Ayakkabı
Bilinen en eski ayakkabı IO 2000 yılına tarihlenen ve Mısır’da bulunan örülmüş papirüsten yapılma sandaldır. Eski Yunanlılar ve Romalılar çeşitli biçimlerde bağlanan sandallar giyiyorlardı ve bugünün ayakkabısıyla sandal arası giyimi Yunanlılardan öğrenmişlerdi. Ayakkabıcı loncası IO 200 yılında Roma’da kuruldu ve ayakkabı modasıyla Roma’da giyilebilecek ayakkabı renkleri kurala bağlanmıştı, imparator Heliogabalos (İS 204-222) yüksek mevki sahibi kadınlar dışında pahalı ayakkabı giymeyi yasakladığı gibi, Aurelianus da (270-275) erkeklere kırmızı, beyaz, sarı, yeşil ayakkabıyı yasaklamıştı. Osmanlı İmparatorluğu’nda da ayakkabı renkleri kurallara bağlanmış, Müslümanların ve her millet, yani din/mezhepten insanın ne renk giyebileceği belirlenmiştir. Müslümanların kavuk ve ayakkabıları sarı, Ermenilerin başlık ve ayakkabıları kırmızı, Rumların siyah, Yahudilerin mavidir.
Rönesans’la uzun topuk ve sivri burunlu ayak kabılar ilk kez moda oldu. Yüksek topuklu ayakkabıları önce erkekler giydi, zaten bu dönemde kadın ayakkabıları uzun eteklerin altında görünmediğinden henüz moda konusu değildi. Güneş Kral XIV. Louis döneminde erkek ve kadın ayakkabılarının topukları iyice uzadı. Zamanla erkek topukları küçülürken, kadın topukları uzayıp inceldi. Kadın ayakkabısının topuğu modaya göre yükselip alçaldı. Latince stilus kökünden gelen İtalyanca stilo (hançer), 1950’lerin sivri ve yük sek topuklarına stiletto biçimiyle ad oldu.
Ayakkabı, ‘demir asa demir çarık’ deyiminin ifade ettiği gibi, statü gösterir, simgesel nitelik de taşır. Ön Asya’ya benzer biçimde, demir ayakkabı Çin efsanelerine kadar uzanır. Çin’de ayakkabı uyum ve denge simgesidir ve oğul sahibi olma dileğini de ifade eder. Eskiden mahkemelerde kocasının cinsel iktidarsızlığı nedeniyle boşanmak isteyen kadınların, hâkimlere bu durumu anlatmak için ayakkabılarını çıkarmaları da Çin simgeselliği ile benzeşiyor.
Osmanlı esnaf örgütlenmesinde çizme, edik, terlik ve mestçiler ayrıştığı gibi pabuç ve başmakçı esnafı da ayrı ayrı örgütlenmiştir. Başmak deriden yapılmış üstü açık ayakkabı türüyken sonra pabuç anlamında kullanılır olmuştur. Pabuç Farsça pa (ayak) ve puş (örten) sözcüklerinden gelir. Evliya Çelebi başmak, pabuç, çizme ve attar esnafının hepsinin pirinin Muhammed bin Ekber-i Yemenî olduğunu, İmam-ı Azam’ın başmakçıları pabuççulardan ayırdığını yazar. 1579 yılında “...başmakçılar çarşısıyla çizmeciler ve pabuççular çarşısı başka başka olup biri birinin sanatlarına karışmayıb, her taife sanatlu sanatın işlerken, sonradan saray pabucu deyû bir pabuç ihdas olunmağla çizmeciler ve başmakçılar dahi işleyib sefer-i hümâyûn için orduca lazım oldukda bu pabuççular saray pabucu için orducu vermeziz deyü” direnmeleriyle İstanbul kadısına, başmakçılarla çizmecilerin pabuççuların işlerine karışmamasını sağlaması için emir verilmiştir (Ahmet Refik Altınay, Onuncu Asr-ı Hicride İstanbul Hayatı). Ayakkabı esnafının bu kadar uzmanlaştığı Osmanlı döneminde çarık, çapula, yemeni, fotin kundura, kamerçin gibi, bölgelere ve toplumsal statüye bağlı olarak birçok ayakkabı çeşidi tüketilmektedir.
Çarık insanların kendi üretimi, çapula Doğu Karadeniz’e özgü çarık biçimidir. Yemeni geleneğe göre, Evliya Çelebi’nin verdiği bilgiye uygun biçimde, Yemenî Ekber adlı bir usta tarafından Yemen’den getirilmiştir.
Önce Güneydoğu’da yayılan ve özellikle Antep’te kırk yıl öncesine kadar varlığını sürdüren iki yüzün üstünde imalathaneyle bütün Anadolu’nun çarşı işi ayakkabısı olmuştur. Yemeninin alt derisi manda, yüz derisi keçi, kenarı oğlak, iç yüzü koyun, iç tabanı sığır derisinden yapılır, çirişle yapıştırılarak balmumuna batırılmış pamuk ipliğiyle çapraz dikilir.
Mest lapçin, konçları uzun ve bağlı kaloş potini çamurdan koruyan yarım kunduradır; mest lastik yaygınlaşınca bırakılmıştır. Galoş İspanyolca ahşap ayakkabının adıdır; Fransızca galoche, Almanca Galoschc, İııgilizce galosh, son dönem Latincesi calopedia, Eski Yunanca kalopous, ayakka bıcının ayakkabı kalıbı anlamında kalon (ahşap) ve pous —podos (ayak) sözcüklerinden gelir. Eskiden Osmanlı dahil bütün Avrupa’da yağmur çamura karşı ayakkabıyla giyilen nalındı, bugün hastane ve kreşlere girilirken takılan naylon koruyucu olarak yaşıyor.
İskarpin (Fransızca escarpin) 1918’de kullanılmaya başlandı, önce ‘avam’ yemenisini andırdığından yadırgandı ise de, Reşat Ekrem Koçu’nun verdiği bilgiye göre Anadolu hareketinin yaygınlaşmasıyla iskarpin de tutundu.
Rugan ayakkabı adını Farsça revgan (parlak deri) sözcüğünden aldığı gibi, süet de Fransızca peau de Suede tamlamasının İsveç anlamına gelen ‘Suide' kısmıdır; İsveç derisi yüzü ince havlı deri türüdür, ikinci Dünya Savaşı sonrasında bütün dünyada yaygınlaşan mokasen Kızılderili ayakkabısı, tatil yerlerinde bir dönem yaygınlaşan, altı örgü ipten yapılmış espadril ise İspanyol köylü ayakkabısıdır.
1892’de Ingiltere’de seri üretim yapan makinelerle ilk ayakkabı şirketi kuruldu. Dikiş makinesi ayakkabı sanayiine ilk ivmeyi kazandıran buluş oldu. Ama dünya ayakkabı modasının merkezi İtalya’dır.
Fatih döneminde Beykoz’da başlayan ayakkabı üretimi III. Selim zamanında 1805’te bir özel değirmenin devlet tarafından satın alınması ve suyunun Kâğıthane’ye verilerek yörenin dericilik bölgesi haline getirilmesiyle sürdürüldü. II. Mahmud Hamza Bey’den 1810’da Beykoz deresi debbağhanesini satın aldı, 1816’da debbağhane fabrikaya dönüştü. 1872’de iki buhar kazanı, 40 beygir gücünde bir buhar makinesi getirtildi. I884’de günde 250-300 çift kundura üreten fabrika, 1912’de günde 1000 tabaka deri, 4000 asker postalı üretiyordu. 1925’te sivilleştirilen fabrika 1933’te Sümerbank’a devredildi. 8 Aralık 1930’da Umum Ayakkabıcı Sanatkârlar Cemiyeti’nin düzenlediği ayakkabı sergisini gezen Atatürk’ün sözleri bu yıllardaki ayakkabı piyasası hakkında fikir verecektir: “Kunduracılar Sergisi’nde gördüğüm her türlü ayakkabılar, sanatkârlarının çok ilerlemiş olduklarını isbat eden eserlerdir. Vatandaşlarıma yerli ayakkabılara rağbet göstermelerini tavsiye ederim. Yerli ayakkabıları hariçten gelmiş göstererek fazla satış yapmak hevesine düşenler bulunduğunu söyleyenler oldu. Eğer bu doğru ise çok teessüfe şayandır.”
1950’li yıllarda dar gelirli kesimlerde ve özellikle köylerde kara lastik dönemi başladı. Şehirli çocuklar yazlık olarak renkli ve desenli, tokalı lastikler kullanırken, köylüler büyük küçük, yaz kış kara lastik giymeye başlamışlardı. Yazlık ayakkabı türü olarak ‘sandaletlerin giyilmesine, 1908’den itibaren önce erkek çocuklarla başlandı, sonra kız çocuk ve nihayet büyükler tarafından giyilmesi olağanlaştı. Lastik veya kara lastik ayakkabıların da biçim olarak sandaleti taklit eden yazlık modelleri vardı.
Yazlık olarak bu ayakkabıların giyilmesi, 1960’larm sonlarından itibaren ‘beden’ dersi ayakkabılarının günlük kullanıma girmesine kadar devam etti.
Türklerin eve girerken feslerini çıkarmamaları ile Batılıların ayakkabılarını çıkarmamaları, birbirlerinin tersi davranışlar olarak dikkat çekerdi. Fesin kalkması ile baştaki ayrım yok oldu ama misafir de olsa ayakkabıyla bir eve girmek halen evi mundar edecek bir davranış olmayı sürdürüyor.
Terlik
Ter Eski Türkçedir; terlik ev içinde giyilen hafif ayakkabının, ayrıca başa giyilen takkenin de adıdır.
Mercan terlik pabuççu esnafının bekar odalarının bulunduğu İstanbul’un Mercan semtinden adını alır; burada üretilen topuksuz yanları açık terlik 15.-16. yüzyılda moda olmuştur.
Pantofla orta Latincede vardır, İtalyanca, Fransızcaya, burdan da birçok Avrupa diline yayılmıştır. Yunanca ‘tamamen mantar’ anlamında panto-fellos’tan geldiği açıklaması yanlıştır, bu etimoloji 15. yüzyılda yapılmıştır, Eski Yunanistan’da mecvut değildir. Avrupa’nın birçok dilinde, Rusça tufel’e kadar terlik için kullanılan sözcük budur. Sırpça terlik sözcüğü zapatilla, zapato ayakkabının küçültülmüş biçimidir. Britanya Adalarında bugün terlik anlamında kullanılan yslopan, slipier, slipper sözcükleri iloparı, ilop, sloppe ve slop sözcüklerinin standartlaşmış biçimleridir, bu sözcükler geçmişte bot türü, tam olarak tanımlanamayan bir ayak giyiminin adı olduğu gibi, bol dolak, cübbe, potin, sandalet gibi giyimler için de kullanılmıştı.
Julie L. Horan Tuvaletin Sosyal Tarihi - Bay Porselen (çev. Gül Çağalı Güven, 1997) kitabında Japonların banyoya girmeden önce ev terliklerini çıkartarak tuvalet terliği giymelerini, herhalde terlik kullanmayan bir Batılı olarak, terlik konusunun tuzu biberi gibi anlatır.
Çizme, Bot, Spor Ayakkabı
Eski Mısır ve Sümer askerleri çıplak ayak savaşırken Asur ve Hitit askerleri çizme giyiyordu ve Hitit metinlerinde tarım tanrısı Telipinu için, şaşkınlık belirtmek üzere kullanılan sağ çizmesini sola giyinmek deyimi çizmenin sağının solunun olduğunu da gösterir.
Çizmeyi ilk giyenler göçebe halklardır. Avrupa’da çizme üretimi ve modaları 1800’lerde çağdaş ordularla gelişti. II. Mahmud Yeniçeri Ocağı’nı kaldırıp yeni ordu kurarken, kara ordusu için postal, süvari için çizme giyilmesini benimsedi. Çizme sözcüğü Macar, Romen, Bulgar, Sırp dilleriyle birlikte Arapça (Mısır’da gazma) ve Farsçaya da geçmiştir. Orta Asya Türk dillerinde çizmenin karşılığı Anadolu’da dar bir bölgede de kullanımı süren edik’tir; çizme Anadolulu bir sözcüktür ve Hasan Eren’in açıklamasına göre ‘çözme edik’ kullanımından doğmuştur. Gene çizme anlamında kullanılan çekme de ‘çekme edik’ten gelmedir.
Bot sözcüğünün kökeni tartışmalıdır; Geç Latince botta, Germen dilinde butt (değnek), Fransızca pied (bot, sopa, ayak) sözcüğünden türetildiği düşünülen botte, İspanyolca bota, eski İngilizce bote ve Almanca Boot biçimleriyle Avrupa’da yaygındır. Kışlık ayakkabı yerine önce şehirlerde gençler arasında yaygınlaşmış olan bot Türkiye’ye ilk kez kadın ayakkabısı olarak gelmiştir. Kadınlar eskiden kundura giyerken, alafranga çarşafla birlikte uzun, yarım konçlu botlar yaygınlaştı Botun yerini iskarpinin alması 1909-14 yılları arasında, Meşrutiyet’in özgürleştirici havasında oldu.
Lastik tabanlı spor ayakkabıların üretimi 1800’lerin sonlarında lastiğin sülfürle karıştırılarak yumuşak ve dayanıklı hale getirilmesiyle mümkün oldu. Önce galoşta kullanılan lastik, 1910’larda lastik tabana geçirilen kanvasla hafif koşu ayakkabılarının yapılmasına yol açtı. 1917’de A BD ’de bu ayakkabıları ilk kez geniş pazara ulaştıran firma, onlara İngilizce çocuk anlamında kid ve Latince ayak anlamında ped sözcüğünden esinlenerek ‘keds’ adını vermişti. Bu ayakkabıların lastiği siyah, kumaşı kahverengiydi, çünkü erkek ayakkabısının kahverengi olması gerekiyordu.
Lastik sanayiinin gelişimi ve. naylonun bulunuşu ile spor ayakkabılar malzeme ve biçim açısından gelişti ve çeşitlendi. Yeni modeline Yunan Zafer Tanrısından alınan adla Nike adını veren üretici Phil Knight, 1972’de ABD Olimpiyat elemelerinde atletlere ayakkabılarını dağıttı ve elemelerden sonra “ilk yediye giren dört kişi Nike giyiyordu” açıklamasıyla reklam kampanyası başlattı. Elemelerde birinci, ikinci ve üçüncü gelenlerin Batı Almanya ürünü Adidas giydiğini elbette atlamıştı.
Başlangıçta normal ayakkabıya göre ucuz ve dayanıklı, çocuklar için rahat olması ve boya istememesi nedeniyle beden eğitimi dersleri dışında günlük hayatta da kullanılmaya başlanan spor ayakkabılar, zamanla yetişkinler tarafından da ‘genç kalmanın’, ‘sporcu, bakımlı ve rahat’ olmanın göstergesi olarak, hatta kot gibi, ceket kravat altına giyilmeye başlandı. İşte 1980’li yılların ortalarında bütün dünya ve Türkiye’yi kot markalarıyla birlikte saran ‘marka’ spor ayakkabısı modası ve ona göre fiyatları böyle oluştu.
Çorap
Farsça gorab sözcüğü Arapça (curab) ve Türkçeye (çorap) geçmiş, Türkçeden Balkan dillerine de girmiştir. Anadolu ağızlarında malzemesi, biçimi ve motiflerine göre çoraplara farklı adlar verilir. Çorap desen ve motiflerini bilmek, çorabın üretildiği bölgeyle birlikte, bir zamanların oyalı mendilleri gibi, çorabı örenin meramını da öğrenebilmek demekti. Ancak yün çorapların burun ve topukları o kadar çabuk yıpranır ki, çoraplara yama yapmak zorunda kalmamak için çorap örülürken topuk ilmekleri ayrı bir şişe alınarak, topuk gövde tamamlandıktan sonra ayrı, üçgen biçimli bir parça halinde örülür ve yırtıldığında gövdeye zarar vermeden yalnızca bu ilmekler yeniden örülerek çorap tamir edilir; bu işleme amaşmak denilir. Çarşı çorapları ise yekpare topuklu olduğu için yama gerektirir.
Avrupa’da çorap bilinmezdi. Fransızca chausette (Türkçede şoset), İtalyanca calza, Yunanca kaksa, Latince calcus ayakkabıdan gelmektedir. Fransızcada chausse yani kısa pantolonun küçültülmüş biçimidir. Chausse 1100’lerde, chausette 12. yüzyılın sonlarında görünür. Dilimizde soket biçiminde kullanılan, İngilizce sock ve stocking sözcüklerinin kökeni olan Latince soccus da alçak topuklu hafif ayakkabıdır. Stocking sözcüğü İngilizcede 16. yüzyıla kadar görülmez ve daha geçmişe gidildiğinde çorap, giyilen değil bacağa sarılan post, dolak veya kalçındır.
Eski Yunanlı kadınların giydikleri sykhos Roma’ya soccus olarak geçti ve Romalılarca Britanya Adaları’na taşındığında, çizmenin içine giyilerek ayakların korunabileceğini gören Anglosaksonlarca benimsendi.
Kuzeyliler bacaklarını dolar, güneyde uzun çorap kadın işi kabul edilirken, 14. yüzyılda Katolik Kilisesi beyaz ketenden diz üstüne çıkan çorapları papazların ibadet kıyafeti olarak benimsedi. Şövalye filmlerinde gördüğümüz ve son yıllarda komedi filmlerine konu olan taytlı (tight) erkekler 11.yüzyılda ortaya çıktılar; 14. yüzyılda iyice daralan ve pantolon yerine de geçmeye başlayan bu dar çoraplara karşı bu kez Kilise harekete geçti.
William Lee 1589’da ilk örgü makinesini yapınca Kraliçe I. Elisabeth dokunan kaba yün çoraplar nedeniyle patent başvurusunu geri çevirdi. Makinesini geliştiren Lee, Kraliçe’ye ipek çorapla başvurduğunda, elle çorap örenlerin çıkarı adına gene reddedildi. Fransa’da IV. Henri’den destek bulan Lee, kralın öldürüldüğü 1610’a kadar burada üretimini sürdürdü. Lee’nin ölümünden sonra kardeşi İngiltere’de, direnişlere rağmen örgü sanayisini kurabildi.
Fransız Aydınlanmacılarının Ansiklopedi’si (1765) “...iğneyle örülür ya da tezgâhta dokunur. Tezgâhta yapılan çorap ve kullanımı burada betimlenecek”, “... bu ürünü yapmakta kullanılan tezgâh, en karmaşık ve dolayısıyla en dakik makinelerden biridir. (...) Okuyucunun, bu makalenin böylesine uzun olduğuna şaşacak yerde, yazımızı kısa tutmak için elimizden gelen her şeyi yaptığımızdan emin olmasını isteriz,” diyerek yer verdiği çorap maddesi, “Dıctıonnaire du Commerce (Ticaret Sözlüğü) yazan, İngilizlerin bu makineyi kendilerinin icat edip şişinmelerinin beyhude olduğunu ve bu icadın şan ve şerefini Fransa’nın elinden almaya çalışmalarının da saçma bir şey olduğunu yazar,” diye devam etmektedir. Ansiklopedistlere göre makine bir Fransız tarafından icat edilmiş, mucit Paris’te oturma konusunda güçlüklerle karşılaşıp İngiltere’ye gitmiş ve orada ödüllendirilmiştir. İngilizler icadı saklayarak ölüm cezası tehdidiyle yurt dışına çıkartılması ya da modelinin yabancılara verilmesini yasaklamışlar, ama gene de bir Fransız onu ülkesine geri getirmiştir.
İngiltere kraliçesi Elisabeth ipekli çorapları çok sevmiş ve bir daha yünlü çorap giymeyeceğini açıklamıştı. Bu nedenle olsa gerek, İspanya elçisine, İspanya kraliçesi için törenle ipek çorap verilmişti. Fakat İspanya elçisi diklenerek, “Hediyenizi geri alın ve şunu bilin ki, kraliçemizin bacakları yoktur!” diye çıkışmıştı.
İngiltere devleti belki de yeni ürününü tanıtmak istiyordu. Fransız ansiklopedistlerinin makineleşmenin ve kapitalizmin motoru olan eğirme makinelerinin kökeni üstüne verdiği kavga, pazar mücadelesi ve tarih yaratma gayretinin ilk kapitalist örneklerinden birini oluşturuyor. Sanayi üretimi şehirlerden başlayarak köylere doğru evlerdeki dokuma, halı, çarık üretimi gibi çorap üretimini de bitirip, eli ağırşaklı ve şişli kadın manzaralarından sonra yamalı çorabı da ortadan kaldırmış, Anadolu’da anlatılan ‘didaktik’ küçük hikâyeyi de geçersiz kılmıştır: Kadın çoraplarını yamamadığı için kocası kahvede hep ayaklarını altına alıp otururmuş, sonunda çorabın biri örülüp yamanınca adam bir ayağını uzatmış. Kadın kahvenin önünden geçerken kocasının bir ayağını uzattığını görünce, “Y..ğını yidiğim, gelecek ay da öbürünü uzatırsın,” demiş.
Türkiye’de çorap üretimi 1980’lere kadar küçük atölyelerde gerçekleştiriliyordu, modernizasyon süreci tamamlandıktan sonra ülke, ABD ve İtalya gibi dünyanın sayılı çorap üretici ve ihracatçı ülkeleri arasına girdi.
Naylon Çorap
27 Ekim 1938’de Du Pont şirketi tekstilde kullanılabilecek daha kuvvetli ve esnek, yeni sentetik bir maddenin, naylonun üretildiğini açıkladı. Du Pontlar 1802’de Fransa’dan ABD ’ye gelmişler, ünlü kimyager Lavoisier’in yanında çalışmış olan Eleutre Du Pont burada barut fabrikası kurmuş ve Amerikalılar İngiltere’ye karşı savaşta bu barutu kullanmışlardı. Birinci Dünya Savaşı’nda da ABD ’nin barut ihtiyacının % 40’ını karşılayan şirket, savaştan sonra kimya sanayiinde büyük güç haline gelmiş ve araştırmalara büyük kaynak ayırmaya, vernik, otomobil boyası vb. imalatına başlamıştı.
Naylonun icadının açıklanmasıyla sanayi, bir yandan ipek bağımlılığından kurtulmaktan hoşnut, bir yandan dayanıklılığın artmasının satışları düşüreceğinden tedirgindi. Naylon iplik 1939 Dünya Fuarı’nda sergilendi ve naylon çorapların ‘deneme’ giyimi başlatıldı. Du Pont’un çorap imalatçılarına, sattığı iplikle üretilen ve ABD ’nin büyük satış yerlerine dağıtılan naylon çorapların ‘Naylon Günü’ ilan edilen 15 Mayıs 1940’dan önce satışa çıkartılmaması kararlaştırıldı. Düzenlenen kampanyayla satış o gün başlatıldı ve dükkânların önünde daha açılmadan önce kuyruklar oluştu, kadınlar saatlerce beklediler, çorapların tamamı o gün tükendi.
Ne var ki ikinci Dünya Savaşı başlamış ve naylon paraşüt, çadır, ip yapımına ayrılmıştı. Naylon çorap karaborsaya düştü. Ve kadınlar bacaklarını beje boyayıp siyah dikiş çizgisi çizdiler. Üretici Du Pont dikişsiz naylon tasarlamıştı ama savaş koşulları tabaka halinde naylon üretip sonradan dikmeyi gerektirmişti. Fakat bu çizgi çok seksi bulunuyordu.
Naylon ABD ’de üretilmiş ve Avrupa’ya ihraç edilmeden İkinci Dünya Savaşı başlamıştı. Ingiltere’ye giden bütün naylon savaş amacıyla kullanılıyor, naylon çorap yalnızca kaçak yollarla ve Amerikalılar özellikle de askerler tarafından ülkeye sokuluyordu. Naylon çorap bulabilen Ingiliz kızlar kıskanılıyordu. Bu kıskançlığın naylon çorap edinmek için Amerikalı askerlerle ilişki kurmaya kadar vardığı söyleniyordu. Naylon çorabın hikmeti bu ki, kırk yıl sonra Doğu Bloku rejimlerini yıkanın da aynı tutku olduğu söylenecekti.
Etek boyuyla birlikte kalınlığı ve rengiyle kadının toplumsal statüsünü bildiren naylon çorap, çalışan kadınlar ve öğrenci kızlar için yıllarca bir yandan da ‘kaçma’sıyla sorun oluşturduktan sonra, kalitelilerinin üretilmesi, pamukluların revaç bulması, külotlu çorabın yaygınlaşması ve sonunda tayt ve streç giymenin çocuklardan başlayarak teyzelere kadar olağanlaşmasıyla daha rahat günler başladı. Eteklerin kısalıp sonunda dizin üstüne çıkması jartiyer kullanımını olanaksız kılmış ve naylon çorap gittikçe uzayarak külotlu çorap ve tayta dönüşmüştü. Jartiyer Fransa’da (Bretonca garr, ‘dizin arkasından garter,jarretiere) 14. yüzyıldan beri kullanılmıştır. İngiltere’nin en büyük şövalyelik nişanı 1344’de verilmeye başlanan Order of Garter’dir (Diz Bağı Nişanı). Şemseddin Sami’nin 1886’da diz bağı diye, çevirdiği jartiyer, ortaçağ sonlarına kadar erkek kıyafetinin ayrılmaz parçasıydı ve kullanımı yakın yıllara kadar devam etmişti. Naylon çorapla birlikte Türkiye’de de çorap lastiğinin yanındaki yerini alan jartiyer, bu gelişmelerle tekrar özel hayata çekildi.
Kudret Emiroğlu’nun
GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ
kitabından alıntılanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder