13 Kasım 2022 Pazar

M.Ö. I. Yüzyıl ve M.S. I. Yüzyıl Arası Hunlar ve Çinin Durumu

 Çağdaşlarının Gözüyle Han Siyaseti


M.Ö. I. Yüzyılın sonlarında, Çin İmparatorluğu, ancak 2 bin yıl sonra Mançurya İmparatorluğu tarafından değiştirilen sınırlara ulaşmıştı. Şimdi, o dönemdeki çağdaş Çinliler’in durumu nasıl değerlendirdiklerine bir göz atalım.


“Wu-ti zamanında Hunlar’a hâkim olmak için sarfedilen gayretler, onların Batı bölgelerini sınırlarına katmaları, güneyde ise Tankutlar’la ittifak etmeleriyle birlikte huzursuzluğa dönüştü. Fakat Çinliler, Ordos’a sahip olmak için dört kasaba kurup, Yü-men Huan’ı inşa ederek Hunlar’ın sağ kolunu kesmek ve güneyde Tankut ve Yüeçiler’le ilişkilerini koparmak için Batı ucuna giden yollar açtıkları zaman, takviye kuvetleri olmayan yabgu (Büyük Sedden kuzeye doğru) uzaklaştı. Ayrıca, henüz kumlu steplerin güney kesimlerinde herhangi bir prenslik yoktu. İmparator Wen-ti’den itibaren, [179-157 yılları] beş nesil boyu halk huzur içindeydi. İmparatorluk zengin; ordu, büyük ve güçlüydü. Bu yüzden gergedan ve kablumbağaları görünce Chu-ya ve benzeri gibi toplam yedi bölgeyi keşfettiler. Portakal suyuna ve bambu bastonlara imrenerek Chang-k’o ve Yü-yeh-sui’yi keşfettiler; kanatlı atlar ve üzüm hakkında bilgi edinince, Davan ve An-hsi’ye ulaştılar. Bundan sonra hükümdarın sarayları, göz alıcı inciler, süslü kaplumbağa kafaları, şeffaf gergedan boynuzları ve güneyin mavi kuzgununun tüyleriyle doldu. Sarayın ahırlarına yabancı ülkelerden en iyi atlar, iri filler, aslanlar, rüzgar gibi hızlı koşan tazılar getirildi. Kuşların çoğu, vahşi hayvanlar avlanarak beslendi. Yabancılar, dört bir yandan akın akın gelmeye başladı. Böylece Shang-ling-Yüan’ı genişlettiler, K’un-ming Gölü’nü kazdılar. Ch’ien-men wang-hu-kung sarayını ortaya çıkardılar. Mukaddes Shen-ming-t’ai kulesini yükselttiler. Dağ gibi yığılan inciler ve değerli taşlarla süslü İmparator Chia İ ve benzerlerinin saraylarını kurdular. İhtişamlı kalkanlar altında duran, göz alıcı elbiseler giyen ve nefrit süslü tahtta oturan Göğün Oğlu, yabancı konuklara ziyafet çekmek için şarap musluklarını ve et dolu ormanı (kızartılmış etlerin konulduğu ağaçlarla süslü salon.-L.G.) açtı. Müzik, değişik okus-pokuslar ve oyuncak yırtıcı hayvanlar, izleyenlerin gözlerini aldı. Yabancı konuklara verilen hediyeler, uzak ülkeleri elde tutmak ve orduları sefere göndermek için dağ gibi para gerekiyordu. Para yetmeyince, şarap satışlarına rüsum koydular, tuz ve demir satışlarına vergi bindirdiler; gümüş paralar döküp, kürk ihtiyaçları için borçlandılar. Yetmedi; arabalardan geçiş vergisi, teknelerden seyir rüsumu ve bütün evcil hayvanlar için vergiler koydular. Halkı soyup soğana çevirdiler, ama devlet gelirlerini harcadılar. Bir de kıtlık yılları bunları takip edince, her yerde isyanlar çıktı; yolda yürünemez hale geldi...” 

Burada, Biçurin’in bu alıntısını, tarihçi Pan Ku’ya istinad ettirdiğini teslim etmek gerekir. Çünkü o, Han sülalesinin yükseliş ve düşüşünü mükemmel bir şekilde tasvir etmiş, bu yükseliş ve düşüşün birçok sebeplerini gözler önüne sermiştir. Bundan başka, tabii bir diyalektikçi olarak, şu veya bu olayın önce yükselmeye, sonra düşüşe yol açtığını ispat etmiştir. Elbette, sadece dış problemler bu düşüşe yol açmamış, Han imparatorlarının sıkıcı tedbirleri de bu işte önemli rol oynamış; iç ekonomik ve sosyal problemler ise, çöküntüyü hızlandırmıştır. Bu yüzden biz, başka Çinli yazarlara geçelim. 


Tuz, demir ve şarap üzerindeki tekelci sistemlere karşı “Tuz ve Demirin İşletilmesi Üzerine Tartışmalar” (“Yen-te Lun”) isimli bir çalışma yapılmıştır. Sanırım bu çalışma, M.Ö. II-I. Yüzyıllar civarında meydana getirilmiştir. Eserde, tekel sisteminin ve fahiş fiyatların tarımı sekteye uğrattığı, pekçok insanı topraktan kopardığı, onları haydutluğa zorlayarak çiftçiliği küçümsemeye sevkettiği kaydetilmekte; ayrıca, yabancılarla yapılan ticaretten büyük gelirler elde edileceği belirtilmektedir: “Bir top âdi Çin ipeği karşılığında Hunlar’dan birkaç misli altın almak ve böylece düşmanın kaynaklarını tüketmek mümkün. Katır, eşek ve deve, sınırımıza getiriliyor ve bize sürekli olarak sevkediliyordu. Bütün halklar, yetiştirdikleri atları ve diğer türleri emrimize âmâde ediyorlardı. Samur, sansar, tilki ve parsık kürkleri, parlak ve desenli halılar, hazinelerimizi doldurmakta; yeşim, değerli taşlar, mercanlar ve kristaller, prensliğimizin sermayesini teşkil etmektedir. Eğer bu servetlerimiz diğer krallıklara kayıp gitmezse, halkın ihtiyaçları fazlasıyla karşılanır.” Açıkçası yazar, yönetime köylülerin devlet gelirlerine ortak edilmesini, bunun için tuz ve demir fiyatlarının düşürülmesini, ayrıca ziraî mahsullerin fiyatlarının yükseltilmesini tavsiye etmekte; durumu düzelen köylünün mahsulünü dış pazara götürebileceğini ve bunun da refah seviyesini yükselteceği görüşünü savunmaktadır. Fakat paraya çok ihtiyacı olduğu halde, Hunlar’la sınır ticaretini kesen Wu-ti’nin bu görüşleri paylaşması mümkün değildi.

“Yen-te-lun” kesinlikle kölelerin ve suçluların emeklerinden faydalanılmasını yargılamaktadır. Çin’de köleler ve suçlular, demir üretimi de dahil olmak üzere devlet işlerinde kullanılırlardı. “Yen-te lun”a göre köleler, verimli çalışmıyorlardı. Yollar ve maden ocakları pislik içindeydi. “Zavallı insanlar kütük çekeceğim diye ellerini parçalıyorlardı.” Ama Wu-ti’nin umurunda mı idi bu? Ona sadece “kanatlı atlar” lazımdı.


Pan Ku, bundan başka, Konfüçyanizmin büyük bilginlerinden Tung Chung-shu’nun da rejimi suçlayıcı görüşlerine yer vermektedir:


”Ch’in sülalesi döneminde Shang Yang’ın reformları değiştirildi; eski imparatorların sistemleri bir yana atılarak, yarıcı tarlaları yönteminden vazgeçildi. Halk, toprak alıp satacak hale geldi. Zenginlerin toprakları sürekli genişleyip büyürken, zavallı halk, söküğünü dikmekten âciz duruma düştü. Bunun yanında zenginler, göllerden ve nehirlerden faydalanırken, dağların ve ormanların zenginliklerinden istifade ederken, zavallı insanlar nasıl endişelenmesinler ki? Askerlik ve çalışma yükümlülükleri, eskisine nazaran 30 misli arttı. Toprak ve kelle vergisi, tuz ve demir rüsumları geçmişe nisbetle 20 kat arttı. Bazıları, kaba kuvvet sarfederek tarlalarda yarıcı olarak çalışıyor. Bu yüzden fakir insanlar, sürekli olarak hayvan derisi giyiyor, it ve domuz eti yiyorlar. Bu durum ise onları zayıflattığı gibi, aç gözlü ve gaddar devlet memurlarının onlara komplolar düzenleyip öldürmelerine yol açıyor. Hiçbir desteği olmadığı için zulümden kaçan halk, haydutluk etmek için ormanlara ve dağlara çekiliyorlar. Yarı çıplak insanlar, daha yolun yarısındayken yakalanıp hapse atılıyorlar. Bir yıl içinde bunların sayısı binlere, onbinlere ulaşacak. Han sülalesi işbaşına gelince, bu durumu aynen muhafaza etti. Eskiden olduğu gibi, yarıcı tarlaları sistemi hemen getirilemese bile, eskiye biraz yakın şekline dönülmesi gereklidir. Sınırsız toprak mülkiyeti kaldırılmalı ve zenginler, yeterli toprağı olmayanlarla eşit hale getirilmelidir. Toprak ele geçirmeye son vermek; halka tuz ve demir sağlamak şarttır. Kölelik sistemi yıkılmalı, kölelerin öldürülmesi yasaklanmalıdır. Halkın durumunu düzeltmek için vergiler azaltılmalı, mükellefiyetler sınırlandırılmalıdır. Ancak o zaman ...iyi yönetilebilir.” Wu-ti, Konfüçyanist üstadla da anlaşamadı; fakat onun halefleri, bu zor dahili problemlerden kurtuluş yollarını aramaya başladılar. I. Yüzyılın sonlarında, maden ocaklarında çalışan köleler isyan ettiler. Çin ekonomisi ve sosyal yaşantısı, gösteriş uğruna âdeta felç oldu. K’un Huang ve Ho Wu isimli üst düzey memurlar, İmparator P’ing-ti’ye (M.S. 1-5 arası) isteklerini belirten bir raporla müracat ettiler: “..beyler, devlet memurları ve halk, 300 mou (bir mou 6 hektar-L.G.) dan fazla toprak edinemesin; prensler 200, devlet memurları ve halk 30’dan fazla köle sahibi olmasın. Bir kanun üç yıl süreyle geçerli olmak zorundadır..” Fakat Han manorşizmi, böyle bir şeyin sorumluluğunu yüklenmeyi uygun bulmadı. Bunun üzerine M.S. VIII. yılda başbakan Wang Mang tahtı gaspetti.

Neyse biz şimdilik Çin’i bir yana bırakıp tekrar Hunlar’a dönelim.


Çin Himayesindeki Hunlar


Yabgu Hu-han-yeh, arkasında birçok çocuk bırakarak, M.Ö. 31’de öldü. İkinci hanımından olan büyük oğlunun tahta geçmesini, küçük kardeşinin de halef olmasını vasiyet etmişti. Onun bu vasiyeti, daha sonraki yıllarda kanun gücü haline geldi.


Veliaht prens, Fu-chu-lei-jo-ti-yabgu ünvanıyla tahta geçti. “Jo-ti” lakabı, “saygıdeğer” (imparatora özenme) manasına gelmekte ve süverenliği reddetme anlamı ifade etmekteydi. 25 yılında saraya gelerek bağımlığını arzetti ve buna karşılık da bol miktarda ipek ve kağıt vatkalar kendisine hediye edildi. Fakat 20’de tahtı Su-hsia-jo-ti-yab-gu ünvanı alan kardeşine bırakarak öldü. Su-hsia, oğlunu Çin sarayına hizmet etmesi için gönderdi. 12 yılında o da ölünce, tahta amcazadesi Ch’e-ya-jo-ti-yabgu oturdu. Fakat 8’de o da öldü ve bu defa onun küçük kardeşi Wu-chu-liu-jo-ti yabgu oldu. İsimleri sayılan bu yabguların hepsi, büyük oğullarını rehin olarak saygı duydukları Çin sarayına hizmet etmeye gönderdiler. Bozkırda siyasî üstünlük, kesinlikle Çinliler’de idi. Fakat aradan geçen otuz yıllık huzurlu bir hayatın, Hun toplumunun durumuna tesir etmediğini düşünmek mümkün değildir. Gerçekten Hun toplumu, Çin kültürünün tesiri altına girmişti. Medeniyetle kucaklaşmış olmak, onları vahşi hayattan uzaklaştırmış ve bu medeniyetin cazibesi, göçebelerin hayal dünyasına az-çok tesir etmişti. Böylece bozkır geleneğinde yeni bir dönem açılmıştı. Gerçi Çi-çi’yle birlikte birçok insan hayatını kaybetmişti, ama aradan geçen 30 yıl, bu kayıpları telafi etmişti. Nitekim M.Ö. 5’de meydana gelen olaylar, bunun fazla önemli olmadığını açıkça ortaya koymuştu. Atalarının izinden giden bir Wu-sun prensi, zenginlik ve şöhreti yakalamak amacıyla, Hun göçebelerine saldırma teşebbüsünde bulunmuş; başlangıçta biraz başarılı olmuş, bir miktar olca ele geçirmiş, fakat Wu-chu-liu-yabgu ordusuyla gelerek prense öyle bir darbe indirmişti ki, sadece olca ve savaş esirlerini kurtarmakla kalmamış; prens, oğullarını rehin olarak Hun otağına gönderdiği gibi, bir daha bu tehlikeli komşusuna saldırmaya tövbe etmişti. 

Wu-chu-liu’nun tahta oturup durumu düzeltmesinden hemen sonra Çin yönetimi, Hun topraklarını kırpmaya karar verdi. Gelen elçi, yabguya küçük bir toprak parçasının Çin’e teslim edilmesi teklifini iletti. İstenilen bu arazi, ormanla kaplıydı. Ağaçları ok yapmaya elverişli; kartalların telekleri ise, ok arkasına takmak için birebirdi. Yabgu, bu teklifi reddederek imparatora bir uyarıda bulundu. İmparator, verdiği cevapta elçinin haddini aşarak böyle bir teklifte bulunmuş olduğunu, kellesinin kesileceğini bildirdi, fakat daha sonra elçiyi affederek güneye sürmekle yetindi. M.Ö. I yılında yabgu, Çin sarayına gelerek, seleflerine nisbetle çok büyük hediyeler aldı. Han yönetimi özenle barışı muhafaza etmeye çalışıyordu. Fakat M.Ö. I yılında Ai-ti öldü ve tahta küçük yaştaki P’ing-ti geçti. İmparatoriçe ninenin tahtı vekaleten yöneteceği ilan edilmişse de, gerçek anlamda yönetim onun sevgilisi olan Wang Mang’ın elindeydi. Wang Mang, kendisini çok güçlü görüyordu. Bu yüzden Çin’in iç ve dış politikasında kesin değişiklikler yapmaya girişti.

4 yılında Çin bölge valisi, Wu-huanlar’ın Hunlar’a vergi vermesini yasakladı. Vergi tahsildarı gelince, Wu-huanlar ödeme yapmayı reddettiler. Bunun üzerine tahsildar da Wu-huan aksakalını bacaklarından astı. Olaya çok sinirlenen aksakalın silahlı akrabaları tahsildarı öldürdüler. Bu defa yabgu, Doğu Chu-ki-prensini intikam almaya gönderdi. Hiçbir şansı olmayan Wu-huanlar, evlerini ve ailelerini bırakarak canlarını kurtarmak için dağlara kaçtılar. Hunlar, bin kadar kadın ve çocuğu esir alıp götürdüler ve fidye karşılığında iade etmeyi de reddettiler. Wang Mang ise Wu-huanlar’a hiçbir yardımda bulunamadı.

Bu arada Wu-huanlar, kendi aralarında parçalanmışlardı. Küçük k’un-mo Wu-ch’ü-t’u’nun çocukları iç çarpışmalar sırasında öldüğü için, taht, Çinliler tarafından yeni bir prense verilmişti. Büyük k’un-mo Ch’i-li-mi, kendi ülüşünde Çin idarî sistemini uygulamaya başlayarak, kabiledaşlarının sürülerini kendi meralarında otlatmalarını yasaklayınca, onlar da bu olaya sinirlenip K’un-mo’yu öldürmüşlerdi. Çinliler, olaya şiddetle tepki göstererek, suçlu-suçsuz birçok insanın kellesini kesmişler; bunun üzerine prenslerden biri, M.Ö. 11’de 80 bin Wu-sun’u alarak K’ang-chü’ye götürmüştü. Bu prens, orada kendi ülkesine karşı K’ang-chü’den askerî yardım istemiş, fakat galiba bu yardımı alamamıştı ki, Çinliler’le anlaşmayı denemiş; ancak, âniden saldıran Çin birliklerince kuşatılarak öldürülmüştü.

Bu olaydan sonra Wu-sunlar’dan hemen hemen hiç bahsedilmez. Sadece 436’da Ju-janlar’ın tazyikleri sonucu Wu-sunlar’ın göçebe hayat sürdükleri topraklarını terkederek “Lukovıye Dağları” yani T’ien-shan’ın batı eteklerine göçettikleri kaydedilmektedir. O dönemde Wu-sunlar’ın nüfusça az oldukları için kimsenin dikkatini çekmediği belirtilmektedir. Muhtemelen onların bakiyeleri, Tacikler arasında asimile olup gitmişlerdir.

Batı ucu yöneticileri, Çin’in hâkimiyeti altında olmaktan kesinlikle memnun değillerdi, ama bir şey de yapamıyorlardı. Fakat Çin’e karşı menfî davranışlar sergiliyorlardı. Mesela, Kuça hâkimi sarayına Çin giysileri ve geleneklerini taşımış, fakat bu duruma öfkelenenler şöyle demişlerdi: “Eşek desen, eşek değil; at desen, at değil. Herhalde katır demek daha doğru olur.” Ama yine de Çin boyunduruğundan kurtulmayı dahi düşünemiyorlardı. Çünkü kuvvetler dengesi arasında çok büyük farklar vardı.

Hayatta bazan öyle şeyler olur ki, çok küçük sebepler, büyük olaylara yol açar. 3 yılında Çinli bir üst düzey memur, Arka Ch’e-shi-h’nin hâkimi K’u-chü-ya’yı tutukladı. K’u-chü-ya rüşvet vererek kendisini kurtarmak istediyse de, bunun bir yararı olmadı. Kendisini bekleyen akibetin hapishane ve ölüm olduğunu anlayan hâkim, her türlü riski göze alarak Hunlar’a kaçtı. Onunla birlikte Hun asıllı T’ang-t’u isimli Çinli bir subay da Hunlar’a sığındı. T’ang-t’u, bir takım şahsî hesaplar yüzünden suç ortağı olduğu Wang Mang’dan korkuyordu. Yabgu, onları mülteci olarak kabul etti, fakat Wang Mang’ın baskıları sonucu Çin elçisine teslim etmek zorunda kaldı. Yine de K’u-chü-ya ve T’ang-t’u’nun affedilmelerini istedi, ama Wang Mang her ikisinin kellesini de vurdurdu. Yabgu ile Çin bölge valisi arasındaki münasebetler iyi değildi. Yine de şu maddeleri içeren eski anlaşma iki taraf arasında yürürlükteydi: “Bugünden itibaren Han ve Hyung-nu, bir sülale haline gelecekler. Taraflar, birbirini aldatmayacak, birbirine saldırmayacaklardır. Hırsızlık olayları halinde, taraflar birbirlerine haber verecekler; suçluya idam, ihbarcıya mükafaat verilecektir. Herhangi bir saldırı halinde, taraflar, askerî yönden birbirlerine yardım edeceklerdir. Kim bu anlaşmayı önce bozarsa, Gök onun cezasını versin ve onun nesli ve neslinin nesli berikilerin zincire vurmasıyla cezalandırılsın.” Bu anlaşmaya şimdi bir de Hunlar’ın Çin, Wu-sun, Batı ucu sakinleri ve Wu-huanlar’dan mülteci kabul edemeyecekleri maddesi ilave edilmişti. Bundan başka, Wang Mang Çin’de çift terkipli isimleri yasakladığı için yabguya da tek terkipli isim alması teklif edilmişti. Wu-chu-liu-yabgu, bir itirazda bulunmadı ve özel ismi olan Nang-chi Ya-sih’i, Ch’i olarak değiştirdi.

Bunlar, henüz ufak meselelerdi. Çünkü Wang Mang tahta oturunca, Çin içinde ve dışında daha fazla şeyler -sınırsız bir iktidar- isteyecekti. Böyle bir iktidar, ondan önce hiç kimseye nasip olmamıştı. Çünkü Çin imparatorları dahi kanun önünde hesap verirlerdi.


Wang Mang iktidarı ve Reformlar


Wang Mang, tahta oturduktan sonra, Konfüçyanist fikirlerden esinlenerek Han hanedanının güçlüleri kayırdığını, zayıfları ezdiğini; insanların başkasının sırtından geçindiklerini belirtip, “halbuki insanın herşeyden mukaddes olduğunu” açıkladı. İşe önce çiftçilerle olan ilişkilerden başladı. Yayınladığı fermanda kısaca şöyle deniliyordu: “Bugün [den itibaren] aşağıdaki değişiklikleri yapıyorum: İmparatorluğa ait bütün araziler, hükümdarlık arazisi olarak adlandırılacak; erkek ve kadın köleler ise, kısmen bağımlı olacaklardır. Onların [topraklar ve köleler] hepsi satılmayacak ve alınmayacaktır. Eğer erkek sayısı sekizden az ve toprak mesahası da devletin yarıcı tarlası mesahasından fazla ise, bu fazla arsa, o kişilerin dokuz göbek akrabalarına, komşularına veya hemşehrilerine satılabilecektir. Toprağı olmayan herkes, bugünden itibaren, kanunlara göre belli bir toprak alacaktır. Devlete ait yarıcı tarlası sistemini bilerek bozanlar, insanlara kanunların hilafına zarar verenler, dağlı iblislere karşı ülkeyi savunmak üzere sınır boylarına gönderileceklerdir.” 

Wang Mang, eski sikke darbetme sistemini de değiştirdi. Çünkü eski sisteme göre isteyen herkes, patent vergisini ödemek şartıyla, bakır ve kalaydan sikke darbedebilirdi. Para bastırma sırasında sikkelerin madeni değerleri gelir vergisine tâbi olmadığı için, bu usül, sahte paraların ortaya çıkmasına yol açmıştı. M.Ö.II. Yüzyılda bu sistemin tutarsızlığı gösterilmiş, fakat yine de tutulmuştu. Wang Mang, yayınladığı fermanla sikke darbedilmesini yasakladı: “Kim gayr-ı kanunî olarak para darbetmekle uğraşmaya cesaret ederse.. bütün malı mülkü müsadere edilecek ve bunlar, komşularından olayı bilip de haber vermeyenlerden dört kişiyle birlikte devletin kölesi olacaklardır.” İnsanın komşusunu suç işlemekten menetmesi mümkün olmadığı için, birinin çevresindekilerden sorumlu tutulması pekçok masum kişinin ölümüne yol açacaktı. Sikke darbetmek, ikiyüz yıldır geçerli bir meslekti ve bu işi yapanların, ellerinden başka bir iş gelmediği için, tek geçim yolları bu idi. Bunlar, açlıktan ölmemek için kaçak döküm yapmaya başladılar ve tabii onları şu ağır ceza bekliyordu: “Para basma kanununu bozan insanlardan, beş aile tutuklanarak bütün malları müsadere edildi ve devletin kölesi oldular.. Erkekler arabalarda zincire vurulmuş; kadınlar ve çocuklar ise, boyunlarında zincir halkalarla yaya olarak ilerliyorlardı. Yüz bin kişi kadardılar. Gayrı kanunî para arayan devlet memurlarına teslim edildiler... Sıcaktan ve işkenceden dolayı her on kişiden altı yedi tanesi öldü..” 

Ticarette de sıkı bir kontrol vardı: “Orta dereceli memurlar, sene içinde her zaman pazarlara gelerek, kendi keyiflerine göre mallara en yüksek, orta ve en düşük fiyatları tesbit ederlerdi. Bu memurlardan her biri, diğerinin mıntıkasına müdahele etmeksizin, kendi pazarında birbirini tutmayan fiyatlar uygularlardı. Eğer beş çeşit buğday, keten bezi, ipekli kumaş, iplik ve diğer mallara talep fazlaysa, o zaman bunlar satılmadan bekletilir; zabıta veya memurlar, fiyatların düşürülmesine izin vermezler, malın gerçek değerini belirleyerek esas narhta satılmasına müsaade ederlerdi. Eğer malın fiyatı bir ch’ieng bile yüksek bulunsa, o takdirde halka orta fiyatla satılırdı. Eğer malın fiyatı orta pahasının altına düşerse, o takdirde daha önce o malı yüksek fiyata almış olanlar geri getirerek değiştirirler veya aradaki farkı alırlardı.” Elbette bu kanun şu şekilde izah ediliyordu: Wang Mang paranın belli ellerde toplanmasını sınırlamak ve böylece devletin gelirlerini artırmak istiyordu.

Kanunların sonuçları hemen farkedilmeye başlandı: “...çiftçiler ve tacirler, boş oturmaya başladılar. Üretici ve mal, piyasadan çekildi. Halk, pazarların ve yolların haline göz yaşı döküyordu. Zâdegânlardan, memurlardan, tek suçu tarlasını satmak olan sıradan insanlardan, kölelerden ve para darbedenlerden mahkum olanları saymak mümkün değildi... “

Kölelerin sayısının fazla olması, Wang Mang’a saraylar ve ibadethaneler kurma imkanı veriyordu; fakat bu defa da inşaatta çalıştırmak için köle sayısı yetmiyordu. “Wang Mang, ülkenin dört bir yanından sanatkar ve ressamları topladı..Her tapınakta birçok salonlar, kuleler vardı. Ana sütunlar ustaların hünerlerine göre ince bakır, altın, gümüş ve oymalı süslemelerle kaplanıyordu.. Milyonlarca para harcanıyordu. Birkaç bin köle ve mahkum ölmüştü...” 

Wang Mang’ın reformları şiddetli tepkilere yol açmış, bu yüzden birkaç yıl sonra toprak ve köle alım-satımını yasaklayan kanunu değiştirmek zorunda kalmıştı. 12. yılın sonunda çıkardığı fermanda, “iaşe temin maksadıyla verilmiş olan hükümdar tarlaları ve kısmen hür köleler, hiçbir sınırlama olmaksızın alınıp satılabilirler” deniliyordu. Bu kanun, toprak sahiplerinin, köle tacirlerinin ve göründüğü kadarıyla devlet görevinde çalışırken zengin olmuş devlet memurlarının ve sınırsız arazilere sahip olan zâdegânların menfaatlarını korumak için çıkarılmıştı. Başlangıçta köylüler ve köleler için çıkarılmış olan kanun ise rafa kaldırılmıştı. Üst düzey memurlar ve subaylar, Wang Mang’a öylesine gerekliydiler ki, sonunda devletin gelirlerini onlarla paylaşmaya razı olmuştu. Ama tahtı kimseyle paylaşmaya yanaşmıyordu. Geniş halk kitlelerini hiçe saymış, prestijini korumak için ipini koparmış olanlardan, ölüme mahkum edilen suçlulardan, kaçak kölelerden ve serserilerden seçtiği askerlere sırtını dayamıştı. Çin, böylesine katı ve güçlü bir iktidara hiçbir zaman şahit olmamıştı. Uygulanan Konfüçyanist doktrinlerin sonuçlarıydı bunlar. 


Hunlar’ın Çin’den Kopuşu


Wang Mang, Hunlar’a karşı münasebetlerinde de ülkesinde yaptığı gibi katı davranmaya başlamıştı. Hükümdarlığının kudretine iyice kanaat getirdikten sonra, Hun yabgusunu da vassal prenslikler arasına sokacağını düşünmüştü. Bunun için yabgunun kullandığı devlet mührünün değiştirilmesi gerekiyordu.


M.Ö. 47’de Hu-han-yeh-yabguya verilen mühür üzerine “Hyung-nu shan-yü hsi” yani “Hun Yabgusunun Devlet Mührü” kelimeleri kazınmıştı. Wang Mang, başka bir mühür kazınmasını ve üzerine “Hsin Hyung-nu shan-yü chang”-“Hun Yabgusunun Yeni İşareti” kelimelerinin yazılmasını emretti. Çin’de böyle mühürler, ülüş sahibi prenslere ve üst düzey devlet memurlarına verilirdi. Yabgu bu mührü kabul ettikten sonra bağımsız hükümdar statüsünü kaybetmiş olacaktı. 

M.S. dokuzuncu yılda yabguya gelen Çin elçisi, ülkesindeki hanedan değişikliğini anlatarak, eski mührü verip yenisini almasını bildirdi. Doğu Ku-hsi-prensi Su, yabguya yeni mührü kontrol ettikten sonra almasını tavsiye ettiyse de, elçinin araya girmesiyle ikna olan yabgu, hiç bakmadan eski mührü verip yenisini aldı. Sonra da gece yarısına kadar devam eden bir ziyafet tertiplendi. Elçi, yabgunun eski mührün iadesini istemesinden korkarak onu kırdı. Gerçekten de Hunlar sabahleyin gelerek, çevirmenler yeni mührü kırdıkları için eskisini istediler. Fakat elçi sert çıkarak, mühür değişiminin yeni imparatorun emri olduğunu ve yabgunun da bu yeni ünvanı kabul etmek mecburiyetinde bulunduğunu belirtti. Durumun değişmeyeceğini anlayan yabgu, hediyeleri kabul edip, her şeye mutabık kaldığı izlenimi verdi. Elçi, kazandığı başarıdan cesaretlenerek, yabgunun otağında gördüğü Wu-huan mültecilerinin kendisine teslim edilmesini istedi. Yabgu bu isteği kabul etmekle kalmadı, bir de yeni mültecileri yakalamak bahanesiyle sınıra 10 bin süvari gönderdi. Yola çıkan Hun süvarileri, doğruca Shuo-fang kalesine yerleştiler.


Onuncu yılda Çin bölge yüksek komiseri T’ao-hu, Arka Ch’e-shih prensinin kellesini vurdurdu. Bunun üzerine prensin kardeşi halkını toplayarak Hunlar’a sığındı. Gayet iyi karşılanan prens, 2 bin kişilik bir süvari birliği yardımı alarak, doğruca Batı ucundaki Çin garnizonuna saldırdı. T’ao-hu hastaydı ve savunmayı yardımcılarına bırakmıştı. Onlar ise “Batı ucunun isyana iyice yaklaştığını, Hunların da büyük istilaya hazırlandıklarını gördüklerinden tamamen kılıçtan geçirilmekten korkarak” kumandanlarını öldürüp Hunlar’ın safına geçtiler. Yabgu onları saygıyla karşılayıp, her birine mevkiler verdi. Tabii bu durum savaş sebebi sayıldı. Bunun üzerine güney kanadının kumandanı ve Batı İ-chi-ch’i prensi, her ne kadar bir şey elde edemedilerse de Batı ucu garnizonuna saldırdılar. Wang Mang, öfkeden küplere binmişti. Çin devlet memurlarını ve kumandanlarını parayla satın almaya alışmış olduğundan, aynı şeyi Hunlar’a da uygulamaya kalkıştı. Hu-han-yeh yabgunun akrabalarından olan prensleri ziyafete davet etti. Maksadı içlerinden onbeş tanesini seçip yabgu olarak ikame etmek suretiyle Hunlar’ın gücünü bölmekti. Fakat bu çabalardan bir sonuç çıkmadı. Çünkü Hun prensleri, ihanet etmek istemiyorlardı. Çinliler sadece Hien (Kien) prensini yanlarına çekebildiler. O da hiçbir şeyden şüphelenmediği için iki oğluyla beraber ziyafete gitmişti. Maksadı ziyafete konup, hediyeler almaktı. Fakat Çinliler onu yakalayarak M.S. 11’de “zorla yabgu yaptılar.” 

Olup bitenleri öğrenen yabgu Wu-chu-liu, hemen Wang Mang’ın Hsüan-ti’nin torunu olmadığını hatırlayarak, bir gâsıba itaat etmeyeceğini açıkladı. Savaş başladı. Çin sınırını geçen Hun süvarileri büyük miktarda esir ve hayvan sürüleri ele geçirdiler. Seksen yıldır düşman görmeyen bölgeler bir yıl içinde bomboş kaldı.


Öfkeden kuduran Wang Mang, 300 bin kişilik bir ordunun harekete geçmesini ve “Hunlar’ın Ting-ling’e” yani Sayan Dağları’na “sürülmesini” emretti. Kendisine, gerek büyük bir ordunun bozkırlarda destek bulamayacağı ve gerekse özel ağırlıkların taşınmasının önemli problemler çıkaracağı ileri sürülerek yeterli teşkilatlanmaya sahip olmadıklarını boş yere izah etmeye çalıştılar. Kabiliyetli kumandanlar, savaşı seyyar birliklerle sürdürmeyi, Hun göçebeleri kılıçtan geçirmeyi ve düşmanın maddî desteği sayılan sürüleri kaçırmayı teklif ettiler. Fakat Wang Mang, hiçbir söze kulak asmadı ve savaş hazırlıkları devam etti. “İmparatorluk savaşa hazırlanayım derken” Hunlar saldırıya geçip, yürüyüşü imkansız hale getirecek şekilde her tarafı yağmaladılar.

Wang Mang, Hunlar’ı birbirine düşürmeyi deneyerek, eline yeni bir mühür tutuşturduğu Hien prensini yabgu olarak gönderdi. Fakat bu sonuncusu, imparatorun talimatını yerine getireceğine, doğruca meşrû yabguya varıp kendisini zorla yabgu ilan ettiklerini anlattı. Wu-chu-liu yabgu, onu öldürmedi. Aksine Hunlar’da en düşük mevki olan Yü-su-chi Chi-hou rütbesiyle Çinliler’e karşı savaşmaya gönderdi.


Olay Çin’de duyulunca, Wang Mang, Hien’in oğlunu öldürdü. Diğer oğlu zaten hastalıktan ölmüştü. Fakat bunun cepheye bir tesiri olmadı. Böylesine büyük bir ordu toparlanıp sefere çıkamayacağı için, moraller bozulmuş ve uzun yürüyüş uygunsuz hale gelmişti. Bu arada sınır boylarındaki bütün üsler Hunlar tarafından ortadan kaldırılmış, ayrıca sınır bölgeleri tam bir çöle döndürülmüştü.


Wang Mang’ın şansından düşmanı Wu-chu-liu yabgu, M.S. 13 yılında öldü.


Noin-ula


Wu-chu-liu yabgu için muhteşem bir cenaze töreni düzenlendi ve kurgandaki mezarında 1911 yıl yattı. 1924’de bu kurgan P.K. Kozloff ekibi tarafından açıldı. Şimdi orada bulunanlar Ermitaj Müzesi’nde saklanmaktadır. Kurganın tarihi lake Çin fincanı üzerindeki not sayesinde tam olarak tesbit edilebilmektedir: “Eylül, 5. yıl. Ch’ien-ning, Wan-t’an-ching yapımı. Süsleyici ressam Huo. Diğer yapımcı İ, kontrolcü P’i-yen-wu.” Bu tarih M. Ö. 2 yılına tekabül etmektedir. Fincanın altında ise “Shan-lin” yazısı var. Bu, Ch’ang-an civarında bir saray parkının ismidir. Yabgu Wu-chu-liu, orada M.Ö. 1’de imparator tarafından kabul edilmiş ve kendisine çok değerli hediyeler sunulmuştu. 

6 no.lu kurgan (Noin-ula) kolleksiyonunda Hunlar’ın kullandıkları eşyalar sergilenir. Burada en önemli yeri Çin, Baktria işi ve yerli malı kumaşlar işgal etmektedir. Mevcut eşyalar, Hunlar’ın İskit “vahşi hayvan” stillerinden etkilendiklerini göstermektedir. Gümüşlü bir ferahi üzerine antropomorfik bir kafa ile birlikte bir öküz resmi işlenmiş. Kafanın yüzü Mongoloid bir karakter arzediyor; aşağı doğru sarkan uzun saçlar, tam ayrım çizgisinden itibaren taranmış. I. Yüzyılda Hunlar’ın saç tarama modası, muhtemelen böyle idi. Öküz, iki zarif çam ağacı karşısında şematik olarak gösterilmiş dağların üzerinde duruyor. En çok dikkati çeken şey ise saçlar. Bunlar, belirgin bir saç tokasıyla, biraz da cilveli bir şekilde, sağ kulağın üstünden arkaya atılmış. Çok canlı bir detay. Bu tür tokalar, Noin-ula grubuna ait diğer kurganlarda da bulunmuştu. At yelesinden örülmüş ve bir mahfaza içinde muhafaza edilmekteydi.


A.N. Bernchtam, “bunun Hunlar’ın hakimiyeti altında bulunanlar tarafından konulmuş olduğunu” tahmin etmektedir, fakat ferahi üzerinde kulağın üst kısmından arkaya doğru atılmış saçlar görüyoruz. Demek ki itinalı bir şekilde taranmış saçların bir kısmını teşkil ediyorlar. Dalgalı saçlar, Mongoloid bir karakter arzeden yüzle hiç de uyum arzetmiyor. Saç tokası ise, bizi daha çok Mongoloid olan Taştık maskeleri ve belki de onun altındaki yüzü hatırlamaya zorluyor. Sanırım Siyenpi saçlı Mongoloid bir yüz, genel olarak Uzak Doğu çehresi, I. Yüzyılda Hunlar’ı batılılardan daha güzel göstermiştir. Nitekim bugünkü iri gözlü, gaga burunlu Telengitler çirkin kabul edilmektedir.

Demek ki M.Ö. I. Yüzyıldaki ideal Uzak Doğu güzelliği, geleneksel (İskit “vahşi vayvan” stilinde kullanılan eşyalar) plastik sanatlarda hâlâ muhafaza edilen Batı unsurlarının tesirinde kalmıştır. I. Yüzyılın Çin sanatını bilen ve bazan onu taklit eden Hun ustalarının yüksek kabiliyet ve değerli zevkleri, sanat ve kültürün oldukça gelişmiş olduğunu göstermektedirler. M.Ö. I. Yüzyıl ile M.S. I. Yüzyıl arasına ait diğer arkeolojik bulgular da bunu ispat etmektedir. Bu bulgular arasında ilk sırada, Hunlar’ın giderek oturak hayata meylettiklerini gösteren Han dönemi yerleşik eski halkların kalıntıları yer almaktadır. Bu bulguların kıtlık ve mısır bitkilerini yokeden çekirge sürüleri hatıralarıyla kıyaslanması, Hunlar’ın hayvancılığın yanı sıra ziraatle de uğraştıkları sonucunu çıkarmamıza imkan vermektedir. I. Yüzyılda aynı şey, Wu-sunlar’da müşahede edilmiştir. Arkeologlar kömürleşmiş tahıl ve değirmen taşları arasında Wu-sun seramiklerine de rastlamışlardır. Bugünkü bilgilerimizle göçebelerde ziraatın Çin tesiriyle mi, yoksa ekmeğe duyulan ihtiyaç dolayısıyla kendi kendine mi geliştiği konusunda bir karar verecek durumda değiliz. Batı bölgelerinde bol miktarda Çin eşyalarının bulunması, birinci ihtimali haklı gösteriyor. Mesela Han dönemi aynaları, Volga sahillerine kadar ulaşmıştı. Wu-sun mezarlarında zarif Çin lake kapları bulunmuştur. Roma İmparatorluğu’nda Çinliler’e rastlanılmamasına rağmen, bol miktarda Çin ipeği vardı. Kaşkar civarındaki “Taş Kule”de Soğdiyanalı tacirler Çinliler’in mallarını toplayarak Baktria’ya (Belh) götürüyorlar; bu mallar orada Parthlar’a satılıyor, onlar da Romalılar’a gönderiyorlardı. Bu ithalat sebebiyle Roma bütçesi her yıl 20 milyon sesterse açık veriyordu. Altın olarak ödenen bu paralar, elbette Çinliler’in değil, Soğdlular ve Parthlar’ın cebine giriyordu. 

Fakat Çin kültürü, sadece verilen hediyeler yoluyla yayılmış değildir. Çinliler, çeşitli vesilelerle bozkıra çıkmışlar ve Hun topraklarına komşu olarak yaşamışlardır. Mesela en büyük muhaceret, M.Ö. III. Yüzyılda Ts’in (Ch’in) hanedanı zamanında olmuştur. Savaş zamanlarında Çinli köleler yabgunun yerleşik Hun tebaasını teşkil etmişlerdir. Diğer yandan yabgu ve prenslere hatun olarak gönderilen Çinli kadınlar ve halayıkları, Çin zevklerini ve kültürünü taşırken, hizmete alınan ve kariyerini ispat eden (örneğin Wei Liu ve Li Ling) kalabalık mülteciler de Hunlar’a diplomasinin ve savaş sanatının ince yönlerini öğretmişlerdir. Hun kültüründe güçlü bir Çin tesiri olduğu muhakkaktır, ama bunları Hun sanatı ve ideolojisindeki oynamalar olarak kabul etmek doğru olmaz. Çünkü günlük hayat, mükemmelliğin örnek ve tesirlerden daha güçlü olması gerektiğini ortaya koyuyordu. Çin’den ekmeklik buğday ithal etmekten kaçınılmasının Hun ve Wu-sun tarımının gelişmesini hızlandırdığı düşünülebilir. Bu görüşe göre Hu-han-yeh ve halefleri zamanında Çin’le yapılan ittifak, Hunlar’ın yerleşik düzene geçişini durdurmuş; yabguya hediye olarak verilen bol miktarda buğday, göçebeleri tarla açmak ve tarım yapmaktan uzaklaştırarak, Çin iç pazarında çok ihtiyaç duyulan deri talebini karşılamak üzere çarvacılığa sevketmiştir. Gerçekten de Hunlar’ın Çin’e itaat etmeleri onların çarvacılıkla uğraşan göçebe bir toplum olarak kalmalarına imkan sağlamıştır. Bu farklılık, Hunlar kendilerini olaylar anaforunun ortasında buldukları zaman onların politikalarına da yansımıştır.


Hanedan Değişimi


Daha önce belirtildiği gibi, Hunlar’da temel politik meseleler üzerinde bir görüş birliği yoktu. Wu-chu-liu’nun demir yumruğu halkı savaş yoluna itmişti; fakat onun ölümünden sonra barıştan yana olanlar, seslerini duyurmaya başlamışlardı. Ve muhtemelen zimamdar Su-pu-t’ang, bunlara rehberlik ediyordu. İsminden onun mahkeme işlerini elinde bulunduran Su-pu boyunun beylerinden olduğu anlaşılıyor.

Hu-han-yeh yabguya M.Ö. 33’de hatun olarak verilen ve ondan bir oğlu olan Çinli Wang Chao-ch’ün’ün kızıyla evlenmişti. Bu hatun, ilk kocasının ölümünden sonra, onun halefi Fu-chu-lei’yle evlenmiş ve ondan iki kızı olmuş; işte bu kızlardan biri de Su-pu-t’ang’la izdivaç etmişti. Bilahere Çin’le savaşı sona erdirmek maksadıyla kayın biraderinin yerine daha önce Wang Mang’a yaltaklık etmiş bulunan Hien’i tahta geçirdi.

Wu-liu-jo-ti-yabgu ünvanını Hien, savaşçı partinin en önde gelen kumandanlarından olan küçük kardeşine Doğu Lu-li-prens, Wu-chü-liu’nun oğlu Su-t’u-hu-pien’e de Doğu Chu-ki-prens ünvanı verdi. Fakat esasen Hien, kendisini vaktiyle utanılacak bir duruma düşüren Wu-chu-liu’den nefret ediyordu. Bu yüzden Su-t’u-hu-pien’i görevinden azlederek, Hu-wu -”zat-ı âlileri” titülüyle oğlunun naibi ilan etti. Fakat Su-t’u-hu-pien, kısa süre sonra ortadan kayboldu. Öldürüldüğü veya öldüğü hakkında kesin bir bilgi yok. Böylece Hien’in kardeşi Yü, Doğu Chu-ki-prensi oldu.


M.S. 14’de Hien, Çin’e bir elçi göndererek, imparatora yeni yabgunun barış müzakerelerini başlatmak arzusunda olduğunu bildirdi. Wang Mang, Hien’e oğluna karşılık Ch’e-shih’li hainlerin kendisine teslim edilmesini teklif etti. Aslında oğlunun hayatta olduğunu söyleyerek Hunlar’ı aldatmıştı. Hien 27 mülteciyi teslim edince, Wang Mang da hepsini meydanda yaktı. Bu olaydan sonra Wang Mang, savaşı sona ermiş kabul ederek ordusunu geri çekti ve sınırların güvenliğini de Hun ve Wu-huan paralı askerlerine bıraktı. Oğlunun iadesini bekleyen Hien, bir yandan da var gücüyle tebaasının savaşı sürdürmesini engelliyordu. Fakat 15. yılın Mayıs ayında oğlunun cesedi ve bu infaza şahit olan esir Hun beyleri gönderilmişti. Çinliler, yabguyu hediyelerle teskin etmeye çalıştılar. Yabgu, hediyeleri kabul etti; fakat steplerde savaşı engellemeye son verdi ve böylece de savaş yeni bir güçle tekrar başladı.


Wang Mang’ın ailelerini rehin almak suretiyle Çin ordusuna soktuğu Wu-huanlar isyan ettiler. İsyancıların reisleri Hunlar’la anlaşarak kabilelerini alıp götürdüler. Artık yabguyu fazla desteklemeyen Hun prensleri, Çin sınırını ihlal ettiler. Ordusunu terhis etmiş olan fantastik yarım akıllı Wang Mang ise, yeniden asker toplamaya başladı.

Bu arada Batı ucunda Karaşar isyan edip Hunlar’a teslim olmuştu. İsyanı bastırmak için gelen Çin birliklerinden biri, kuşatılarak kılıçtan geçirildi; dağılıp kaçan askerler ise, tamamıyla imha edildi. Karaşar’a girmeye ve birkaç kişiyi öldürmeye muvaffak olan diğer birlik ise, Çin’e sâlimen geri çekilebildi. Kuça’ya gizlenen vali de Çin’den yardım gelmeyince öldürüldü. Hunlar, bütün Batı ucunu ele geçirdiler. Sadece Yarkend Çin’e sadakatini muhafaza etti. 

18 yılında Hien ölünce, bu defa tahta Hu-tu-erh Shih-tao-kao-jo-ti-yabgu ünvanını alan kardeşi Yü geçti. Yü, Wang Mang’la anlaşmaya çalıştıysa da, bu sonuncusu yine Hunlar’ı içten parçalama planını uygulamaya döndü. Kendisiyle müzakerelerde bulunmaya gelen Su-pu-t’ang’ı kendi tarafına çekerek yabguluğunu ilan etmekle birlikte, Su-pu-t’ang kısa süre sonra hastalanıp ölünce, Wang Mang da Hunlar’ın iç işlerine karışma imkanını kaybetti.


“Kızılkaşlar”ın İsyanı ve Wang Mang’ın Ölümü


M.S. 17’de, Hunlar ve Wu-sunlar’ın başına gelen Çinliler’in başına da geldi: İç savaş!


Her üç ülkedeki çarpışmaların şekli birbirinden farklıydı: Hunlar’da, boylar arasında; Wu-sunlar’da, Çinli veya K’ang-chü birliklerinden kendilerine taraftar olanlara sırtını veren prensler arasında; Çin’de ise, halkla devlet arasında. Halk isyanının temel sebebi, yardımcıları tarafından tasdik edilmemekle birlikte, Wang Mang’ın yaptığı reformların hayatı çekilmez hale getirmesiydi. Ayrıca kıtlığın sebep olduğu açlık sebebiyle eşkiyalığa başlayan halkın sayısı da artmıştı. Bunların reisleri de o güne kadar meşhur olmuş kişiler değillerdi ama cesur ve enerjiktiler: Hu-pei’den Wang Kuang ve Wang Feng ve Shan-tung’dan Fan Ch’ung. “Wang Mang üzerlerine ordu sevkedince, onlar, savaşçılarının Wang Mang’ın askerlerinden ayrılması için kaşlarını kırmızı boya ile boyadılar.” 

İsyan eden halk, öfkesini eski kadroya değil, yeni iş başına gelmiş devlet erkanına yöneltti. Asilerin hedefi, Han sülalesi imparatorluğunu yeniden kurmaktı. Hatta Liu Peng-tse’yi imparator olarak başlarına geçirmişlerdi. Âsilerden en çok nefret edenler ise, nefret edilen gâsıbın memurlarıydı.

Enteresan olanı, bu arada Hunlar’ın da legitimizma sahasına çıkarak Han sülalesinden olmadığı için Wang Mang’a itaat etmeyi reddetmiş olmalarıdır. Wang Mang, sadece satın aldığı taraftarlarına güveniyordu ki, bu da çarpışmaların seyrini belirlemiştir. Köylü isyanlarından bir süre sonra askerler arasında da komplo hazırlıkları başladı. “Wu-zü-liu’dan Ma Shih-ch’ü, hempalarıyla fikir birliği ederek Yen ve Chao’daki askerleri ayaklandırıp, Wang Mang’ın kellesini uçurmaya karar verdiler.” Fakat ihbar üzerine komplocular yakalanarak, kelleleri vuruldu. “Artık Wang Mang’ın şansı ters dönmüştü. Halk ise sürekli kendisine ateş püskürüyordu..” 


21 yılında Güney Çin’deki “Yeşil Ormanlar”da, on bin kişiden daha fazla insan isyan etti. Bunlar, devletin orduları tarafından sıkıştırılınca, Yang-tse ağzına çekildiler. Bu yüzden kendilerine “Aşağı Nehir İsyancıları” adı verildi. Nehir ve göllerin bulunduğu bölgelerdeki isyancılar, Prens Fan isimli birini başlarına lider seçtiler. Han sülalesinin mensup olduğu Liu kabilesi üyeleri de Prens Fan’a katıldılar. “Haydutlar, başlangıçta açlıktan ve sefaletten isyan etmişlerdi. Onlar ürünleri topladıktan sonra köylerine dönebileceklerini düşünüyorlardı. Fakat sayıları arttı ve onbinlere ulaştı. Şehirlere saldıramadılar ve sabahtan akşama kadar yiyecek yağmaladılar. Kasabalardaki derebeyleri ve kumandanlar birbirleriyle tutuştukları kavgalar sırasında telef oldukları için, haydutlar onları öldürmeye muvaffak olamadılar. Fakat Wang Mang, bunu bu şekilde anlamamıştı.” Âsilerle savaşabilmek için hür kölelerden ve suçları bağışlanmış canilerden “Yaban Domuzu Atağı” adını verdiği bir ordu kurdu. Bu arada, bütün Doğu Çin, kıyamcılar tarafından ele geçirilmiş; kuzey sınırları ise, baştan sona Hunlar tarafından yağmalanmıştı. Savaşların yol açtığı felaketlere bir de çekirge istilası eklenmişti.

“Yaban Domuzları” ilk başlarda başarılı olmuşlardı, fakat “Kızılkaşlar”ın ana kuvvetleriyle karşılaşınca ağır bir hezimete uğradılar.


23 yılının kış aylarında, eski devlet erkanı, Han sülalesinden Prens Liu Hsiu’yü başlarına geçirerek kıyam ettiler. Liu Hsiu taraftarları, kendi savaş organizasyonlarını kurarak fermanlar yayınlamaya başladılar. “Kızılkaşlar”la müttefiken, fakat onlarla birleşmeden kendi yönetimlerini organize ettiler.


Öfkeden küplere binen Wang Mang, “Kaplanın Dişleri” adı verilen yeni bir ordu kurulmasını emrettiyse de, bu ordu da Liu Hsiu tarafından mağlup edildi. “Kaplanın Dişleri”nden ancak birkaç bin kişi başkente geri dönebildi. Han ordusunun hücumu bir zafer yürüyüşüne dönüştü. Han’ın torunu, (Liu Hsüan) Heng-shih adıyla imparator ilan edildi. Wang Mang’ın asker ve subayları, Han hanedanı imparatoruna bağlılıklarını göstermek için âdeta birbirleriyle yarıştılar.


Shen-si ve Shan-si’de askerî hareketler başlayınca, Hunlar’ın üzerine çullanmış olan Wang Mang, kuzey sınırlarındaki orduyu geri çekerek kıyamcılara karşı sevkettiyse de, halk kitlelerinin nefret edilen rejime karşı direnişleri kardeşçe devam etti. Küçük kıyamcı birlikleri, her türlü tehlikeyi göze alarak başkent Ch’ang-an’ın kapılarına dayandılar. Tek düşündükleri, şehre ilk girecek kişi olmaktı.

 

Bu durum karşısında hapishanelerdeki suçluları serbest bırakan Wang Mang, onları âsiler üzerine sürdü; ama suçlular, dört bir yana dağılıp kaçıştılar. Kıyamcılar, Wang Mang ailesinin mezarlarını açarak cesetleri yaktılar. Ayrıca, dokuz tapınağı, sarayları ve imparatorluk okullarını yerle bir ettiler. Şehrin her tarafını dumanlar kapladı ve bu arada da kıyamcılar kuzey kapılarından içeri girdiler.


Gâsıp taraftarları, oyunu kaybettiklerini çok iyi anlamalarına rağmen, teslim olmaya bir türlü yanaşmıyorlardı. Çevrelerindeki halka giderek daralırken, sokak çatışmaları da Wang Mang taraftarlarının oklarına müracat etmelerine kadar devam etti. Çevresinde olup bitenleri bir türlü anlamayan tek kişi, Wang Mang’dı. Devasa Chien-t’ai havuzlarının üzerini saran yangın dumanlarını gördükten, kendi tarafında savaşanların saflarının seyreldiğini farkettikten ve düşmanlarının haykırışlarını işittikten sonra söylediği tek şey şu oldu: “Bana bu tahtı Gök verdi, yoksa Han askerlerinin bana zarar vermelerine müsaade mi edecek?” Nihayet kıyamcılar saraya girdiler ve göğüs göğüse çarpışmalar sonunda son muhafızları da devirdiler. Haremin gözdesi Wang Mang’ın nereye saklandığını gösterince, kalabalık o tarafa yöneldi ve gâsıp oracıkta hemen öldürüldü.

Wang Mang taraftarları, “saltanatın ebediyen Han sülalesine ait olduğunu kabul ederek” kayıtsız şartsız teslim oldular. Ama kan dökülmeye yine de devam edildi.


Han Hanedanının Yeniden Kuruluşu

 

Derebeyler ve köylüler, el ele vererek iktidarı devirmişlerdi; ama çıkarları farklı farklıydı. Liu Peng-tse’nin liderliğinde hareket eden “Kızılkaşlar” 25 yılında bu defa derebeylere karşı bir iç savaş başlattılar. 

Hun yabgusu, “Kızılkaşlar”a destek veriyordu. Hunlar’ın destekleri sayesinde kıyamcıların önderi Liu Peng-tse ve kumandanı Fan Ch’ung, tam bir zafer kazandılar. 27 yılında başkent yeniden âsilerin eline geçmiş ve İmparator Heng-shih öldürülmüş; fakat amcasının kuzeni Liu Hsiu silah arkadaşlarının başına geçerek Liu Peng-tse’yi hezimete uğratmış, böylece Kuang Wu-ti ünvanını aldıktan sonra yeni Doğu (veya Muahhar, yahut Küçük) Han hanedanını kurmuştu.


Böylece, M.S. I. Yüzyılda çıkan bu iç savaşlar, Çin imparatorluk sistemini temelden sarsmıştı. “İnsanlar, açlıktan birbirlerini yemişler; öldürülenlerin sayısı birkaç yüz bine ulaşmış ve başkent bir harabeye dönmüştü.” Ne var ki Çin hâlâ ayaktaydı. Ve bu dönemde güçlenen başka bir devlet ise Hun Devleti olmuştu.

Hunlar savaşlardan güçlenerek çıkmışlar ve Yabgu Yü, güçlü Mete imparatorluğunu yeniden kurmuştu. Yeni imparatorun gönderdiği elçi, yabguya M.Ö. 47’de Hu-han-yeh tarafından imzalanmış olan anlaşmanın yenilenmesini teklif edince, yabgu ona şu cevabı verdi:


Zaman değişti. O zamanlar Hunlar zayıf, Çin güçlüydü. Şimdi ise Hunlar bütün sınır boylarını işgal ederek, birinci yabgu dönemindeki eski haline döndürdüler.

 

Wang Mang’ın ölümünde zaten yabgu karıştırıcı rol oynamıştı ve buna istinaden anlaşmanın yenilenmesini prensip olarak reddetti. Bozkırla şehir arasında bir savaş kaçınılmazdı ve bunun neticeleri, yeni bir çağın başlangıcına yol açacaktı.


Her iki taraf da yeni bir savaşa hazırlanmak için bütün imkanlarını seferber etmeye başladılar: Uzun mızraklar, otomatik ok atan arabalar, sivri dilli diplomatlar ve beylerin satın alınması için harcanan top top ipekli kumaşlar. Ne var ki savaşın kaderini, aynı zamanda Uzak Doğu’nun ekonomik ve kültürel gelişmelerinin ortaya çıkaracağı etnogenez süreçleri tayin edecek gibi görünüyordu.



Lev Nikolayeviç Gumilev

Ruscadan Çeviren D. Ahsen BATUR


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak