5 Kasım 2022 Cumartesi

HUNLAR VE ÇİN ARASINDA ÖLÜM KALIM SAVAŞI

 Başarısız Bir Komplo


Wu-ti’nin bütün gücünü güney, doğu ve batıdaki savaşlarda tükettiği bir sırada, Hun kumandanları yeni bir savaşa hazırlanmaktaydılar. Onlar, Çin imparatorunun ana hedefinin Hunlar’ın gücünü yoketmek olduğunu biliyorlardı. Kabiliyetli ve enerjik Yabgu Hü-li-hu, hiç umulmadık bir anda ölmüş ve taht, kendi halinde küçük bir çocuğa kalmış görünüyordu. Fakat zaman enerjik bir lider gerektiriyordu ve Hun devlet erkanı da eski seçim sistemine müracaat etmiş; 101’de doğuştan prens olan birisi, yani Doğu Ulu T’u-yü’nün küçük kardeşi Chü-t’e-hou [Chieh-t’e-hou] yabgu seçilmişti.


Chü-t’e-hou, (Küdihav okunur) yabgu olur olmaz, Wu-ti ile barış müzakerelerini sürdürmeye çalıştı. Önce, geri gönderilmesi istenilen tutuklu elçileri serbest bıraktı. Bunun üzerine Wu-ti, zengin hediyelerle bir elçi göndererek, yabguyu tebalığa kabul edeceğini bildirdi. Fakat Çin elçisi yabgunun otağına gelince, yapılan karşılama töreninde tebaalığı kabul etmekten söz bile açılmadığını gördü. Aksine yabgu, sadece “barış ve dostluk” anlaşması yapmak istiyordu. Müzakereler kesildi. Çin elçilik mensupları, müzakerelerin başarısızlığını yab-gu Chü-t’e-hou yönetiminin baş veziri olan Wei Liu’ya hamlettiler. Wei Liu, Çin’de yetişip, eğitim görmüş bir Hun’du. Daha önce Çin’den Hunlar’a gönderilen diplomatik heyetin bir üyesi olarak yabgunun huzuruna gelince kan bağı ağır basmış ve Çin’le ilişkilerini kopararak kendi halkına dönmüştü. Çin’i iyi tanıdığı ve diğer kabiledaşlarına nisbetle oldukça iyi bir eğitim gördüğü için, kısa zamanda otağda mevkii yükseldi ve ölünceğe kadar da Hun devletinin baş veziri olarak kaldı. Varılacak anlaşma hükümleri arasında Çin’den iltica edenlerin iadesi maddesinin de bulunması dolayısıyla, barış muahedesine razı olmadığı sanılmaktadır.


Böylece barış müzakerelerinde başarısız olan Çin elçilik heyeti, Hun beyleri arasında fesat çıkarmayı denedi. Plana göre, Wei Liu öldürülecek ve yabgunun hatunu kafakola alınarak, onun vasıtasıyla Çin’in şartlarının yabguya kabul ettirilmesi yönünde baskı yaptırılacaktı. Fakat komplo ortaya çıkarılınca, öfkeden küplere binen yabgu, doğrudan bu işe bulaşanların hepsinin kellesini vurdurdu. Çin elçilik heyetinde bulunan kişiler ise, Hun tebaalığına geçmek ve kendi istekleriyle Çin’le ilişkilerini kesmek şartıyla sağ bırakıldılar. Bu teklif, heyet başkanı olan Hsü Wu dışında diğerleri tarafından kabul edildi. Bu davranışından dolayı Wu’nun ismi daha sonraki yıllarda Çin literatürüne sadakat ve mertliğin nümûnesi olarak geçecektir. Ancak, Hunlar onu öldürmekten vazgeçip, Sibirya’nın ücra bir köşesine sürgün ettiler. Orada sefalet içinde 19 yıl geçiren Wu, kendisinin öldüğüne inanılan Çin’e herhangi bir haber de gönderemedi. Rivayete göre, bir kazın kanadına mesaj bağlayarak Çin’e doğru uçurdu ve bu ördek Çinli avcılar tarafından vuruldu. Mektup saraya ulaşınca, imparator, elçilerinin esir edildiğinden haberdar olabildi.


Elçilik heyetinin başarısızlığı, Wu-ti’yi öfkelendirdi ve böylece savaş yeniden başladı. 


Li Ling’in Kayıtsız Şartsız Teslimiyeti


99 yılında, General Li Huang-li, 30 bin kişilik süvari ordusuyla sefere çıktı. T’ien-shan’ın doğu eteklerinde, Bargöl Gölü civarında Batı Chu-ki-prensin otağına saldırarak yaşlı, kadın ve çocuklardan pekçok kişiyi esir aldı. Geri dönerken Hun ordusu tarafından kuşatılınca, çemberi yarıp çıkabilmek için aldığı bütün ganimetleri bırakmayı uygun buldu. Fakat meydana gelen çarpışmalarda 7 bin adamını kaybetti ve kendisi bile canını zar zor kurtardı. Huang-li’nin seferini başarılı addetmek mümkün değildir. Steplere gelen diğer bir general, Hun göçebelerine rastlayamadığı için eli boş döndü. Fakat bir üçüncüsü olan Li Ling, beş bin kişilik seçme piyade ordusuyla Sung-ki’ye kadar geldiyse de, kuşatma altına alındı. Bizzat yabgu, otuz bin kişilik okçu süvari ordusuyla Li Ling’in kampına saldırıya geçti. Göğüs göğüse yapılan çarpışmalarda, Li Ling’in “genç serkeşler”i hayli başarılı oldular ve Hunlar geri çekilmek zorunda kaldılar. Yabgu taze kuvvetlerle yeniden dönünce, Li Ling güneye çekilmeye başladı. Çinliler susuz bozkırlarda ilerlerken, Hun atlıları onlara yetişmeyi başardı. Islık çalan tüylü oklar, günışığı altında uçuşuyor ve kendilerine yeni kurbanlar buluyorlardı. Çinliler, Hunlar’ın attıkları okları toplayarak, dizistü çöküp yeniden düşmana karşı kullanınca, pekçok Hun atı steplerde boş eyerlerle gezinmeye başladı. Çarpışmalar birkaç gün devam etti; fakat bu arada Çinliler de kendilerine kurtuluşu sağlayacak olan Çin sınırlarına adım adım yaklaşıyorlardı.


Çinliler’in dişli çıktığını gören yabgu, tam düşmanlarının kendisini tuzağa düşürmek niyetinde oldukları kanaatine varırken yakalanan Çinli bir subay ona Li Ling’in birliğinin yalnız olduğunu itiraf etti. Bunun üzerine Hunlar tekrar saldırıya geçtiler. Çinliler’in okları tükenmişti. Artık karşı koyma imkanının kalmadığını gören Li Ling “herkes başının çaresine baksın” diye emir vererek Hunlar’a teslim oldu veya belki de Hunlar onu silahsız kaldığı için yakaladılar. 

Yabgu Chü-t’e-hou, sadece zekî bir politikacı ve cesur bir kumandan değil, aynı zamanda asil bir insan olduğunu da göstererek, Li Ling’i öldürmedi. Aksine, kızlarından birini ona vererek, belli bir bölgeyi ve Hakas kabilesini emrine tahsis edip, Batı Chu-ki prens ünvanıyla da ayrıca ödüllendirdi. Li Ling, yeni efendisine sadakat ve dürüstlükle hizmet etmeye başladı. Zaten ülkesinde kendisini ölüm bekliyordu ve esir düşmeyi hainlikle bir tutan Çin kanunlarına göre gıyaben idama mahkum edilmişti. Daha sonraki yıllarda, Li Ling’in ve Hun prensesinin torunları, nesiller boyu Hakaslar’ı yöneteceklerdir. O günden sonra Hakaslar arasında siyah saçlı ve kara gözlü insanlar türemeye başlayacak ve Hakaslar kendilerini Li Ling’in torunları olarak kabul edeceklerdir. Li Ling’in sarayı, arkeologlarımız tarafından Minusinsk şehrinde ortaya çıkarılmıştır. Bu, Çin mimarî stiline göre yapılmış küçük bir saraydır. İnce sanat süslemeleriyle müzeyyen kapı kolları üzerine şeytanın boynuzları nakşedilmiştir. 

Bu teslimiyet, Çin’de büyük üzüntü yaratmıştı. İmparator, olayın suçlularını aramaya ve onları cezalandırmaya karar verdi. Olayın bütün suçu başkumandan Erh-shih Li Huang-li’nin üzerine yıkılacak gibi görünüyordu; fakat Huang-li, sarayla olan iyi ilişkileri sayesinde, topu Li Ling’in annesinin üzerine atmayı başardı. Ancak üstad Sihma Ch’ien, yaşlı kadına arka çıkarak, oğlunun suçsuzluğunu ispat etmeye girişti. Ama kendisi zor durumda kalarak, Li Huang-li’ye iftira atmakla suçlanınca Sih-ma Ch’ien, savunmasını şu sözlerle yaptı: “Benim, Er-shih generalinin kariyerini tartışmak istediğim ve Li Ling’in şefaatçı aracısı olmaya çalıştığım kanaatine varan imparator cenâb-ı âlileri beni anlamadılar.. Neticede, beni mahkemeye verdiler.. ve imparatora yalan söylediğim kanaatine vardılar”. Sonuçta tarihçinin iğdiş edilip, hapse atılmasına karar verildi. Bu olay, 98 yılının Ocak ayında vukû bulmuştur.

Ne var ki Sih-ma Ch’ien, iki ay sonra serbest bırakılmakla kalmadı, aynı zamanda chung-shou-lin, yani istediği zaman doğrudan imparatora rapor sunma yetkisine sahip danışman olarak da atandı. Elbette bu, önemli bir terfi idi. Burada, Sih-ma Ch’ien’in serbest bırakılmasında, sadece onun sahip olduğu şahsî meziyetlerin rol oynadığını düşünmemelidir. Göründüğü kadarıyla, sarayda onun tarafını tutan ve Li Huang-li’ye düşmanlık besleyen bir grup vardı. Her sarayda, baskı unsuru meydana getirmek isteyen grupların mücadelesi olmuştur ve Çin sarayı da bundan istisna değildir. Durumu etraflıca mütalaa edince, şöyle bir kanaate varılabilir: Wu-ti’nin zâdegaânları arasında, Konfüçyüs taraftarları ile Lao-tse görüşlerini savunanların ideolojik çatışmalar vardı. Sih-ma Ch’ien de Konfüçyüs taraftarlarıyla etkin edebî bir mücadeleye girmişti. O, bazan, “Konfüçyanizm çok geniş bir öğreti; ama yeterince açık değil. Onu anlamak için hayli gayret sarfetseniz de, fazla bir şey elde edemezsiniz” diyor; bazan da Konfüçyanistlerin karşısına Lao-tse’nin görüşleriyle dikilerek, “Dao, bulanık mı bulanık, karanlık mı karanlıktır; ama yine de ışıklarıyla gök kubbe altındaki her şeyi aydınlatıyor. Ayrıca, her olaya da bir ad verilmesi gerekmez” yahut, “Onlarda (Daoistlerde-L.G.) hayatın her meselesiyle ilgili bir reçete yok; bir tek noktadan hareketle meseleleri izaha çalışıyorlar; ama olayların seyrine göre tavır takınıyorlar. Bu yüzden de fazla bir gayret sarfetmeden büyük başarılar elde ediyorlar” diyordu. Esasen, gerek Sih-ma Ch’ien taraftarları ve gerekse Li’nin düşmanları, büyük başarılar kazanmışlardı. T’ai-shan Dağı’nda gökyüzü tanrısına ve yeryüzü ruhuna kurban kesme merasimine katılan imparatora Sih-ma Ch’ien eşlik etmişti. İmparatora sunulan raporlar ve oradan çıkan fermanlar onun kontrolünden geçiyordu. Konfüçyüs taraftarları ise, sonuna kadar savaşmaya kararlı olduklarından, sadece yeni bir askerî seferin hazırlığını yapmakla meşguldüler. Bütün enerjilerini bu yöne teksif etmişlerdi; çünkü, ancak bir zafer onun yüzüne iktidar kapısını kapatabilir ve bu işin rövanşını gözleyip duran imparator üzerinde etkili olabilirdi. Ama aynı zafer, Sih-ma Ch’ien ve taraftarları için hezimet ve sürgün demekti.

Li’nin ailesi, yaşlı kadını savunan bütün Çin ve öfkeli üstad çok ağır bir fatura ödeyeceklerdir.


Hun Veliahtlık Sisteminde Yenilik


97 yılında, Li Huang-li, merkezî Hun göçebelerine bir darbe indirmek amacıyla Ordos’tan harekete geçerek, doğrudan doğruya kuzeye yöneldi. Yabgu, kadın ve çocukları arkaya göndererek, savaşçılarını toplamayı başarmıştı. Selenge Nehri sahillerindeki çarpışmalar, Çinliler’i durdurmuştu ve iki taraf da galip veya mağlup değildi; ama Çinliler geri çekilmeye başladılar. Hunlar, düşmanı Çin sınırına kadar takip ederek, öyle büyük zararlar verdiler ki, sonunda ordunun yeniden yapılandırılması gündeme geldi. Li Huang-li, kızkardeşi sarayda imparatorun gözde odalıklarından olması hasebiyle büyük bir desteğe sahip olmasına rağmen, rövanşa çıkmanın yollarını aramadı. Kendisinin en azılı düşmanları sarayda olduğundan, elde edilecek bir zafer, onun için iki defa daha elzemdi. Ümidi, yeniden silahlandırılan süvari birliklerindeydi. Yine de kanatlı atların tayları çoğalıp, düşmanı ezme imkanı sağlayacak hale gelinceğe kadar beklemeyi tercih ederek, aceleci hareket etmekten kaçındı. İmparotar da onun planını beğenmişti ve böylece savaş, yeni bir güçle tekrar başlatılmak üzere durdurulmuştu.

Bu arada, Li’nin düşmanları da boş durmuyorlardı: Hunlar, müttefiklerini toplamışlar; Konfüçyanizmin düşmanları ise daha etkili hale gelmişlerdi. Böylesi gergin ve sıkıntılı bir anda, yabgu Chü-t’e-hou öldü. İki oğlu vardı. Büyük olanı, Doğu Chu-ki-prensi ünvanına sahipti, yani veliaht idi. Küçüğü ise, sol cenah kuvvetlerinin kumandanıydı ki bu, memurî hiyerarşide beşinci sırada olmak demekti. Chu-ki prens, herhangi bir bahane ile cenaze merasimine katılmayınca, yabgunun dul hatunu ona kırıldı ve tahta küçük kardeşi getirdi. Küçük kardeş, yöneticilik yapamayacağı gibi, buna hakkı da olmadığı için, tahtı kanunî veliaht olan ve Yabgu Huluku adıyla iktidara geçen ağabeyine bıraktı. Böylece, kendisi de veliaht olarak ilan edildi ve Doğu Chu-ki prensi ünvanını aldı. Her halde bu iki kardeş, tıpkı çevrelerindeki insanlar gibi, halklarına yönelen tehlikeyi anlamışlar ve bir savaş halinde yok olacaklarını sezmişlerdi.

Küçük kardeş, büyüğünden daha önce öldü. Bu durum karşısında Huluku, kardeşlik vazifesini yerine getirmesi gerektiğini düşünerek, yeğenine memurî hiyerarşide en son derece olan Jih-chuo Prens titülünü verirken, kendi oğlunu da veliaht ilan etti. Göründüğü kadarıyla yeni hanedan, kendisini kadim kabilevî ilişkileri önemsemek zorunda hissetmemiş ve yeni bir taht tevarüs sistemi getirmişti. Kritik bir devirde oldukları için, kimse şimdilik bu olaya ses çıkarmamıştı; ama ileride hiç beklenmedik sonuçlar doğuracaktı bu yeni sistem.


Yen-jan Meydan Savaşı


Wu-ti, yedi yıl boyunca yeni savaşa hazırlanmış; yedi yıl boyunca da ağır askerî harcamalar için imparatorluğu inim inim inletmişti. Nihayet 90 yılında, yeniden teşkilatlanan ordu, sınır ötesine doğru yola çıktı. Ana ordu, Shuo-fang’dan (Ordos’tan) hareket ederek, göçebe Hun Devleti’nin merkezini vurmak amacıyla kuzeye yöneldi. Yetmiş bin atlı savaşçıdan meydana gelen bu ordu, yine Li Huang-li’nin kumandasına verilmişti. Ayrıca, 100 bin kişilik piyade kuvveti de onu takip ediyordu ve muhtemelen geri hizmetleri, ağırlıklar ve levazım birlikleri, yani fazla savaşçı özelliği olmayan kuvvetler de bu rakama dahildi. Büyük Seddin doğusunda yer alan Yai-men kalesinden de 30 bin süvari ile 10 bin piyade yola çıkmıştı. Chü-ch’üan bölgesinden (Ordos ile Lob-nor arasında kalan bir şehir) ise 40 bin süvari hareket ederek, T’ien-shan’a doğru yönelmişti. Bu, zaferin kimde kalacağını kesin olarak ortaya koyacak genel bir saldırıydı. Yabgu Huluku, casusları vasıtasıyla düşmanın hazırlıkları hakkında bilgi edinmişti. Kadın ve çocukları geriye göndererek, Sayan Dağları’ndan Baykal ötesi steplerine kadar yaşayan vassal kabilelelerden ölüm kalım savaşı için destek göndermelerini istemişti.


Yenisey Ting-Lingleri, -ağaç silahlı sarı sakallı devler- “en keskin” silahlarıyla birlikte çıkıp geldiler. Bunları, daha önceki Chü-t’e-hou yabgunun en yakın danışmanlarından olan Çinli mülteci Wei Liu kumanda ediyordu. Li Ling, dizlerinden başlarına kadar dövmeler yaptıran ve bu işaretleriyle herkesten ayrılan Hakaslar’ın başında çıkıp geldi. Baykal ötesinin sert bozkırlarından, Shil-k’i ve Arguni tepelerinden “Hunlarınkinden daha keskin silah ve daha hızlı atlara” sahip olan örme saçlı T’o-palar; Hingan [Kingan] eteklerinden ise uzun boynuz yayları ve süslü okları olan Siyenpi savaşçıları çıkıp geldiler. Batıda ise, bir süre öncesine kadar Shan-shanlı Çinliler’in saldırılarına karşı Hunlar tarafından korunan Ch’e-shih (Turfan) isyan bayrağı açmıştı. Şimdi, yeniden Batı uçlarından (Shan-shan, Halga-aman, Ça-gantungiye vd.) Çinli müttefikler Ch’e-shih’e karşı hücuma geçmişlerdi. Böylece, Doğu Asya iki kampa bölünmüş; sadece Wu-sunlar Çin taraftarlarıyla Hun taraftarlarının şiddetli bir kavgaya tutuştuğu bu savaşta taraf olmamıştı.

Topyekün bir seferberliğe rağmen, Hun ordusunun sayısı, Çin ordusundan azdı. Batıda 40 bin kişilik Çin ordusuna karşılık, Hun Hu-chi-prensi ve Yen-chü’nün ulu şefi, ancak 20 bin atlı ve 3750 Ch’e-shih piyadesi toplayabilmişlerdi. Doğu cephesinde 30 bin süvari ve 10 bin piyadeye karşı, Hun kumandanı, Li Ling’in yedek birlikleri de dahil, 30 bin savaşçı yığabilmişti. Merkez cephede durum daha da kötüydü. Erh-shih Li Huang-li’ye karşı Yabgu, topu topu 50 bin Hun ve Ting-ling savaşçısı çıkarabilmişti. Fakat sayıca az olan bu savaşçılar, yüce savaşçı göçebe ruhuna sahiptiler ve ne Çin ordusunun bünyesinde yer alan “genç serkeşler”, ne de savaşı ipek çadırlarından yöneten bürokrat beyleri onlarla boy ölçüşebilirlerdi. Çinli General Mang Tung, batıdan Cungarya’ya yönelmiş; fakat Hun ordusu savaşı kabul etmemişti. Uzak geride bulunan büyük kumandan Yen-chü ordusunu cepheye sürünce, Çin ordusunun darbesi boşa gitti. Bu arada Shanshanlılar ve diğer Çinli müttefikleri, Ch’e-shih’yi kuşatma altına almışlardı. Mang Tung, geri dönerek, Ch’e-shih’yi kuşatma altına alan müttefiklerle birleşti. Başta bulunan hükümdar, kayıtsız şartsız Çin’e teslim olup, onun tebaalığını kabul ettiği için, Ch’e-shih ümitsiz bir duruma düştü. Böylece, batı ordusu tesirsiz hale getirilmiş; ama alınan sonuç, yapılan masraflara bile değmemişti.


Doğu ordusu ise, bozkıra ve dağ aralarına çekilerek, “gözden kaybolmuştu.” İaşe tükenmiş; askerler sıkılmış ve böylece Çin ordusu geri dönüş yolunu tutmuştu. İşte tam bu sırada, Hunlar ve Hakaslar saldırıya geçtiler. Çinliler, neferlerini ve ağırlıklarını kaybetmelerine rağmen, dokuz gün boyunca, durup dinlenmeden, uyku uyumadan çarpıştılar. Nihayet, Pu-nu(?) Nehri sahillerinde, son Hun saldırısı da püskürtüldü; ama Hunlar da Çin’e dönmek için can atan bitkin vaziyetteki Çin ordusunu durdurmuşlardı. Bu defa da galip ve mağlup yoktu. Kaldı ki yan kanat hücumları, hiçbir zaman, bir savaşın kaderini belirlemek zorunda değillerdi ve böyle bir güçleri de yoktu.

Ana ordunun karşısına, yabgu, Batı Büyük T’u-yü’sünü ve Wei Liu’yu Ting-linglerden oluşan beş bin kişilik bir kuvvetle gönderdi. Çin sınır süvarileri, Ting-ling’leri mağlub ettiler ve Çin ordusu, düşmanı alelacele Selenge sahillerine kadar takip etti. Böylesine nazik bir anda, orduya, Li Huang-li’nin ailesinin büyücülük yaptığı iddiasıyla mahkemeye çıkarılmak üzere tutuklandığı haberi geldi. Li Hu-ang-li, bunun ne anlama geldiğini anlamıştı. Ordusunda sadece askerler değil, Çin mahkemesi adına hareket eden subaylar da vardı. Bunlardan biri, generale, şayet şimdi Çin’e dönerse, kuzey ülkelerini bir daha göremeyeceğini, yani Hunlar’a teslim olmaktan başka çare olmadığını belirtti.


General, subayın doğru söylediğini farketmişti; ama yine de ihaneti düşünmedi. Bazı kişileri parayla ayartarak sarayın merhametini satın alabileceği kanaatine varıp, boynu bükük bir vaziyette ileri yürüdü. Chi-chü (Tola?) Nehri’nde 20 bin kişilik bir Hun ordusuyla karşılaştı ve sayıca üstün olmanın verdiği avantajla onları püskürttü. Ancak, bütün ordu yönetimi, bunun geçici zafer olduğunu biliyordu. Çünkü yabgu takviye kuvvetleri aldığı halde, Çin ordusu bitkin bir durumdaydı. Bazı askerî konsey üyeleri, “generalin orduyu tehlikenin kucağına atmak istediğini” düşünerek, onu tutuklamak istediler. Olayın farkına varan Erh-shih, komplocuların kellesini kestirdi ve geri çekilmeye başladı. İşte tam o anda, bizzat yabgunun kumandasında bulunan 50 bin kişilik Hun ordusu, Hangay’daki Yen-jan dağı civarında Çin ordusunu kuşatma altına aldı. Gecenin karanlığından faydalanan Hunlar, Çin ordusunun bulunduğu cepheye kadar çukur kazıp, sabahleyin arkadan saldırıya geçtiler. Çinliler arasında panik çıktı ve ilk önce Li Huang-li teslim oldu. Bunu müteakiben bütün ordu kılıçtan geçirildi. Çin, aldığı bu darbeden sonra kıpırdayamaz hale gelmişti. Artık hiçbir yerden ordu da toplayamazdı. Çin’le olan hesabı kapatan Hunlar, yeniden Doğu Asya’nın hakimi oldular.

Yen-jan yenilgisi, Çinliler’in basiretini bir noktaya kadar dumura uğratmıştı. Nitekim büyük Çinli şair Li P’o, yıllar sonra yazdığı şiirinde, Çin’in 90 yılında uğradığı felaketin bugün için bir ibret olmasını dile getirecekti. Bu şiirin A.Ahmetova tarafından yapılan çevirisini kısmen düzelterek veriyorum:

Sınır Dağları Üzerindeki Ay

Ayın şavkı vurmuş Yin-shan üstüne

Kaplamış bulutlar her yanı. 

Sürüklemiş rüzgar binlerce li

Yü-men karakollarından buraya 

Gelen Çinliler gitti Po-teng’e 

Çukur kazıyor düşman Ch’ing-hai’da 

Ve kimse kalmadı savaş meydanlarında.

Kimse sağ dönmedi evine bir daha 

Asker dikmiş gözünü sınır boyuna 

Dönmek istiyor derhal yurduna 

Ağlıyor kadınlar o gece için

Ümit yok, nefes yok; sadece hüzün

Bu şiirle ilgili olarak yapılan yorum, hiç de şaşırtıcı değildir. Yorumcu, Altaylar’daki Poteng-ning-li (Bodıninli okunur) dağını M.Ö. 200’de Me-te’nin Liu Pang’ın öncü kuvvetlerini kuşatttığı Shan si’deki eski Pai-teng dağıyla karıştırmış. Yorumcu, ayrıca, Pai-teng’-den giden bütün askerlerin hiçbir kayıp vermeden geri döndüğünü ve savaş bittiği zaman savaşçıların evlerine dönebilecekleri gerçeğini de gözden kaçırmıştır. Diğer yandan Yü-men karakolları, M.Ö. 111’de, yani Hunlar Hohsi’den kuzeye sürüldükleri zaman kurulmuştur. Şiir yorumu da bundan 90 yıl sonra yapılmıştır...

Savaştan sonra Çin adeta felç olmuş ve bütün gücünü kaybetmişti. Ne kanatlı atlarının, ne de mızrak atan mancınıklarının bir faydası olmuştu. Çin sınırları Hun saldırılarına açıktı; fakat Hunlar, bu fırsattan faydalanmak istemediler. Huluku-yabgu, ne kadar iradeli ve iyi bir yönetici olduğunu ölüm-kalım savaşı sırasında ispat etmişti. Gerginliği daha da artıracak anlamsız saldırılar yerine, imparatora bir mektup göndererek, “sınırların daha faydalı hale getirilmesini,” yani serbest ticaret imkanları yaratılarak “dostluk ve barış” anlaşması yapılmasını önerdikten başka, prenseslerden birinin kendisine hanım olarak gönderilmesini; yılda 10 dan en kaliteli şarap, 50 bin hu pirinç ve 10 bin top ipekli kumaş verilmesini istedi.

İmparatorun ne cevap verdiği bilinmiyorsa da, yeni bir savaş da çıkmadı. Zaten ordusunun yarısı kırıldığı için, Çin, savaşacak durumda değildi. 87’de savaşın başlatıcısı olan İmparator Wu-ti öldü. Hunlar’a gelince; öyle bir kargaşanın ortasına düştüler ki, asil atalarının şanına yakışmayacak şekilde, birbirlerinin gırtlağını sıkmaya başladılar.



Lev Nikolayeviç Gumilev

Ruscadan Çeviren D. Ahsen BATUR

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak