek semanın ruhuna ibadet ediyorlardı” demektedirler. Aynı âdetin Batı Kök-Türklerinde de olduğu anlaşılmaktadır. Yalnız vesikalarda 5. Ay’ın yirminci günü yerine sekizinci günü zikredilmektedir. Bugün mezkûr mağaraya yüksek memurlar gönderirlerdi”.
Eski Türkler bir saygı işareti olarak gördükleri ibadeti yapmaktan çok hoşlanırlardı. Kaynaklarımızda bu konuda bilgi bulabiliyoruz. Mesela Türkistan Türkleri arasında Budizm’i yaymak için 626-645 yılları arasında bölgeye giden Çinli rahip Hüen-Çang (Hsüan-Tsang) Yarkent halkı için “ibadetten hoşlanırlar” demektedir.
Uygurlar tapınma için “ançulamak, angıtmak” tabirlerini kullanıyorlardı. Uygurlara ait Altun Yaruk adlı din kitabının dördüncü bölümünün bir kısmı tövbe etmeye ayrılmıştır.
Kaşgarlı Mahmud Divan’da “yükünç” kelimesini, İslamiyet’i yeni kabul eden Oğuzlarda kullanılan “namaz” manasıyla karşılamaktadır. Yine o; “taptı” kelimesini “kul Tenğrige taptı: Kul Allah’a taptı ve O Xanka taptı: O Hakana hizmet etti” şeklinde misallerini verip, bu kelimelerin Allah’a karşı kullanıldığında tapma, tapınma; Hakana, bir insana karşı kullanıldığında ise hizmet etme anlamında olduğunu özellikle ifade etmektedir.
İslam kaynaklarında da henüz İslamiyet’i kabul etmemiş olan Türklerin ibadet ettiklerine dair bilgiler bulunmaktadır. X. asır Arap seyyahı Ebu Dülef risalesinin Dokuz-Oğuzlar kısmında “ibadetlerini güneşin battığı tarafa yönelerek yaparlar” derken, Karluklar hakkında ise “Gök kuşağı (kavsi kuzah) göründüğü zaman onlar şenlik yaparlar. İbadetlerini güneşin battığı tarafa yönelerek yaparlar. Kırgızlar ise güneye dönerek ibadet ederler” demektedir.
Arap seyyahı Mervezi ise eserinin IX. bölümünü Türk ülkelerine ayırmıştır. Bu bölümde Kimeklerden bahsederken “senede bir gün oruç tutarlar” demektedir.
Ahiret Hayatı İnancı
Göğün Katları
Eski Türk inancında karanlıklar sahası ölünün girdiği yer altı âlemiyle başlamaktadır; semâda ise güneşin temsil ettiği bir nur âlemi vardır. Fransız ilim adamı Rêne Grousset eserinde Türklerin bu nur ile zulmet ahretini şöyle tasvir etmektedir:
"Kâinat bir sürü katların üst üste gelmesinden oluşmuştu. Yukarıdaki on yedi kat nur ülkesi (aydınlıklar krallığı) olan göğü (gökyüzünü) ve alttaki yedi veya dokuz kat da zûlmetler diyarı (karanlıklar dünyası) olan yer altı âlemini teşkil ediyordu. Bu ikisi arasında üzerinde insanların yaratıldığı yeryüzü vardı. Gök ve yer, gök'ün en yüksek katında oturan ve kutsal gök (ilâhi-semâ) manasına Tengri denilen yüce yaratığa (Allah) itaat ederlerdi (tâbi'dir). Gök aynı zamanda faziletli ruhların barınağı, yer ise (yer altı âlemi) günahkarların (kötülerin) cehennemi (tamusu) idi.".
Orhun Yazıtları’ndaki ifade ise, Grousset'in bu görüşünü desteklemektedir. "Yukarıda mavi gök, aşağıda yağız yer yaratıldıkta; ikisi arasında insanoğlu yaratılmış."
Yayık-Altay Türkleri içinde de gökyüzünü yedi, dokuz ve on altı kat kabul edenler vardır.
Bilhassa Yakut Türklerince gökyüzü yedi kat kabul edilir.
Ruh'un Ebedî Oluşu (Ölmezliği)
Orhun Yazıtları'nda geçen, "Babam Hakan töreyi kazandıktan sonra uçuvermiş" ifadesinden ruhun gök'e çıkıp orada dünyadakine benzer bir hayat sürdüğünü yani ruhun ebedî olduğuna inanıldığı anlamını çıkarabiliyoruz.
Eski Türkler ruh ve nefese "tın" ve "üzüt" derlerken, ruh ile ilgili olan her şeye de "tıntıg: canlı, ruhlu"; "üzütlüg: ruha, cana ait" ve canlandırmak ve ihyâ edilmeye "tınturulmak" demişlerdir.
Bir kişi öldüğünde Oğuzlar "anıng tını kesildi" yani “onun soluğu kesildi, ruhu çıktı” diyorlardı.
Tabiî ve beşeri her hadise Tanrı'nın iradesi ile olmakta, insanların dünyadaki iyilik ve kötülüklerine göre gök'e (ışık âlemi) veya yer altına (karanlık âlemi) gideceklerine inanmaları aynı zamanda ruhun ölmez olduğuna inandıklarını da göstermektedir.
O. Turan’ın şu cümleleri bize bu inancı çok güzel özetlemektedir: "İleri Tanrı anlayışına erişen Türkler, aynı zamanda ruh'un ebediliğine ve bunun zaruri bir neticesi olarak da ahiret hayatına, iyilik ve kötülüklere dair bir hesabın verileceğine inanıyorlardı."
Ahiret Hayatı İnancı
Yukarıda bahsettiğimiz gibi ruh'un ebedî oluşu, ahiret hayatı inancını ve varlığını kendiliğinden getiriyordu. Tarihî vesikalarımızla bu inancın izlerinden birkaç misal verelim.
Avarlara ait Janodlih iğneliği yazıtlarının kelime haznesi ve dil yapı unsurlarının bazılarının arasında "Bigtag: Ahiret mutluluğu, marifet "kelimesi geçmektedir.
Uygurlara ait Yenisey yazıtlarında ahiret hayatı inancı ve ölünce öbür dünyada da bir hayatın olduğu düşüncesi tasavvur edilmektedir. "Ölüm" ise yazıtlarda "ayrılmak" olarak yorumlanmaktadır. "Gök'teki güneşe (Tanrı'nın gününe) yerdeki elime doymadım. Kuydaki prensesimden, vadideki oğlumdan ayrıldım."
Avrupa Hun Hakanının aşağıda vereceğimiz hadisede gösterdiği hassaslık da bu konuda önem arz etmektedir. Attila (434-453) Tuna Nehri üzerindeki Hun hükümdarları mezarlarının Margos metropoliti tarafından açılıp, tahrip edilmiş olmasına cevap olarak gönderdiği mektupta şöyle diyordu: "Bu metropolitin hasis ve açgözlü bir adam olduğu herkesçe malûmdur. Hun hükümdarları hayatlarında taşıdıkları mücevherleri ve şahsi hazinelerini öldükleri zaman kabirlerine beraberce defnettirirlerdi (?). İşte bu herif bu değerli eşyayı aşırmak (çalmak) maksadı ile Hun hükümdarlarının kabirlerini kazdırıp tahrip etti. Bundan böyle ölen Hun hükümdarlar, metropolün tamahkârlığı yüzünden, ahirette bütün mücevherlerden, silahlardan, atlarının takımlarından mahrum kalacaklardır."
Uygurlar ölüm ile yeniden dirilme arasındaki zamana "aradan azun" diyorlardı ki, bu kelime ahiret hayatının varlığını göstermesi açısından başka bir delile ihtiyaç bırakmamaktadır.
Efsanelerde ise ahiret hayatını çok açık bir şekilde görebiliyoruz. Mesela Uygurlara ait Çaştani Bey adlı hikayede, Çaştani bey şeytanlarla yaptığı mücadelede şeytanlara "benim şehrimdeki ahaliyi niçin öldürüyorsun?" Diyerek hesap sorduğunda onlar "hemen bunu doğrayınız, öldürüp öbür dünyaya (ahiret) atınız" demektedirler.
Kıyamet Gününün Var Olduğuna İnanma
Eski Türkler kıyamet gününe "Uluğ gün" adını vermişler ve İslamiyeti kabul ettikten sonra da kullanmışlardır.
Eski Türk inancının izlerini hȃlȃ kültürlerinde yaşatan Altaylı Türkler, eski inançlarına uygun olarak bir gün bu yer dünyasının sonunun geleceğine inanırlar ve bu gelecek güne "kalgancı çak" derlerdi ki bu harfi harfine "gelecek olan çağ" demekti. Kalgancı çak inanışına göre zaman geçtikçe kişioğlu topluluğu azacak, günah işlemekten çekinmeyecek, fenalık alabildiğine çoğalacaktır. İyi Tanrı (Ülgen) bu günahkâr topluluktan uzaklaşacak, karanlık dünyadaki kötü ruh (şeytan) Erlik yeryüzüne çıkacaktır. Kişioğulları Ülgen'i unutacaklar, yeryüzünde insanları kazanmak için bütün kötü ruhlarla Ülgen savaşacak, her iki taraftan ölenler olacak, nihayet tek başına Ülgen kalacaktır. Tanrı -ölüler kalkınız- diye bağıracak ve bütün ölüler dirilecektir.
Burada görüldüğü üzere efsanelerde geçen iyi Tanrı Ülgen ve Erlik kavramları ile birlikte kıyamet günü efsanevi bir tarzda anlatılmaktadır.
Kadere İnanma
Eski Türk inancında "Kertme" Tanrı'ya inanma ve iman manasında kullanılıyordu. Uygurlara ait Turfan yazmalarının içinde şöyle bir ifade yer almaktadır: "Kuşkusuz, şüphesiz bir gönülle inan. Bu din konusunda (namug) işitip, kuşkusuz, bir gönülle (seziksiz köngülüg) inanıp iman getirip (kertgünüp).". Uygurlar inançlı, imanlı, itikâd eden bir kimse için şu terimleri kullanıyorlardı: "Kotkünç, kirgünçlüg, kirtgünmek, kirtgürmek, kirtülüg".
Destanlarımızda ve efsanelerimizde kadere iman ve inanma şuûru muhtelif defalar kendini göstermektedir. Mesela, "Ay-Mangus" adlı Altay masalında, masalın kahramanı Ay-Mangus düşmanın kız kardeşi ile evlenmiş ve kendisine bir eş bulmuştu. Bunu öğrenince "Tanrı bu kızı bana yazmıştı" demesi ve kaderini bozmamak için düşmanıyla mücadeleye girmemesi kadere karşı duyduğu inancı dile getirmektedir.
PROF. DR. MUALLÂ UYDU YÜCEL’in TÜRK TARİHİNE GİRİŞ Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder