13 Kasım 2022 Pazar

Türk Soylu Halklarda Dünya Tasavvuru-5

 



Dünya Dağı


Dünyanın merkezi, Orta Asya halklarının tasavvurlarında “dünyanın göbek deliğinden” yukarılara yükselen heybetli bir dağ olarak yer alır. Abakan Tatarları bu dağa (Demir Dağ) adını vermişlerdir. “Demir kazık” gibi bu dağ da yeryüzü ve gökyüzü ile beraber büyümüştür. Sibirya Tatar efsanelerinde, “yeryüzünün merkez dağının daha küçük bir tepe olduğu çok çok eski zamanlardan” bahsedilir. Bu ifadeden anlaşılacağı üzere, dünyanın zaman içerisinde büyüyerek, şimdiki hacmine ulaştığı ve adı geçen dağın da en baştan beri bu resim içerisinde yer aldığına inanılır.


Her ne kadar Altay halkları bulundukları coğrafyadaki dağları Tanrılaştırmış olsalar-hâtta efsanelere konu olan Altay dağını “Bey” olarak adlandırsalar da- yeryüzünün merkezi olan bir dağ tasavvuru kendi coğrafyalarındaki bir dağ ile ilgili olmayıp, başka kültürlerin dünya görüşünün bir parçası olarak Altay halklarının inançlarına girmiştir. Yükseklerdeki zirvesiyle tanrıların şanına yaraşır bir ikâmetgâh olan bu dağ, gökyüzünde bulunmaktadır. Altay Tatarlarında, Baş Tanrı Bay Ülgen’in göklerdeki “altın dağda” oturduğuna inanılırken, benzer şekilde Yakut efsanelerinde Tanrının gökteki evi olarak “süt beyazı kayalık dağ” anlatılır.


Dünyaya hükmeden bu dağ, basamak (teras) sayısı değişmekle birlikte, çoğunlukla gökyüzü katları ile paralellik arzeden üst üste teraslar şeklinde tarif edilir. Her ne kadar gökyüzü katları olarak dokuz ve hâtta otuzüç sayıları telâffuz edilmesine rağmen, dağın basamakları için üç, dört veya yediden başka sayılara rastlanmaz. Moğol efsanelerinde dağ üç basamaklı ve dört kenarlı olarak tarif edilirken,


Pallas’ın naklettiğine göre Kalmukların dağı, dört basamaklıdır. Yakutların Gök Tanrısının beyaz taştan yapılma tahtına ise üç gümüş basamakla çıkılırken, Sibirya Tatarlarının merkez dağı yedi basamaklı, Ostyak şamanları da göğe yükselmek için yedi basamaklı bir dağa çıkmak zorundadırlar. 




Bazı yerlerde gökyüzünün kendisi bir dağ olarak tasvir edilmekle; bu dağın, bizim gördüğümüz alt tarafının yuvarlak bir kubbesi vardır. Eski bir Altay yaradılış efsanesinde anlatıldığına göre; Baş Tanrı (Ülgen), dünyayı yaratırken üzerinden güneş ve ayın hiç eksik olmadığı “altın bir dağın”(altin tu) üzerinde oturuyordu. Daha sonra bu dağ (yâni gök yüzü) yavaş yavaş aşağıya doğru indi ve dünyaya gölge yaptı. Gökyüzünün kenarları dünyanın kenarlarına değmez, çünkü dünya dağın tabanından daha geniştir.


Bu gök dağı tasavvurunun kökeni, Kuzeydoğu Sibiryada yaşayan Goldlerin bir efsanesine dayanmaktadır. Golde efsanesine göre, tanrılar göğü taşlardan inşa etmişler, gök yapılıp bittiğinde insanlar bunun başlarına yıkılacağından korkmaya başlamaları üzerine, tanrılar kubbenin altına nefeslerini üflemişlerdir. Tanrıların nefesi ile dolan hava da insanların gözlerinin bu taşları görmesini engel olmuştur. Ancak bu tasavvurun kökeninin Goldelere ait olması pek mümkün görünmemektedir, zira bahsedilen inşaat tarzı Goldeler veya diğer Sibirya halkları tarafından bilinmiyordu.


Moğol, Buryat ve Kalmuk efsanelerindeki dünya dağının adı ise Sumbur, Sumur veya Sumer’dir. Bu isimlerin Hindlilere ait olan “merkez dağı”nın adı olan Sumeru’dan geldiği kolayca anlaşılmaktadır. Bu dağ ile ilgili tasavvurlar, Hindistan’dan gelen kültür akımları içinde hiç değişmeden Orta Asya halklarına geçmiştir. Genel kabûl görmekle beraber, bu tasavvur biçimine Himalayaların zemin teşkil edip etmediğini söylemek de pek kolay görülmemektedir.


“Dünya dağı” inancının, daha önce bahsi geçen “sütun” (direk) ile benzerliği, sadece dünyanın merkezinden çıkmış olmasından ibaret olmayıp, Himalayaların zirvesinin “gökyüzünün göbeği” olan Kutup yıldızına uzanıyor olması da bir başka benzerlik göstermektedir. Genel olarak, “dünya dağının” Kuzeyde olduğu inancı yaygın olduğundan, Kuzey, aynı zamanda Baş Tanrı’nın dağın zirvesindeki ikâmetgâhı veya altın tahtının olduğu yerdir. Bazı dinlerde bu sebeple Gök Tanrı’ya ibadet edilirken, meselâ Mandeler ve Orta Asya Budistleri Kuzeye dönerek ibadet ederler. Bu konuda daha 13.yy’da Ruysbroeck, “Kuzeye dönerek ibadet ettiklerini” belirtir. Tapınaklardaki sunaklar da aynı şekilde bu istikâmette (Kuzey) bulunmaktadır.

“Dünya dağının” konumu, Buryatlarda anlatılan ve Hind dünya görüşünden alıntılanmış gibi görünen bir efsanede şöyle tasvir edilir: “İlk başta sadece engin sular ve bu sulara bakan bir kaplumbağa vardı. Tanrı, kaplumbağayı sırt üstü çevirdi onun karnının üzerinde dünyayı yarattı. Kaplumbağanın her ayağına yeryüzünün bir bölümüyle, göbek deliğine de Sumbur dağını yerleştirdi. Bu dağın zirvesinde de Kutup yıldızı bulunur”. Bir başka efsanede ise Sumbur dağının zirvesine bir tapınak yapılır ve Kutup yıldızı da tapınağın kulesinin altın ucudur.


Hind dünya görüşünde, “merkez dağı” benzeri bir konumdadır. Kirfel, “Hind Kozmoğrafyası” adlı değerli eserinde; Brahmanizm, Budizm ve Jinizmi (Jainismus) kıyaslayarak, bunların ortak yönlerini tesbit ettiği; “Meru dağının temel özellikleri konusunda her üç sistemin de tamamen örtüştüğünü, her üçünde de yeryüzünün tam ortasında yeralan ve dünyaya hükmeden en yüksek dağ olarak tasvir edildiğini, Jinizm dışındaki iki inanç sisteminde ise, bu dağın tam tepesinde Kutup yıldızının olduğu ve gök cisimlerinin onun etrafında döndüklerine inanıldığını belirtir”. Kalmuklar da buna aynı şekilde inanırlar ki, onlara göre gök cisimleri Sumer dağının etrafında dönerler, eğer görünmüyorlarsa, o esnada dağın arkasındadırlar.


Ön Asya halkları da göğe doğru yükselen bu kozmik dağ fikrine eski dönemlerden beri aşina idiler. Bu tasavvurun İncil’de yeralan ve kendini en yüksekteki (Tanrı) ile aynı seviyeye getirmek isteyen mağrur Babil kralının, azarlandığı ayette şöyle geçer: “Kendi kendine; göklere yükselmek istiyorum, Tanrının yıldızlarının üzerine tahtımı koymak istiyorum, Tanrıların Kuzeydeki dağına yerleşmek istiyorum” diyorsun (Yeşua, 14).


Dağın adından da anlaşılacağı gibi “merkez dağ” fikri, Hind üzerinden Moğol kabilelerine geçmiş olmasına rağmen, başka yollardan da Orta Asya’ya da girmiş olması muhtemeldir. Abakan Tatarlarıyla, Sibiryadaki bazı başka Tatar kabilelerinde olduğu gibi, İranlılar da yeryüzünün “merkez dağ”ına “haraberezaiti” (demir dağ) adını vermişlerdir. Bundahishn isimli metinlere göre gökteki bütün yıldızlar-sabit ve seyyâl olanlar- bu dağa bağlı olup, diğerleri onun etrafında dönerler. Altay Tatarlarının inançlarında var olan ve Sürö dağı, bu dağda yaşadıklarına inanılan yedi Tanrı ve bunlara verilen-aslında Persçeden geçmiş olan- “Kudai adıbu” tasavvurunun kökeninin Perslerden geldiğini ortaya koymaktadır. Bunun dışında, Bundahishn kitabında, Türk kökenli halkların inançlarında varolan “merkez dağın, sonradan yavaş yavaş şimdiki boyuna ulaştığı” tasavvurunu da görürüz.

“Dünya Dağı” tasavvurlarına bilindiği üzere, Ortaçağ Avrupasında da rastlanır ve Himinjborg (Gök Dağı) isimli İzlanda Edda’sında (İzlanda halk destanı) geçer. Benzer şekilde Finlinlilerden derlenip, ateşin kökenini anlatan aşağıdaki büyü sözcüklerinde bu tasavvurda benzer unsurlara rastlanır:


Ateşin beşiği nerededir?

Korların uyutulduğu,

Orda, göğün göbeğinde,

O yüce dağın zirvesinde,


Türk kökenli halkların “Dünya dağı” hakkındaki tasavvurları karşılaştırıldığında, bunlardan birinde dağ yeryüzünün tam ortasında yer alırken, diğerin gökyüzünde olan iki şekline rastlanır. Bunlardan herhangi birinin diğerinden daha eski olması muhtemeldir. Bu durum, kozmogonik tasavvurların dışarıdan bir örnek yoluyla geldiğine işaret eder ki, eski Persler ve Hindlilerde olduğu gibi, Babillilerin dünya görüşünde de, (sum.harsag (gal) kurkurra, sem. Sad matati) engin denizin ortasındaki yeryüzü ve onun ortasında “merkez dağ” yeralır. Bazı Orta Asya efsanelerindeyse bu dağ, engin denizlerin ortasında bulunur. Bunlardan bazılarında, başlangıçta sadece uçsuz bucaksız suların (İlk deniz) olduğu, yeryüzünün olmadığı, sadece bu denizden çıkan bir dağın olduğu anlatılır. Bu dağın zirvesinde, 33 tanrının (Tengri) yaşadığı bir tapınak vardır. Tengeri Sand, aşağıya fırlatınca yeryüzü oluşmuş ve iki Tanrı (bir erkek ve bir kadın) yeryüzünü kendi soylarından gelenlerle iskân etmek için aşağıya inerler. Bu efsanede geçen 33 tengeri, Sumeru’nun 33 tanrısına karşılık gelmektedir.


Uçsuz bucaksın denizlerin (İlk deniz) ortasında duran “merkez dağ” motifi, Hindistan’dan Orta Asya’ya geçmiş olan efsanede de yer almaktadır. Bu efsaneye göre Oçirvani (Hind mitolojisinde şimşek Tanrısı), kartal Garide’nin (Hind mitolojisinde Garuda) görünümüne bürünerek, “İlkdeniz” de yaşayan dev yılan Losun’a (İzlanda efsanelerinde geçen, ağzından zehir fışkırtan Midgar yılanı ile benzerlik gösterir) saldırır ve onu üç kere Sumer dağına dolayıp kafasını ezer. Yılan öylesine büyüktür ki, kafası dağın zirvesinde ve dağın çevresine üç defa sarılmış olmasına rağmen kuyruğu hâlen denizin içindedir. Benzeri yılan figürlerine eski Yunan sikkelerinde dev bir yılanın koni şeklinde bir cismin etrafın sarılmış olarak rastlanır ki, bu benzerlik, tesadüf olamayacak kadar dikkât çekicidir.


Kalmuk efsanelerinde ise, “Dünya dağı” yaradılışın bir parçası (nesnesi) olmaktan daha öte bir anlam ifade etmekte, dört kudretli Tanrı güçlerini birleştirip Sumer dağını ellerine alıp, onu “İlk deniz” içinde aynı bir Kalmuk kadının sütü karıştırdığı gibi karıştırmışlardır. (Bu efsanede Sumer dağı sütun şeklinde canlandırılmıştır.)

Böylesine kuvvetli bir şekilde karıştırılan denizden güneş, ay ve yıldızlar meydana gelmiştir. Aynı içerikli bir başka efsaneye Dörböt kültüründe rastlanır. Rivayete göre bir yaratık, 10.000 kulaç uzunluğunda bir çubukla “İlk denizi” karıştırmasıyla, bundan güneş ve ay doğar. Bir Moğol efsanesinde, göklerden gelen bir yaratık, demir bir çubukla “İlk denizi” karıştırmaya başlar ve bu şekilde suların bir bölümü yeryüzü hâlini alır.


Brahmanizmin dünya görüşünde de hemen hemen bütün bu tasavvurların karşılıkları bulunabilir. Brahman metinlerinde Tanrıların ve şeytanların nasıl efsanevî “Dünya dağını” çevirerek dünyayı yarattıkları anlatılır. Bunu tasvir eden Hind resimlerinde kaplumbağanın sırtındaki dağın, “İlk deniz” olan süt denizinin içinde dönüşünü görürüz. Efsanelerde geçen yılan “Vasuki”, dağın etrafına sarılmış, kafasının olduğu yerde şeytanlar, kuyruğunda da tanrılar vardır. Her iki grup da mütemadiyen yılanı kendilerine doğru çektikleri için, dağ mütemadiyen hareket hâlinde olup, bu hareket sonucunda mistik denizden dünyada görüldüğü gibi üzerindeki nesneler meydana gelmiştir.


Gök ekseninin düzenli hareketiyle, dünya oluşumu ve hayatın başlangıcını açıklamaya çalışmasıyla Hind tasavvuru bu yönden ilginç bir örnek teşkil eder. Güneş, ay ve yıldızların teşekkülünün bu dönmenin sonucu olarak görülmesi, bu cisimlerin “var olan her şeyin merkezinin” etrafında döndüğüne inanılıyor olması ile açıklanabilir. “Dünya sütununun” dönmesine sebep olan tanrılar ve şeytanlar da muhtemelen ışık ve karanlığın, yâni gece ve gündüzün dönüşümünü ifade etmektedirler.


Bu hususta en gelişmiş inanç şekli ise Lamaizm öğretileriyle beraber, Orta Asya’ya gelen ve merkezine “Sumer dağı”nı yerleştiren dünya görüşüdür. Kalmukların çizimlerinde görüldüğü kadarıyla, bu dünya görüşünde evrenin bütün boyutları tam olarak temsil edilmektedir. Okyanusların üzerinde duran “merkez dağının” yüksekliği 80.000 mil olup, denizin altında da bir o kadar yüksekliği vardır. Dağ, denizin derinliklerindeki bir kaplumbağanın sırtındaki altın tabakasının üzerinde durmaktadır. Sumeru dağının çevresinde çember biçiminde sıralanan yedi adet “altın” dağ sırası bulunmakta ve bu dağ sıraları birbirlerinden yedi deniz ile ayrılmaktadır. Pek tabii ki bu denizler de daire şeklindedir. Bu dağ sıraları, “merkez dağa” yaklaştıkça daha da yükselirler, bunların ilki 40.000, ikincisi 20.000, üçüncüsü 10.000, dördüncüsü 5.000, beşincisi 2.500, altıncısı 1250 ve yedincisi (ve sonuncusu) 625 mil yüksekliğindedir. Sadece yükseklik değil, dağ sıraları arasındaki mesafe de net olarak belirtilmiştir. Bu dağlar ne kadar yüksekseler, birbirlerinden uzaklıkları da o kadar artmaktadır. İlk dağ sırasının “merkez dağdan” uzaklığı, “merkez dağın” yüksekliği ile eşit; yâni 80.000 mildir. İkincisi ile, ilki arasındaki mesafe, ilkinin yüksekliğine eşit; yâni 40.000 mildir. Bu dağların arasındaki denizlerin suyu tatlıdır, ancak yedinci çemberdeki deniz, suyu tuzlu olan büyük bir okyanus ile çevrilidir. Bu okyanusu da yine 312,5 mil yüksekliğinde ”demirden” bir dağ sırası çevrelemektedir. Çevresi 3.602.625 mil olan ve en yakın sıra dağlardan 322.000 mil uzaklıkta olan bu “demir dağlar” dünyanın da dış sınırıdır.


Sumeru dağı, piramit şeklinde, çevresi deniz yüzeyinde 2000, zirvesinde ise 3, 5 mildir. Bu piramidin dört ana yöne bakan yan yüzeylerinin her biri kendine has ayrı bir renkte; Güney yüzü mavi, Batı yüzü kırmızı, Kuzey yüzü sarı ve Doğu yüzeyi de beyaz renktedir. Bu değişik renkler, o yüzeyin üzerindeki değerli taş veya metal kaplamalardan ileri gelmekte; Güney yüzey mavi parıltılı, Batı yüzeyi ise kırmızı parıltılı değerli taşlarla kaplı, Kuzeye bakan yüzey altın, Doğuya bakan yüzey ise gümüş kaplıdır. Bu dört renk aynı zamanda, temsil ettikleri yönlere renklerini verdiğinden, bu sebeple Güney mavi, Batı kırmızı, Kuzey sarı ve Doğu da beyaz yön olarak adlandırılmaktadırlar.


Tuzlu okyanusta, her yön için bir kara parçası bulunur ki, daha önce adı geçen bazı efsanelerde bundan bahsedilmiştir. Bu kara parçaları büyük adalar olarak tasavvur edilerek, bu adaların her iki tarafında birer tane daha küçük ada bulunur ki, böylece, dünyanın merkezini çevreleyen adaların toplam sayısı oniki olur. Coğrafî yönden her hangi ilmî gerçekle hiçbir alâkası olmayan bu tasavvur biçimi, hiç şüphesiz ki Doğu kozmolojisindeki burçlar kuşağının (Zodyak) on iki figürüne dayanır. Ön Asya halkları çok eski zamanlardan beri burçlar kuşağını “gökler ülkesi” olarak tasavvur ettikleri gibi, yeryüzünde de on iki ülke olduğunu tasavvur etmekteydiler.


Bu dört kara parçasında, yüz şekilleri itibari ile bir birlerinden farklı olan insanlar yaşamakta; Güney kara parçasında, yâni Hindistan ve daha sonraları diğer ülkeleri kapsayan kara parçasında yaşayanların yüzleri oval, Batılılar yuvarlak, Kuzeyliler dört köşe ve Doğudakiler yarım ay şeklinde yüz hatlarına sahiptiler. Söz konusu kara parçaları da benzeri şekle sahiptiler.

Tibet bölgesindeki bazı sapmalar haricinde, bütün Budist dünyada geçerli olan ve şaşırtıcı derecede ayrıntılı dünya tasavvuru biçimi, muhtemelen çeşitli alt tasavvurların bir potada eritilmesi ile meydana gelmiş olmalıdır.


İlginç olan, coğrafî yönlerle, çeşitli renklerin özdeşleştirilmesi sadece Asya’da değil, bazı Kuzey Amerika Kızılderilileri arasında da görülmesidir, ancak renkler, halklara göre farklılık göstermektedir. Çinliler, Doğuyu mavi, Güneyi kırmızı, Batıyı beyaz ve Kuzeyi de siyah ile ifade ederken, Hintlilerin Purana öğretisine göre, Doğu beyaz, Güney sarı, Batı siyah ve Kuzey de kırmızıdır. Kuzey Amerika Kızılderili kültüründe ise, ana yönlerin renkleri siyah, beyaz, sarı ve mavi veya siyah, beyaz, kırmızı, yeşil (mavi) olarak sıralanmaktadır. Bu renk tasavvurlarının Ön Asya’nın eski medeniyetlerinde de karşılıkları olması muhtemel görünmektedir. Sözün gelişi bir Yahudi efsanesinde anlatılanlara göre Tanrı, dünyanın merkezinde insanı yaratırken, dünyanın dört köşesinden değişik renkli; kırmızı, siyah, beyaz ve kahverengi toprak alarak yaratmıştır. Kalmuk kültüründe renkler, Hind kaynaklarındaki gibidir. Hindlilere göre; Mery dağının Güneyi safir mavisi, Batısı mercan kırmızısı, Kuzeyi altın ve Güneyi de gümüştür.


Kutup yıldızına kadar yükselen “Merkez dağının” etrafında kesin aralıklarla sıralan “yedi altın dağ çemberi” fikrini yukarıda görmüştük. Bu çemberler, Babillilerin tasavvur ettikleri gezegen haritasına karşılık gelmektedir. Belirtilmiş olan ara mesafelerin oranları, Pagodaların inşası esnasında Budist mimarlar tarafından titizlikle gözetilmiştir. Bu Pagodalarda Tanrıların yaşadıkları “merkez dağının” bir suretini oluşturmaya çalışılmıştır. Hâtta Hind kralları, yapay dağlar inşa ederek, kutsal Meru dağını şereflendirmek istemişler; Benares şehri yakınlarında 1027 yılından kalma böylesi bir yapay dağ yeralmaktadır.

Moğollarda da rastlanan bu tip ibadet yerleri, genelde suya yakın, yüksek ve mümbit topraklarda yeralır. İnşa şekli ve görünümünü Banzarov şu şekilde tarif eder: Önceden tesbit edilmiş olan tepecik üzerinde belli bir alan işaretlenerek, burası taş ve toprak taşınarak yükseltilip, bunun üzerine muhtelif eşyalar yerleştirilir. Bu eşyalar, miğfer, zırh, giyim eşyaları, hâtta yiyecek maddeleri, fıçılar, ipek kumaşlar veya ilaçlar olabilir. Yan taraflara süs eşyaları ve ziynetler konulur. Daha sonrasında yükseltinin üstüne ağaçlar dikilir ve “Garuda kuşu” tasvirleriyle, eski bir gelenek gereği kılıç, mızrak, ok ve yay yerleştirilir. Moğolların “obo” adını verdikleri bu kutsal mekânları taraça şeklinde olup, her taraçada o taraçaya has eşyalar, süsler, hayvan ve kuş figürleri, taşlar üzerine dualar yazılı yapraklar bulunur. Yükseltinin etrafına böyle oniki taraça yapılır, böylece tepeciğin kendisi ile beraber toplam sayı onüç olur ki, bu mekân, Budist inancındaki dünyayı temsil eder. Ortadaki tepecik Sumeru dağını, diğerleriyse oniki kara parçasını temsil eder.


Bu durum, Orta Asya kültürlerindeki ibadet yeri ”tapınak” inşa geleneğinin hangi dış tesirlerle başlamış olduğunu gösterir ki, bu gelenek Türk kökenli halkların kültürlerinde daha önceki zamanlardan kalma “dünya sütunu” geleneğinin üzerine yerleşmiştir. Her ne kadar bu geleneğin eski hâli bir sütunu, sonraki hâli bir dağı ifade ediyorsa da, aslında her ikisi de aynı maksada hizmet etmektedir. Ostyaklar nasıl kendi “demir sütun adamlarından” baba olarak bahsediyorlarsa, Orta Asya halkları da Sumer dağını “Baba” olarak isimlendirmekte ve kurban törenlerinde onu böyle şereflendirmektedirler. Her iki örnekte de yapılan canlandırma, aynı Veda inancındaki “dünyanın göbek deliği” tarzı bir kutsallığı ifade etmekte, dolayısıyla bunların önünde Tanrılara veya Tanrıçalara tapınılıp, dua edilmesi gayet tabiidir. Banzarov’un bir başka ilginç tespiti de, Moğolların bu “ibadet yerlerine” kurban olarak hayvan getirmeyip, sadece meyve, süt, damıtılmış içecek ve peynir gibi ürünler sunmalarıdır. Bu ibadet yerlerinde sadece bulundukları yerin ruhlarına değil, Budistler için önemli olan bölgelerin ve özellikle kendi ülkelerinin çeşitli yerlerindeki ruhlara da ibadet ederler. Bu ritüelin gayesi, “hayatta mutluluk, insanların refahı, hayvanlarının çoğalması, servetin artması, kötü ruhların uzaklaşması ve hastalıkların ortadan kalkmasıdır”. Kurban törenini takiben sığırlar kutsanmış su ile yıkandıktan sonra tören, at yarışları ve güreş gibi eğlencelerle devam edip, şölenle son bulur.


“Tapınakların” en iptidai şekli olan bu anıtlar, zaman içinde Hindistandaki şaşaalı Pagoda veya Mezopotamya medeniyetlerinden geride kalan harabelerdeki taraça formlu tapınaklara dönüşmüş halleriyle, dinî arkeoloji tetkikleri yönünden de son derece önemli unsurlar olduğunu belirtmek gerekir.



Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.


Çeviren: Erol Cihangir

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak