9 Kasım 2022 Çarşamba

Türk Soylu Halklarda Dünya Tasavvuru-3

 


Gökyüzü ve Sütunu


Bazı Altay halkları gökyüzünü, insanların yaşadığı yeryüzünün üstünü örten ve onu koruyan bir çadır tavanı olarak hayâl etmişlerdir. Yakutlar, gökyüzünün üst üste yığılmış ve iyice gerilmiş postlardan meydana geldiğini anlatırken Buryat efsanelerinde Samanyolunu bir “dikiş” olarak nitelendirerek, bir yaratığın “çok çok eskilerde, gençlik zamanlarımda, gök yüzünü dikerdim” biçiminde geçer. Göçmen kuşlardan ve onların kışı geçirdikleri ülkelerden bahseden (muhtemelen Tatarlardan, Vogullara geçmiş olmalı) bazı Vogul efsanelerinde gökyüzü, çadır tavanı olarak tasavvur edilir. Bu efsanelere göre, kuşların kışı geçirdikleri, çok uzaklardaki “efsane bir ülke”, insanların yaşadığı yeryüzünden gökyüzü sınırı ile ayrılmaktadır. Bu gökyüzü sınırı perde gibidir ve rüzgâr esip sallandığında, kuşlar perdenin altındaki aralıktan uçarak diğer tarafa geçerler.


Türk kökenli halklarda, Tanrıların arada bir gökyüzü örtüsünü biraz aralayıp yeryüzünde neler olup bittiğine göz attıklarına inanılır ki, Çuvaşlar, dünyaya düşen meteorların yarattığı ışıltıyı bu şekilde izah ederler. Gökyüzü örtüsünün aralanışına denk gelmenin şans işareti olduğu ve tam da o anda Tanrıdan dilenen veya gönülden geçirilen bir dileğin kabûl edileceğine inanılır. Buryatlar “gök kapısı”ndan bahsederken, bu görüntüyü kastederler. “Gök kapısı”, Buryatların nazarında tanrıların kısa bir an için örtüyü aralaması anlamı taşır. Tanrılar “kapı”yı çok kısa bir süre için açtıklarında, gökyüzünden dünyaya parıltı saçan muhteşem bir ışık şulesi süzülür. Çuvaşlar gibi, Yakutlar da, “Gök Kapısı”  açıldığında Tanrıların insanlara bütün dilediklerini kabûl edeceklerine inanırlar. Aslında atmosfere düşen bir meteorun sebep olduğu ışıltıdan kaynaklanan bu inanç, sadece Asya’da değil, Batı Avrupa’da da oldukça yaygın olup, aynı şekilde bu esnada tutulan bir dileğin gerçekleşeceğine inanılır.


Gökyüzünün, dünyanın üzerine yayılmış bir çadır tavanı olarak tasavvur edildiği bu dünya görüşünde, yıldızlar da pek tabii olarak bu çadırın tavanındaki delikler olarak hayâl edilir. Gökyüzü ışığının içinden sızdığı bu delik tasavvuruna öncelikle Yakutlar arasında rastlanır. Meselâ, “Ülker” takım yıldızının görülmesi, bu delikten yeryüzüne soğuk hava gireceği inancıyla kötüye alâmet sayılır. Bu inanış esasında, Ülker takım yıldızının havaların soğumasına doğru gök yüzünde görünmesiyle, gerçek hayat gözlemlerine dayanır.

Gökyüzünün bir çadır tavanı olarak tasavvur edilmesinin kökleri hiç şüphesiz ki tarih öncesi dönemlere uzanmakta, muhtemelen insanlığın en eski dönemlerinden kalma bu ilkel barınma şekli, insanların hayâl gücünü bu yönde etkilemiş olmakla, sadece Sibirya halklarına has bir durum değildir. Babil efsanelerinde bile yeryüzünden, “çoban çadırı” olarak söz edilmekte ve Eski Ahit’in bazı bölümlerinde de (meselâ, Yeşaya, 40/22) “Gökleri perde gibi geren, oturmak için çadır gibi kuran O’dur” diye geçmektedir.


Türk kökenli halklar gökyüzünü yarım küre şeklinde ve sıkıca örtülü olarak tasavvur etmekle, gökyüzünün sınırlarının yerkürenin sınırları ile kesiştiğine inanmışlardır. Buryatlar da ise, gökyüzü ters çevrilmiş bir tencere şeklinde, bazen alçalıp, bazen de yükselen sürekli hareket hâlindedir. Gök kubbe yükseldiğinde, gök kubbe ve yeryüzünün kenarları arasında bir aralık oluştuğuna inanılır. Buryat efsanelerinde bir kahramanın tam bu açılma anını kollayarak, gök kubbe ile yeryüzünün kenarları arasına yayını sıkıştırmasıyla, dünyanın dışına çıkmayı başardığı anlatılır. Rus halk hikayelerinde de, yeryüzü ve gökyüzünün birleştikleri noktada, gök kubbenin üzerine tırmanmanın mümkün olduğu anlatılır. Bir insanın gözünden bakıldığında, ufuk çizgisi yeryüzü ile birleşikmiş gibi göründüğü için, bu tarz bir tasavvur şekli, muhtelif halkların hayâl dünyalarında kendiliğinden, tabii olarak ortaya çıkmış olması muhtemeldir. Fakat buna mukabil, gök kubbenin alçalıp yükselmesine ilişkin tasavvur yine de nadir rastlanan bir durum değildir. Çukçeler, rüzgârın oluşmasını bu kendine has harekete bağlarlarken, Gilyaklar aynı şekilde yeryüzü ile gök kubbenin kenarları arasında bir aralık bulunduğuna ve gök kubbenin alçalıp yükselmesine bağlı olarak bu aralığın kapanıp veya genişlediğine inanırlar. Yeryüzü ve gök kubbenin kenarları birbirlerinden uzaklaştığında şiddetli bir rüzgâr çıkar. Gök kubbenin yükseldiği anlarda da, göçmen kuşlar-meselâ, kuğu sürüleri- insanların dünyasından dışarı çıkarlar. Bu açıklıktan faydalanıp çıkamayan kuşlarsa, gök kubbe tekrar alçalıp da aralık kapanırken, arada kalıp, ezilip ölür ve dünyanın kenarında oturmakta olan yaşlı bir kadın tarafında toplanıp pişirilirler. Bu sebeple Çukçeler, yeryüzüyle, gök kubbe arasındaki bu zaman zaman açılıp kapanan aralığa “Kuş geçidi” adını verirler.


Gök kubbenin yukarıda bahsedilen hareketliliği, Kuzey Amerika Kızılderilileri arasında da görülen bir tasavvurdur. Algonkin Kızılderili efsanelerinden birinde, yeryüzü ve gök kubbenin birbirine yanaştığı anı kollayarak, gök kubbeye tırmanmaya çalışan dört kardeşten bahsedilir. Efsaneye göre kardeşlerden birisi yeryüzü ve gök kubbenin arasına düşerek hayatını kaybeder. Hayda Kızılderililerine göre ise, gök kubbenin bu alçalışı esnasında kimi zaman bulutlar yüksek dağlara değerler ve bu yüzden bir uğultu çıkar, bu uğultu insanlar tarafından da duyulabilir. Avrupa halk inançlarında da bu tarz mistik gök kubbe tasavvurlarına rastlanır.


Buna mukabil, yıldızlı bir gecede gökyüzünde çıplak gözle seyredilebilecek bir hadise de başka bir gök kubbe hareketi tasavvuruna ilham kaynağı teşkil eder; söz konusu hadise, Kutup yıldızı etrafındaki diğer gök cisimlerinin yer değiştirmesidir. Bu dairevî hareketin sebebi dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesi ve bu dönüşü de bir gün içerisinde tamamlıyor olmasıyla ilgili olmasına rağmen, insanların bunu fark edememeleridir. Kuzey yarım kürede yaşayan halklar, göklerin bu esrarlı merkezini çok erken çağlardan itibaren farketmişlerdi. Asya ve Avrupa’nın bir çok halkı, bu sebeple “yeryüzünün göbeği” olduğu gibi, bir de “gökyüzünün göbeği” olacağını tasavvur ederek, bununla gök kubbedeki bu merkez noktayı kastetmişlerdir. Bazı deyimlere bakıldığında, Finlilerin de bu “gökyüzünün göbeğini” fark etmiş oldukları anlaşılmaktadır. Enontekiö’de Kutup yıldızına “Kuzeyin göbek yıldızı” adı verilir. Altay halk şiirlerinde gökyüzü ve yeryüzünün göbeği bir arada anılır. Bütün bunların birbirleriyle ne derecede yakın ilişki içinde tasavvur edildiklerini ise bir şaman şarkısında sözü geçen; “Gökyüzünün göbeği yerde, yeryüzünün göbeği gökte olsaydı.” şeklinde bir dilekte görülür. Gökyüzünün göbek deliği tasavvuru, muhtemelen yeryüzünün göbek deliği tasavvurundan daha önce ortaya çıkmış, hâtta yeryüzünün göbek deliği kavramına bu noktada emsâl teşkil etmiştir.


Gök kubbedeki cisimler, bu “göbeğin” etrafında döndükleri için, insanlar bu “göbeği”, gök kubbenin sabitlenmiş olduğu bir cisim olarak kabûl ederek, bir çok Kuzey halkı, Kutup yıldızını “çivi” (Türklerdeki demir kazık) olarak isimlendirirler. Kutup yıldızına “gök çivisi” adı veren Turuhansk bölgesindeki Samoyedler, bütün gök yüzünün onun çevresinde döndüğünü söylerken, Çukçeler, Koryaklar gibi Kutup yıldızına “çivi yıldızı” adını verirler. Bu hususta Holzmayer, Estelerin bundan yola çıkarak, geliştirdikleri tasavvurları şöyle anlatır: ”Esteler, gök kubbeyi, tabanı kubbeli ve üç ayaklı bir kazan şeklinde tasavvur etmekte, bu kazanın tabanına (pṍhhi) adını vermektedirler. Bu kazan, yâni gök kubbe, derinlerinde orta yerlerde bir çivi (nael) ile sabitlenmiş bu çivi eksen alınarak kazan (yâni kubbe) çivinin etrafında dönebilmekte ve bu dönüş sebebiyle de gök cisimlerinin hareketi meydana gelmektedir. Kutup yıldızı bunun merkezinde olduğu için de, ona pṍhya nael (tabanın veya temelin çivisi) adı verilmektedir. Kutup yıldızına verilen bu isim, aynı biçimde

 

 


“Kuzey çivisi” olarak da tercüme edilebilir, keza Este dilinde pṍhi kelimesi “taban/temel/zemin” anlamları dışında “Kuzey” anlamına da gelmektedir. Buna benzer bir isimlendirme bir zamanlar Fince’de de olsa gerektir, zira Lap dilinde Kutup yıldızına “bohinavlle” (Kuzeyin çivisi) denmekte ve bu kullanımın Fince’den Lap diline geçmiş olması muhtemeldir. Laponlar, bu “çivi”nin çıkması hâlinde, gök kubbenin yere düşeceğine inanırlar. İskandinav halk şiirinde geçen “veraldarnagli” (dünyanın çivisi) de aynı anlama gelmektedir. Fince bir büyücülük terimi olan “Himmelsangel” (gök meleği) de bu anlamı ifade etmek için kullanılır.


Gök kubbede gerçekleşen bu esrarlı dönüş hareketi, bir çividen çok daha güçlü ve güvenilir bir dayanak fikrine de ilham kaynağı teşkil eder ki, bu dayanak; ucunda gök kubbenin döndüğü devasa bir sütun veya eksen olarak tasavvur edilmektedir. Bu sebeple Altay halkları Kutup yıldızına başka isimler vermişler; Moğollar, Buryatlar ve Kalmuklar, Kutup yıldızına “altın sütun”, Kırgızlar, Başkırlar ve Batı Sibirya Tatar kabileleri “demir direk-kazık” Teleütler “yalnız direk-kazık” ve Tunguz-Oroçonlar da “altın sütun” adını vermişlerdir. Yakut efsanelerindeyse, dünyanın önceden küçücükken, daha sonraları büyüyerek bugünkü hâline ulaştığı ve efsanede adı geçen “demir ağaç”; “gök kubbe ve yer büyümeye başladıklarında, ben de onlarla beraber büyüdüm” diyerek kendini över.


“Dünyanın sütunu/direği” tasavvuruna, 6 yy’dan kalma Saksonların “dünya sütunları/direkleri” resimlerinden anlaşılacağı üzere, eskiden beri Avrupa’da da görüyoruz. Rudolf von Fulda’nın naklettiğine göre, Saksonların her şeyi taşıyacağına inandıkları ve “irminsul” adını verdikleri (universalis columna) bu sütunlar, göğe doğru uzanan yüksek ağaç kazıklardır. İskandinavyalı Lâplar, Kuzey Cermenlerinin bu konudaki inanç ve geleneklerini daha sonraki dönemlerde benimsemişlerdir. Lâplar, yabancı bir isim (veralden rad) taşıyan tanrılarını şereflendirmek için, kurban törenlerinde kurbanın kanı ile ovularak hazırladıkları yüksek bir ağaç sütuna “dünyanın sütunu/direği” adını vermekteydiler. Bu sütunu dikme sebeplerini de “Tanrının gökleri üstlerine yıkmaması için” veya “dünyaya destek olmak ve mevcut hâlini değiştirmemesi için onu düzen içinde ve iyi durumda tutma” olarak açıklıyorlardı. Knud Leem’in Porsanger civarında görmüş olduğu bir “dünya sütunu”, üst ucunda sivri bir demir uçluk bulunan, toprağa dikilmiş dört yüzeyli bir direkten ibaretti.


Direğin ucundaki sivri demir, hiç şüphesiz daha önce bahsi edilen “çivi”yi ifade ederken, Lapların tasavvurunda yeralan gökyüzünün bu demir ucun etrafında döndüğünü göstermekle, buradan sütunun ucunun gökyüzünde hangi noktaya denk geldiğini tasavvur ettiklerini anlamak mümkündür. Kutup yıldızına Lapların vermiş olduğu isim “dünyanın sütunu/ direği” (İskandinav Lapçasında: veralden-tṧuold) veya “Gök sütunu/direği” (Rusya Lapçasında: almetṧuolda) bize daha önce Altay halklarında görmüş olduğumuz inanç biçimlerinin tezahürü olan adlandırmaları hatırlatmaktadır.


Yeryüzünden çıplak göz ile bakıldığında, “Büyük Ayı” ve diğer yıldızların gökyüzünün bu temel direğinin etrafını belli bir mesafede çeviriyormuş hissi uyandırdığı bilinmektedir. Bu yıldızların görünmeyen bağlarla bu direğe bağlanmış oldukları fikri de buradan doğmuştur. Kırgızlar, “demir sütunun” yanında bir yay oluşturan üç yıldızı “ip” olarak adlandırarak, bu “ip”e, aynı takım yıldızlarının (yâni Küçük Ayı) diğer iki büyük yıldızı, yâni iki ”binek atı” bağlı olduğuna inanırlar. Benzeri şekilde Tatarlar da Büyük Ayı’yı oluşturan “yedi hayvanı” gök direğine bağlanmış olarak düşünürler. İplerin kopması durumunda, gök yüzünde büyük sıkıntılar ve aksaklıklar meydana gelir. Yakut efsanelerinden birinde, yerde ve gökte uçları olan “demir ağaca” bağlı yedi ren geyiğinin iplerinden kurtulmak için nasıl sağa sola koştukları anlatılır. Buryatlar ise, yıldızlı gök yüzüne baktıklarında, at sırtındaki bir “solbon”un (Venüs) ve yardımcılarının çobanlık ettikleri bir at sürüsü görürler. Bu örnekleri vermemizin sebebi, Türk kökenli halk efsanelerinde “dünya sütununun/direğinin” sık sık “bağlama demiri/kazığı” olarak geçmesidir. Meselâ, Yakutlar bu sütuna “bağlama kazığı beyi” derken, Buryat efsanelerinde gökyüzünde oturan ruh “Boşintoy”un dokuz oğlundan bahsedilir: sanatının erbabı olan bu demirci usta oğullar, insanlara demir işlemeyi öğrettiklerinden, “Boşintoy’un dokuz ak demircisi... bize Kutup yıldızından bağlama kazığı ve altın denizden de yarış sahası yaptılar” sözleriyle övülürler. Orta Asya göçebelerinin barınaklarının önünde atlarını bağladıkları bir bağlama kazığı olması gibi, tanrıların da atlarını bu “gök kazığına” bağladıkları anlatılır. Sibiryadaki bazı Tatar kabileleri, Tanrıların gökyüzünde bir çadırda yaşadıklarına ve bu çadırın önünde bir bağlama kazığı olduğuna inanırlar. Karjalainen, Vasyugan Ostyaklarının Tatarlardan geçmiş olduğunu söylediği bazı motiflere rastladığı bu Ostyak destanlarında, gök Tanrı Torem’in yaptığı, güneşe dönük olarak yerleştirilmiş bir demir veya taş kazıktan bahseder. Bu kazığa, içinden bir insanın kolu geçebilecek genişlikte bir halka asılıdır ve Torem bu halkaya ren geyiğini bağlar. Vogul halk efsanelerinde Gök Tanrı’nın evinin önünde bulunan “Tanrının kutsal demir sütunu” bulunur ve bu sütun da “renkli baldırları olan kutsal hayvanları” bağlamaya yarar.


Yıldız kümelerine ilişkin yukarıda adı geçen bu tasavvurlara karşılık gelebilecek başka inanç şekillerine eski Asya kültürlerinde de rastlanır. İncilde de (Eyü, 38/31) “Ülker yıldızlarını bağlayabilir misin, Orion’un bağlarını çözebilir misin?” şeklinde geçen ayet bunlardan birisidir. Bu konudaki en açık ifade, Hind destanlarından Vişnupurana’da görülür. Bu destanda “yıldızları, Kutup yıldızına bağlayan iplerin gökteki yıldızlar kadar çok olduğu” ifade edilir. Avrupa halk şiirlerinde de yıldızları bağlayan iplerden söz edilir ki, meselâ Tenojoki’deki Laplardan bir kişi bana “yıldızın ipi (täsni-pӑti) kopacak olursa, yıldızın yeryüzüne düşeceğini anlatırken, Skolteler arasında duymuş olduğum bir masalda, genç bir kıza talip olan damat adayından, kahramanlık gösterisi olarak bir “yıldız ipi” getirmesi istenir”.

Saksonlar ve Laplar gibi, Sibirya halkları da bu “dünya sütunu”nun resimlerini yapmışlar, bazı bölgelerde bu gelenek günümüze kadar ulaşmıştır. Hâtta Türk-Tatar kültürü ile irtibatı olan Ugurlar arasında bile bu tip sütunlara rastlanır. Ostyaklar, kurban etmek için hayvanlarını getirdikleri bu sütunlara “şehir sütunu” veya “şehir merkezinin kudretli sütunu” adını verirler. Karjalainen’in belirttiğine göre, basit bir gövde yapısına sahip olan bu sütunların belirli bir şekli yoktur, az bir bölümü toprağa gömülüdür. Çingala köyündeki bu sütun, tahminen iki kulaç 5 mt civarı yüksekliğinde, dört kenarlı prizma biçiminde yontulmuş, ince bir direkten ibarettir. Karjalainen, şimdilerde bu tip sütunlara ancak İrtiş bölgesindeki birkaç kıyı köyünde rastlandığını anlatır. Başka bazı köylerde de yakın zaman kadar bu sütunlardan olduğu, ancak bir heyelan sonucu nehre sürüklenip, akıntıyla birlikte kaybolup gittikleri bilinmektedir. Çingala’daki “şehir sütunu” ise ilâhi bir varlık gibi saygı görür.


Karjalainen, bu hususta kendi köyündeki bir töreni şöyle anlatır: Vergilerini ödemek için toplanan kendi köylüleri ve aynı bölgedeki diğer köylülerle, ortaklaşa olarak bir inek veya öküz alıp, onu “işlerinde başarı ve ailelerine bereket” getirmesi için bu sütunun altında kurban ederler. Çingala’daki Ostyaklar, kutsallık atfettikleri bu ahşap sütuna “demir sütun adamı” adı verirler ki, aynı isimlendirme İrtiş nehri kıyısında bir köy olan Semeikin’de de görülür ve Tatarların “demir sütun” tanımına tekabül eder. Göründüğü kadarıyla, Ostyakların “şehir merkezinin kudretli sütunu” adını verdikleri ve destanlarından birinde; “Tanrının diktiği ağaç” olarak geçen bu sütunlar, Karjalainen’in belirttiği gibi sadece “kurbanlık hayvanın bağlandığı, kesilen kurbanların asıldığı ve koruyucu ruhların dinlenmeleri için” dikilmiş direklerden ibaret değil, daha başka anlamlar da ihtiva etmekte, bu sebeple olsa gerek dualarda bu sütunun “baba” ve “erkek” olarak tanımlanması da bunu göstermektedir.

Patkanov’un Konda nehrinde görmüş olduğu bu tip bazı şehir sütunlarının üst tarafında çatı benzeri bir parçayla, bunun üzerinde kabaca oyulmuş bir kuş figürü yeralmaktadır. Bu tarz kutsal ve çoğunlukla da üzerine kuş figürü oyulmuş sütunlar, çevrede yaşayan başka halklar arasında; meselâ bazı Samoyed kabileleriyle, Yenisey Ostyakları ve Çatanga nehri mecrasındaki Dolganlar arasında da görülür. Artık kaybolmuş olan eski bir Samoyed kabile köyünde Lehtisalo’nun görmüş olduğu uzun bir çubuğun ucundaki tenekeden yapılma bir kuş figürünü Lehtisolo’nun rehberi “gökyüzü kuşu-semavî kuş” olarak açıklamıştır. Dolganların, iki başlı bir kartal olarak resmettikleri bu efsanevî kuş (tojon kötör- kuşların beyi), “dünya sütunun” üst ucunda yer alır. Bu kuşa Ostyaklar “num sives” (Gök kartalı), Yakutlar “öksökö” adını verirler. Sibirya halklarının efsanelerinde bu kuşun kökenine dair bir bilgi yoktur, ama bu figür bize Ön Asya kültürüne mensup halkların güç sembolü olarak kullandıkları “çift başlı kartal” figürüyle örtüştüğünü gösterir. Dikdörtgen prizma şeklinde yontulmuş ve üst tarafına semavî (Tanrısal) güçleri ifade eden çift başlı kartal figürünün yerleştirilmiş olduğu bu sütun, Dolganların inancına göre Baş Tanrının evinin önünde dikili olup, “asla devrilmeyen bu sütun (tüspät turṹ)”, bir benzeri olmadığı gibi, asla ne yaşlanır, ne eskir, ne de devrilir. Dolganların sütunlarında bu kuş figürünün altında ayrıca bir de dört köşeli çatı görülür. Bu çatının altında, ana sütuna ilâve olarak, çatıya dayalı dört ince destek (taşıyıcı) direk bulunur ki, muhtemelen bunlar da dört ana yönü ifade etmektedir.


Sütun 1, 5 metre kadar yükseklikte, çatı 50 cm uzunluk ve 33 cm kadar genişlikteki bir tahtadan oluşmakta, yan desteklerin her biri üzerinde üç adet, ana sütunda ise dört tane enine açılmış çentik yeralmaktadır. Sütunun bu çentiklerle oluşturulmuş bölümlerinde, birbirlerine karşılık gelen yüzeylere insan yüzleri oyulmuş, yâni taşıyıcı yan direklerin her bölmesindeki içe bakan iki yüzeyde bir yüz bulunmaktadır. Yan direklerin bazı dış yüzeylerinde de bu tarz resimler mevcuttur. Çizimde çatının üzerinde duran çift başlı kuş, aslında ana sütun üzerinde yeralmakta, kuşun yanında duran nesne ise, bir ren geyiği figürü, muhtemelen de kurbanlık bir hayvandır. Çatının kenarında, diklemesine yerleştirilmiş dar bir tahta parçasıyla, bu parçanın üzerinde dokuz adet oyulmuş kâseden dokuzuncusu diğerlerinden biraz uzakta bulunmaktadır. Dolgan inançlarına göre Baş Tanrı, dokuzuncu gökte oturur ve şaman, ayin esnasında, dokuzuncu kata çıkmakta, bu çıkış esnasında, şaman çıktığı her kat için, bu kâselerden bir tanesine süt doldurur.


Burada da toplam beş direk vardır, ama dört tanesi ortadakinin etrafında daire şekilde dizilmişlerdir. Ortadaki 1, 5 metre yükseklikte, diğerleri daha alçak olmak üzere muhtelif boylardadırlar. Bütün direklerin üzerinde bir kuş ve altında da dört köşeli bir çatı figürünün yeraldığı orta sütunun tepesinde, çift başlı “gök kuşu”, altındaki çatının her köşesinde ise, insan benzeri bir figür yeralır, fakat sütunun üzerinde sadece bir tane kalmıştır. Ana sütun çatısının altında kalan bölümünde üç adet enine çentik ve bu çentiklerin her birinin üzerine oyulmuş bir insan yüzü figürü yer almaktadır. Çatının üzerindeki figürler ve sütunlara oyulmuş yüzler, Baş Tanrı’nın oğullarını sembolize ederken, kuş figürlerinin yan taraflarında görülen izler, bu figürlerin bir zamanlar kanatlı olarak oyuldukları-ama zaman içerisinde bu kanatların düşmüş olduğunu-akla getirmektedir. Çift başlı kuş ile, altında yer alan ve gökyüzünü sembolize eden çatının kenarları toprak rengine boyanmıştı.


“Asla devrilmeyen sütun”, dalları olan bir ağaç tasavvur edilmiş olarak görülür. Ağaca, enine olarak dört tane tahta parçası iliştirilmiş ve bu tahta parçaları “yaratıcı Bey/Efendi”nin (ajy-tojons) evinin önünde bulunan sekiz dallı ağacı sembolize etmektedir. Şamanlar, insanların ruhlarını bu ağacın gölgesi altına taşırlar. 


Hiç şüphesiz; “Gök sütunu” aynı zamanda Altay Tatarları ve Buryatların çadırlarının ortasına diktikleri tahta direği de sembolize ederken, bu direk üzerinden şamanların göğe yükseldiklerine inanılır. Soyotelerin bozkırlarda yaptıkları çadır benzeri kutsal mekânlarında da bu tip direklere rastlanır. Ancak bu direkler, koni biçimli çadırın üst ucundan yukarıya, gökyüzüne doğru biraz çıkacak şekilde yerleştirilmişlerdir. Direk, eşit aralıklarla açılmış olan basit çentiklerle bölümlere ayrılmış ve 3, 20 cm arası genişlikte, muhtelif renkteki ip veya bez parçaları ile süslenmiştir. Bu bezler, genellikle çeşitli yönleri ifade eden mavi, sarı ve beyaz renktedirler. Olsen bu direğin; “Direğin kendisini kutsal, hâtta bir nevi Tanrı gibi görüldüğünden” bahseder. Direğin alt tarafının çevresi üst üste yığılı taşlardan basit bir sunak yapılmış, sunağın üzerine tahtadan oyulma hayvan resimleri konmuştur. Resimlerin bazılarında ev hayvanları, bazılarında ise ayı, kunduz, su samuru, dağ keçisi ve kuğu gibi yabani hayvanlar yeralır, ancak bunların haricinde balçıktan yapılma Buda figürlerine de rastlanır. Bu kutsal mekânların çatısının üzerinde de bayrak direkleri yeralmaktadır.


“Dünya sütunu” fikri, çok eski zamanlardan beri Asya halklarıyla, eski Mısır kültüründe yeralırken, yine eski Hind dünyasında dikkâte değer ilginçlikler gösterir. Kutsal Hind metinlerinde “Rig Veda”da (X, 89, 4) bir “araba dingili” ile, yeryüzü ve gökyüzünü birbirinden ayıran İndra’ya methiyeler düzülür. Kirfel’in de ifade ettiği gibi Rig Veda’daki bu ifadeyle, yeryüzü ve gökyüzü aynı eksenin iki ucunda olan araba tekerleklerine benzetilir. Eski Hind tasavvuruna göre tekerleklerden birisi yeryüzü; hareketsizdir. Rig Veda mısralarında terennüm edilen bu “dünya sütununun” alt ucunun yeryüzünün tam ortasında olduğu fikri de gizlidir. Muhtemelen, eski dönemlerdeki bir çok başka kültürlerde de bu tür tasavvurlar mevcuttur. Eski Yunanlılar da zaman zaman kendi yeryüzü tasavvurlarında geçen “yeryüzünün göbek deliği” yerine, “eksen” kavramını kullanıyorlardı. Gerek eski Yunanlıların bu tasavvuru, gerekse eski Hind kültüründeki “yeryüzünün merkezinden geçen eksen” tasavvurları, şimdiye kadar düşünülenin aksine, bizi bu kültürlerin yeryüzünü küre şeklinde tasavvur ettikleri fikrine götürmez. Babilliler de, “yeryüzü ve gökyüzünün bağlanma zinciri” kavramı ile, “Gök sütunu” ve “dünyanın göbek deliğini” kastetmiş olmaları muhtemeldir. Bu konuda kayda değer bir başka tasavvur ise, Japon kültüründe geçen “Kuzeydeki metal sütun” kavramıdır. Japonlara göre, bu sütunun yeryüzünün merkezinden geçtiği varsayılır. Yakutlarda geçen bir bilmece de şöyle söylenir: “Dünyanın ortasında dikili kayın ağacından bir direk” Laplar, “dünya sütununu”, Tanrının gökyüzünü yukarda tutmakta kullandığı bir destek olarak tasavvur etmişlerdir. Asya’da ise bu “dünya sütununa” mukabil sütunlar, kutsal yerlerin emaresi hâlini alırlar. Asya kültürlerinde buralar, Tanrıya ibadet edilen veya Tanrıya daha yakın olunan yerlerdir. Hindistandaki kurban sunaklarında bulunan sütunlar, aynı zamanda “dünyanın göbek deliğinin” sembolü olup, zira kurban yeri “dünyanın göbek deliğini” temsil eden bir yerdedir. Cermen kabileleri arasında rastlanan “irminsul”, bu tarz bir kutsallığın emaresi sayılırken, Laplarda da buna benzer örnekler görülür: “dünya sütununun yanında kurbanlarını kestikten sonra, kanını etrafta bulunan taşlara (taştan yapılma putlara) sürerler” Moğolistan’da rastlanan dört köşeli taş direkler de muhtemelen “dünyanın sütunu”nu ifadesi olup, bu direkler bir kişi ve bir olayın hatırasına dikilmiş ve alt tarafları (temel taşı) kaplumbağa figürlü kaideler üzerine oturtulmuştur.


Her ne kadar Budist Lama rahipleri bu sütunların çoğunu yıktırmışlarsa da, hâlâ bu temel taşları kalmıştır. Hind dünya görüşünde yeralan “dünyayı-ve dünyanın sütununu- sırtında taşıyan kaplumbağa” fikri bu sütunlara da yansımaktadır. Yaşanan büyük bir hadisenin ebedî hatırasına gelecek kuşaklara aktarmanın en etkili ve anlaşılır yolu da bu tip sütunlardır.



Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.


Çeviren: Erol Cihangir

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak