14 Kasım 2022 Pazartesi

Türk Soylu Halklarda Dünya Tasavvuru-6

 Dünya Ağacı


Bir Altay efsanesinde; “Dünyanın göbeğinde, her şeyin merkezinde bütün ağaçların en ulusu, dev bir çam ağacı bulunmakta ve bu ağacın üst dalları Bay-Ülgen’in (Baş Tanrı) katına kadar ulaştığı” anlatılmaktadır. Bu dünya ağacı timsalini zaman zaman Altay şamanlarının davullarının derilerinin üzerine resmedilmiş olarak da görürüz. Ağaç bir yükseltinin üzerinde resmedilmiştir. Bu yükselti, muhtemelen bir tepe veya dağ olarak düşünülen dünyanın göbek deliğidir. Bazı efsanelerde bu ağacın “merkez dağın” üzerinde yükseldiği özellikle belirtilmekte, meselâ Abakan Tatarlarının bir kahramanlık destanında şöyle anlatılmaktadır: “Dünyanın tam ortasında demirden bir dağ, dağın üzerinde de yedi dallı beyaz bir kayın yükselir” “Dünya dağının” üstü kesik bir piramit olarak tasavvur edildiği Moğol efsanelerindeyse bu “dünya ağacının” dört köşeli dağ zirvesinin tam ortasında olduğu anlatılır. Ağacın yüksekliğini ifade etmek için; “ağacın tepesinden bakıldığında, yeryüzünün ancak bir at nalı kadar göründüğü veya ağacın tepesinden öküz büyüklüğünde bir kaya atıldığında, yere düşmesinin ancak elli yıl süreceği ve bu sırada kayanın küçüle küçüle bir kuzu boyuna ineceği” ifade edilir.


“Merkez dağı”nın yeryüzünden gökyüzüne kadar uzanan, hâtta zirvesi gök katlarının da üzerine çıkacak şekilde tasavvur edilmesi, bazı efsanelerde “dünya ağacı”nın doğrudan gökyüzüne yerleştirilmesine yol açmıştır.


Orta Asya efsanelerinde “dünya ağacının” aynı “dünya sütunu” ve “dünya dağı” efsanelerinde söz konusu edildiği gibi, aslında yaradılış esnasında küçücük bir ağaç olarak yaratıldığı, sonrasında büyüyerek o heybetli, devasa hâle ulaştığı anlatılır. “Dünya sütunu” fikrinin bir başka şekli olan “Dünya ağacı”, dünya sütununa sadece yer ve boyut olarak değil, işlev olarak da benzerlik gösterir. Nitekim, “Dünya ağacı”, Tanrılar tarafından atlarını bağlamak için de kullanılmakta, aynı dünya sütunu gibi, birkaç katlı olarak tahayyül edilmektedir. Vasyugan Ostyak şamanlarının şarkılarında, “dünya ağacı” gökyüzü gibi, yedi katı olduğu şeklinde geçer. Bu tasavvur biçimi, muhtemelen Tatarlardan, Vasyugan Ostyaklarına geçmiş olmalıdır. Efsanelerin çoğunluğunda “merkez dağı” tasavvurunda olduğu gibi, göğün katlarının arasından yukarılara yükseldiği ve köklerinin de yeraltının derinliklerine kadar indiği anlatılır.


Sibirya Tatar efsanelerinde, “Dünya ağacı”nın yer altında bir benzeri daha vardır. M.A. Castren tarafından derlenen böylesi bir “yer altı ağacından” bahsedilen Tatar efsanesinde; kadın kahraman Kubayko’nun yeraltına, ölülerin efendisi İrle Han’ın yanına yaptığı seyahâtten bahsedilir. Başvurmuş olduğu bilge, bakire Kubayko’ya şöyle der: “Bu yoldan devam edecek olursan, yüce bir dağın dibinde akan bir nehrin kıyısına vardığında, orada kırk köşeli taş bir ev göreceksin, İrle Han işte orada oturur. Kapının önünde, aynı kökten büyümüş olan dokuz tane çam ağacı göreceksin. İrle Han, dokuz adet bineğini bu ağaca bağlar”. Her ne kadar burada dokuz ağaçtan bahsediliyorsa da, muhtemelen burada sözedilen aynı ağacın dokuz dalı olmasıdır. Efsanenin devamı da zaten bunu göstermektedir; ”Kız içeri girmeden önce ağaçların yanında biraz bekledi ve şu yazıyı gördü: Kudai, yeri ve göğü yarattığında, bu ağacı da yarattı. Şimdiye kadar İrle Han dışında hiçbir insan veya hayvan yaşarken bu ağacın yanına kadar gelemediler”.


Golde inançlarında ise, üç tane “dünya ağacı” vardır. Bunlardan biri gökyüzünde, insan ruhlarının doğumlarından evvel kuş yavrusu suretinde yaşadıkları yerde, ikincisi yeryüzünde, üçüncüsü de yeraltındadır.


Dünya sütunu ve dünya ağacı tasavvurlarının her ne kadar ortak noktaları varsa da, en önemli farklılıkları “Dünya ağacının” yaşayan bir varlık olması ve en önemli özelliğinin de tazeliği ve bereketli oluşudur. Bu sebeple, çeşitli halkların efsanelerinde ağacın bulunduğu yer genelde bir kaynağın, ırmağın veya gölün kenarı veya bilfiil suyun içindedir. Ostyak efsanelerinde ” üzerinde dünya ağacının yetiştiği, gökyüzünün ortasındaki engin deniz” olarak tasvir edilirken, ağacın beslendiği suyun nasıl tasavvur edildiği ise Minusinsk Tatarları arasında bir şiirde şöyle dile getirilir:


On iki gök ülkesinin üzerinde,

Engin bir dağın tepesinde,

Bir kayın yukarılara yükselir,

Kayının yaprakları arasında,

Kayının kabuğu altındandır.

Kayının dibinde,

Küçük bir boşluk vardır,

Hayat suyu ile ağzına kadar dolu

Altın bir kâse durur boşlukta,

Nöbet bekler kayının başında,

Kudai’nin görevlendirdiği (oraya diktiği)

o yaşlı kahraman Tata,

Sarı-kahverengi bineği ile


Hayat ve kader ağacı kavramı, Osmanlı Türk kültüründe “Tuba” ağacı olarak geçer. Göğün ortasında yetişen bu ağaç, o kadar büyüktür ki, milyonlarca yaprağıyla, bu yaprakların her biri, bir insanın hayatını sembolize eder. Bir insan öldüğünde, ağaçtan bir yaprak düşer.

Müslüman İranlılara göre de, bu ilâhî “Tuba ağacı” bir kaynağın kenarında yetişir.


Moğol mitlerinde “Zambu” isimli bir ağaçtan bahsedilir ki, kökleri Sumer dağının diplerine, dalları da dağın zirvesinden daha yukarılara kadar uzanır. Ağacın meyveleri, Tengerilerin yiyeceğini oluşturur. Dağdaki uçurumlarda yaşayan şeytanlar (asuras), Tanrıların bu ayrıcalığını kıskandıklarında, Tanrılara; “neden bizim ağacımızın meyvelerini yiyorsunuz, bu ağaç bizim topraklarımızdan çıkıyor (yükseliyor)” diye seslenirler. Bunun üzerine başlayan tartışmanın sonunda Tanrılar ve şeytanlar arasında savaş çıkar ve sonuçta şeytanlar yenilirler.


Sumer dağı dışında, “asuraslar”da, bu Moğol efsanesinin kökeninin Hindistan olduğunu ortaya koymaktadır. Hind inancına göre “asuraslar”, Sumeru dağının derin yarıklarında, uçurumlarında yaşarlar ve İndra, diğer tanrılara karşı saldırılarını buralardan başlatırlar. Tanrıların beslendikleri “zambu” ağacı da aslında Hindlilerin “Jambu” adını verdikleri “Hayat Ağacı”nın kendisidir. Budist mitolojisine göre bu ağacın onaltı büyük, sayısız küçük dalları vardır. Kızıl/gri renkteki yaprakları en ince ipekten daha ince olup, çiçek açtığında, altın çiçekler açar, meyvelerinin içinde kaz yumurtası büyüklüğündeki fındıklar bütün hastalıkların şifasıdır. Ağacın altın sarısı öz suyu eritilmiş tereyağı gibi akmakta ve bu ağacın yakınlarındaki varlıklar, bu ağaçtan beslenmektedirler.


Pallas’ın naklettiğine göre Kalmuklar, “zambu” ağacının dünyanın tam ortası olduğuna inandıkları Dsomaloiba nehri kıyısındaki Oçir-Orron isimli bir yerdir. Efsanelerinde anlattıklarına göre, bu ağacın meyveleri her sonbaharda olgunlaşan bir araba tekerleği büyüklüğünde, iştah açıcı ve çok lezzetli meyvelerdir. Bu meyvelerden nehre düşenleri, akıntıya kapılıp “dünya denizinin” ulaştığında, onları da denizde yaşayan Lu Han (Ejderhaların Hanı) yer.


Hind kültüründen gelme bir başka unsur da, “djambu barus”tır (Sumatra batak). Bu ağacın yapraklarına Gök Tanrı (Mula-Cadi) insanların kaderini yazar. Bir insan doğup da ruhu (tondi) gökyüzünden yeryüzüne inmeden önce, ruhu için bu ağaçta bir yaprağın tahsis edilmiş olması gerekir. Bu yaprakta yazılı olanlara göre o insanın hayatı şekillenir. Bir başka efsaneye göre de, Tanrının yanında iki tane kadın vardır. Bunlar “djambu barus” ağacının altında yaşar ve bu ağaçtan beslenirler. Her birinin kendi vazifeleri vardır, bunlardan biri ölçüp, biçip tartar, diğeri de hayat ağacının yapraklarına yeni doğan insanın kaderini yazar. Yazıldığı andan itibaren bu kader artık kesin olarak kararlaştırılmış ve değiştirilmesi mümkün değildir.


Bu tarz bir “kader kâtibi” tasavvuruna yazı sanatının doğduğu Mısır kültüründe de rastlanır. Eski Mısırlıların resimlerinde, aynı vazifeyi üstlenmiş bulunan bir Tanrıça görülür.

Yukarıdaki bölümlerde Minusinsk bölgesi Tatarlarına ait bir şiirden yapılan alıntıdan hatırlanacağı üzre, “Hayat Ağacı”nın altında nöbet bekleyen Tata isimli “Ata” nın (soyun kurucusu) bahsi geçmekteydi. Moğol ve Kalmukların “Hayat Ağacı” efsanelerinde “Ata” nın adı geçmemesine rağmen, başka pek çok halk efsanelerinde o halkın-hâtta insanlığın atasına- “Hayat Ağacının” altında rastlanır. Meselâ, Yakutların şiirlerinde “Hayat Ağacı” ile ilgili olarak sadece “Ata” değil, oldukça ilginç başka tasavvurlara da rastlanır.


Bu efsanelerden birinde; “Sekiz köşeli dünyanın sarı göbeğinde, sekiz dallı ulu bir ağaç vardır. Kabuğu ve gövdesi gümüşten, öz suyu altın gibi parlaktır. Kozalakları dokuz boğumlu testi büyüklüğünde, yaprakları at derisi boyunda, tepesinden aşağı ilâhî lezzette sarı bir mayi akmaktadır. Oradan geçenler bundan tadarlarsa, yorgunlar yorgunluklarını atar, aç olanlar doyarlar” biçiminde geçer.


Yakut efsanelerinde “Hayat Ağacının” bulunduğu yer, aynı zamanda ilk insanın da yaşadığı yer; yâni bir nevi cennettir. İlk insan (yâni, Ata) dünyaya geldiğinde, neden burada olduğunu bilmek ister ve bu yüce ağaca gider. Ağacın tepesi üç katlı gökyüzünün içinden yukarılara uzanmakta, dallarından tadına bakana mutluluk ve huzur veren sarı bir sıvı süzülmektedir. O sırada ağacın dibinde bir boşluk peyda olur ve dişi bir varlık yarı beline kadar buradan çıkarak, ilk insana “İnsan neslinin atası olmak için bu dünyaya geldiğini” anlatır. Aynı efsanenin bir başka anlatımında ise, ilk insana “Beyaz delikanlı” adı verilir. “Geniş, durgun derinliklerin yukarısında, dokuz kürenin ve yedi gök katının altında, dünyanın orta noktasındaki dünyanın göbek deliğinde, dünyanın en sakin noktasında, ayın asla küçülmediği ve güneşin asla batmadığı, kışın hiç gelmeyip, hep yazın hüküm sürdüğü, Guguk kuşunun hep öttüğü yerde bir “Beyaz delikanlı” yaşıyordu. Bu delikanlı “nereye geldiğini anlamak ve kendisine barınak bulmak için dolaşmaya başladı. Doğuda geniş, solgun bir arazi uzanmakta, bu arazinin ortasında büyük bir tepe, tepenin üzerinde de ulu bir ağaç vardır. Ağacın reçinesi saydam ve hoş kokulu idi. Kabuğu asla kurumuyor, kırılamayacak kadar sağlam, dev yaprakları asla sararmıyordu. Ağacın öz suyu gümüş renginde ve çiçeğe durduğu zaman sıra sıra kupa büyüklüğünde çiçekler açıyordu. Ağacın tepesi yedi gök katının üzerine uzanıyor ve Baş Tanrı Ürün Ay Toyon bineğini buraya bağlıyor, kökleri yeraltının derinliklerine uzanıyor ve orada yaşayan efsanevî yaratıkların evlerinin direğini teşkil ediyordu.


“Beyaz delikanlı” adımlarını Güneye doğru yönelttiğinde, yeşil çayırların ortasında bir “Süt gölü” gördü; hiç bir rüzgâr bu süt gölünün sularını dalgalandırmıyor, kıyılarındaki kumsallarda kesilmiş süte benzeyen bataklıklar vardı. Kuzeyde, içinde her cins hayvanın yaşadığı karanlık bir orman vardı ve bu ormandaki ağaçların dalları gece gündüz hiç durmadan hışırdıyorlardı. Ormanın arkasındaysa, karlı doruklarıyla sanki kafalarına tavşan derisinden şapka giymiş gibi görünen engin dağlar uzanıyordu. Dağlar, gökyüzünün derinliklerine doğru uzanarak bu bölgeyi soğuk rüzgârlardan koruyorlardı. Batıda ise, çalı ve makilerden oluşan bir koruluk, koruluğun arkasında ulu çamlardan meydana gelen bir çam ormanı, bu ormanının ardında da, çok uzaklarda, tepeleri düz birkaç tane dağ görünüyordu.


“Beyaz delikanlının” gelmiş olduğu dünya, işte böyle bir dünya idi. Yalnızlıktan bunalmış ve yorgun bir hâlde, “Hayat Ağacına” geri dönüp, ağaca karşı; “Ağacımın ve yuvamın yüce Tanrıçası. Yaşayan her varlığın bir eşi ve kendisinden sonra devam edecek nesli var, ama ben yalnızım. Dünyayı dolaşmak ve kendime uygun bir eş aramak, kendi gücümü kendi eşimle tartmak, insanlarla tanışmak, onlarla yaşamak, onların nasıl yaşadığını görmek istiyorum. Benden yardımını ve rahmetini esirgeme, bütün çaresizliğimle sana yalvarıyor, önünde diz çöküp başımı eğiyorum” diye seslendiğinde; ağacın yaprakları hışırdamaya ve ”Beyaz delikanlının” üzerine süt beyazı ince bir yağmur yağmaya, hafiften bir rüzgâr esmeye başlamasıyla, ağaç çatırdar ve köklerinin arasından dişi bir yaratık beline kadar dışarı çıkar. Efsanede ağacın Tanrıçası “orta yaşta, ciddi bakışlı, saçları açık ve göğüsleri çıplak” olarak tasvir edilir. Tanrıça “Beyaz delikanlıyı” kendi göğsünden emzirir ve “Beyaz delikanlı” daha ilk emdiği anda, gücünün yüz kat arttığını hisseder. Tanrıça, “Beyaz delikanlıya” başarı dileyip kutsar ve “ne su, ne ateş, ne de buz”un kendisine zarar veremeyeceğini söyler.

Efsanenin anlatımından da anlaşılacağı üzere, bu efsanenin Kuzey Sibirya’nın sert ikliminde yaşayan Yakutların tahayyülünden çıkmış olmasına pek imkân olmamakta, zira efsanede tasvir edilen cennet, bu efsanenin daha zengin ve bereketli bir tabiatın bulunduğu bir kültürden geldiğine işaret etmektedir. Kuzeydeki karlı doruklarıyla (tavşan derisi başlık benzetmesi) dağlar ve bereketli tabiat tasvirlerinden yola çıkarak, efsanenin kökeni hakkında kafa yoracak olursak, karşımıza Kuzey Hindistan veya Ön Asya ihtimâlleri çıkmakta, fakat tasviri yapılan coğrafyayı tek başına bu konuda başvuru kaynağımız olarak almak mümkün değildir, çünkü, “Süt Gölü” örneğindeki tasavvur biçimi, muhtelif kültürlerde dünyanın göbek deliği tasavvurları ile yakından ilgili olup, bu efsanenin muhtelif anlatımlarında coğrafyaya dair değişik özelliklerle karşımıza çıkmaktadır.


Destanımızı incelemeye devam etmeden önce, Middendorf’un çalışmalarında Yakut dili konusunda derlemelerine başvurmak zorundayız. Bu derlemelerde ilk insan, Yakutların atası “Eraydahburuydah Ar Zoghotoh (äräidäch buruidach ar sohotoch) (eziyet/cefa ve günah/kusur yükü altında ezilen yalnız kişi) olarak adlandırıldığı gibi, burada bu “Ata”nın evi de tasvir edilir. Bu ev, bir tarlanın tam ortasında ve gümüş gibi parlayan dört köşesi, kırk penceresi, elli direği ve otuz tane tavan kirişiyle duvarları ve altından yapılma zemini dört kat, gümüşten çatısı ise üç kattır. Ağacın kendisi ise şu şekilde tasvir edilmektedir; “Etrafa bakmak için evin doğudaki kapısından dışarı çıkıldığında karşısında çayırların ortasında “ağaçların kralını” gördü. Ağaçların Kralının tepesinde hafif bir yel esmekte ve sayısı bilinmeyen asırlarca o çayırın orta yerinde yükselmektedir. Bu ağacın kökleri yeraltı dünyasına, dalları da dokuz gök katının üzerine kadar uzanmakta, yapraklarının her biri yedi kulaç, kozalakları ise dokuz kulaçtır. Yaşlı, güçten takâtten düşüp, aç kalmış beyaz veya siyah çiftlik hayvanlarıyla, uçan veya koşan yaban hayvanları, bu ağacın budaklarından ve gözlerinden süzülüp, dereler gibi akan öz suyuyla, reçinesini yaladıklarında karınlarını doyurdukları gibi, tekrar genç ve zinde hale gelirler. Efsanede ayrıca; kendisine Ağacın ruhu denilen, kar beyaz saçlı, keklik gibi zarif bedeni, iki tulum büyüklüğündeki göğüsleri ile ağaçların kralının köklerinin arasından yarı beline kadar dışarı çıkan” yaşlı Tanrıçadan da bahsedilir. Tanrıça ortaya çıktığında, ağaç çatırdayarak, küçülmekte ve Tanrıça gözden kaybolurken, yine çatırdayarak büyüyüp eski yüksekliğine ulaşmaktadır. Bu “yalnız kişi”, ağacın ruhu olan Tanrıçadan babasının Gök Tanrı (Ar Tajon) ve annesinin de Kübay Hatun olduğunu, kendisinin üçüncü gökte yaratılıp, “insanların atası” olmak üzere bu dünyaya gönderildiğini öğrenir. Tanrıça, ağacın kökleri arasındaki “ölümsüzlük suyundan” biraz alarak bir mesane kesesi içine doldurur ve şu sözleri söyleyerek onu koruması için “yalnız adama” verip; “bunu sol kolunun altına bağla, zorda kaldığında bu sana şifa verecektir” der. Efsanenin ilerleyen bölümlerinde kendisine bir eş aramak için yola çıkan kahraman, bir canavar ile karşılaşır ve onunla dövüşür. Dövüş esnasında canavarın vurduğu bir darbe tam kalbinin üzerine isabet ederek kahramanı yaralar, ama tam bu esnada kesenin patlaması ve tam yaranın üzerine akmasıyla, kalbi bir anda iyileşir. Bu hayat suyu, kahramanımıza aynı zamanda dokuz kat kuvvet de verir.


“Hayat Ağacının” bu şekilde tasavvur edilmesinin ilk olarak ne zaman ve nerede ortaya çıktığı pek belli değildir. Ancak, buna yakın benzeri efsanelere Asya’da pek çok eski kültürlerde rastlanmaktadır. Meselâ, Sami halklar arasında görülen bu efsane İncil’de; “Bahçede iyi meyve veren çeşit çeşit güzel ağaç yetiştirdi. Bahçenin ortasında hayat ağacıyla, iyiyle kötüyü ayırt etme ağacı vardı” (Genesis 2/9) biçiminde karşımıza çıkar. Burada da Yakut efsanelerinde anlatıldığı gibi, ilk insan ve hayvanlar Hayat Ağacı’nın yakınlarında yaşamakta olup, bu ağaç onları beslemekte ve ölümsüzlük sunmaktadır. Bu fikir, sadece İncil’deki cenneti tasvir eden bölümde değil, aynı zamanda Yuhanna bölümünde de karşımıza çıkar” Kim ki nefsini yenerse, ona Tanrı’nın cennetindeki Hayat Ağacı’ndan yemek vereceğim” (Yuhanna, 2/7) der. “Hayat Ağacı’nın” köklerinden hayat suyu çıkmasına ilişkin yansımayı aynı bölümün başka bir yerinde; “Tanrının tahtından akıp gelen berrak Hayat Suyu’nu gösterdi bana” (22/1/f)

Irmağın her iki yanında her çeşit meyve ağacı yetişecek, yaprakları solmayacak, meyveleri tükenmeyecek. Her ay meyve verecekler, çünkü tapınaktan çıkan sular oraya akıyor. Meyveleri yiyecek, yaprakları şifa için kullanılacak (Hezekiel, 47/12) olarak geçmektedir. Burada da Hayat Ağacı’nın iyileştirici, şifa verici etkisinden bahsedilmektedir. Yakut efsanelerinde geçen bazı figürlerde ise (meselâ, “Ağacın Ruhu” isimli Tanrıça) İncil’de rastlanmaz, bu sebeple bu tasavvurun Yakutlara geçiş kaynağının İncil ve Kutsal Kitap efsaneleriyle ilgili olması pek muhtemel görünmektedir.


Bu durumda, Yakut efsanelerinde yer alan bu tasavvurun başka nerelerde yeraldığı sorusu ortaya çıkmaktadır.

Bu sorunun araştırılması kadar, bunun yanında birçok başka zorluğu da beraberinde getirmektedir, zira sadece İncil’de değil, Hind ve İran mitolojilerindeki pek çok efsanede ilk insanın “Hayat Ağacı”nın olduğu yerde yaşadığına ilişkin anlatımlar yeralmaktadır. Meselâ, Rigveda’da (X, 135/I), insan neslinin atası olan Yama’nın, Tanrıların meclisindeki bir ağaçtan su içtiği ve orada eski ataları ağırladığı anlatılır. Hind mitolojisindeki cennet, gök yüzünün üçüncü katında yer alır ve bu kat o dönemki inançlara göre muhtemelen göğün en üst katıdır. Atharvaveda’da da (V; 4/3) “Göğün üçüncü katında, Tanrıların makamı olan Asvattha ağacı vardır” şeklinde geçmektedir. “Hayat Suyunun” kaynağı da bu ağaçta olup, “Soma”, “Madhu”, “Amrta” da buradan çıkmaktadır Chandogja Upanişat’da (VIII. 5/3) ise, Brahma’nın gökyüzünün üçüncü katında, Airammadija denizinin kıyısında bulunan altın evinin önündeki ağaç “Hayat Ağacı”, “Soma’nın damladığı ağaç (asvattha somasavana)” olarak anlatılmaktadır.


İlk dönem Hind efsanelerinde bu ağacın yeryüzünde bir yerlerde, dünyanın merkez dağında olduğu tasavvur edilir. Rigveda metinlerindeki “insanların atası Yama”, İran mitolojisindeki karşılığı olan “Yima” da dünyanın merkezinde bulunan “merkez dağ”da yaşamaktadır. (Yasna, 9/4, ff, Vend.2/5). Öyle anlaşılıyorki, bu inanç şeklinin kökeni muhtemelen Hind-İran (indoiranische Zeit) dönemine kadar uzanmaktadır. İlk dönemlerde “merkez dağı”nın zirvesinin göğün üçüncü katına kadar uzandığı tasavvur edilirken, zaman içerisinde ağaç ve çevresindeki bütün ortam göklere taşınmıştır. Bu efsanevî dağa ilişkin inançlar göz önüne alındığında, Mani dini mensuplarının hayatın başlangıcını anlatırken; “İlk insan Kutup yıldızının ülkesinden gelmiştir” ifadesini kullanmaları gayet tabii görünmektedir. Gerek İran, gerekse Hind mitolojilerinde göğün üçüncü katındaki bu cennet, sadece Tanrıların değil, aynı zamanda insanların atalarının da yaşadığı yerdir. Keza, Altay Tatarlarının cenneti, göğün üçüncü katında yer almakta ve hem “Hayat Ağacı” hem de insanların nesillerini devam ettirmek isteyen ataları bulunmaktadır. Mezopotamya kültürlerinde de cennete ilişkin buna benzer tasvirlere rastlanır. Göründüğü kadarıyla, ölümsüzlük fikrinin bunu sağlayacak bir yiyecek maddesi olmadan tasavvur edilebilmesine rastlanmamaktadır. Babillilerde de, “Tanrıların dağı”nda bulunan hayat pınarıyla, orada yetişen ve “ihtiyarları gençleştiren” bitki tasavvuru yer alır. Bunu, Babillilerden kalma resimlerde “Hayat Ağacı” figürlerinden anlayabiliyoruz.


Her ne kadar efsanelerde geçen cennet tasavvurları birbirlerine yakın özellikler taşıyorsa da, bunların bir kısmında öte taraf/ölümden sonraki cennet hayatı şeklinde tasviriyle, diğerlerindeki ilk insanın doğduğu yer olarak adı geçen yer olarak birbirlerinden ayrıldıkları önemli bir husus vardır. Meselâ, Yakut efsaneleri veya Ahdi Atik’te (Eski Ahid/Tevrat) sözkonusu olan cennet tasavvuru bu ikinci gruptadır. İlk insan “Gayomaretan”ın yeryüzünün merkezindeki dağ “Haraberezaiti”de yaşadığını anlatan bir İran efsanesi de bu gruba dahil edilebilir. Bu efsaneye göre, bu dağda aynı zamanda “Hayat Irmağı” (Ardvisura) ve onun kıyısında da altın yapraklı “Hayat Ağacı” (Haoma) yeralmaktadır. Fakat, İran mitolojisindeki cennete ilişkin diğer efsanelerde bu tasavvuru tam olarak karşılayacak bir unsura rastlanmaz. Buna mukabil, İran ve Yakut efsanelerinde bazı paralel öğeler mevcuttur, meselâ her iki efsanede de insanların atası “beyaz” veya” ışıltılı” biri olarak tasvir edilir. Yakutların Hayat Ağacı’ndaki Tanrıça, hiç şüphesiz Ön Asya’nın iri göğüslü Ana Tanrıçası ile paralellik gösterir. Bu “Ana Tanrıça” kültü, Artaxerxes Mnemon tarafından M.Ö. 400 civarlarında Pers dinine dahil olmuş ve inanışa göre bu Ana Tanrıça, Hayat Ağacında yaşamaktadır. Göründüğü kadarıyla, Mısırlılar da Hayat Ağacı’nı dişi bir varlık olarak tasavvur etmişlerdir.


Mucizevî “Hayat Ağacı” tahayyülü, hiç şüphesiz ki insanlığın yarattığı efsanelerin en önemli ilham kaynaklarından biri olmuştur. Bu konuda Yakut halk şiirlerinde (destanlarında) bununla ilgili oldukça teferruatlı hatıralar muhafaza edilmiştir. Bu sebeple biz de dikkâtimizi ağırlıklı olarak Yakut efsaneleri üzerine çevireceğiz.

Yukarıda nakletmiş olduğumuz efsanelerden anlaşılacağı üzere, Hayat Ağacı’nın çevresinde ilk insan dışında yaradılışın bütün hayvanatı da yeralmakta ve hepsinin beslenme kaynağı bu Hayat Ağacıdır. Ancak, daha ilk başlarda bu ağacın daha da öte bir anlamı olması muhtemeldir. Middedorf’un derlemiş olduğu efsaneye göre, Baş Tanrı ve Doğum Tanrıçası (Hayat Ağacı’nda yaşayan bu Tanrıça) bazı efsanelerde Kubay Hatun, ilk insanı göğün üçüncü katında yaratmış ve buradan yeryüzüne indirmiştir. Efsanenin başka anlatımlarında ise, insanların atasının nasıl buraya gelmiş olduğu anlatılır. Gorochov’un Yakutlar arasında derlediği efsaneye göre, nereden geldiğini merak eden ilk insan, bu konuda uzun uzun düşündükten sonra, bu harika ülkede kendi kendine doğmuş (ortaya çıkmış) olduğu fikrine varmıştır. Bunu efsanede geçen şu sözlerden anlıyoruz: “eğer gökten inmiş olsaydım, üzerimde kar ve kırağı, yeryüzünün Güneyinden, Kuzeyinden, Doğusundan veya Batısından buraya gelmiş olsaydım, üzerimde ağaç veya ot kırıntılarıyla, rüzgarın kokusu olurdu, eğer yerin derinliklerinden gelmiş olsaydım, üzerimde toz toprak olurdu” Efsanedeki ilk insan, bu mucizevî ağaç ve ağacın göğsü süt dolu Tanrıçasını görünce, hisleri onu gerçeğe yöneltmesiyle şöyle diyecektir; “Bana anne ol, sanki beni sen doğurmuşsun gibi. Bana yaratıcı ol, sanki beni sen yaratmışsın gibi”. Anne şefkati arayışı ise; ”Öksüz olan beni yetiştirdin, küçük olan beni büyüttün” sözleriyle dile getirilir.


Burada sadece insan değil, bütün yaratılmış olan canlılar da var oluşları için bu mucizevi ağaca şükran duyarlar. “İlk insan” ağaç ile şöyle konuşur: “Benim beyaz sığırımı büyüttün, şimdi de benim siyah sığırım için uğraşıyorsun, kuşlarımı ve vahşi hayvanlarımı korudun, karanlık sulardaki balıklarımı bir arada tuttun”.


Bazı yerlerde “Hayat Ağacı”, bütün bitkilerin anası olarak tasavvur edilir. Meselâ, 17. yy’dan kalma dinî bir Rus el yazmasında “Hayat Ağacı” tarif edilirken; “cennetin ortasında duran hoş kokulu “Hayat Ağacının” üst dalları göğün yukarısına uzanır, dalları cenneti sarar, köklerinden on iki tane süt ve bal kaynağı çıkar ve üzerinde bütün ağaçların yaprakları ve meyveleri bulunur” ifadeleri kullanılır.


Eski İran’da “Hayat Ağacı” için kullanılan Vispatokma (Bütün tohumların “meni” ağacı) tanımı da muhtemelen aynı anlamı taşımaktadır. Yakut efsanelerine bakıldığında, dünyanın merkezinde yetişen bu dev ağacın bir nevi “Tabiat Ana” olarak düşündükleri ve haklı olarak ona “Hayat Ağacı” adını vermiş olduklarını görürüz.


Bu konuda Goldeler arasında da sözü edilmesi gereken ilginç bir tasavvur vardır. Goldelere göre dünyaya gelecek bütün insanların ruhları (omija), gökyüzündeki büyük bir ağaçtan (omija-muoani) doğup, küçük kuşlar şeklinde yeryüzüne inerler. Dolgan inançlarında da göğün çok yukarılarında, dallarında Baş Tanrı Ajy Tojon ve eşi Suolta–İye’nin çocuklarının yaşadıkları mucizevi bir ağaçtan bahsedilir. Ölenlerin ruhlarını (kut) gökyüzüne çıkaran şamanlar, ruhları bu ağaca taşırlar. Ruhların küçük kuşlar suretinde bu gök ağacının dallarında yaşadıkları inancı, Goldelerde olduğu gibi, Dolganlar ve Tunguzlar arasında da görülür.


Eski Persler, dünya ağacını aynı zamanda “Kartal Ağacı” olarak da adlandırırlar. Birçok efsanede, bu ağacın tepesine tüneyen kartaldan bahsedilir ki, Hind ve Hind etkisi taşıyan Orta Asya efsanelerinde, kanatlarını çırpması ile fırtınalar yaratan kudretli Garuda (Kartal) bu ağacın tepesinde tünemektedir. Ön Asya kültürlerinde rastlanan bu tasavur şekline, arkeolojik tetkiklerde ortaya çıkan mühürlerde sıklıkla dünya ağacının üzerine tünemiş kartal figürlerinde rastlanır. Bunların dışında değişik coğrafyalardan dikkâte değer benzeri örnekler de bulmak mümkündür. Meselâ, İzlanda mitolojisinde geçen “dünya meşesi”nin (yggdrasils askr) tepesinde bir kartal vardır ve önceki bölümlerde bahsetmiş olduğumuz gibi Kuzey Sibirya efsanelerinde yer alan çift başlı kartal “dünya sütunu”nun üzerinde tünemektedir.


Bu efsanevî ağaçla ilişkili olarak sık sık karşılaştığımız bir başka hayvan, yılandır. Kalmuklarda, “Zambu” ağacından denize dökülen yaprak ve meyveleri bir ejderhanın yediği anlatılır. Moğollar ve Buryatlar bu yılana “Abirga” adını verirler. Bazı Orta Asya efsanelerinde Abirga ağacın gövdesine sarılan yılan, kartal/Garide (Garuda) ona saldırmaktadır. İskandinav mitolojisindeki dünya ağacının tepesindeki kartal ile, ağacın altında yaşayan yılan (Niỡhoggr) arasında bu tarz bir düşmanlık vardır. İncildeki cennet hikayesinde veya bundan türeyen diğer efsanelerde yeralan yılan motifi, hayvanların en alt mertebesine örnek teşkil ederken, burada dikkât çekici olan hikayelerde yılanın karşısında rakip olarak kartalın bulunmasıdır. Muhtelif kültürlerde, “Hayat Ağacı” -veya dünyanın merkezi, “Dünya dağı” veya “Dünyanın göbeği”- ile ilgili efsane veya sanat eserlerinde sıklıkla yer alan iki yaratıktan birinin yeraltının kötü güçlerini temsil eden yılan, diğeriyse göklerin gücünü temsil eden kartaldır.



Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.


Çeviren: Erol Cihangir

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak