31 Mart 2023 Cuma

CİHAN HAKİMİYETİ ANLAYIŞINI TAMAMLAYAN UNSUR: TÜRK ORDUSU

 

Türklerde Ordu


Bozkır hayat şartları kendine en uygun orduyu çıkarmıştır. Eli silah tutan herkesin asker, her askerinde her an savaşa hazır olduğu bir ordu söz konusudur. Eski Türk ordusunu diğer bütün yerleşik ve orman kavimlerinin ordularından ayıran temel özelliklerinden biri de ücretsiz oluşu, daimi olması ve süvarilerden kurulu bulunmasıdır.


Askerî olarak düzenli ordu ile onlu teşkilat ilk kez Mete Han (Mete) tarafından kurulmuştur. Mete Han, bir tümen (on bin kişi)’nin komutanıydı. Kaynaklarda onun için “demir disiplinli” ibaresi geçmektedir. Yabancılar bu disipline hayran kalmışlardır.


Türk ordusunda asker olanların hemen hepsi “süvari”dir. Türkler uzun süre atın üzerinde bulunur, atın üzerinde yer-içer ve sohbet ederlerdi. Kız-erkek küçük yaştan itibaren eğitilir, büyüdüklerinde hem savaşa katılmada hem de atı sürebilmede yetenekli olurlardı. Kaynaklarda süvarilerin atlarını dizleri ile yönettikleri anlatılır. Çünkü kolları ok atmak için çalışmaktadır. Ata, deve ve fil gübresi koklatarak savaş sırasında korkmamasını sağlarlardı. Yine ata kişnememeyi öğreterek onun böylece plan-pusu alanını belli etmemesini sağlarlardı. At ile sahibi iç içe olduklarından ve birbirlerini dost-adaş kabul ettiklerinden sahibi öldüğünde atın ağladığı kaynaklarda anlatılmaktadır.


Türklerde ordular daimi idi. Sürekli olarak her asker ordunun bir unsuru durumundaydı. Her an tehlikeye açık bozkır hayat şartları bunu gerektiriyordu. Yaptıkları her türlü spor, eğlence ve avlanmalar askeri eğitim özelliği taşıyordu. Her türlü faaliyet, iyi savaşçılık özellikleri kazanma üzerine kuruluydu. Askerî-idarî unvanları taşıyanlar emirlerindeki askeri güçlerle her zaman savaşa hazır kumandanlardı. Hükümdarların özel muhafız kıtalarının dışındaki kuvvetler (merkez orduları), yüksek görevdeki bir devlet adamının sorumluluğu altındaydı.


Eski Türk devletlerinde ordu yukarıda da ifade ettiğimiz üzere 10’lu teşkilat üzerine kurulmuştu. En büyük askeri birlik olan 10 bin kişilik kuvvete tümen adı veriliyordu. Tümenler 1000’lere, 100’lere, 10’lara ayrılmış olup başlarındaki komutanlara, Tümen başı, bin başı, yüz başı, on başı gibi unvanlar takdim ediliyordu. Bu onlu sistem Türk tesirine giren yabancı topluluklarda da görülmektedir.


Bütün yerleşik kavimlerde görülen hareketsiz kitle muharebesi usulüne göre yetiştirilmiş, ağır teçhizatlı orduların aksine hafif silahlı ve hareketli süvarilerden oluşan Bozkır Türk ordularının uyguladığı hızlı, ani ve şaşırtıcı hücumlara dayanan savaş sisteminde birlikler arasındaki bağlantı bu şekilde sağlayabiliyordu. Ayrıca sol ve sağ (doğu ve batı) başbuğlarının yüksek idaresi altında eğitilen ve onların emirleri altında savaşa katılan ordunun 10’lu sisteme bağlanması, eski Türk devletlerini sosyal açıdan kabilevî (ayrılıkçı) kalıptan kurtararak, devlet bütünü haline getiriyordu. Neticede devletin bütün gücü barışta ve savaşta ortak gayeler etrafında birleşiyordu. Bu durum aslında bodunlar ve boyların sıkı işbirliğinden doğduğu açıkça görülen Türk devletlerinde sağlamlık ve devamlılığı sağlıyordu.


10’lu sistemin sosyal ve idari açıdan çok önemli iki fonksiyon icra ettiği anlaşılmaktadır. Birincisi devlet güçlerinin tümünün boy, soy ve benzeri ayrılıklarına bakılmaksızın 10’lu sisteme bölünerek, merkezden tayin edilen kumandanlar aracılığı ile en üstte tek sevk ve idareye bağlanmasıdır. Bu durum herkesin birbirine yardımcı olduğu millet birliğini meydana getiriyordu. İkinci olarak bütün idari görev sahipleri aynı zamanda asker olduklarından, ordunun görev ciddiyeti her türlü sivil, idari birimlere yansıdığı için devlet mekanizması askeri disiplin içinde çalışıyordu. Böylece eski Türk devletinin askeri karakteri ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla Türklere neden asker (ordu) millet denildiği anlaşılmaktadır. Eski Türk topluluğu iki temel unsura dayanıyordu: biri aile diğeri ordu; devlet denilen kurum da bunun teşkilatlanmış hali idi.


Bu sisteme dayalı olmak üzere Asya Hun, Avrupa Hun, Kök-Türk, Uygur gibi çok geniş alana yayılan Bozkır Türk devletleri kurulmuş ve dünya tarihi sahnesinde mühim roller oynamışlardır. Türk orduları kuruluşları, kıyafetleri, savaş taktikleri ve sair sebepler yüzünden düşmanları tarafından fazla abartılmış, özellikle sayıları hakkında mübalağalı rakamlar verilmiştir.


İslâmiyetten önceki devrede Türk ordularında önemli faaliyetler için özel birlikler de bulunmaktaydı. Savaş zamanında düşman ordusunun durumunu öğrenmek için bir keşif kolu gönderilirdi. Bu keşif koluna yelme denirdi. Karahanlılarda ise tutgak adı verilirdi. Yine Karahanlılarda İslâm öncesinin devamı olarak görülen birlikler vardı. Onlarda öncü birliklere Yezek adı verilirdi. Gece düşmanın ordugâhına baskın yapan birliğe ise akıncı denmekteydi. Ordugâhı koruyan nöbetçiler sakçı adlandırılırdı. Sakçılar düşman casuslarının sızmasına ve sabotaj faaliyetlerine karşı im (parola) kullanmaktaydılar. Parolayı bilmeyen kimse öldürülmekteydi.


Düşmanlarının baskın hareketlerine karşı son derece dikkatli olan eski Türkler, düşman faaliyetlerini önceden öğrenebilmek için gözetleme kuleleri yapmışlardı. Bunlara da kargu (kargug) denirdi. Aynı kulelere küzet, içindeki nöbetçilere de küzetçi (közetdeçi/közetküçi) adı da veriliyordu.


Gözetleme kulelerinin yerleri genellikle çevreye hâkim tepelerden seçilmekteydi. Kaşgarlı Mahmud’un ifadesine göre gözetleme kuleleri minare biçiminde yapılmaktaydı. Düşmanın durumu, kulelerde yakılan ateşler (gece) ve ateşlerden çıkan dumanlar (gündüz) vasıtasıyla haber veriliyordu. Gündüz dumanların 170 km. mesafeden görülebildiği, günümüzde uygulamalı tespitlerden anlaşılmıştır.


Türk ordusunun asker sayısının zamana ve duruma göre değişmesi gayet normaldir. Çünkü askerin sayısı, devletin gücüyle doğrudan bağlantılıdır. Ancak, kaynaklarda kaydedilen bazı rakamlara tesadüf edebiliyoruz. M.Ö.199 yılı civarına ait kayıtlarda Asya Hun Hakanlığının asker sayısı 400 bin olarak gösterilmiştir. Aynı durumu Kök-Türk hakanlığının çok güçlü olduğu 560, 621, 698’li yıllarda da görebiliyoruz. M.Ö.199 tarihinde gerçekleşen ve kaynaklara geçen, meşhur kuşatma kaynaklara ilginç bir biçimde geçmiştir. Yani Çin imparatoru Kao-ti’nin, Büyük Hun hükümdarı Mete tarafından Pe-teng kalesinde kuşatıldığı esnada ordunun düzenlenmesi anekdotal tasvir edilmiştir. Buna göre doğudaki yüz bin askerin atı demir kırı (gri), güneydeki yüz bin süvarinin atı doru, batıdaki yüz bin süvarinin atı ak (beyaz), kuzeydeki yüz bin süvarinin atı kara yağız renklerden oluşmuştu. Biraz mübalağalı görülen bu düzenlenme biçimi daha çok kozmolojik düşünce sistemine uygun sıralanmıştır.


Türk savaş taktiklerinde hile geçerlidir. Genelde harekât, az kuvvetle çok düşman nasıl bertaraf edilebilir, üzerine kuruludur. Çinliler Türklere yenile yenile bu taktiği öğrenmişler ve M.Ö. II.yüzyılın sonlarında bir Çinli general bu taktikle Hunları yenmiştir. Türkler bu taktiği Malazgirt,  Niğbolu, Mohaç gibi savaşlarda da kullanmışlardır. Bunu yanında Türkler, uzun süre dayanabilen, heybelerinde saklayabilecekleri kurutulmuş eti (pastırma), kurutulmuş ekmek (peksimet)’i icat etmişlerdir. Bunlar daha sonra Çin’e ihracat ürünü olmuştur.


Türklerde savaştan önce keşif hareketleri olur, akınlar yapılır, nerede ne var bilinirdi. Daha sonra yıpratma savaşlarına geçilir, burada Türk akıncıları dolaşır ve düşmana vur-kaç halinde saldırırlardı. Bunun yanında bölgedekileri psikolojik korku ile yıldırırlardı. Düşmanın geldiğini öğrenmek için “karguy” adı verilen ateş kuleleri yapılmıştır. Çin ordusunun hareketi ateş ile iletilirdi. VI. yüzyılda Batı Roma, Gotlara karşı “turan taktiği”ni uygulamıştır.


Diğer bir taktik de iki ülke arasında boş yer bırakmaktır. Bu boşluk at gidişi ile 5 günlük mesafedir. Böylece Türkler kendilerine karşı yapılacak ani baskınların önüne bu şekilde geçmişlerdir.


Türk süvarisinin elbiseleri tunik tarzı cekete benzer bir kıyafetle, pantolon, çizme ve keten gömlekten oluşmaktaydı. Latin ve Bizans kaynaklarında bu elbiselerden ve süvarilerin at biniciliğinden söz edilmiştir. Nitekim daha sonraki dönemlerde bu giyim tarzı, Avrupa’ya da geçmiştir.


Bizans Devleti, Türk ordusunu incelemiş, silahlarını gözlemlemiştir. Üç Bizans imparatoru buna dair eser yazmışlardır. “Taktika Strategos” isimli eserler meydana getirerek kendi ordularına bir nevi askeri stratejiler ve giyim ile teçhizat konusunda el kitabı hazırlamışlardır.


Türk Silahları


Türk milleti ve ordusunun en önemli silahı ok ve yaydır. Sonra mızrak, kalkan, bıçak, kılıç, gürz vs. görülür. Türkler daha sonra “refleks” adı verilen bir yay icat etmişlerdir. Yayın gerginliği ile bir miktar menzil elde edilirken, yay tersine çekilerek daha gergin olmakta ve okta daha hızlı gitmekteydi, böylece menzil artmaktadır. Bazı kaynaklarda Türklere mahsus “ıslık çalan ok” tan bahsedilmektedir. Bu ok’un yaydan çıkmasıyla beraber yüksek hızdan dolayı çıkardığı ıslık sesi nedeniyle bu şekilde adlandırıldığı ifade edilmektedir.


Savaş araç ve gereçleri bakımından da eski Türk ordusu, diğer milletlerden farklı idi. Özellikle süvari ve süvarilik üzerine kurulu olduğunu söylediğimiz ordunun temel dayanağını at oluşturuyordu.


Türklerin atı çok iyi eğitmeleri ve savaş alanlarında kullanmaları askeri faaliyetlere yön veriyordu. Aslında çok iri olamayan Türk atı kaba kıllı, son derece dayanıklı, çevik ve süratliydi. Türkler bütün işlerini atları vasıtasıyla yapıyorlardı. Kaşgarlı Mahmud’un ifadesiyle, kuş için kanat ne ise Türk için de at o idi. Bundan dolayı her çadırın önünde daima koşumlu bir at hazır bulunmuştur.


Atı ilk evcilleştiren ve savaş alanında kullanan millet Türklerdir. Komşularına özellikle Çinlilere süvari tekniği Türklerden geçmiştir. M.Ö. 307 yılında yaptıkları bir reformla hareket kabiliyeti az, ağır savaş arabalarını hizmetten kaldırarak, Hunlarınki gibi hafif süvari birlikleri oluşturmuşlardır.


At binicisine son derece yüksek hareket yeteneği, sürat ve manevra üstünlüğü sağlıyordu. Türklerin büyük devletler kurarak geniş sahalara ve birçok kavme hükmedebilmeleri at sayesinde mümkün olabiliyordu. Türklerde devlet at üzerinde kurulmakta ve at üzerinde yönetilmekteydi.


Avrupa Hunları hakkında Bizanslıların tuttuğu kayıt ilginçtir: “Atlarına ȃdeta yapışmış gibi binen Hunlar, tabii ihtiyaçlarını gidermek için dahi atlarından inmezlerdi. At sırtında alış-veriş yaparlar, yerler içerler; hatta atın ince boynuna sarılarak uyuyabilirler ve güzel rüyalar görürlerdi. At sırtında istişare etmek suretiyle önemli kararlar verirlerdi.” Çocuklar daha küçük yaşlarından itibaren ata binmeyi öğrenirlerdi. Üç-dört yaşındaki çocuklar için dahi eyer takımları vardı. Daha da önemlisi annesinin yardımından yeni kurtularak ayakta duran bir Hun çocuğunun yanında eyerlenmiş at hazır bulunurdu.


Binit ve koşum takımları olarak da epey zengin idiler. Bunları başında gem (oyan), yular (burunduk, tin) eyer (eder) ve üzengi gelmekteydi. Gem ve yular, atı sevk ve idare etmek için kullanılmaktaydı. Gem sadece atlara takılırdı. Yular ise, hem atlar için, hem de arabaya koşulan hayvanlar için kullanılırdı. Eski Türk gemi, genellikle ahşap olup, üzeri stilize edilmiş, hayvan figürleriyle süslüydü. Ahşap kısmı birçok parçadan oluşmaktaydı. Bu parçalar, tespih taneleri gibi içeriden açılmış deliklerden geçirilen bir sırımla birbirine bağlanmaktaydı. Gem esas olarak ağızlık (gem), askı ve dizgin (çetgen) olmak üzere birbirini tamamlayan üç kısma ayrılırdı. Atın burnunun ve alnının üst kısmında birleştirilmiş olan askı, ağızlık kısmının sabit durması için başka bir halka gibi geçirilmekteydi. Dizgin ise atın ağzının iki yanında bir halka ile geme bağlanmaktaydı. Binici dizgin vasıtasıyla atı idare ederdi.


Bununla beraber binit ve koşum takımın en önemli unsurlarından biri de eyer idi. Eyerin üstü içe doğru hafif kavisli olup, ön ve arka kısımlarında yastık gibi bir çıkıntı veya iki çıkıntı bulunurdu.


Köpçük adı verilen çıkıntılar, binicisinin ileriye ve geriye doğru kaymasına engel olmaktaydı. En önemli fonksiyonunun binicinin rahatını ve dengesini sağlamak olan eyer, atın tam sırtına oturtulmaktaydı. Yalın olarak kullanılmayan eyerin hem altında hem üstünde örtüler bulunurdu. Altındaki örtüye terlik veya örtük üstünde bulunan örtüye belleme denmekteydi. Genellikle terlik keçe, belleme halı türünden bir örtü idi.


Atın iki yanında eyere sırımla bağlı üzengiler vardı. Binici buraya ayağını koyardı. Binicilerin dengesini sağlayan üzengileri sabitleştirmek için kolan (orgun), kuskun (kudurgun) ve göğüslük (kömüldürük) kullanılmaktaydı. Kolan yünden örülmüş enli bir kuşaktı. Bu kuşak atın karnının altından, kuskun da kuyruğunun altından geçirilerek eyere bağlanmaktaydı. Göğüslük ise atın göğsünde birleşen üç kayış olup, bu kayışların iki ucu eyere, bir ucu da kolana monte edilmekteydi. Kayışların göğüste birleştiği yere, bazen bir nazarlık takılmaktaydı. Binici kuskuna yancık adı verilen yiyecek torbasını asmaktaydı. Kolan ve kuskun binicinin ani duruşlarında veya sağa sola manevralarında eyerin bulunduğu yerde dönmesini ve ileri kaymasını önlemekteydi. Önemle vurgulamak gerekir ki Avrupalılar, at ile ilgili teknik malzemelerin pek çoğunu olduğu gibi üzengi’yi de Türklerden özellikle Avarlardan öğrenmişlerdir. Avarların VI- VII. asırlarda Doğu Avrupa sahasında bulundukları dönemlerde Batılı toplumların bundan çok etkilendiğini söyleyebiliriz. Sosyal, kültürel, sanat ve askeri alanlarda Avar Türklerinden çok istifade etmişlerdir.


Binit ve koşum takımları, genellikle deri ve ahşaptan yapılmaktaydı. Her binit ve koşum takımı aynı özellikte ve değerde değildi. Beylere ait özel yapılmış bazı binit ve koşum takımı vardı. Mesela ünlü Kök-Türk devlet adamı Tonyukuk’un anıt mezarında yapılan kazıda bu devlet adamına ait altından bir binit ve koşum takımı bulunmuştur. Kazıyı yapan bilim adamının raporunda adı geçen bu binit ve koşum takımları kayıplara karışmıştır. Bugün nerede olduğu bilinmemektedir.


Eski Türkler silaha tolum, silah kuşanmaya da tolummanmak veya tolumlanmak diyorlardı. Eski Türk askerleri seferlerde ve savaşlarda silahlarını ve yiyeceklerini yanlarında taşırlardı Hâlbuki başka ordular, silahlarını ve yiyeceklerini taşımak için binlerce araba kullanıyorlardı. Türkler, at üzerinde dörtnala giderken oklarını önlerinde, arkalarında ve yanlarında bulunan hedeflere isabetli şekilde atmaktaydılar.


Avrupa Hunlarının çağdaşı Romalılar, Hunların başarısını iyi ok atmaya ve iyi ata binmeye bağlamışlardır. “ Antik devirde hiçbir zaman at ile süvarisi arasında bu derce büyük bir uygunluğa rastlanmamıştır. Hunlar atları üzerinde sanki çivilenmiş gibi otururlar, sanki bir araya yapışmışlardır, sanki bir arada büyümüşlerdir. Romalıların gözünde onların atları çirkin fakat dayanıklıydı. Bu atlar inanılmaz iş gücüne sahip bir bozkır ırkıydı. Karların altında yiyecek bulurlardı. Daima bol sayıda atlarla hareket ederler bindikleri yorulduğunda dinlenmiş atlarla değiştirirlerdi. Bir Hun süvarisi beklenmedik bir yerde aniden ortaya çıkardı”.


Eski Türk kurganlarından çeşitli silahlar açığa çıkarılmıştır. Bunların başında uzaktan savaş silahı olan ok ve yay gelmektedir. Ok genellikle temren, ahşap çubuk ve yelek gibi kısımlardan meydana geliyordu. En eski Türk oklarının temreni kemikten yapılıyordu. Daha sonra kemiğin yerini demir almıştır. Bundan dolayı ok ucuna demirden yapılmış anlamında temürgen yani temren adı verilmiştir. Ayrıca ok ucuna başak da denilmekteydi. En çok kullanılan temren üç dilimli idi. Ayrıca düz, yivli veya çengelli temrenler de vardı. Bunlardan en tehlikelisi çengelli temrenler idi. Atılan ok insanı öldürmemiş, yani yaralı bırakmışsa, okun çıkarılması sırasında çengelli temren yaralıda büyük hasar yapmaktaydı. Türklerin kesme (enli temren), yasıç (yassı ve uzun) adını taşıyan temrenleri de vardı. Eğitim amacıyla yapılan temrensiz oklara kavla denirdi.


Bazen temrenin üzerinde ortada birleşen delikler açılarak, hedefe giderken ses yani ıslık çıkaran oklar yapılmaktaydı. Bu oklar Osmanlı döneminde de kullanılmış olup, bunlara Çavuş Okları adı verilmekteydi. Söz konusu oklar daha çok işaret vermek veya hedef göstermek için kullanılmaktaydı. Çavuş oklarını ilk bulan ve kendi birliklerinde kullanan Asya Hun hükümdarı Mete’dir.


Okun ahşap çubuğu genellikle huş (koguş) ağacından yapılırdı. Ahşap çubuğun arkasına da yelek ilave edilmekteydi. Bundan maksat okun hedefe giderken dengesinin bozulmamasını, yani dosdoğru gitmesini sağlamaktı. Bu tür oklara yüklüg ok denilmekteydi.


Oku hedefe fırlatma aracı olarak kullanılan yay, genellikle son derece sert ve sağlam bir ağaç türü olan kayın ağacından yapılırdı. Yayın iki kısmı vardır. Biri sert ve sağlam bir ağaçtan yapılan veya boynuzdan yapılmış kavisli kısım, diğeri öküz bacaklarının sinirinden veya hayvan bağırsağından yapılmış gerilen kısmı. İkinci kısma kiriş denmekteydi. Kiriş yani sinir kısmı, kavisli ahşabın iki ucuna bağlanmak suretiyle yay meydana getirilmekteydi. Yayın üstüne sırım (ince deri parçası) veya sinir sarılmaktaydı. Bundan maksat, yayın direncini artırmak, hem de kuruyup evsafını yitirmemesini sağlamaktı. Ayrıca esnekliğini koruması için yayın üzerine zamk da sürülmekteydi.


Ok çubuğunu arka kısmının tam ortasında gez (kez) adı verilen bir kertik bulunmaktaydı. Gez vasıtasıyla kirişe yerleştirilen ok, yayı bir elle tutmak ve diğer kirişi germek suretiyle kullanılan çift kavisli refleks yaylar idi. Bu yaylarla atılan okların öldürme gücü çok yüksekti. Ok menzili yaklaşık 660-684 m idi.


Hunların, Doğu Avrupa’ya hiç tanınmayan yayları getirmeleri “sihirli silahları” şeklinde yorumlanmasına sebep olmuştur. Hunların yaylarını pekiştirmek için kullandıkları bazı kemik safihalar İtil, Özi ve Kerç bölgelerinde bulunmuştur. Yayın ölçüleri konusunda değişik bilgiler bulunsa da en büyüklerinin 160, hatta 140-150 cm boyunda olduğu tahmin edilmektedir. Avar oklarının ise 120-130 cm uzunluğunda olduğu bilinmektedir. Ancak, bazı mezarlarda daha küçük boyutlarda ok ve yaylara da rastlanmıştır. Kafkaslardan Orta Avrupa’ya kadar I. ve V. yüzyıllara ait ok ve yayların kökeni Moğolistan ve Baykal Gölü civarında ortaya çıkmaktadır. Yay tıpkı sadak gibi omuza asılmak suretiyle taşınmaktaydı. Başka bir ifade ile söylemek gerekirse ok ve yay Türk savaşçısının daima elinin uzanabileceği bir yerde bulunurdu. Herkesin her an savaşa hazır olduğu bir toplumda, bu durum kendini daima güvende hissetmesini sağlıyordu.


Eski Türk kurganlarında kılıç, meç (kısa kılıç), mızrak (kargı, süngüg), kısa mızrak (kaçut, bıçak) hançer (bügde/bükte), gürz (topuz), kamçı (berge), tolga, börk ve kement (ukruk) gibi çeşitli yakın savaş silahları bulunmuştur. Bunlardan kılıç, Türk savaşçısının en çok kullandığı silah idi. Türk kılıçlarının kabzaya yakın kısmı düz, uca yakın kısmı ise hafif kavisliydi. Bu rast gele verilen bir eğrilik olmayıp, savaşçının vurduğu darbede bütün gücü burada toplardı. Bu durumdan dolayı Türk kılıcının darbe özelliği çok yüksekti.


Genellikle ahşap olan Türk kılıçlarının kabzaları (boyın), sade ve yalın değildi. Kabzaların başı, bazen Türklerin hayatında önemli bir yer tutan kurt başları şeklinde yapılarak, kılıçlara sanat eseri özelliği kazandırılıyordu. Kabzaları muhtelif kıymetli taşlarla ve altın kaplama ile süslüdür. Diğer silahlardan mızrak ölülerin mezarları üzerine dikilmiş olarak rastlanır. Kılıçlar kın adı verilen bir çeşit kılıf içinde taşınmaktaydılar. Kılıç kını bir halka ile savaşçının kemerine asılmaktaydı. Kılıç çekmekte kolaylık sağlamak için kılıç kınının yeri sol tarafta bulunmaktaydı.


Eski Türk hayatında bıçak, hem günlük hayatta, hem de savaşlarda en çok kullanılan eşyalardan idi. Türklerin çok çeşitli bıçakları vardı. Bunlardan en çok dikkat çekeni her iki tarafı kesen kıngırak adlı bıçaktır. Türkler bu tür bıçağa bugün kama adını vermektedirler.


Türk savaşçılarının çeşitli savunma silahları da vardı. Bunların başında kalkan (tura), zırh (yarık) ve tolga (tulga, yaşuk/aşuk) geliyordu. Kalkan genellikle deri, ahşap ve demir gibi silah darbelerine dayanıklı maddelerden yapılmaktaydı. Zırh ve tolga ise deri ve çeşitli madenlerden imal edilirdi. Türkler iki çeşit zırh kullanmaktaydılar. Bunlardan biri kübe yarık, diğeri say yarık adıyla anılmaktaydı. Kübe yarık bütün vücudu örten zırh idi. Say yarık ise sadece demir göğüslükten ibaretti.


Saldırı Yöntemleri


Türk savaş sistemi hareket ve sürat üzerine kuruluydu. Bunu sağlayan da hiç şüphesiz atın evcilleştirilmesi, ehlileştirilmesi ve eğitilmesi idi. Süratin savaştaki önemini keşfeden millet gerek Avrupalı gerekse diğer milletlerin tarihçilerine göre Türklerdi. Geniş bozkır coğrafyalarını kısa sürede aşmanın başka da yolu yoktu. Kısaca Türkler, atın sağladığı sürat ve hareket kabiliyeti sayesinde karşı konulmaz bir güce ulaşmışlardır.


Türk savaş sisteminde müstakil ve hareketli birlikler başlıca rol oynamaktaydı. Bu birlikler, savaşta tam bir hareket serbestliği içinde sık sık dağılmakta ve birleşmekteydiler. Savaşçılar da at üzerinde süratle giderlerken öne, arkaya ve yanlara isabetli ok atışı yapabilmekteydiler.


Irmakların, vadilerin ve tepelerin sağladığı avantajlardan azami ölçüde yararlanmak, ȃdeta savaş taktiğinin bir parçası idi. Türkler, savaşta kendilerine avantaj sağlayacak stratejik yer ve mevkileri düşmana kaptırmamaya büyük özen gösteriyorlardı. Bundan dolayı savaş meydanına düşmandan önce gelmeyi ve stratejik mevkileri tutmayı hiçbir zaman ihmal etmezlerdi.


Türklerde savaş için ayın birinci ve ikinci yarısı, zamanın gece ve gündüz, havanın da yağışlı ve yağışsız olması gibi durumlar çok önemliydi. Bu konuda onlar, kendileri için en uygun zamanı seçmekteydiler. Mesela Hunlar, genellikle ayın ilk yarısında hücuma geçmekte idiler. Ayın ikinci yarısında da geri çekilmeye başlarlardı. Sürpriz baskınlarda da özellikle ayın dolun (bedir) halde bulunduğu geceyi tercih etmekteydiler. Çünkü bu durum düşmanı en pasif halinde basabilmek için kendilerine büyük avantaj sağlamaktaydı. Öte yandan Türkler, yağmurlu havalarda savaşmaktan daima çekinirlerdi. Çünkü yağmurda yayın üzerindeki zamk erimekte, kiriş gevşemekte ve bu durum da yayın kullanılmasını son derece güçleştirmekteydi. Hatta bu durum savaşı bırakmayı ve geri çekilmeyi bile zorunlu kılmaktaydı. Daha sonraki dönemlerde yağmurda erimeyen zamklar yapılmış ve yağmur yağdığı zamanlarda da savaşılmıştır.


Yıldırma Ve Yıpratma


Türkler savaşa önce düşmanın maneviyatını bozmakla başlıyorlardı. Bu konuda en çok başvurdukları yöntem korkutma idi. Çünkü savaşın gidişi ve sonucu üzerinde korkunun çok büyük etkisi vardı. Her şeyden önce korku, düşünceyi ve hareketi bozmakta, iradeyi zayıflatmakta, azmi ve cesareti kırmakta ve savunma gücünü azaltmaktaydı. Korkunun insan üzerindeki bu gücünü ve etkisini çok iyi bilen Türkler, amaçlarına ulaşmak için korkutmayı ustalıkla kullanıyorlardı. Bunun için onlar daha sefere çıkmadan önce kendileri hakkında korkunç rivayetler (psikolojik harekât) yaymak suretiyle düşmanlarının arasına büyük korku salıyorlardı. Bu faaliyet, düşmanla karşılaşıp yüz yüze gelince daha başka şekillerde devam ediyordu. Mesela onlar, küçük gruplar halinde beklenmedik zaman ve yerlerde yaptıkları sürpriz saldırılarla bir taraftan düşmana maddi kayıplar verdiriyorlar, diğer taraftan yeri göğü inleten korkunç naralar atarak, tüyler ürperten çığlıklar çıkararak ve ağır tehditler savurarak, düşmanın moralini çökertmeye çalışıyorlardı.


Türkler savaşın yıldırma ve yıpratma safhasında daima uzaktan savaşmayı tercih ediyorlardı. Bu hiç şüphesiz akıllıca bir davranış idi. Çünkü Türkler uzaktan savaşta bir taraftan ağır kayıplar verdirirken diğer taraftan kendileri için kan kaybını büyük ölçüde azaltıyorlardı. Türklerin uzaktan savaş için kullandıkları yegâne silah, çok uzak mesafelere isabetli attıkları ok idi. Onlar, atları üzerinde ȃdeta uçar gibi süratli bir şekilde saldırırlarken, bütün oklarını düşman üzerine boşaltmaktaydılar. Yağmur gibi yağan oklar karşısında düşman ordusunun ön safları da ȃdeta tırpan yemiş otlar gibi birer birer yere serilmekteydi (Kaşgarlı Mahmud’un ifadesine göre). Bu hareket düşman ordusunu maddeten ve manen çökertinceye kadar devam ederdi.


Öte yandan Türk birliklerinin yaptıkları keşif seferleri ve akınlar da bir bakıma düşmanın gözünü yıldırmak ve yıpratmak amacını güdüyordu. Türkler, özellikle gözlerine kestirdikleri ülke üzerine büyük bir sefer hareketine girişmeden önce birçok defa keşif seferi ve akın yapmaktaydılar. Bu arada küçük akıncı birlikleri düşmanın yığınak merkezlerine, önemli yol kavşaklarına, yiyecek ve malzeme depolarına yüzlerce baskın düzenlemekteydiler. Bu baskınlar düşmanı takatsiz düşürünceye kadar devam ederdi.


Sahte Geri Çekilme


Türk savaşçıları oklarını boşaltıp düşman ile yüz yüze gelince, mızrak, gürz ve kılıç gibi yakın savaş silahlarını kullanıyorlardı. Böylece taraflar arasında kanlı bir boğuşma başlıyordu. Fakat yüz yüze çarpışma çok uzun sürmüyordu. Bu arada Türk komutanları düşmanın savaş gücünü ölçüyorlardı. Eğer Türk komutanları bu ilk yüz yüze çarpışmada baş edemeyecekleri bir kuvvetle karşılaştıklarında anlamışlarsa, birliklerine süratle geri çekilme emrini veriyorlardı. Bundan amaç düşmanın saflarının bozulmasına ve emir-komutanın yitirilmesine sebep olmaktı.


Sahte geri çekilme büyük bir sürat içinde gerçekleşiyordu. Bu arada Türk savaşçıları, tıpkı saldırıda olduğu gibi, atları üzerinde geri dönüp oklarını aynı isabetle atarak arkalarından gelen düşmana kayıplar verdiriyorlardı. Bu durum pusunun kurulduğu yere kadar devam ediyordu.



Pusuya Düşürme ve İmha


Pusu, Türk savaş sisteminin son safhası idi. Pusu kurulacak yer önceden belirlenmekteydi. Pusu yeri için genellikle iki tarafı dağlık derin vadiler ile ormanlık, bataklık, çöl ve uçurum kenarları gibi belirli özellikleri olan arazi parçaları seçilmekteydi. Savaştan önce bazı birlikler burada pusuya yatmaktaydı. Sahte geri çekilme ile pusu yerine çekilen düşman, burada kıskaç veya çember içine alınmaktaydı. Bundan sonra düşman birkaç saat içinde tamamen imha ediliyordu. Yıldırma-yıpratma, sahte geriye çekilme ve pusu ile imha kadim Turan Taktiği, Sahte Ricat veya Kurt Kapanı stratejisinin safhalarıdır. Bu strateji Türk ordusunu dünyanın en iyi ordusu statüsüne çıkartmıştır. Bu taktiğin iki temel unsuru vardır o da at ve süratli hareket etme yani çok hızlı olmadır.


Bu yöntemlerin dışında ırmak veya bir nehirden geçiş sırasında saldırı ile arkadan saldırı taktiklerini de uygulamışlardır.



Savunma Yöntemleri


Çöle Çekme Yöntemi


Uygulamada en zor olan yöntemlerden biridir zira düşmanın kendisinin bilinçli olarak çöle çekildiğinin farkında olmaması gereklidir. Daha çok İskit, Hun ve Kök-Türkler döneminde uygulanmıştır. Bu taktiğin uygulanması için askeri teşkilatlanmanın çok iyi olması zorunludur.


Saldırıya geçen düşman ordusu ve onun komuta kademesine sızılması ve güçlü bir bilgi iletişiminin sağlanması mecburiyeti vardır. Çöl’e çekilme planı uygulandığında çöl de kendilerini zor durumda bırakmayacak tedbirler de alınır ve bunlar çok gizli, seri ve hızlı bir şekilde yerine getirilerek düşman ordusu imha edilirdi.


Sarp Arazide Pusuya Düşürme Yöntemi


Hayatı bozkırda geçen Türkler, bozkırın her karışını çok iyi bildikleri için düşman ordusunu en sarp ve engebeli arazilere çekerlerdi. Bu araziler manevra ve hareket kabiliyetini en az seviyeye düşürüyor, saklanamayan düşman askerleri açıkta kalarak kendilerine saldıranlar için tam bir av oluyorlardı. Bu yöntemle düşman ordusu çok rahat imha edilirdi. Bu yöntemde önemli olan düşmanın bunu fark etmemesi idi ki o yüzden de gizli uygulanırdı.


Boğazda Düşmanı imha Yöntemi


Bu yöntemde düşman ülke topraklarına girdiğinde ülkenin hükümdarı ve komutanı bir boğaz bulur (ki topraklarını çok iyi bildiği için bu kolayca tespit edilir) ve o boğazdan düşmanın girmesi engellenirdi. Önce öncü birlikler gönderilerek düşman ordusunun imkanlar dahilinde boğazın bulunduğu bölgeye yönlendirmesi yapılırdı. Düşman boğazı geçtiğinde yüksek tepelerden ve her yönden saldırılarak düşman ordusu dağıtılıp imha edilirdi.


Yabancı Yazarların Gözünden Türk Ordusu


Aşağıda çeşitli yazarların eserlerinde Türk ordusu hakkında verdiği bilgilerden bazıları aktarılmıştır:


Ammimanus Marcellinus: “Piyade olarak dövüşmeye hiç alışkın değillerdi. Bir defa eyere oturduktan sonra, küçük ve çirkin, ama yorulmak bilmeyen ve yıldırım gibi giden atlarına sanki yapışık kalırlardı. Bütün hayatlarını atları üzerinde kâh bacaklarını ayırarak, kâh kadınlar gibi yan oturarak geçirirlerdi. At üzerinde kurultay toplarlar, alış- veriş yaparlar, yerler içerler, hatta boynuna doğru eğilerek uyurlar. Savaşlarda korkunç çığlıklar atarak, düşmanın üzerine çullanırlar. Bir direnme ile karşılaşınca, hemen dağılırlar, ama kısa zaman sonra aynı süratle gelerek, önlerine çıkan her şeyi delip geçerler. Buna rağmen bir müstahkem mevkii kuşatıp, merdivenlerle ele geçirme sanatını bilmezler. Ancak, şaşılacak kadar uzak mesafelere attıkları ve demir kadar sert ve öldürücü sivri kemikten uçlu oklarını atmada gösterdikleri maharete hiç kimse erişemezdi”.


“Hunlar at üstünde pire gibi çevik ve dayanıklıdırlar. Korkunç savaşçılar olup, yay ve kement kullanmakta eşsizdirler”.


Prokopios: “Yerin sırtında insanlar yaşamaya başlamasından beri ne Yunanlılar, ne İranlılar kafalarından bir türlü Sabarların kullandıkları silahları atabilmişlerdir”.


Efraim: “Hunların haykırmaları arslanların kükremesini andırır. Atları üzerinde ufukta bir fırtına gibi uçarlar. Ordularıyla kapladıkları bütün arz üzerinde dehşet uyandırmışlardır. Silahlarına karşı gelebilecek kimse mevcut değildir”


“Bunlar Yecüc Mecüc kavmidir. Küheylanların üzerinde fırtına gibi giderler. Geriye dönüp ok atarlar. Karşılarında kimse duramaz….”


Sidoine: “Hunların okları ölüm taşıdığından nişan aldıkları kimseye daima yazık olmuştur”.


Bir Çin kaynağı: “Türkleri üstün kılan atlıları ve okçularıdır. Kendilerine uygun gelirse, şiddetle saldırırlar, tehlikede olduklarını sezerlerse rüzgâr gibi kaçarlar, şimşek gibi kaybolurlar”.



Esirlere Bakış Açıları


Devletin çoğunluğunu temsil eden hür insanlardan başka, elbette ki bütün kadim devir camiasında olduğu gibi eski Türklerde de esirler vardı. Bunlar harpte esir edilmiş, yabancı milletlere mensup insanlardı. Bunlar mülkiyet sahibi olan Türkler için çobanlık etmek ve tarlalarda çalışmak gibi hizmetleri ifa ederlerdi. Ayrıca mesela Hunlarda her Hun askeri sağ olarak eline geçirdiği düşman askerini kendisi için esir etme hakkına sahipti.


Türklerin esirlere karşı nasıl muamele ettiklerini Bizanslı tarihçi Priskos'un anlattığı şu hadiseden çıkarabilmekteyiz: "Dün başımdan garip bir vak'a geçti. Onegesius'un bazı hediyeler takdim ettikten sonra konağın (sarayın) dış duvarları haricinde sokakta geziniyordum. Kıyafetinden İskit sandığım bir Hun yanıma gelerek bana Grek dilinde "kharie" diyerek selam verdi. Bir İskit'in Grekçe konuşmasına hayret ettim. Çünkü bunlar kendi dillerini veya Hun, Got, Roma dilini de konuşurlardı. İskitler arasına karışmış Romalılar vardı. Fakat onlar kolay kolay Grek diliyle konuşamıyorlardı. Sadece Trakya ve deniz kenarındaki İllyria'dan getirilmiş olan esirler konuşabiliyorlardı. Bu adam zengin bir İskit görünümü veriyordu. Çünkü güzel giyinmiş ve saçı daire şeklinde traş edilmişti. Selamını aldım ve "Kim olduğunu, Hun topraklarına nasıl geldiğini, niçin İskit hayatı sürdüğünü ve nereli olduğunu" sordum. O da cevap olarak "niçin bunları sorduğumu" sordu. Bende "böyle güzel Grekçe konuşman beni meraklandırdı" dedim. O zaman gülerek aslen Grek olduğunu, Viminacium'a geldiğini" söyledi. Burada uzun müddet kalmış ve zengin bir kadınla evlenmiş. Fakat bu mutluluğu uzun sürmemiş, zira İskitler şehri zaptedince zengin olduğundan, Onegesius tarafından esir alınmış, zira onların adetlerine göre esirleri Attila, sonra da diğer İskit ileri gelenleri seçiyormuş. Bundan sonra Romalılara ve Acatırlar'a karşı olan savaşlarda yararlılık göstererek elde ettiği ganimeti efendisine vermiş, bu suretle İskit adeti üzere esaretten kurtulmuş. Sonra bir Hun kadını ile evlenmiş, çocukları da olmuştu. Şimdi Onegesius ile aynı masada yemek yiyor, yeni halini eskisinden çok daha iyi görüyordu. İskit arazisi sahipleri savaştan sonra sakin bir hayat sürüyorlardı. Herkes kendi serveti ölçüsünde bir hayat geçirir ve kimseye yük olmazdı. Halbuki Romalılar harpte tamamıyla mahvolurlardı. Çünkü kurtuluşu başkasından beklerlerdi. Efendileri de silah taşımalarına müsaade etmezdi. Silah taşıyanlarda kumandanların kötülüğünden bir türlü eski mevkilerini elde edemezlerdi. Sulh de insanın hali daha zordur, çünkü vergileri çok ağır ve kötü insanların zulümleri fazladır. Güçlü olanın sözü geçer. Zira bütün bunlar kanunların herkese eşit olarak uygulanamamasında doğar. Kanunlardan orada sadece zenginler istifade eder ve kanuna aykırı hareket eden zengin yaptığı suçun cezasını görmez. Fakir ise hele bu kişi hukuktan anlamıyorsa, bu şekilde kanunlar onu daha fazla ezer. Malı-mülkü elinden alındığı gibi hayatı da tehlike konusudur. Çünkü hakka ulaşmak sadece parayla olur. Avukat ve hakimlerin aldıkları paralar hiç te dengeli değildir. Kim çok para verirse, mahkemeye çıkmadan işini halledebilir. Bu ve buna benzer misalleri bana anlattı" demektedir.


El-Cahiz, Türklerin "esirlere iyi muamele edip, onları öldürmediklerinden" bahsetmektedir. Yine o, Şumâme b. Aşraş'ın Türkler hakkındaki şu sözlerini nakletmektedir: "Onların (Türklerin) elinde bir müddet esir kaldım, onlar gibi insana ikram ve taltifte bulunanları görmedim".


VIII. asır müellifi Makdîsî (ölm. 985'den sonra) el-Bed've'l-tarih adlı eserinde: "Türkler esirleri, yaralıları harpte ele geçirdikleri insanları öldürmek adetleri değildir. Harpte ele geçirdikleri yaralı olursa onu tedavi edip evine ve ailesine götürürler"demektedir.  



PROF. DR. MUALLÂ UYDU YÜCEL’in TÜRK TARİHİNE GİRİŞ Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.

30 Mart 2023 Perşembe

TÜRK MİTOLOJİSİ'NDE GEÇEN KİŞİLER, KAVRAMLAR VE TANRILAR - 52


YABAŞ


Bozgun tanrısı. Yeryüzünde kötülüklere ve bozgunculuğa sebebiyet verir. Erlik Han'ın oğludur. Kara-Kam'la (kötücül şaman) Erlik arasında arabuluculuk yapar. Aygır yeleli olarak betimlenir.


YALÇUK


Ay tanrıça. Parlaklığı, ışığı ve güzelliği simgeler. Göğün altıncı katında oturur. Bazı Türk boyları aydan türediklerine inanırlar. Pek çok medeniyette ay dişil olarak tasavvur edilir.



YALPAGAN HAN


Ejderhaların tanrısı olarak görülür. Bütün ejderhalar (yelbeğenler) onun emrindedir. Kendisi de istediği zaman yedi başlı bir ejder kılığına bürünür.



YAYGUÇI


Yaratılış. "Yayguçı Çağ" da denilir. Canlıların yaratılıp yeryüzüne yayıldığı gündür. Henüz başka hiçbir şey yokken her yerde yalnızca uçsuz bucaksız bir su vardır. Buradaki deniz kavramının gerçekten bir su kitlesi olarak mı düşünüldüğü yoksa mecazen uzayı veya hiçliği mi ifade ettiği akla gelebilecek bir sorudur. Geçmiş çağlardaki söylencelerde soyut kavramların kişileştirilmesi ve doğallaştırılması yaygın olsa da bunun bilinçli bir biçimde veya en azından sanatsal amaçlarla yapılmadığı kesindir. Dolayısıyla bu sonsuz su anlayışı kaosu ve tekdüzeliği simgeler, fakat bu geçmişe doğru günümüzden bakılarak yapılan bir yorumdur. Her şeyin sonsuz bir sudan ibaret olduğu bu çağda gök bile yaratılmamışken her şey sağır ve dilsizdir. Sonra suyun içinden toprak çıkarılır. Bu görev Erlik'e verilir, ancak o kendisi için çamur saklar. Bunu anlayan ülgen onu cezalandırır. Bazı efsanelerdeyse Ak Ana çamur getirmeleri için Kutan/Koton (balıkçıl kuşu) ve Kögön/Kogon (yaban ördeği) gönderir. Kutan toprağı kendisi için saklar ve bunu anlayan Ak Ana onu cezalandırır. Çıkarılan balçıktan dünya yaratılır, ikinci olarak dalan Kögön ise küçük çakıl taşları çıkarır, bunlarla da kıyılardaki dağlar oluşur. Altay Yaradılış Destanı'nın Verbitsky'nin derlediği varyantında altı günde yaratma inancına da rastlanır, ancak dış etmenlerin (özellikle Hristiyanlığın) etkisiyle girmiş olma ihtimali yüksektir. Yaradılış başlamadan önce anlamı ve adı yoktur hiçbir şeyin. Sayan söylencelerine göre bu sonsuzlukta önce varlıklara ad verilmiştir ve böylece evren oluşmaya başlamıştır. Sümer Mitolojisi'nde de benzer bir biçimde su tanrısı Enki her şeye bir ad vermiş ve böylece yaratılış başlamıştır. Ad ise anlam demektir. Yani önce maddenin değil ideanın (düşüncenin) var olduğu anlayışı belirir (Fakat sonsuz su anlayışı ise yine de maddi bir varlığı temsil ettiğinden dolayı aksi yöndeki bir öngörüye de açıktır). Türklerdeki yaradılış inancının felsefi yönü daha dikkatli incelendiğinde görülür ki evren bir yürek gibi çarpan, bir açılıp bir kapanan, genişleyip daralan bir yapıya sahip olarak algılanmaktadır. Bütün ve parçaların birbirleriyle bağlı olduğu canlı bir varlıktır. Eski Türk inancında dağlar, ırmaklar, ağaçlar gibi doğal varlıkların tamamının ilk yaratılışta insan (veya insan gibi bilinçli) olduğu düşünülür. İnanışa göre güneş eskiden bir erkek çocuğu, ay ise kız çocuğudur. Hatta kış mevsiminin de bir kocakarı olduğu söylenir. Bu anlayışın bir uzantısı olarak Anadolu’da "Kocakarı Soğukları" kavramı yer alır. Dağlarsa yenilmez yiğitler olarak görülürler. Bunların hepsi bilinen biçimlerine daha sonradan dönüşmüştür fakat ruhları yine de içlerinde yer almaktadır. Sümer inanışına göre başlangıçta gökle yer bitişik, hatta birdir, daha sonra tanrılar tarafından ayrılmışlardır. Sümerlerde evrenin kökeni bazı aşamalarla açıklanır ve anlatılanlar Türk yaratılış anlayışına da paraleldir:

1. Başlangıçta yalnızca sonsuz sulardan oluşan bir deniz vardır. Fakat bütünsel bir hiçlik veya yokluk durumu değildir. Bu denizin kökeni ya da nasıl ortaya çıktığı konusundaysa bir bilgi verilmez. Sümerler onun her zaman var olduğunu düşünmüşlerdir. Gökle yer henüz ayrışmamıştır. Altay ve Yakut yaratılış destanları da benzer ifadeler kullanır.

2. Bu denizin içinden çıkan bir dağ oluşur ve gerçekte yeryüzünü simgeler. Böylece gök ve yer birbirinden ayrılır. Türk yaradılış destanları da yeryüzünün suyun içinde çıkarılan topraktan oluştuğunu anlatırlar. Sümer inancına göre gök eril, yerse dişil olarak algılanır. Türklerde de benzer biçimde Gök Ata, Toprak Ana algısı vardır.

3. İnsanoğlu yaratılır. Hatta tanrılar insan biçimli olarak kişiliğe bürünürler. Sümer söylencelerinde insanın  tanrılara hizmet etmesi için yaratıldığından bahsedilir.



YAYIK


Tufan.  Genel olarak sel gelmesi,  suların  yükselmesi,  ırmakların ve göllerin taşması demektir. Türk halk kültüründe ve anlatılarda yeryüzünü suların kapladığı "Büyük Tufan'' için kullanılan bir tabirdir. Bu veya benzeri söylenceler yeryüzündeki pek çok kültürde yer alır fakat ilk kez Sümerlerde bahsi geçer. Hristiyanlık, Yahudilik ve İslam'la birlikte neredeyse tüm dünyada ortak bir anlayış haline dönüşmüş ve zaten pek çok toplumda var olan benzer halk söylenceleriyle de örtüşerek pek çok yöresel versiyonları oluşmuştur. Türk kültüründeki önemi yeryüzünün yaradılıştan önceki sularla kaplı haline yeniden dönmesidir. Bu bağlamda yenilenmenin ve yeniden doğuşun sembolüdür fakat bu yenilenme bir tür devrimle ortaya çıkmaktadır. Çünkü Tufan'la eskimiş ve bozulmuş zihniyetin bile sonu gelir, fakat bu sonun ardından dönülen yerse tekrar başlangıçtır (yani Öz'dür). Bütün canlılardan yalnızca birer çiftin inşa edilen gemiye bindirilerek korunmasıysa bu Öz'ü simgeler. Bu bağlamda Tufan aslında Öze dönüş demektir ve yaşamın bir çember (döngü) olduğu inancını benimseyen ilkel toplumların düşünce sisteminin en güzel örneğidir. Kötülük yüzünden karmaşa ortaya çıkar ancak sonra her şey yeniden dinginleşir. Altayların kökleri çok eski çağlara kadar uzandığı anlaşılan bir söylencesinde sulara hükmeden "Cayık." (Yayık/Jayık)  adlı tanrının Tufan'dan sonra gökyüzüne çıktığı söylenir. Ayrıca ırmaklar taştığı zaman ona istinaden "Yayık sudan çıktı" derler. Altay söylencelerindeki ifadelere göre Yayık'ın (Büyük Tufan) gerçekleşeceğini Demir Boynuzlu "Kök-Teke" önceden haber vermiştir ve yedi gün boyunca dünyanın çevresinde bağırarak dolaşmış, acı acı melemiştir. Bu öykünün sonrasıysa şu şekilde anlatılır:

Yedi gün deprem oldu, 

Yedi gün dağlar ateş saçtı. 

Yedi gün yağmur yağdı, 

Yedi gün fırtınalar koptu, 

Yedi gün yağdı dolu,

Yedi gün boyu karlar yağdı

Yeryüzünü sular kaplamadan önce "Yedi Nomçı" (Yedi Şaman) kardeşler bir araya gelerek bir gemi yaparlar ve insanlarla her tür hayvanlardan birer çifti kurtarırlar. Gemi "Yal-Möngkü" dağında karaya oturur.  Gemiden saldıkları horoz soğuktan ölür.  Kazı salarlar o da uçar gider. Kuzgun leş yemeye koyulur. Güvercin geri gelerek suların çekildiğini haber verir, yedi kardeşler de dışarıya çıkarlar.



Bahattin Uslu’nun Türk Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


29 Mart 2023 Çarşamba

Çeşitli Tanrı Düşünceleri ve Dinler

 



Bütün dinsel inançların temelini oluşturan ve genellikle aşkın bir varlığa ya da varlıklara inanma şeklinde tezahür eden üstün güç ya da güçlere yönelik inanışlar dinlerin en temel özelliklerindendir. İnsanın aşkın bir varlığa/ varlıklara inancının temelleri çeşitli açılardan açıklanabilir. Örneğin insanın, yaşadığı çevrede birilerine sığınma, yardım dileme ya da yakarma duyguları taşıyan bir varlık olması da doğaüstü aşkın bir varlığa inanıp bağlanma duygusuyla yakından ilişkilidir. Her ne kadar akıl ve yetenekleriyle yaşadığı çevrede otoriter bir yapı kurmuş olsa da insan, sıklıkla karşılaştığı sorunlarla acziyet içerisine düşer; güçlü bir elin içinde bulunduğu çaresizlik ortamından kendisini çekip çıkarmasını, himaye etmesini ister. Yaptığı yanlışlıklar nedeniyle içine düştüğü vicdan azabını hafifletecek, pişmanlığını duyarak kendisini affedecek bir gücü arzular. İnsanın bütün bu duygularını yalnızca içinde bulunduğu maddi âlem çerçevesinde kalarak tatmin etmesi mümkün değildir. Zira her insan yaşamında maddi hiçbir güç ve kuvvetin güç yetiremeyeceği, yardımcı olamayacağı olaylarla ya da duygu yükleriyle yüz yüze gelebilir. Bütün bu durumlar, içinde yaşadığı maddi âlem gibi sınırlı olmayan bir üstün güce, madde âlemine, duygu ve düşüncelere ve her şeye egemen olan bir aşkın varlığa insanın inanıp yönelmesini zorunlu kılmaktadır. Nitekim Kur’an, Tevhide inanmayan insanlardan bahsederken zaman zaman onların çaresiz kaldıklarında Allah’a yönelip ondan yardım dilediklerine ancak feraha çıktıklarında yeniden inkâr ve şirk ortamına döndüklerine dikkat çeker. Böylelikle Kur’an, inanan ya da inanmayan bütün insanların, gücünde sınır olmayan yüce bir varlığın himayesine sığınmak ve onun yardımını dilemek duygularını taşıdığını vurgulamaktadır.


Üstün güç/güçler metafizik bağlamdaki ilahi bir varlık ya da varlıklar olabileceği gibi, yaşanılan evrene ait herhangi bir obje, nesne, şahıs ya da evrensel düzlemde etkili olduğuna inanılan bir ilke de olabilir. Dinlerin inanç ve ibadet sistemlerinde yer verilen üstün güç ya da güçler genellikle tanrı veya tanrılar şeklinde karşımıza çıkar. Bununla birlikte yarı tanrısal ve ruhsal varlıklar, ata ruhları ve benzeri doğaüstü unsurlar da üstün varlıklar olarak tazim edilebilir. Ayrıca Çin dinsel geleneklerinde yer verilen Yin-Yang prensibi ve Hint dinlerinde önemli yer tutan Karma (Dharma) doktrini gibi tanrısal güce sahip bir evrensel sistem de her şeyi kuşatan üstün bir güç olarak karşımıza çıkabilir.


Teizm tanrı ya da tanrıların doğaüstü üstün güçler olarak algılandığı geleneklerdir. Bunlardan monoteist ya da tek tanrıcı dinler insanların yaşamlarında yer verdikleri ya da verebilecekleri diğer üstün güçleri reddederek bir tek üstün gücün, yani bir Tanrı’nın varlığının kabul edilmesini ön plana çıkarmışlardır. Örneğin İslâm’da dinin temel öğretisi “Allah’ın tek ilah olarak kabul edilmesi” mesajı ile ifade edilmektedir. Bu mesaj, Allah’ın tek ilah olarak kabul edilmesi ve bu konuda ona hiçbir şeyin denk tutulmamasıdır. İslâm, insanlarca Allah’ın dışında ya da Allah’la birlikte başka unsurların da üstün güç edinilmesini uygun görmemekte ve insanın yaşamında yalnızca Allah’ı ilah olarak kabul etmesini şart koşmaktadır. Benzer şekilde Yahudilikte de Tanrı’dan (Yahve’den) başka tanrılar edinmemek ve puta tapmamak Musa’ya verilen 10 temel emirden birisi (ve en önemlisi) olarak görülür.


Dinlerde üstün güç olarak inanılan tanrısal varlık bazı dinlerde ise düalist ya da politeist bir bağlamda düşünülür. Düalist ya da iki tanrıcı dinler genellikle iyi ve kötü düalitesi çerçevesinde bir iyilik bir de kötülük tanrısının varlığını kabullenirler; ancak kötülükten sakınmak amacıyla iyilik tanrısına tapınmayı esas alırlar. Çoktanrıcı geleneklerde ise insan yaşamından iyi ve kötü nitelikleri temsil eden bazen sayısız oranda tanrısal varlığın mevcudiyetine inanılır; hatta böylesi inanç sistemlerinde bunların yanında çeşitli doğal varlıklar, gök cisimleri, hatta krallar ve yöneticiler gibi insanlar da üstün varlıklar kategorisindeki yerlerini alırlar. Nitekim Eski Mısır, Roma, Babil ve eski İran geleneklerinde kraliyet hanedanlarının –çoğunlukla yaşamları esnasında- bir şekilde tanrısallıkla ilişkilendirilmiş oldukları bilinmektedir. Bazı dinlerde ise çoktanrıcılık kabul edilmekle birlikte, bunlardan yalnızca birisi üstün güç olarak kabul edilip tazim edilir. Böylesi geleneklerin tanrı inancı Henoteizm kavramıyla ifade edilir.


Çeşitli dinler tanrı evren ilişkisi ya da tanrı insan ilişkisi açısından birbirinden farklılık gösterirler. Örneğin başta İslâm ve Yahudilik olmak üzere birçok dinde tanrı yaratıcı bir güç olmanın yanında evreni ve insanı yöneten ve yönlendiren bir üstün varlık olarak da düşünülür. Bu bağlamda vahiy ve peygamberlik inançlarına yer verilir. Ancak bazı inanç sistemlerinde tanrı, yalnızca yaratan, var eden bir güç ya da bir ilk neden/müsebbib olarak görülür. Bu bağlamda tanrı var etme sonrası, aşkınlığından dolayı evrenden ve insandan bir bakıma elini çekmiş bir deus otiesus’tur. Evren ve insanla ilgili olarak ise bu inanç sistemlerinde, ya insanın akıl yoluyla hakikati kavraması düşünülmüş ya da bazı yarı tanrısal veya ikinci dereceden tanrısal varlıklar aracılığıyla yüce tanrı ile irtibat kurulması hedeflenmiştir. Cahiliye dönemi Arap dini olarak da adlandırılan İslâm öncesi geleneksel Arap inancı ile çeşitli deist gelenekleri bunlara örnek olarak verebiliriz.


Benzer şekilde inanılan tanrının sıfatları konusunda da dinler arasında çeşitli farklılıklardan söz edilebilir. Genellikle çok tanrıcı dinlerde tanrılar, insanın tecrübe dünyasından hareketle insan biçimli ve insan nitelikli varlıklar şeklinde tanımlanır. Tektanrıcı inanç sistemlerinde ise Tanrı her ne kadar mutlak anlamda aşkın bir varlık olarak düşünülse de yine de bu dinlerin kutsal metinleri tanrı ile ilgili mecazi tanımlamalara yer verirler. Yahudi kutsal metni Tanah’daki antropomorfik tanımlamalarla Kur’an’daki kimi müteşabih ifadeleri bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Diğer taraftan bazı inanç sistemleri ise tanrının hiçbir şekilde olumlu nitelemelerle tanımlanamayacağı üzerinde dururlar ve dolayısıyla ancak olumsuz niteliklerden sakındırmak suretiyle Tanrı hakkında konuşulabileceğini belirtirler.




YAŞAYAN DÜNYA DİNLERİ

Prof.Dr. Ali ERBAŞ

Balıklı Göl / Şanlı Urfa

 


28 Mart 2023 Salı

ŞEYTAN DÜŞÜNCESİNE DAYALI MEZHEPLER



Yezîdîlik


Emeviler soyundan gelen Şeyh Adiy b. Musafir’e (ö. 558/1162) dayandırılan, dini motifli bir mezheptir. Yezid ismini, Sultan Yezid diye andıkları Yezid b. Muaviye (ö. 683/1283)’den dolayı aldıkları sanılmaktadır. Hariciliğin İbadiye kolundan ayrıldığı söylenen Yezid b. Ebi Uneyse’ye dayandığını ileri sürenler de olduğu gibi, Yezid adının eski İran inançlarındaki iyilik tanrısı İzd ya da Yezdan’dan geldiğini savunanlar da vardır.


Şeyh Adiy b. Musafir (ö. 558/1162)’in “İ’tikâdu Ehli’s-Sünne ve’l Cemâ”a adında kitabı mevcuttur. Yezîdîliğe esas teşkil eden “Kitabu’l-Cilve” (Tecelli Kitabı) ve “Mushafu’r-Riyş” (Kara Kitap) adındaki iki kitabı da yine bu zatın yazdığı ileri sürülmektedir.


Adiy b. Musafir’in ölümünden sonra yerine geçen oğlu Şeyh Hasan zamanında, Şiilerin, Yezid b. Muaviye’ye de lanet ve hücumları üzerine, Adiy b. Musafir’e bağlanan topluluk, sünnî anlayışı kötüye kullanarak, bu defa Yezid b. Muaviye’yi savunmaya başladıkları gibi, bu hususta daha da ileri giderek gerek Şeyh Adiy, gerek Yezid hakkında aşırı görüşler taşımaya başlamışlardır. Böylece başlangıcında tamamen sünnî anlayışa dayalı bu hareket, kurucusunun ölümünden sonra, bilgisizliğin ve İslam öncesi inanışların tesiriyle sapık bir hüviyete bürünmüş ve bu harekete mensup olanlar, hem Şeyh Adiy’i, hem de Yezid’i insanüstü varlıklar olarak görür olmuşlardır.


Yezîdîler, İslamî bir mezhep olarak algılanmalarına rağmen, geliştirdikleri tezat dolu fikirlerin hiç biri de İslam ile bağdaşmamaktadır. Yezîdî düşünceden mantıklı bir hikmet veya dînî bir felsefe çıkarmak mümkün değildir.


Onların tanrı diye taptıkları şeytandır. Bu şeytana da Melek Tavus adını takmışlardır.


Niçin İblisi ilah edindikleriyle alakalı olarak şunlar söylenebilir:


İblis’in ruhu şerli olduğundan dolayı, gazabından korkmak ve onu merhamete getirmek için çalışmak lüzumundan, Rahim ve Rahman olan Allah ise, bu gibi şeyleri talep etmediği itikat edildiğinden ileri gelmiştir.


İblis, Allah’a geçici olarak isyan etmiştir. Cezasını çektikten sonra, tekrar semada eski yüksek mertebesini kazanacaktır.


Önceleri İblis’i düşman bildikleri halde zamanla ona gözlerinde fazlaca büyütmüşler, nihayetinde de tapmaya başlamışlardır.


Şeytan, Âdem’e secde etmedi. Bu, onun amelinin temizliğine delalet eder. Herkes tevhidi ondan öğrenmelidir. Kim ondan tevhid dersi almazsa zındıktır.


Şeytan, tevhidin babası olarak algılanmış, sonra da büyütülüp ilah makamına konulmuş gibidir.


Yezidilerde tel’in yasağı çok kapsamlıdır. Lanet kelimesini kullanmak yasaktır. İblis ve şeytan kelimeleri yerine Tavus Melek veya Tavusu’l-Melaike kelimelerini tercih ederler.


Onların taptıkları Melek Tavus, Sencik denilen horoz şeklinde tunçtan bir heykeldir.


Yine tunçtan bir kaide üzerine oturtulmuştur. Bu horozun ayakları yoktur.


Şeytan hakkında aykırı yaklaşımlara sahip olanlardan biri de Hallâc-ı  Mansûr (ö.922/1516) dur. Duyduğu ve hissettiği esrarı ifade etmesinden ötürü şimşekleri üzerine çeken, netice itibariyle de asılmaktan kurtulamayan Hallâc, İblis’in Âdem’e secde etmemesini tevhid, aşk ve fütüvvet açısından yorumlamıştır. Ona göre İblis Allah’tan başkasına secde edilmemesi gerektiğini, ilahi takdirin böyle olduğunu biliyor, secde emrini bir imtihan ve harici bir husus olarak değerlendiriyordu. İblis, Allah’a derin bir aşkla bağlı olduğundan O’ndan başkasının önünde eğilmemiş, secde şerefini yalnız ona tahsis etmiştir. Allah’ın: “Eğer secde etmezsen sana ebedî olarak azap edeceğim” uyarısına karşı, “Bu azap içinde iken beni görecek misin?” şeklinde bir soru sormuş, “evet” cevabını alınca, “Beni görmen bu azaba katlanmama değer” demiştir. Hallâc, aşkı bir zevk ve bir haz olarak değil, elem ve azap olarak görüyor ve aşığın sevgilisi uğruna en acı ıstırabı tereddüt etmeden göze alması gerektiğini düşünüyordu. İdam edileceği gün, vücudundan akan kanla abdest aldığı ve “Aşk namazı için abdest ancak kanla alınır,” dediği rivayet edilir.


Hallâc, İblis ile Firavn’un durumunu fütüvvet bakımından değerlendirirken fetâ ve fütüvvet ehli denilen yiğit ve fedakar insanların inandıkları davaya sonuna kadar bağlı kalmaları ve bu uğurda seve seve canlarını feda etmeyi göze almaları gerektiği hususunu dikkate almıştır. Hallâc’a göre İblis: “Eğer Âdem’e secde edersem fütüvvet ehli olma niteliğimi kaybederim,” demiş ve bu sebeple davasına bağlı kalmıştı. Firavn’da: “O’nun Rasûlü’ne inanırsam davâmı kaybetmiş olacağımdan fütüvvet makamından azledilmiş olurum,” diyerek denizde boğulma pahasına iddiasında ısrar etmişti. Bu bakımdan bu ikisini kendine örnek alan Hallâc, “Enelhak” davasında sonuna kadar ısrar etmekle fütüvvetin bir örneğini sergilemiştir.


Diğer taraftan Hallâc, fütüvvetin en güzel örneği olarak Hz. Muhammed (s.a.s) ile İblis’i görmüş, hiç kimsenin bu ikisi kadar davalarında samimi olmadıklarını, ancak birincisinin diğerinden daha mükemmel bir örnek teşkil ettiğini ileri sürmüştür.


Satanizm


Satan; Türkçe karşılığı şeytan olan Fransızca bir kelimedir. Satanizm ise; felsefede ve edebiyatta şeytana ve kötülüğe gösterilen bağlılık, onları yüceltme demektir.


Genelde anlaşıldığından farklı olarak, bir ilaha bağlı olmama anlamında “dinsizlik”e mukabil gelmektedir. Bazıları, satanizmin sınırlayıcı Musevî-Hıristiyan prensiplerinin verdiği memnuniyetsizliği ve bir ölçüde dini yeniden tanımladığını söyler. Her ikisi de geçerli görüşlerdir.


Satanizm edimli (fiil ve amel olarak) bir kişilik olarak, Anton Lavey’in: “Satanist doğulur, satanist olunmaz,” sözünde ifadesini bulur. Satanist olmaya çalışmak kendini aldatmak olur. Birini satanist olarak adlandırmak, onda bir dizi kabiliyetin varlığını ve satanizmi yaşarken kendini evindeymiş gibi doğal hissetmeyi gerektirir.


Satanizm, çocuk kaçırma, uyuşturucu kullanma, hayvan veya çocuk kurban etme ve aptalların, histeriklerin ve opporcunistler gibileri için kredi kazanmaya çalışma psikolojsi değildir. Satanizm, hayatı sevme ve onu övmeye dayalı, herkesin makul göreceği bir yaşam felsefesidir.


Çocuklar ve hayvanlar yaşam gücünün saf ifadesidir ve satanistlerin nazarında kutsal ve değerlidirler. Bununla beraber isteği dışında bir yaratığın canını alma, satanizme zıttır. Şuur kaybına sebebiyet veren şeylerle birisinin muhakemesini zayıflatmak ve beynini sulandırmak da satanizmle bağdaşmaz. Gerçek bir satanistin böyle şeylere ihtiyacı yoktur. Bir satanist, yapmak istediği şeyleri bilinçli olarak, iradesi ve hayal gücü ile gerçekleştirebilir.


Felsefe olarak satanizm, toplumun büyük bir bölümü tarafından alınıp öğrenilebilir. Fakat bu iş, failini satanist yapmaz, belki satanik yapar. Korkaklık, güvensizlik, kendinden nefret, uyuşturucu alışkanlığı, aptallık, hayatta sürekli başarısızlıklar ve yön eksikliği (istikametsizlik) gibi özelliklere sahip olan kişinin satanizmle bağdaşmadığı açıktır. Satanik biri için satanizm, satanistlerde olduğu gibi, kişinin özünün olduğu gibi yansıması olmayıp sadece en iyi insan geliştirici bir program olarak algılanabilir. Bir kişi, ümit vadeden bir satanik veya ciddi bir araştırmacı olabilir. Şu da var ki insanlar, satanizmi tanıdıklarında kendilerini daha iyi hissedeceklerdir.


Şeytan kilisesinin kurucusu ve büyük rahibi Anton Szandor Lavey 11 Nisan 1930 da doğmuştur. Kafkas kökenli bir aileden gelen Lavey, Şeytan Kilisesini kurmadan önce, aslan terbiyeciliği, polis fotoğrafçılığı, krimonoloji uzmanlığı, oyunculuk ve hipnozitörlük yapmıştı. Beş yaşından beri müzik yeteneği fark edilmişti. Yıllar sonra elektronik müziği seçerek synthesizer teknolojisi üzerinde çalışmalar yaptı. Majikal müziği ararken, Okült Müzik adını verdiği parçalar besteliyordu. Ona göre insan egoist, çirkin, habis ve korkulması gereken bir varlıktı. Kötü olan şeytan değil, aksine insanın kendisi idi ve kötülüklerini şeytanın adının ardına gizliyordu. Lavey bir 30 Nisan gecesinde (San Fransicko-1966) Şeytan Kilisesinin açılışını yaptı. Örgüt seçkin, zengin, eğitimli, yaratıcı, eksantrik kişilerden oluşuyordu. Lavey: “Hıristiyan Kilisesi’nin çağrısı beni tatmin etmiyor, burada majikal bir formül yok. Oysa dünyevî başarılar için belirli kurallar vardır ve bunlar beni doyuma erdirmiyor,” diyordu.


Grubun amacı, bireyselliğin bütünselleştirilmiş enerjisini topladıktan sonra, doğunun karanlık güçlerine ulaşmaktı. Ve bu gücün adı şeytandı. Lavey, şeytanın sesini dinlediğini söylüyordu ama kızıl pelerinli, boynuzlu, uzun tırnaklı, çatal mızraklı bir şeytan modeline de karşıydı. Gerçek kötülüğün insanın iç güdülerinde olduğu görüşündeydi. Bunları anlamak için fazla gayrete gerek yoktu, ona göre insanlara bakmak yeterliydi.


Satanizm hakkında Anton Lavey’in “The Satanic Bible” (Şeytan İncili) en önemli kitaplardandır. Bu kitap, Satanizm’in felsefesi, idealleri ve hedefleri hakkında bilgiler içermektedir. Şeytan kilisesi, bu kitabın ilk ele alındığında anlama zorluğu çekilebileceğini ihtar ettikten sonra şöyle diyor: “Çünkü siz, size Tanrı’nın iyi, şeytanın kötü olduğunu dikte eden bir çevrede yetiştiniz. Gerçek şu ki iyi ve kötü, insanların kendi amaçlarına uydurup kullandıkları rölâtif terimlerdir. Bazen insanlar yalan söyler ve sizin kesin şeyler düşünmenizi sağlamaya çalışırlar. Böylelikle siz de onların istediklerini yaparsınız. Fakat siz, her zaman için son kararın sizin olduğunu hatırınızdan çıkarmayın. Bu, büyük bir sorumluluktur. İşte bizim için şeytan, bu seçim gücünün sembolüdür.”


Anton Lavey’in belirlediği 11 kural, satanistlerin yaşam çizgilerini ifade etmesi bakımından önemlidir:


Size sorulmadığı sürece fikirlerinizi kimseye söylemeyin, ve nasihat etmeyin.


İçinde bulunduğunuz sıkıntıları mutlaka duymak isteyenler dışında kimseye açmayın.


Bir başkasının evinde misafirseniz, ev sahibine saygılı olun, veya daha işin başında oraya hiç gitmeyin.


Sizin kendi evinizdeki bir misafir sizi rencide eder, canınızı sıkarsa, siz da ona karşı zalimce davranın.


Karşı cins, sizi açıkça davet etmeden, karşınızdaki insanı taciz etmeyin.


Bir problemi çözüp, birinin derdine çare olmak gibi bir mesuliyetin haricinde size ait olmayan hiçbir işe burnunuzu sokmayın.


Kendi emel ve arzularınızı gerçekleştirmede şayet sihrin gücünü kullanarak başarılı olduysanız mutlak sûrette sihrin hakkını verin. Onun gücünü kabul edin. Aksi takdirde kazandıklarınızın tümünü kaybedersiniz.


Sizinle alakalı olmayan hiçbir şeyden şikayette bulunmayın.


Küçük çocuklara zarar vermeyin.


Vahşî hayvanlara, avlanmanın veya onlar tarafından saldırıya uğramanın dışında zarar vermeyin.


Açık yerlerde yürürken kimseye zarar vermeyin. Eğer birisi sizi rahatsız ederse ona, bunu yapmamasını söyleyin. Eğer hala buna devam ederse onu ortadan kaldırın.


Matt G. Paradise da: “Şu vurgulanmalıdır ki Anton Lavey’in Satanik İncil’i en azından Satanizm’in temellerinin anlaşılmasını sağlar. Benim söyleyebileceğimden çok daha fazlasını orada bulabilirsiniz,” der. Paradise ayrıca Satan Kilisesi üyeleri ve çalışanları tarafından yayınlanan satanik dergileri iyice incelemenin, gelişen satanizmle ilgili işleyen bir model olarak ayrı bir bakış açısı kazandıracağının, yine aynı kuruluşlar tarafından oluşturulan web sitelerinin de bu konuda yararlı olacağının altını çizmektedir.


James Whitlock, “Believing in God” (Allah’a mı İnanıyorsunuz?) adlı makalesinde şu değerlendirmelerde bulunmuştur: “Allah, faydasından daha çok zararı olan bir ajandır. Din sâlikleri, dinleri uğruna, yüzlerce yıldır birbirlerini öldürmektedirler. Dinler, her türlü faktörden daha fazla insan öldürmüştür. Bundan ötürü ben Allah’a böyle bir ajan diyorum. Ahirete de inanmıyorum. Bence Amerikan nüfûsunun üçte biri Allah’a inanmıyor. Yok olmak istemediğimden ölmek de istemiyorum. Siz de hayatınızı eğlence dolu yaşayın, ölüm düşüncesine kapılıp kalmayın.”

 


Şeytan kilisesi: “Her revizyonist hareketin, etkili ve belirgin değişiklikler oluşturacağı, bir takım temiz, somut hedeflere ve rehberliğe ihtiyacı vardır” diyerek beş-nokta programı belirlemiştir. Bu program, insanların, kendilerini satanizm ile yönlendirmeyi isteyip istemedikleri hususunda karar vermelerini sağlayan tavırları yansıtmaktadır. Bu beş nokta aynı zamanda satanistlerin yaptıkları şeyleri de içermektedir:


Tabaka tabaka oluşum: Herkesin sonunda huzura kavuştuğu bir nokta olmalıdır. Herkes için eşitlik miti (efsane) olamaz. O, sadece vasatlık ve alelâdelik olarak tercüme edilebilir ve güçlülere rağmen zayıfları destekler. Artık “su”yun beceriksiz savunucuların karışması olmadan kendi seviyesini aramasına izin verilmelidir. Kimse kendi aptallığının etkilerinden korunmamalıdır.


Bütün kiliselerin vergilendirilmesi: Eğer tüm kiliseler, gelirleri ve özellikleri için vergilendirilseydi, kendi eskimeleri ile parçalanacaklardı ve ulusal borç olabildiğince çabuk temizlenecekti. Üretkenlik, keşif ve kaynaklar devlet tarafından desteklenmelidir. Rekabetsiz bir ortamda kullanışsız ve beceriksiz para verilmeye devam edildiği müddetçe kiliseler, ağır biçimde vergilendirilmelidir.


Laikleştirilmiş kanun ve düzen kuralları içine dahil edilmiş dinsel inançlara toleranslı davranılmaması: Örneğin kısas usûlünü tekrar tesis etmek için, Judeo-Christian (Yahudi-Hıristiyan)’ların düşüncelerine dayalı mevcut yargı organının kökten yıkılması ve onların yaptıklarının tam aksinin yapılması gereklidir. Suçu asıl işleyen, üzerindeki etkilerden suçlandığından dolayı, hapishanedeki herkes için genel af düşünülmelidir. Herkes yaptığından etkilenmiştir. Uygunsuzlukların yaşanması için günah keçisi (şamar oğlanı) bulma, bir yaşam tarzı haline gelmiştir. Yahudi ve Hıristiyanlar, her şey için şeytanı suçlayarak, sorumluluktan kaçmaktadırlar. Satanik toplumdaki “sorumluya sorumluluk” inancına göre herkes iyi veya kötü kendi hareketlerinin sonuçlarını tecrübe etmelidir.


Sunî arkadaşlık bağlarının üretimi ve geliştirilmesi: Yasaklanmış sanayi, ekonomik bir devlet kuşu herkese başkası üzerinde güç oluşturmasına izin verecektir. 


Herkese kendi seçeceği çevrede yaşama şansının verilmesi: Her insana aynı davranışsal standartlara ve estetiğe zorunlu bağlılıkla beraber, homojen, sahipli ve kontrollü bir çevre, kişisel refahın olduğu bir sosyal çevrede, kişinin kendini çerçeveleyebilmesi özgürlüğü, estetik olarak daha hoş olan, başkalarının kirletme veya azaltması olmaksızın hissetme, görme ve duyma şansı verilmelidir.


Bunlar, sanatik taraftarlığın mevcut girdileri ile sınırlandırılmış versiyonudur. Böylece biri size: “Pekala, satanistler ne yapar” diye sorduğunda cevap verebilecek seviyede olacaksınız.


Satanizmde satan, satanistin sahip olduğu kendine güvenme, çevresinde olup biteni sorgulama, dogmatizmden kaçınma, başarı için azim gösterme gibi özellikleri temsil eden bir semboldür.


Satanik İncil’de Satanizm’in 9 ilkesi anlatılır:


Satan, tahammülsüzlüğe karşı müsamahayı temsil eder.


Satan, olması mümkün olmayan şeylere karşı realizmi temsil eder.


Satan, kendini beğenmişliğe karşı, kirlenmemiş duru bilgeliği temsil eder.


Satan, nankörler için boşu boşuna gösterilmiş sevgiye karşılık, onu hak eden kimselere gösterilen ilgiyi, nezaketi temsil eder.


Satan, “Vurana, öbür yanağını da çevir,” düşüncesine karşı intikamı temsil eder.


Satan, bir takım hayalî vampirlerden korkmak yerine, sorumluluğu temsil eder.


Satan, insanın fiziksel, duygusal, zihinsel olarak mutluluğuna, memnuniyetine vesile olan günahları temsil eder.


Satanizmde insan da diğer dört ayaklı hayvanlardan birisidir. Bazen onlardan daha iyi, ama çoğu zaman da onlardan daha kötüdür. Kötülüğü onun kutsal ruhundan ve zihnî gelişmesinden kaynaklanmaktadır.


Satan, kilisenin şu ana kadar sahip olduğu en iyi dostudur. Zira kilise bunca zamandır hep satan sayesinde aktif kalabilmiştir.


Matt G. Paradise: “Satan, kısır düşünceye başkaldıran, hoşgörüyü cesaretlendiren, köleliğe karşı isyan eden insan doğasını ve bütün dünyevî teklifleri eden bir karakter olagelmiştir. Genişletecek olursak, şeytana tapmak yerine onu örnek alıyoruz. “Şeytana tapmak, herhangi bir ilah bulup ona tapmaktır. Bu, Hıristiyanlığın tam tersi bir inanış olarak da tanımlanabilir ki yaklaşımdaki çarpıklığın göstergesidir. Satanizmde ise şeytan bir semboldür. Kültürel olarak rölâtif (izafî-mutlak olmayan) bir kavram da olabilir. Satanistler bu sembolün kendilerine uyan taraflarını seçerler. Bu seçim, karakterlere ve coğrafyaya bağlıdır. Bütün satanistlerde, satanın özellikleri olan isyan, başkaldırma, kendine güven ve şehvet vardır. Şimdi bir yandan şeytanın bu özelliklerine sahip olacaksınız, diğer yandan da şeytana tapacaksınız. Bu çok saçma bir şey olur,” diyor. Kiliseye, Şeytan Kilisesi denmesiyle alakalı olarak da: “Satan ismini sadece bir kavram olarak, bizim cesaretle ve pervasızlıkla koyduğumuz bir isim olarak düşünüyoruz,” değerlendirmesini yapıyor.


Satanist olabilmek için, belirli bir tek yol yoktur. Burada tekillik ve başarı teşvik edilmektedir. Gothic müzik, heavy metal veya klasik pop arasında fark yoktur, hepsi de dinlenilebilir. Olgun, duygusal, kendine dikkat eden veya karanlıkla eğlenen bireyci olunması farksızdır. Dünyada sevme, onarma, doğru bireysellik ve mütemadiyen başarılı olma, satanistin yapacağı şeylerdir. Şeytan, doğru olduğu varsayılan meydan okumalardan, ikiyüzlülükten başka olarak özgürlüğü temsil eder. O, meydan okuyucu, hem güçlü hem de gücü ilham edendir. Gerçek bir satanist olmak için mutlaka kiliseye üye olmak şart değildir. İşin ciddiyetini başkalarına da belli etmek için kiliseye üye olmanın bir önemi varsa da bu şart değildir. Hakiki bir satanist olmak için yapılması lazım gelen şey, bir satanist gibi yaşamaktır.


Satanizm düşüncesi temelde, klasik, dar Hıristiyan öğretisinden oldukça uzaktır. Satanizm, Eski Roma, Mısır, Grek, Zerdüştlükle beraber Fars, Aztek, Hindu ve daha pek çok dini ve kültürel akımları kucaklar. Bu manada satanizm düşüncesi Milton, Nietszche, Mencken, Maugham, Twain, Rand, Jung gibi pek çok entelektüel kimselerde de görülmektedir. Satanizm’in Hıristiyanlığın tam tersi bir inanış olduğunu söylemek, cahillik ve dar görüşlülük olur.


Conrad Robury, “The Black Book Of Satan” Şeytanın Kara Kitabı adlı kitabında bazı tespitlerde bulunmuştur. Satanistlerde olması gereken özellikler kanısı veren 21 satanik nokta şunlardır:


Zayıflık ve zavallılığa saygı gösterme, onlar hastaları güçlü yapan hastalıklardır.


Gücünü her zaman test et, zira başarı güçte yatar.


Mutluluğu zaferde ara, barışta değil.


Kısa bir dinlenmeyi uzun süren dinlenmelere tercih et.


Bir biçici olarak gel ki ancak o zaman tohum ekebilirsin.


Ölümünü göremeyeceğin bir şeyi (ölümsüz olanı) çok sevme.


Kuma değil, kayaya bina yap. Sadece bugün ve dün için değil, her zaman için inşa et.


Her zaman daha fazlası için çalış. Zira hiçbir zaman nihaî fethe ulaşılamaz.


Boyun eğmektense öl.


Sanat eserleri değil, ölüm kılıçları üret. Sanatın büyüklüğü burada yatar. 


Kendini aşmayı öğren. Böylece her şeyi aşabilirsin.


Yaşamanın kanı, yeninin tohumları için iyi bir çimlendiricidir.


Kafalarında en yüksek piramidi kurabilenler ancak daha ötesini görebilirler.


Aşkı kaldırıp atma. Fakat ona bir sahtekar gibi davran. Ve daima adil ol.


Büyük olan her şeye hüzünle ulaşılabilir.


Sadece ileriye değil, yukarıya doğru da çabala. Zira büyüklük yükseklikte yatar.


Kırdığı anda yaratan, taze ve güçlü bir rüzgar olarak gel.


Yaşam sevincini bir hedef haline getir. Fakat en büyük gayen büyüklük olmalı.


İnsandan başka hiçbir şey güzel değildir. Fakat en güzeli kadındır.


Bütün illüzyon ve yalanları reddet. Çünkü onlar güçlüyü yolundan alıkor.


Öldürmeyen daha güçlü yapar.


Anton Lavey, geliştirdiği doktrinde bazı değişmelere de gitmiştir. Bunu kendisi şöyle ifade eder: “Yıllarca insanlar, Şeytan Kilisesi’nin temsilcilerine sordu: “Pekiyi, tamam, sizin felsefeniz insan içgüdülerine göz yumma üzerine kurulmuş, fakat sizin de diğer dinler gibi günahlarınız yok mu?” Bizim cevabımız her aman hayır olmuştu. Fakat yanıt olarak değişmenin (ıslah) zamanı geldi. 21 seneden beri durmadan büyüyoruz ve sadece çabaladıklarımız değil, beğenmediğimiz ve engellemeye çalıştığımız, temiz ana noktalara sahip olmayı uygun buluyoruz. Fark şu ki diğer dinler, insanların engelleyemeyeceği günahlar geliştirir. Biz, insanların biraz çalışma ile düzeltebilecekleri günah niteliğinde şeyleri göz önüne alıyoruz.


Aptallık: Satanik günahların başında gelir. En büyük günahtır. Aptallığın acı veren bir şey olmaması çok kötü bir durumdur. Bizim toplumumuzda aptallık giderek çoğalıyor.


Satanistler, hilelerle oynamayı bilmelidirler.


Olduğundan daha farklı bir tavır ortaya koyma: Boş boş kasılıp durma, bazı insanların canını sıkabilir. Bu da aynı aptallık gibi, piyasada para ediyor. Herkes, kendilerini büyük bir av gibi hissetmeye yönlendiriliyor.


Bencillik: Satanizm için çok tehlikeli olabilir. Duyarlılığınızı, sizden daha az duyarlı olanlara yansıtmanız manasına gelir. İnsanlardan, sizin onlara doğal olarak verdiğiniz anlayışın ve nezaketin aynısın vermelerini beklemek hatalı bir tutumdur. Zaten onlar aynısıyla mukabelede bulunmayacaklardır. Satanistler, onun yerine “herkesin size davrandığı gibi davranın” ilkesini uygulamaya çalışmalıdırlar. Bu, çoğumuzun yaptığı bir şeydir. Size benzeyen insanların aldatıcı görünüşüne kanmamak için devamlı bir uyanıklık gerektirir.


Kendini Kandırma: Hepimiz, kendimize biçilen rolü ciddiyetle oynamalıyız. Fakat, bilerek ve eğlenmek maksadıyla kendini kandırma durumuna girmede mahsur yoktur. Zaten böyle bir durumda da kendimizi kandırıyor, hilekarlık yapıyor sayılmayız.


Sürü Uyumluluğu: Satanik tutuma göre gayet açıktır. Eğer neticede size kazandıracaksa birinin isteklerine uyulabilir. Sadece aptallardır ki kişisel olmayan bir tek varlığın dikte etmesine izin vererek sürünün arkasından giderler. Anahtar, çokları gibi kaprisleriyle köleleşmek yerine, akıllıca bir efendi seçmektir.


Perspektif Eksikliği: Bu eksiklik bir sataniste çok acılar verebilir. Asla kim olduğunuzu ve mahiyetinizi, varlığınızla ne gibi bir tehlike olduğunuzu unutmamalısınız. Bizler, şu anda tarih yapmaktayız. Her zaman için, en geniş tarihsel ve sosyal remi aklınızda tutun. Sürü kısıtlamalarıyla sallanmayın. Bilin ki sizler, dünyanın geri kalanından tamamen başka bir seviyede çalışmaktasınız.


Geçmiş Ortodoksların Unutkanlığı: Dikkat edin, bu, insanlara bir şeyi yeni ve farklı bir şey diye kabul ettirdikleri beyin yıkama anahtarlarından biridir. Oysa gerçekte o, daha önce geniş olarak kabul edilen ve şimdi yeni paketle sunulan bir şeydir. Bizden, orijinali unutmamız ve Yaratıcının dehası hakkında saçmalamamız bekleniyor. Bu ise, “kullan-at” görüşüne sahip bir toplum demektir.


Karşıt Verimli Gurur: Satanizm’in kuralı şudur: Eğer birisi senin için çalışıyorsa bu harika bir şeydir. Fakat senin işine yaramadığında, veya seni köşeye sıkıştırdığında tek çıkış yolu “özür dilerim, bir hata yaptım, bir şekilde uzlaşabiliriz umarım” demektir. O zaman sende öyle yapmalısın.


Estetik Yoksunluğu: Bu, denge faktörünün fiziksel bir uygulamasıdır. Şurası açık ki kimse güzelliğinin klasik standartlarıyla para etmez ve zamanın çoğunu şekillendiremez. Böylece bir tüketim toplumunda cesareti kırılır. Fakat güzellik ve denge için bir gözün bulunması Satanik bir araçtır ve daha fazla sihirsel etki için uygulanmalıdır. Bu hoş bir şey olmayabilir. Estetik kişisel bir şeydir, insanın doğasının yansıması gibi bir şeydir. Fakat inkâr edilmemesi gereken, bir çok evrensel zevkli ve ahenkli biçimler mevcuttur.


Şeytan Kilisesi şimdilerde sadece ABD’de değil, dünyanın farklı ülkelerinde de görülmeye başlandı. Bugün dünyada ve Amerika’da birbirinden çok farklı birçok satanist tarikat bulunuyor. Bunların birçoğu Şeytan Kilisesi çıkışlı ve ilhamını Lavey’den alıyor. Satanist gruplar arasındaki en belirgin farklılık, kozmoloji anlayışları ve organizasyon metodları. Kozmolojik olarak referans ve örnek alınan tarikat, Şeytan Kilisesi. Törensel büyü yöntemleri üzerinde uzman oldukları iddia ediliyor. Diğer satanist gruplar gibi belirgin bir şeytana tapınmıyorlar. Bu özellik bir başka satanist tarikat olan Ordo Temple’da da bulunuyor. Bununla birlikte Set Tarikatı gibi diğer satanist gruplar belirgin bir şeytan inancına sahip olmanın yansıra, şeytanın kozmolojik konumunu belirginleştirmeye çalışıyorlar. Bu akımın öncüsü olarak Dr. Michael Aquino biliniyor.

Amerikan Ordusu, satanizm hakkında 165-13 numaralı bir broşür yayınlamıştır. Buna göre Amerika’da 10 bin ile 20 bin arasında satanist vardır. Hatta orduda bile bunların müntesipleri bulunmaktadır. Şeytan Kilisesinin temeli, “The Hell-Five Club Of 18.Century England” Cehennem ateşi adındaki bir kulübe dayanıyor. 1920-1930 larda Almanya’da Aleister Crowlay satanizmi ilk heceleyen kişidir. Satanizm’in oluşmasına sihirbazlar ön ayak olmuşlardır. Şu andaki dünya liderleri Şeytan Kilisesinin kurucusu Anton Lavey’dir.


Anton Lavey’in “Satanic Bible” (Şeytan İncili), “Satanic Rituals” (Satanizm’in Temelleri), “Satanic Witch” (Satanic Cadı), “Devil’s Notebook” (Şeytanın Not Defteri), “Satan Speaks!” (Şeytan Konuşuyor) gibi kitapları vardır.


Blanche Barto’nun “Secret Life of a Satanist” (Bir Satanistin Gizli Hayatı), “Church of Satan” (Şeytan Kilisesi), “Book of the Law” (Kanun Kitabı) adlarında eserleri kaleme almıştır.


Ayrıca Luis Cantero’nun “My Path to Satanizm” (Satanizme giden yolum), “Gon Control and Satanizm” (Silah Kontrolü ve Satanizm) başlıcaları olmak üzere birçok makalesi bulunmaktadır.


Magister Peter Gilmore’un “What’s the Satanizm?” (Satanizm Nedir?) adlı makalesi ile


Peggy Nadramia adında bir kadının “Satanizm, Nasizm and Faczism” (Satanizm,


Nazizm ve Faşizm) isimli makaleleri meşhurdur.


Satanistler kendi aralarında ödül alma törenleri düzenlemekte, internet aracılığıyla birbirleriyle konuşmakta, kiliseleri için para bile toplamaktadırlar.


İnternetteki web sayfalarını fevkalâde cazip hale getirmişler, çok iyi homepage düzenlediklerinden ötürü birçok ödül almışlardır.


Satanistler kendi aralarında toplanırlar, âyinler yaparlar. Bu âyinlerde gonk, kedi kanı, kara ip, şarap, kılıç, zil ve mum gibi bazı ritüelleri kullanırlar. Tapınmalarını kimsenin göremeyeceği özel yerlerde yaparlar. Ayinin yapılabilmesi için Dr. Lavey’in Satanik İncil’de bahsettiği bütün argümanların mutlaka bulunmasa zorunluluğu yoktur. Bir miktar para, şilte, gonklar, siyah cübbe, kadeh ve kılıçların konabileceği özel bir yer olmayabilir. Bu şartlarda da güçlü bir âyin yapılabilir. İhtiyaç duyulan şey, sadece sessiz bir yerdir. Satanik Kilisesinin, bu durumdaki bir sataniste şu tavsiyelerde bulunur:


“Mumu yakın ve önünüze koyun. Dik oturun, derin nefes alın ve sakinleşin. Şuurunuzu, tüm dış düşüncelerden temizleyin. Aleve bakarken, içinizden veya yüksek sesle: “Karanlığın Efendisi, ben hazırım, senin gücünü içimde hissediyorum ve senin hayatımı şereflendirmeni istiyorum, ben şeytanın sahiplendiklerinden biriyim, selam şeytan,” deyin. Aklınızı açın, bu biraz zaman alacaktır. Hazır olduğunuzu düşünebilirsiniz, fakat hala hareket edemeye bilirsiniz. Şeytan imajınız üzerinde “güç” kelimesi üzerinde konsantre olun ve sizden geleni dinleyin. Başkasının veremeyeceği kendinizden cevaplar duyacaksınız. Bu şeytanı kendi hayatınıza davet etmenin basit bir yoludur. O sizi çizgiye çekecektir ve mutlu, güçlü ve odak noktası olmanız için ne yapmanız gerektiğini söyleyecektir, size onu yapmanız için gerekli cesareti ve dayanıklılığı verecektir. Seçtiğiniz yol kolay olmayacak, bazen kabus yaşayacaksınız. Siz meydan okumayla yüz yüze geldiğinizde o da, orada hazır olacaktır.”


Kendilerine ait tatil günleri vardır. Her satanistin doğum günü onun için satanik tatildir. Cadılar günü ikinci büyük tatilleridir. Çoğunlukla siyah giyinirler. Yeni üye bulmak için kitaplarını okuyan insanları imtihandan geçirirler. Başarılı olanları alırlar. Satanizmde organ alışverişi serbesttir. Cenazeyi kilisedeki papaz yönetir. Bütün dinlere karşı olan her şey onların dostudur.



Satanizm’in Kritiği


Satanizmi geliştiren, onu bir doktrin olarak empoze eden Anton Lavey’dir. 36 yaşındayken Şeytan Kilisesini açmış, “Satanic Bible” Satanik İncil, “Satanic Ritüels” Satanizm’in Temelleri gibi kitaplar yazmıştır. Kitaplarında şeytanı tanımlamış, onun müsamahayı, realiteyi, duru ve temiz bilgeliği, nezaket ve kibarlığı temsil ettiğini söylemiştir.! Satan, özgürlüğün, gücün ve kuvvetin de temsilcisidir. Kilise ve üyeleri, güçlerini ondan alırlar. Ona göre şeytanın özellikleri bu kadarla da kalmaz. O, aynı zamanda intikamı ve insanların arzuladığı bütün günahları da temsil eder. İsyan, baş kaldırma ve şehvet, şeytanda, dolayısıyla bir satanistte olması gereken önemli hususiyetlerdir.!


Anton Lavey’in şeytanı bu şekilde yorumlaması ilginçtir. Kötülük ve şerrin kaynağı olarak bilinen şeytana, başka bir urba giydirerek sevimli hale getirme uğraşısı içinde gibidir. Ona sadece güzel olan şeyleri layık görmemiş, bazı olumsuzlukları da nispet etmiştir. O, nazik olduğu yerde aşırı serttir, hoş gördüğü anda baş kaldırıcı ve asidir. Lavey, yeni bir din icat ettiğini iddia etmemekle beraber, satanik kiliseyi açmaktan ve o kiliseye baş rahip olmaktan da geri kalmamıştır. Bunlarla da yetinmeyerek Satanik İncili yazmış, satanistlere nasıl âyin yapacakları hususunda bilgiler vermiştir. Lavey’in esas niyeti şu ifadelerinde açıktır: “Yıllarca insanlar, şeytan kilisesinin temsilcilerine sordu: “Pekiyi, tamam sizin felsefeniz insan içgüdülerine göz yumma üzerine kurulmuş fakat sizinde diğer dinler gibi günahlarınız yok mu?” Bizim cevabımız her zaman “hayır” olmuştu. Fakat farklı yanıtta bulunmanın zamanı geldi. Biz senelerden beri temiz ana noktalara sahip olmayı uygun buluyoruz. Fark şu ki diğer dinler insanların engelleyemeyeceği günahlar geliştirir. Biz, insanların biraz çalışma ile düzeltebilecekleri günah niteliğinde şeyleri göz önüne alıyoruz.” Lavey’e yönlendirilen sorunun açılımı şudur: Bir doktrin olarak (din demek daha yerinde sanırım) satanizmde insan her istediğini yapacak, içgüdülerine her zaman göz yumacak, fakat vicdan mekanizmasını hiç işletmeyecek mi? Yanlış iş yaptığı kaygısını hiç taşımayacak mı? Günah kavramı adına geliştirilen bir şey yok mu? Satanist Rahip, bunlara yıllarca olumsuz cevap vermiş, Satanizm’in günah kavramını kapsamadığını söylemiştir. Öncelikle anlaşılan şudur ki, semavi dinlerin getirdiği bazı emir ve yasaklar, uyulması ve kaçınılması gereken bazı kuralları vardır ve insan başlangıç itibariyle bunlara uymakta zorlanır. Lavey, bu duyguyu istismar etmiş, insanları başıboş hayvanlar seviyesine indirgemiştir. Arzulanan her şeyi yerine getirme, mutlu olabilmek için ne gerekiyorsa yapma, yaşamı daha zevkli hale getirmeyi en büyük hedef haline getirme, güçlü olabilmek için her şeyi meşru görme, ilgilendirmeyen hiçbir işe karışmama gibi insanı sorumluluk dışına itici yaklaşımlar Satanizm’in temelini ve denilecekse felsefesini oluşturmaktadır.


Böyle bir soruya Lavey’in yaklaşımı oldukça enteresandır. Eskiden günah diye bir kavram yoktu, ama şimdi yöneltilen ısrarlı sorulara binaen günah kavramını felsefemize sokuyoruz demek istiyor. Günahların belirlenmesi işini de Satanik Kilisenin büyük rahibi olarak kendisi üstleniyor. Aptallığı, olduğundan farklı görünmeyi, kendini kandırmayı en büyük günahlardan sayıyor. Bunları nitelerken de: “Biraz çalışıp gayret etmeyle düzeltilebilecek günahlardır, yoksa diğer dinler gibi insanların önünü hiçbir şekilde alamayacakları günah cinsinden şeyler değillerdir,” diyor. Bir kere Lavey, daha önce günah sayılmayan bazı hususları sonradan günah olarak benimsiyor. Eğer bunlar günahsa, bu suçlara karşılık bir ceza nasıl verilecek? Yani önceden bu işleri yapanların durumu ne olacak? Öncekilerin işledikleri günahlar eğer bağışlanmış ise, bu bağışlama işini kim yapmış olabilir? Şeytan mı? Başka karanlık güçler mi? Lavey’in kendisi mi? Ahiret inancı olmayan bir doktrinde suç-ceza ilişkisi nasıl kurulabilir? İkinci olarak da Lavey, diğer dinlerdeki günahların, engellenemeyen cinsten şeyler olduğu iftirasında bulunuyor. Bu, Yahudilikte, Hıristiyanlıkta öyle olmadığı gibi, İslamiyet’te de öyle değildir. İnsan çalışır, cehdederse zamanla günahlara kapanıp şeytanın tasallutundan kendini kurtarabilir. Samimi müslümanlar için her zaman, günaha kapalı bir hayat mümkün ve müyesserdir.


Lavey’e göre Satanik Kilise etrafında toplanan grubun amacı, bireyselliğin bütünselleştirilmiş enerjisini topladıktan sonra, doğanın karanlık güçlerine ulaşmaktır ve bu gücün adı şeytandır. Sesini dinlediğini iddia eden Lavey’e göre şeytan, uzun tırnaklı, kırmızı pelerinli, çatal mızraklı ve boynuzlu değildir. O, bir semboldür ve iyiliklerin yegane temsilcisidir. Bütün bunlara rağmen Lavey, “Rosmary’nin Bebeği” filminde şeytan rolünü oynamaktan, boynuzu ve çatal mızrağıyla şeytan kılığına girmekten çekinmemiştir. Yaptığı bunca işler, Lavey’in şöhret düşkünü bir kişiliğe sahip olduğu fikrini çağrıştırmaktadır. Şeytanın sesini duyduğu iddiası da cinlerin tesirinde olduğu ihtimalini kuvvetlendirmektedir.

Anton Lavey’in öğretilerine bakılırsa insan, hayvanların en aşağılık olanıdır. Onu bu kadar alçaltan özelliği, kutsal ruhu ve zihnî gelişimidir. Sadece insana bahşedilen akıl, fikir, irade, his, şuur, vicdan gibi mekanizmalar, avantajın da ötesinde insanı mükemmelliğe sıçratan hususlardır. İnsan, bu mekanizmaları işleterek melekleri geride bırakabilir. Bunların kıymetini görmezlikten gelip gereği gibi kullanmama, insanı hayvandan daha aşağı bir çukura atar. Lavey, insanı, hayvandan daha aşağı görmekle, bunu daha baştan kabullenmiş gibidir. 21 satanik noktada, “İnsandan başka hiçbir şey güzel değildir, ondan daha güzeli de kadındır,” diyen Lavey’in tutarsızlığı meydandadır. Şeytan ise satanik kilisenin aktif kalmasına vesile olan en iyi bir dost, bir satanist için de en mukaddes bir semboldür. Lavey iyi ile kötüyü, güzel ile çirkini biri birine karıştırmış, insanları kavram kargaşasına itmiştir.


Matt Paradise, Satanizm’in, Yahudi ve Hıristiyan prensiplerinin verdiği memnuniyetsizliği ve dini yeniden tanımladığını söylerken, aynı zamanda onun bütün beşeri arzulara kapı araladığını da fısıldamış oluyordu.


“Sorulmadıkça fikir beyan edilmeyecek, nasihat edilmeyecekti.” Fakat satanistler, mülâkâtlar yapmakta, konferanslar vermekte, sorulmadığı halde fikir beyanında bulunmaktadırlar. Paradise, kendisine böyle bir soru yöneltilince şöyle demiştir: “Tabii ki bu, satanist kurala aykırı değildir. Bir dergiyi okuduğunuzda, radyoyu veya televizyonu açıp ta, bir satanistle görüşmeyi gördüğünüzde, ya okumaya veya seyretmeye devam edersiniz veya bilgi akışına kendinizi teslim ederek kendi rızanızla dinimiz hakkında bilgilendirilmiş olursunuz. Kimse size okumak, seyretmek veya dinlemek için baskı yapmamıştır. Satanizmi vaazı verilebilen bir şey olarak farz etmek herkesi satanist olabilir diye farz etmektir ki büyük bir yanlıştır. Bunu biliyoruz ve diğer dinler gibi birilerini dinlerinden döndürmeye çalışmıyoruz.”


Paradise, söylediklerinin, yönlendirilen soruya cevap teşkil etmediğini muhakkak kendisi de biliyordu. Satanizm’in önemli bir kuralını deldiğini ifade edemezdi tabii. Bu yüzden de kaçamak şeyler söyleyerek işi kapatmaya çalışıyordu. Her düşünce taraftarı, kendi fikirlerini anlatacağına göre, yanlış olan Paradise’nin kendi felsefesini anlatması değil, doktrin içinde yer bulan “sorulmadıkça fikir beyan edilmemesi” kuralı olsa gerektir. Lavey’in de dahil olduğu birçok satanist, kitaplar yazarak, makaleler neşrederek kendi fikirlerini, kendilerine sorulmadan ifade etmişler, kendi kuralları ile çelişmişlerdir.


Satanizmde her şey olanca açıklık ve netliğiyle ortaya konamamış, bazı noktalar kapalı kalmıştır. Bu konuda da Paradise’ya bir soru tevcih edilmiş, o yine yuvarlak şeyler söylemiştir: “Birçoğumuzun hayat felsefesi, düşünülmesi yasak farz edilen şeyleri irdelemeyi engeller ve bunlardan kolay kaçış yolları arar. Fakat biz bilinçli ve uyanık olursak melun olan şeyler, bizim için iyi şeylere dönüşebilir. Satanik kurallar sanatistler için yazılmıştır ve satanist olmayanlar için uygun bir şekilde yararlı olmasına rağmen, zihindeki bazı öğrenmeler buna engel olabilir.”


Satanizm, bütün insanlığı kucaklayan bir yaşam felsefesi diye dikte edilse de, öyle olmadığı, Amerika’da işlenen yüzlerce hadisenin faturasının satanistlere çıkarılmasından anlaşılmaktadır. Bir Amerikan polisi, “Şeytanın Peşinde” adlı bir kitap kaleme almış, satanistlerin çıkardığı olaylara genişçe yer vermiştir. İki satanist toplulukta rahibe mertebesine çıkarılan Marty Johnson, şeytana tapınma âyinlerinde satanistlerin yaptıklarını şöyle anlatmıştır: “Teksasta, Harris Country bölgesinden kaçırılmış sekiz yaşındaki küçük bir kız çocuğunun kurban edilmesine tanık oldum.” Johnson, cinayeti ayrıntılarıyla anlatmış, küçük kıza uyuşturucu verildiğini, gözleri dehşetten açılmış olarak, başka çocukların gözleri önünde katledildiğini açıklamıştı. Amerikan polisinin bir bölümü için, satanistler, kuşaklardan beri ibadetlerini gizlice sürdüren, bakımevlerinden çocuk çalan, katleden, kaçıran ve tecavüz eden aile üyelerinden oluşuyordu. Şebeke yılda elli bin kişinin katledilmesinden sorumluydu. Uzmanlara göre cinayetler, işleyenlerin enerjisini zenginleştiren temel güçleri serbest bırakıyordu.


Paradise’ya, 11 satanik kuraldaki “yok etmek” in manasını sorduklarında şu cevabı verir: “Bu pragmatizmdir ve artık geçerli değildir. Ama öldürmek, bir saldırganı ya da düşmanı yok etmenin tek yolu değildir. Ona hakaret edebilir veya kovabilir sadizm kapasitene göre daha bir çok şey yapabilirsin. Satanizm’in insan öldürmeyi söylediğini iddia etmek gülünç bir şey, bir insanın davranışları için bir günah keçisi teklif etmekten başka bir şey değil ve hiç te satanik olmayan bir davranış. Eğer bir insan başka bir insanı öldürmek veya tecavüz etmek isterse bunun sonuçlarına hazırlanmalı ve şikayette bulunmamalıdır. Bence bir düşmanı, nefsi müdafaa hariç öldürmek sıkıcı ve etkisiz bir şeydir. Onları canlı tutmak ve acı çekmelerini sağlamak daha uygun ve mutluluk vericidir.”


Paradise, insan öldürmeyi satanizme yakıştıramamış, fakat insanın acı çekmesini mutluluk verici olarak nitelemiştir. İnsanı ve hayatı sevmeyi, yaşam felsefesi edinmiş birisi de zaten başka türlü düşünemezdi ya!


Satanizm’in daha birçok çelişkileri ve çarpıklıkları vardır. Biz, bu doktrinin, cinlerin tesirindeki bir adamla, onun etrafında dinlerin getirdiği sorumluluğu yüklenmek istenmeyen bir grup insanın oluşturduğu bir organizasyon olduğunu düşünmekteyiz.



Satanizm’in Düşündürdükleri


İnsan, kendisine ait özellikleriyle diğer mahlûkata karşı haklı bir üstünlüğe sahiptir. O, vücudunun biçimi ve fonksiyonlarının mükemmel işlemesiyle o kadar harikadır ki, bu varlığın uzuvlarından hangisinin anatomisine dikkat edilse hayranlık uyandıracaktır. Bu maddî ölçülerle tam bir ahenk içerisindeki kalb, ruh, akıl, irade, his, idrak ve vicdan gibi fizik ötesi mekanizmalarıyla da insan, yaratılanların en ihtişamlısıdır. Onun hem fizik, hem de metafizik yönü bir arada değerlendirilmeli ve bunlar katiyen ihmal edilmemelidir. Bunun içinde günlük hayatta dinin belirleyicilik vasfı daima aktif olmalıdır. Yaşam süreci devam ederken ruhî açlık hissetmemek, tatminsizlik ağına düşmemek ve yanlış komplikasyonlara maruz kalmamak için bu zorunludur. İnsanları bunalımdan ve her türlü problemden kurtaracak en güçlü fenomen dînî değerlerdir. Dinin göz ardı edildiği bir ortamda insanlar, metafizik ihtiyaçlarını karşılayabilmek için doğru-yanlış birçok yolu ne pahasına olursa olsun deneyecek, hatta bazen çok anlamsız şeyler uğrunda ömürlerini tüketebileceklerdir. Zira bu, yeme-içme gibi fıtrî bir ihtiyaçtır ve ne olursa olsun mutlaka bir yerlerden beslenmelidir. Bu açıdan din göz ardı edilmemeli, aksine, ahlakî değerler topluma benimsetilmeli, metafizik kimlik sahibi olma sevdirilmeli, manevî bünyeyi zedeleyen zararlılara karşı önlemler alınmalı ve panzehirler geliştirilmelidir. Aksi takdirde Avrupa ve Amerika’da sıkça görülmeye başlanan birçok sapık mezhep ve tarikatlar, ülkemize akıtmaya başlattıkları sızıntıyı artıracak -maazallah- belki de bu fraksiyonların zararları patolojik bir boyuta da ulaşabilecektir. Bugün satanizm, yarın başka bir eğilim, gün yüzüne çıkacak, insanlar, özellikle de gençler manevî tatminsizlikle ömürlerini berbat edip gideceklerdir.


Orta çağda kilise, insanı tamamen mistik hayata yönlendirirken yanlış yapıyor, onun cismani yanını görmezlikten geliyordu. Dînî otorite, insanlara baskı yapıp özgürlüklerini kısıtlamış, dengeyi tutturamayıp aşırılığa kaçmıştı. Onlara göre insanın maddî cephesi, cismaniyeti ve bu cepheye bağlı ihtirasları, emelleri, iştahları kısıtlanarak onun psişik varlığı sürekli baskı altında bulundurulmalı ve bedenî yanları hep aşağılanmalıdır. Hatta her dindar, beşerî ihtiraslardan sıyrılabilmek için maddî yanlarını sürekli zabt u rabt altına almaya çalışmalıdır. Hıristiyan öğretilerine göre, insanın cismanî yanının ezilmesi, hakir görülmesi ölçüsünde hürriyet ve insanlığının derinleşmesi söz konusudur. Upuzun bir zaman dilimini meşgul eden bunca daraltma ve sıkıştırmalardan sonradır ki yer yer belli ölçüde hem sosyal yapıda, hem insana bakışta bir kısım değişiklikler meydana gelmeye başlamış, alternatif düşünceler de konuşulur olmuş, bütün bunlar, batılı düşünceye Rönesans’a giden ufukları açmış ve dînî hayatta da reforma müsait zeminler oluşturmuştur. Fransız ihtilali, kilise babalarının yanlış yönlendirmelerinden doğmuş dense yanlış söylenmiş olmaz. Fakat devrimciler de kilisenin ifratına karşılık tefrite gitmiş, dini ve ona bağlı olarak metafiziği inkâra yeltenmişlerdi. “Dinin kamu düzeni için potansiyel bir tehdit” olduğu anlayışı hakim kılınmış ve bu derhal pratiğe taşınmıştı. Bundan böyle “hürriyet dini”nden başka bir din tanınmayacaktı. Yapılan baskıların iyice artmasıyla papazlar istifa ediyorlardı. Parisçi devrimciler, “Akıl ve mantık dini dışında bütün kilise ve mabedlerin kapatılmasına, dinsel kaynaklı karışıklıklardan papazların kişisel olarak sorumlu tutulmasına, bir kilise ya da mabedin açılmasını isteyen kişilerin tutuklanmalarına, papazların sürekli izlenip, her türlü kamu görevlerinden uzaklaştırılmalarına” karar verdi. Uygulamalar dört bir yana hızla ve aynen yansıdı. Bütün bunlara rağmen, dînî serbestinin önü alınamadı. Dindarlar, kiliselerinin tekrar açılması için silaha sarılmışlar, Robespierre’den yardım istemişlerdi. Hepsi “Dinimizi istiyoruz, onu korumak için gerekirse hepimiz öleceğiz,” diyorlardı. Umumi din uyanışı devrimcilerin gözlerini korkutmuştu. İnsanların rûhî ihtiyaçları göz ardı edilemezdi.


Auguste Comte, insanı mabutlaştırırken, onun metafizik buudunu hiçe sayarak aslında ona en büyük kötülüğü yapmaktaydı. Karl Marks, “Din afyondur” derken tahrif edilmiş Hıristiyanlığın aşırılıkları hakkında belki doğru söylüyordu. Fakat bununla beraber insanın çok önemli bir boyutunu göz ardı ettiğinin de herhalde farkında değildi.


Her şeyi gözleme indirgeyen, metafiziği gereksiz sayan dünyalarda insanın hakiki değerini biçebilmek mümkün değildir. İnsan bir bütün olarak ele alınmalı, maddî-manevî doyuma erdirilmeli ya da en azından ona vardıran yollar gösterilmelidir. Aksi takdirde bunalımlar birbirini izleyecek, bu boşluktan kaynaklanan komplikasyonların ardı arkası kesilmeyecektir.



İSLAM İNANCINDA ŞEYTAN KAVRAMI

YÜKSEK LİSANS TEZİ

Mehmet Yavuz ŞEKER

Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


Dinler Tipolojisi/Tasnifi

 


Dinlerin çeşitli açılardan farklı tasniflere tabi tutuldukları dikkati çekmektedir. Dinle ilgili yapılan tasniflerde dinin kendisinden hareketle yapılan tasniflerle tasnifi yapan kişinin dine yönelik algılamalarının etkili olduğu görülmektedir. Örneğin geçtiğimiz yüzyılda yaygın bir söylem olarak etkisini hemen her alanda hissettiren pozitivist paradigma kendi evrimci anlayışı doğrultusunda bir dinler tipolojisi yapmaya çalışmıştır. Bu bağlamda dinler “ilkel dinler” ve “gelişmiş dinler” şeklinde iki ana grupta toplanmış; dinin ilkelliği ve gelişmişliğinde ise ilgili dine mensup olan insanların sosyo-kültürel yaşamları belirleyici olmuştur.



Diğer taraftan dinin kendisi merkezli yapılan tasnifler de dikkat çekici olmuştur. Örneğin her din mensubu kendi inanç ve değerlerini merkeze koyarak bir din tasnifi yapmaya çalışmıştır. Bu doğrultuda kendi inancını hak ve doğru din ya da yegâne din, diğer inanç sistemlerini ise batıl dinler olarak tanımlamıştır. Örneğin İslâm geleneğinde yapılan en yaygın din sınıflaması hak, ilahi ve semavi kavramları ekseninde olmaktadır. Buna göre hak/semavi/ilahi dinler İslâm, Yahudilik ve Hıristiyanlık için kullanılmakta bunların dışındakiler ise farklı bir kategoriye oturtulmaktadır. Buradaki ölçü İslâm’ın kendisi olarak görülmektedir. Bu anlayış Yahudilik ve Hıristiyanlığı da kökeni itibarıyla hak ve ilahi kategorisinde görmekte; bunların sonradan tahrif edilmiş olduğunu var saymaktadır. Bu nedenle bu dinler “muharref dinler” olarak da adlandırılmaktadır. Doğrusu bu sınıflama subjektif bir sınıflamadır ve kendi içinde de bazı sorunlar taşımaktadır. Zira Kur’an’dan hareketle konuşmak gerekirse Kur’an dinleri “Allah’ın dini İslâm” ve diğerleri şeklinde temelde ikiye ayırmakta ve bu bağlamda yalnızca İslâm’ı “hak/ilahi din” olarak değerlendirmektedir. Diğer taraftan genel olarak dinlerin hakikat anlayışları perspektifinden düşünüldüğünde de bu sınıflama ciddi sorunlar taşımaktadır. Zira genel anlamda kendisini hak ya da ilahi olarak görmeyen hiçbir din bulunmamaktadır.


Benzer şekilde diğer din mensupları da kendi inanç sistemlerini merkeze alarak din sınıflamaları yapmışlardır/yapmaktadırlar. Örneğin Hıristiyanlık Ortaçağ başlarından itibaren kendisini yegâne doğru din olarak görmüş ve kendisi dışındakileri pagan gelenekler olmakla itham etmiştir. Aynı şekilde Sabiilik kendisini yegâne doğru (“kuşta”) olarak görürken diğerlerini yanlış ya da “kabda” kategorisinde değerlendirmiştir.


Görüldüğü gibi dinin içerisinden yapılan sınıflamalarda dinin doğru-yanlış ya da hak-batıl anlayışları etkili olmaktadır. Diğer taraftan dinler daha nesnel bir yaklaşımla temsil ettiği mesajın evrenselliği, tanrı düşüncesi, vahiy geleneğine yer verip vermemesi, merkezi kavram ve değerleri, yaşayan bir gelenek olup olmaması ya da yaşadığı coğrafi alanlar gibi çeşitli özellikleri dikkate alınarak sınıflanabilir. Ancak bu sınıflamalar da mutlak anlamda sorunsuz olmayıp zaman zaman çeşitli problemler taşımaktadır. Örneğin mesajın evrensel olup olmaması açısından dinleri evrensel dinler, milli dinler şeklinde iki ana kategoriye ayırmak mümkündür. Bu sınıflamada evrensel dinler, sahip olduğu inançları evrensel düzlemde yaymaya çalışan, dolayısıyla tüm insanlar arasında yayılmayı hedefleyen inanç sistemleridir. Milli dinler ise dinin kapsamını yalnızca bir milletle, soyla, klanla ya da kabileyle sınırlamış olan geleneklerdir. Ancak öyle milli dinler vardır ki tarih içerisinde zaman zaman dinin evrensel planda yayılmasına yer vermiş, dolayısıyla evrensel bir din karakteri göstermiştir. Örneğin Yahudilik genelde milli bir din olarak tanımlanır. Ancak Yahudilik tarihinde bazı Türk boylarının, Afrikalı siyahîlerin, Hintlilerin ve benzeri İsrailoğulları dışındaki halkların Yahudi oldukları bilinmektedir. Yine dinler inanılan tanrının tekliği ya da çokluğu açısından monoteist, düalist, henoteist ve politeist dinler; tanrının bilinip kavranması açısından agnostik ve gnostik dinler ve inanılan tanrının evrenle ve insanla ilişkileri açısından panteist, deist dinler gibi kimi sınıflamalara ayrıştırılmaktadırlar. Bu sınıflamalar da her zaman tam olarak kapsayıcı olamamaktadır. Zira bir dinsel gelenek içerisinde tanrının varlığı, sıfatları ve benzeri konularda bazen birbirinden farklı algılamaların yan yana varlıklarını devam ettirdikleri görülebilmektedir.


Dinler inanç ve öğretilerinin merkezinde yer alan ana kavram veya değer açısından da tanımlanmaya çalışılmaktadır. Bu bağlamda örneğin Hıristiyanlık tüm inanç ve değerlerinde Mesih inancına ağırlıklı yer vermesi nedeniyle Kristosentrik ya da “Mesih merkezli” bir dindir. Yahudilik İsrailoğullarının seçilmişliği inancını merkeze koyan etnosentrik bir din olarak, İslâm ise taviz vermez tek tanrıcığı ya da tevhid inancını merkeze alan teosentrik (veya daha yerinde bir ifadeyle tevhid merkezli) bir din olarak değerlendirilebilir.


Dinler yayıldıkları coğrafi alanlara göre de sınıflamaya tabi tutulmakta ve bu bağlamda örneğin Asya dinleri, Afrika dinleri, Avrupa dinleri ve benzeri tanımlamalar yapılmaktadır. Fakat buradaki temel sorun, bir dinin özellikle de evrensel dinlerin çoğunlukla birçok coğrafi bölgede aynı anda yaşıyor olmasıdır.


Görüldüğü gibi, hangi bakış açısı temel alınırsa alınsın dinlerin tasnifine yönelik yapılan/yapılacak değerlendirmeler sorunlar taşımaktadır. Bir diğer ifadeyle dört dörtlük bir din tasnifi yapmak fazla mümkün gözükmemektedir.



YAŞAYAN DÜNYA DİNLERİ

Prof.Dr. Ali ERBAŞ

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak