7 Mayıs 2023 Pazar

TÜRKLERİN İSLAMLAŞMA SÜREÇLERİ VE TÜRK-İSLAM KÜLTÜRÜNÜN BÜTÜNLEŞMESİ

 


Tarihi Süreçte Türklerin İslamiyeti Kabul Etmeleri



Türklerin İslâm dinini kabul edişleri birdenbire olmamıştır. İslâmiyetin çıktığı VII. yy'dan Türklerin en büyük kısmının artık Müslüman oldukları zamana kadar aşağı-yukarı 400 yıl gibi uzun bir süre geçmiştir. Bu uzun süre içinde Türkler yavaş yavaş İslâmiyeti kabûl etmişlerdir. Bir kere Müslüman olduktan sonra da İslâm din ve kültürünün en büyük dayanağı ve savunucusu olmuşlardır.


İslâmiyetin din olarak zuhuru Hz. Muhammed (s.a.v)’in Mekke'de bir Arap-İslâm Devleti vücuda getirmesi Arabistan’ın dahili tekâmülleri ile izah edilir, fakat Arapların büyük bir kuvvet olarak ortaya çıkmaları ve Sasanî ülkelerini zapt etmeleri, şüphe yok ki VI. asrın sonu ve VII. asrın ilk çeyreğinde bilhassa 620-630 senelerinde bir taraftan Sasanî (İran)- Kök-Türk ve diğer taraftan Kök-Türk-Bizans münâsebetlerinin Araplar lehine gelişmiş olmasınında etkisi büyük olmuştur.


Kök-Türk Devletinin VI. ve VIII. asırlarda Önasya ve Doğu Avrupa'da meydana gelen büyük siyasî vak'alara aktif bir surette iştirak etmesi yalnız İranlı tüccarların Türk illerine yayılmasına değil, Önasya’daki Arapların cihângir bir kavim sıfatıyla ortaya atılması keyfiyetine de müessir olmuştur.


İran (Sasanî) Hükümdarı Nuşirvan (Anuşirvan) babası Kavâd (Kubad, 488-541) Eftalitlerin yardımı ile tahta geçmişti. Anuşirvan hakanın kızı ile evlenerek Kök-Türklerle iyi münasebet tesisine çalıştı. Oğlu ve halefi olan IV. Hurmuzd (Hürmüz, 578-596) Hakanın kızından doğma olup, sima ve seciye itibarıyla İranlılara benzemediği için “Türk oğlu” diye tanınmıştı. Ayrıca Anuşirvan'ın ordusunda külliyetli miktarda Türk bulunuyordu. Bunlar Anuşirvan’ın Yemen seferine de iştirak etmişlerdi. IV. Hürmüz'ün başkumandanı Behram Çubîn'in ordusunda 588'de Horasan'da Kök-Türklerle yaptığı savaşta Arap birliklerin de bulunduğu kaynaklarda geçmektedir.


Sasanî İran’ın mukadderatında bu kadar rol oynayan Türkler Araplarca çok iyi bilinmekte idiler. Kök-Türkler (Türk ismiyle) Arapların Nâbighat al-Dhubgânı (604 vefat) Â’şa (öl. 621) ve Peygamberin amcası Abû Tâlib'den rivâyet edilen şiirlerde zikrediliyordu. Â’şa'nın şiirleri 574-580 senelerine âittir.


Ayrıca Hz. Peygamberin kendisi bir Türk çadırında (gubba Türkiya) itikaf ettiği sıhhatinden şüpheye mahal olmayan bir hadiste zikredilmiştir.


Hz. Peygamber’den (s.a.v) sonra özellikle Hz. Ömer (634-644) döneminde Arap orduları bugünkü Doğu ve Güneydoğu bölgelerinden kuzeye doğru ilerleyerek Kafkaslara vardılar. Bu fetihler sırasında İslâm orduları Horasan, Mâverâünnehr ve Tohoristan bölgelerinde Türkler ile karşılaşmışlar ve uzun zaman onlarla mücadele etmek zorunda kalmışlardır.


Arapların Türkistan’da hâkimiyet kurmaları Kök-Türk hakanlığının son zamanlarında yani VIII. asrın ortasında husûle geliyorsa da Arapların burada hâkimiyet tesisi uğrundaki mücadeleleri tam bir asır kadar sürmüştür.


Halife Ömer'in (r.a) şehit edilmesinden sonra Horasan ve Tohoristanda Müslümanlara karşı umumi bir ayaklanmanın patlak verdiği ve hatta bazı önemli şehirlerin geri alındığı görülmektedir. Bu sebeple 650-651 yılını takip eden birkaç yıl içinde Abdullah b. Amir'in kumandasında mukabil hücuma geçilerek daha önce zapt edilmiş ve elden çıkmış olan şehirler yeniden fethedildi. Bu mücadelelerde Türklerin de bulunduğu kaynaklarda belirtilmektedir.


İslâm ordularının Türkler ile karşılaştıkları ve çetin savaşlar verdikleri ikinci bölge Kafkaslardır. Azerbaycan ve Ermeniyye’nin fethinden sonra Müslüman birlikleri Kafkas dağlarına dayandılar ve silsilenin kuzeyinde bulunan Hazar hakanlığı ile karşı karşıya kaldılar.


Müslümanlar ile Hazarlar arasında ilk ciddi çarpışma 662-663 yılında olmuştur. El-Bab 'daki birliklerin kumandanı olan Abdurrahman b. Rebi 'nin yaptığı savaşta Müslümanlar büyük zayiat vermiş ve Abdurrahman şehit düşmüştür. Bu mağlubiyetten sonra Araplar ile Hazarlar arasında uzun bir süre bir çarpışmanın olmadığı görülmektedir.


Emevi Halifesi Muaviye’nin (661-680) hilafete geçmesinden ve içeride sukûnetin sağlanmasından sonra fetihler yeniden başlama imkânı bulmuştur. Mâverâünnehr'e karşı girişilen fetihler, Horasan vâlisi tayin edilen Ubeydullah b.Ziyad tarafından sürdürülmekte ve başarılı neticeler alınmakta idi (674). Ubeydullah b. Ziyad’dan sonra Mâverâünnehr’de geniş çapta fetihlerde bulunan şahıs Sâ’id b. Osman’dır. 675-676 yılında Horasan vâliliğine tayin edilen Sâ’id Ceyhun'u geçerek Semerkând havalisine taarruz etti, Semerkând’ı muhasara ve vergiye bağladıktan sonra mühim bir ticaret şehri olan Tirmiz'i zaptetti. Sâ'id bu başarısına rağmen mevkiini uzun müddet muhafaza edemedi ve 678 yılında valilikten azledildi.


Mâverâünnehr'in gerçek fatihi hiç şüphesiz Kuteybe b. Müslîm'dir. 705 yılında Horasan valiliğine tayin edilen Kuteybe Horasan'a geldiğinde bu eyaletin iki tehlikeli hudut bölgesi vardı. Bu bölgelerden birincisi Ceyhun nehrinin orta kısmından Bedehşan'a kadar uzanan ve nispeten dağlık bir araziden meydana gelen Tohoristan ve ikincisi de daha tehlikeli hudut bölgesi olan Mâverâünnehr'di. Türkler her iki bölgede de hâkim unsuru teşkil etmekle beraber aralarında siyasi birlik olmayıp küçük beylikler halinde müstakil hareket ediyorlardı. Mâverâünnehr'de siyasi manada bir birliğin bulunmaması, bu havâlide İslâm ordularının ilerlemesini kolaylaştırmıştır.


Kuteybe b. Müslîm önce, Tohoristan’ı emniyete aldı, sonra 706'da Beykent'i ele geçirdi. Kuteybe daha sonra 707'de Tumuşkas ve Râmisan’ı ele geçirdi. Bunun üzerine Mâverâünnehr beyleri toparlanmağa ve beraberce hareket etmeye başladılar. Fakat bu durum uzun sürmedi ve 709'da Kuteybe uzun mücadelelerden sonra Buhara muhasarası karşısında bozuldu ve Kuteybe uzun mücadelelerden sonra Buhara’yı kesin olarak Arap hakimiyeti altına almış oldu. Kuteybe buraya Arapları iskân ettirdi. Semerkand Hükümdarı Tarhan Buhara'nın akıbetine düşmemek için haraç vermek ve Arap hâkimiyetini tanımak istediğini Kuteybe’ye bildirdi. Kuteybe de bu şartları kabul ederek Tarhan ile sulh yaptı. Kuteybe daha sonra sırası ile Kiş, Nesef, Rutbil, Harezm’i ele geçirdi. Ayrıca bu arada Şaş, Hocend ve Fergana’nın bazı kısımları Müslümanların eline geçti.


Bu fetihler sırasında Kuteybe’nin en büyük destekçisi olan Irak umûmi valisi olan Haccâc b.Yusuf’un 714’te ölümü, Kuteybe için büyük bir kayıp oldu. Kuteybe ölüm haberini alınca birliklerini terhis etti. Ama Halife Velîd (705-715) Horasan’ın Irak valiliğinden ayrılarak müstakil bir valilik haline getirildiğini ve kendisinin de bu valiliğe tayin edildiğini bildirdi. Kuteybe halifenin emri üzerine 715 yılında Fergana’yı tamamen ele geçirmek için harekete geçtiği zaman Halife Velîd öldü. Bu arada Haccâc’ın ölümünden sonra isyan eden Kuteybe öldürüldü.


Kuteybe’nin öldürülmesi, doğudaki Arap fütühatı bakımından bir dönüm noktasıdır. Çin’in bu bölgelerde nüfuz tesisine gayret sarfetmesi, mahallî beylerin Arap hâkimiyetinden kurtulmak için faaliyete geçmeleri ve buna Arap vâlilerinin zaafları eklenince Mâverâünnehr’deki fethedilmiş şehirlerin elden çıkma tehlikesi doğdu. Yine bu sıralarda yeni seferler yapılmıştır, fakat bunların hiçbirisi Kuteybe’ninkiler ile asla mukayese edilemezler. Bu mücadelelerde bazen Araplar (ama çoğunlukla) bazen Türkler başarı sağlıyordu. 729-734’de Cüneyd b. Abdürrahman el-Murrî’nin Horasan valiliği sırasında Araplar Mâverâünnehr’de başarı sağladılar. Özellikle Türkeş Hanı Su-lu Araplara mücadelelerde bulundu. Abbasi ihtilalinin patlak vermesi, zaten hızı kesilmiş olan fetih hareketinin duraksamasına sebep oldu.


Türgiş (Türkeş) Hakanlığı 716’da Arap hâkimiyetini kabul etti. Arapların Mâverâünnehr hakimiyetinin Sirderya havzalarına kadar yayılması Abbasiler devrinde kumandanları Ziyad b. Salih tarafından 751’de general Kao-Siyen-Çe’nin idaresindeki Çin istila ordusunun Talas havzasında mağlup ve batı Türkistan’dan kovmasından sonra ortya çıktı. Bundan sonraki bir asırlık zamanda Abbasiler tarafından Horasan’ın yönetimi ile görevlendirilen valiler Mâverâünnehr taraflarını idare ettiler.


Horasan’a gönderilen Arap valileri çeşitli vesilelerle Türk yurtlarına karşı düzenledikleri akınlarda elde ettikleri pek çok ganimetin yanı sıra birçok Türk’ü de esir alıyorlardı. Bu esirlerden önemli bir kısmı, şüphesiz Arap şehirlerine sevk edilmişti. Türk asıllı köleler paralı asker olarak çeşitli görevlerde kullanılmışlardır. Onlar büyük şehirlerde askeri inzibat görevini yaparak genel olarak asayiş ve emniyeti sağlamakla görevlendirilmişler ve özel saray birliğini oluşturmuşlardır. Emevi Halifesi Abdü’l-Melik b. Mervan’ın (685-705) özellikle Fergana Türklerinden oluşan bir muhafız alayının varlığından bahsedilmektedir.


Saray muhafızlığının Müslüman Türklerden teşekkül etmesi keyfiyeti daha sonra gelen halifeler arasında ve Abbasiler devrinde de devam etmiştir. Türkler saray muhafızlıklarının yanı sıra dış ülkelerden İslâm Halifesini ziyaret eden yabancı elçilik dostluk heyetlerini karşılamada ve hilâfet şehirlerinde çıkan bazı huzursuzlukların giderilmesinde halifenin güvendiği sadık kimseler olarak ciddi hizmetlerde bulunmuşlardır.


Arapları “mevâli” adıyla ordu tutmaya sevkeden sebeplerden biri Arapların ikmâl merkezlerinden çok uzaklaşmış bulunmaları idi. Üstelik değişik bir coğrafya ve başka bir iklimde ve çok daha cesur bir milletle çarpışan Araplar yerel Türk Hanlıkları ile yaptıkları harplerde ağır zayiat veriyorlardı. Bu ise ordunun zayıflaması ve erimesi demekti. Mevâlilerin normal bir din eğitimi gördükleri, Müslüman oldukları ve gerektiğinde savaşlara katılarak büyük zaferler kazanılmasında etkili oldukları görülmektedir.


Araplar Türk komutanlardan ve Türklerin askerliklerinden yararlanmışlardır. Bunların başında Bazgis ve çevresinin Türk asıllı hükümdarı Nizak Tarhan gelmektedir. Kendisi Kuteybe’nin sağ kolu olmuştur. Kuteybe’den sonra Horasan’a Yezid el-Mühelleb vali olarak gönderilmiştir (716). Yezid’e en sıkışık en kötü ve bir ölüm-kalım harbinde en büyük desteği sağlayan ise Gürcan’ın Türk asıllı hükümdarı Sul-Tegin olmuştur.


Abbasi Halifeleri diğer unsurlara olduğu kadar Türklere de büyük önem vermişlerdir. Abbasi Devleti’nin kurucusu Halife el-Mansur’dan itibaren Türk nüfûzu kısa zamanda büyük mesafeler katetmiştir. Bir taraftan hulefâ ve ümerâ’nın yakın çevresinde Türk asıllı komutan ve askerlerin sayıları yükselirken, diğer taraftan da hükümet ve idarî kademelerde hattâ edebi sahalarda boy gösteren Türkler, kendilerini kısa zamanda kabûl ettirerek bir varlık haline gelmişlerdir. El-Mansur’dan sonra oğlu el-Mehdî halife olmuş (775-785) ve o da babasının yolundan yürüyerek Türklere ilgi göstermeye devam etmiştir. Onun zamanında Türk askerlerden artık yüksek komuta mevkilerine getirilenler görülmeye başlamıştır. Bu komutanlar arasında Şakîr et-Türkî, Mübârek et-Türkî ve Tûlya et-Türkî bu devirde yetişmiş zirvedeki komutanlar arasındadır.


Abbasilere en ihtişamlı ve parlak devirlerini yaşatan Harûn er-Reşîd devri (786-808) Türkler açısından bir özellik arzetmektedir. Sarayında bulunan birçok Türk asıllı câriyenin yanı sıra Türk askeri varlığı da büyük ölçüde hissedilebilir bir hâle gelmiştir. Kendisinden sonra Abbasi Devletinin haşmet ve azâmetini sürdüren El-Memnûn ve El-Mu’tasım işte bu Türk asıllı câriyelerden doğmuş ve bunlar “ümmü’l-veled” (Halife anası) bizim tabirimizle “Sultan” lakâbını almışlardır.


VI. ve X. asırlarda Doğu Avrupa’da İtil kıyılarıyla Kırım arasında yaşayan Hazar Hakanlığının başında bulunan hakanlar Kök-Türkler’inde mensup oldukları Açina (Aşina) nesline mensuptular. Bunlar VI. ve VII. yy’da mühîm siyasî kuvvet olarak görülmüşler ve Azerbâycanı idare eden Arap Emiri Yezid b. Usayd al-Sulami ve Fadl b. Yahya al-Bermakî birer Hazar tengrikemi ile evlenmişlerdir. Hazar Hakanı Emeviler zamanında bir defa Müslüman olmuştu ama daha sonra Kafkasya’daki Yahudilerin teşviki ile Museviliği kabûl etmiştir. Hânedan içinde Hristiyanlığı kabûl edenler de ardı. Onlara bağlı İtil Bulgarları ise daha sonra miladî IX. asırda Harezm Müslümanları ve İslâm medeniyeti ile sıkı münasebette bulundular. X. asırda Halife Muktedir’e o vakit İslâmiyeti yeni kabûl etmiş olan İtil Bulgarlarından elçiler gelerek Bulgar ilinde kaleler ve istihkâmlar yapacak askerî usta ve mütehassılar ile kendilerine İslâmiyeti öğretecek İslâm âlimleri gönderilmesini istemişlerdir Bu istek üzerine Halife tarafından gönderilen elçilik heyetine katılanlardan biri de İbn Fadlan idi.


İtil Bulgarlarının İslâmiyeti X. asırda kabûl etmelerinden sonra Türkler arasında İslâm Dininin yayılmasının başarılarını gösterecek ikinci hâdise 960 yılında yani Bulgarlara giden elçilik heyetinin Bağdat’a dönüşünden kırk yıl sonra iki bin çadır (bazı kaynaklara göre yüz bin çadır) kadar Türk’ün İslâmiyet’e girmesidir. Yine X. asırda Oğuzların Sirderya nehri aşağı yakasında oturan kısmı da İslâmiyeti kabûl etmiştir.


Karahanlılar Müslümanlarla iyi münasebetler tesis ettiler. Samanîler ile iyi geçindiler. Bunlardan Bilgençor Kagan 840’ta ve Tavgaç Kagan 893’te Samanîlerle savaştı. Fakat daha sonra İslâmlarla olan bu türlü ciddi temaslar neticesinde nihayet bunlardan Saltuk Buğra Han 920 senesinde İslâmiyeti kabûl etti. Bu hâdiseyi menkıbe şeklinde nakleden Saltuk Buğra Han Tezkeresinde manevî ve ticarî tesirlerin İslâmlaşmadaki önemi ve Samanî Devletinin rolü açıklanmaktadır. Karahanlıların İslâm Dinini kabûl etmeleriyle ilk defa Türk ülkelerinden birinde hâkîm bir Türk-İslâm Devleti meydana geldi.


İslâmiyetin Türkistan bozkırlarında yayılmasıyla Mâverâünnehr’de cereyan eden ilmî ve ticarî faaliyetler arasında sıkı bir ilişki mevcuttu. Bu memlekette bir yandan büyük yarı göçebe kitleleri, öte yandan İtil Bulgarları arasında vuku bulan ticarî ve medenî münasebetler yavaş yavaş bu âleme İslâm medeniyetinin etkinliğini göstermiş ve ona karşı bir ilgi uyanmıştır. Buradaki medreselerde yetişen ilim ve tasavvuf erbabı dervişler ticaret kervanlarına karışarak Türklere İslâmiyetin esaslarını öğretiyorlardı. Bilhassa İslâmlığı dar şeriât kâideleri içinde değil, geniş ve yumuşak bir ruh ve mâna ile anlatarak konar-göçerlere telkin eden mutasavvıf Türk dervişleri de bu İslâmlaştırma faaliyetinde büyük bir rol oynadılar. Türklerin “ata” veya “baba” adını verdikleri bu dervişlerin faaliyetleri neticesinde X. asırda Türkler İslâmiyete ısınmaya ve kitleler halinde Müslüman olmaya başladılar.


O. Turan Türklerin İslâmiyeti kabûlünde, İslâm medeniyetinin üstünlüğü hakkında şöyle demektedir: “Yarı göçebe (konar-göçer) kitlelerin hiçbir baskı olmadan birden ve kendi istekleri ile Müslüman olmalarının sebeplerinden biri o zamanın medeniyet üstünlüğü ve cazipliğidir. Fakat medeniyet üstünlüğü din değiştirmek için kâfi bir sebep teşkil etse idi, bugün bütün dünyanın veya hiç olmazsa dinî hislerin kuvvetle yaşandığı sahaların Hristiyan olması gerekirdi. Halbuki tamamen aksi şartlara rağmen İslâmiyet Hristiyanlığa nazaran daha fazla yayılma kudretini şimdi bile muhafaza etmektedir. Bundan dolayı bütün yabancı dinlere karşı uzak kalarak Gök-Tanrı Dininin birbirine yakın esaslara mâlik bulunması ve yeni dinin Türklerin inanç ve mizaçlarına uygun gelmesidir”.


Şimdi de İslâmiyeti kabûl ettikten sonra 10 asır onun bayraktarlığını yapan Türklerin kahramanlıkları, cesaretleri hakkında Arap kaynaklarındaki bilgileri kısaca vermeye çalışalım.


Türk kahramanlığı ile ilgili birçok şiir ve darb-ı meseller Arapların çok eski çağı dediğimiz en karanlık devrine kadar ulaşmaktadır. İlk devirlere âit olmak üzere bu konuda zikredeceğimiz bir beyit Amelles b. Ullafa’nın şiirleri arasında bulunmaktadır. Emevilerin sonralarında Abbasilerin ilk devirlerinde yaşamış olan Amelles, büyük Arap edibi El-Cahiz’in kaydettiği beyitinde Türk kahramanlığı ile ilgili olarak şöyle demektedir: “Başımın tepesi ağardıktan sonra onda Türk’ün (düşmanlığını) kahramanlığını ve Ebu Hisl’in kinini gördüm (de şaşırdım kaldım)” . Amelles’in bu şiirini kendine has bir üslûbla yorumlayan El-Cahiz, bunu Türklerin kahramanlığına bir misâl olarak göstermiş ve “Arap ordularının kalplerini Türkler gibi titreten başka bir millet yoktur” demiştir.


İlk devirlerde yazılmış birçok şiirde Türk kahramanlığı büyük Türk hakanının şahsında dile getirilmiş ve her şeyde (binicilik ve okçulukta dâhil) en ideal bir kahraman olarak tavsiye edilmiştir. Bunun en güzel misâli Emevilerden el-Velî b. Abdü’l-Melik (742-743)’in söylediği şiirdir. O kendisinin üstünlüğü ve kahramanlığı ile öğülmek istediği zamanlarda gönlünde ve kalbinde sadece Türk Hakanı vardır. Bir beytinde o, bu engin duygularını dile getirirken şöyle demektedir: “Eğer ben (kâh) önüme, (kâh) arkama doğru ok atıyor ve (hırçın) taylar üzerinde dik yamaçlı kayalıklardan (korkusuzca) inebiliyorsam (buna şaşırmamak gerekir) (Sen şunu iyi bil ki) benim dedem hakandır. Onun bozkırlarda ve yalçın kayalıklarda neler yaptığını hatırla o sana yeter”.


Câhiliye devrinde Araplar tarafından tanınmış olan Türklerden bu devirdeki Arap şâirleri de şiirlerinde bahsetmişlerdir. Avs b. Hacar (620) Türklerin kahramanlığına şu beyitiyle işaret etmektedir: “Onların kınalı bıyıklı (düşman yani Türkler) ve ellerinde sopalar olduğunu görünce devemi sularından çevirdim”.


Nitekim Türklerin savaşlarda gösterdikleri üstün cesaret kahramanlık, yiğitlik ve mertlikleri sadece kendi milletlerinin değil, Arapların bile iftihar ve hayranlıklarını celb etmiştir. Araplar şiirlerinde bu hayranlığı yansıtmaktan çekinmemişlerdir. Meselâ İbrahim b. el- Izzi (öl. 1120) Türkler hakkında şöyle demiştir: “Türklerden bir bölüğü (harp ederken gördüm) Onlar Türklere hücum ederken sanki bir gök gürültüsünü andırıyordu. Oysa onlar öyle bir millettir ki kendileri ile iyi geçinildiği ve iyi karşılandıkları zaman melekler gibidirler, aksine onlar bir kere harbe girerlerse (ele avuca sığmaz) ifritler gibi olurlar”.


İbnü’l Fakîh ise Türklerin harblerde gösterdikleri sebat ve olayları göğüslemede ne yaman bir millet olduğuna dikkatleri çekerek şöyle demektedir: “Türkler insanlar arasında düşmanların en yamanı, kâfirlerin mücadele yönünden en serti, hayatın çile ve meşakkatlerine karşı da en sabırlı, nimetlerinde ise en az istifade eden (kanaatkâr) bir kimsedirler”.


El-Cahiz Türkler için: “Türkler ne kadar parlak olursa olsun hiçbir faziletin ulaşamayacağı ne kadar büyük olursa olsun herhangi bir yüksekliğin onda biri olamayacağı meziyetleri dolayısı ile diğerlerine üstün oldular. Türkler ve Horasanlılar atlı süvarilerdir. Onlar sayılı günleri, büyük harpleri ve fetihleri meydana getiren kimselerdir” demektedir.


İbn Havkal ise: “Türkler cesaret ve şiddet bakımlarından diğer insanlara üstün oldukları için halifelerin askerleri, Türklerin beyleri de halifelerin kumandanları olmuşlardır. O kadar ki önce hilafetin maiyeti sonra adamları oldular”diye söylemektedir.


Arap şiirlerine bu şekilde geçen Türkler dünyanın yaradılışından beri var oldukları andan itibaren gittikleri her yerde ve kurdukları devletler ile kendilerinden bahsettirmeleri tabiatlarında var olan meziyetlerinin icabıdır. Nitekim bu konuda Hz. Peygamberimiz de hadisleriyle bu meziyetleri dile getirmişlerdir.


Hz. Peygambere isnat edilen hadislerin bir kısmının sahih, bir kısmının sahih olmadığı tartışma konusudur. Biz bu tartışmaları bir tarafa bırakarak hadis kitaplarında var olan hadislerden birkaç misâl vermeğe çalışacağız.


Bu konudaki ilk müracaat edeceğimiz eser Sahih-i Buhari’dir. Eserde Türklerin fiziki özellikleri ile ilgili hadisler “Siyer ve Cihad Kitabı” adını verdiği umumi bir faslında ve Türklerde Savaş” ve “Çarık Giyenlerle Savaş” adı altında özel bir bölümde toplanmıştır. Türklerle savaş başlığı altında bu iki hadis zikredilmektedir. Bunlardan biri Ebu Hüreyre, diğeri ise Amr b. Tağlib tarafından rivâyet edilmiştir.


Türklerle savaş bölümünde Amr b. Tağlib’den rivayet ettiği hadisin metni şudur: Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Şöyle buyurmuştur ki: “Kıyamet kopmasının şartlarından (biri de) sizlerin kıldan çarıklar giyen bir kavim olan (Türkler)le harbetmenizdir. Yine kıyamet kopmasının şartlarından bir (diğeri de) geniş yuvarlak yüzlü öyle ki, yüzleri (örs üstünde döğülmüş ve) üzeri derilerle kılıflı (sağlam) kalkanları olan bir kavim (Türkler)le çarpışmanızdır”.


Ebu Hüreyre’den rivâyet edilen hadis ise şöyledir: Hz. Peygamber buyurmuştur ki, “Sizler küçük çekik gözlü, kırmızı benizli, yatık burunlu, çehreleri sanki (örs üstünde döğülmüş ve) üzeri derilerle kaplanmış (sağlam) kalkanlar gibi bir kavim olan Türklerle çarpışmadıkça kıyamet kopmayacaktır. Yine sizler kıldan çarık (ve çorablar) giyen bir kavimle (Türk) çarpışmadıkça kıyamet kopmayacaktır”. 


Buharî’de “Çarık Giyenlerle Savaş” başlığı altında Ebu Hüreyre’den şu hadis de nakledilmektedir: Hz Peygamber buyurmuştur ki: “ Sizler kıldan mâmûl çarıklar giyen bir kavimle çarpışmadıkça kıyamet kopmayacaktır. Yine sizler yüzleri (çekiçle sanki örs üstünde döğülmüş) üzeri derilerle kılıflı (sağlam) kalkanlar giyen heybetli bir kavimle çarpışmadıkça kıyamet kopmayacaktır”.


Türklerle ilgili hadisler İmamı Müslim (817-875) tarafından da zikredilmiştir. Ayrıca büyük hadis imamlarından Ebu Davûd (817-888) “Sünen” adlı hadis külliyâtında Türklerle ilgili dört hadis zikretmiştir. Bu hadislerden en kıymetlisi eserinin “Türkleri ve Habeşlileri Harbe Tahrikin Yasak Olması” başlığı altında kaydettiği meşhur hadisidir. Peygamberin asabından bir zât tarafından rivâyet edilen ve daha sonraları pek meşhur olan ve birçok kimse tarafından nakl ve rivâyet edilen bu hadisin asıl metni şudur: “Hz. Peygamber buyurmuşlardır ki, Habeşliler sizlerle uğraşmadıkça siz de onlarla uğraşmayınız. Hele Türkler size hiç dokunmadıkça siz de onlara dokunmayınız”.


Bu hadis çeşitli müelliflerce de daha teferruatlı veya değişik şekillerde de verilmektedir. Meselâ İmam Neseî, El-Hamavî, El-Cahiz, İbnü’l Fakih, İbni Hassul, İbni Kudame, gibi büyük âlim ve coğrafyacılar tarafından da rivâyet edilmiştir.


Hz. Ebubekir’den rivâyet edildiğine göre Hz. Peygamber buyurmuştur ki: “Ümmetimden bir kısmı Dicle ve üzerinde bir de köprüsü bulunan bir nehrin kıyısında Basra adı verilen bir ovada konaklayacaklardır. Sonra halk çoğalacak ve burası da Müslüman şehirlerden bir olacaktır. Ahir zaman olduğunda geniş yüzlü, küçük gözlü Kantura oğulları (çıkacaklar) ve gelip nehrin diğer bir yerinde konaklayacaklardır. Bunun üzerine şehir halkı üç kısma ayrılacak bir kısmı öküzlerin peşine takılarak kırlara kaçarak mahv olacaklar, bir kısmı da kendi canlarının derdine düşüp dinlerinden döneceklerdir, üçüncü kısma gelince, ehl ve evlâdlarını arkalarına alıp onlara karşı harbedeceklerdir. İşte bunlar şehiddirler”. Hz. Ebu Bekir’den rivâyet edilen bu hadisden başka Abdullah b. Büreyde de babasından işittiği şu hadisi nakletmektedir: Hz. Peygamber buyurmuştur: “Benim ümmetimi öyle bir kavim sürekleyip kovalayacaktır ki Onların yüzleri (yuvarlak ve) enli, gözleri (çekik ve) küçük, çehreleri sanki üzeri derilerle kılıflı kalkanlar gibidirler. Onlar üç defa Arabistan Yarımadasına kadar ilerleyeceklerdir. İlk istilâda onların önlerinden kaçanlar kurtulacaklardır. İkinci istilâda hücuma uğrayanlardan bazıları da canlarını kurtaracaklardır. Üçüncü istilâda ise onların kökleri kesilecektir (Artık istilalar son bulacaktır). İşte onlar Türkler’dir. Nefsimin yedi kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki Türkler (çok yakın bir gelecekte) atlarını Müslümanların mescidlerine bağlayacaklardır”.


Ayrıca İstanbul’un fethini müjdeleyen Hz. Peygamber’in hadisi dolayısı ile İstanbul’un fethi âdeta bir yarış hâline gelerek Emevilerden başlamak üzere, Osmanlı Sultanlarından Fatih’e kadar birçok komutanın gayesi durumuna gelmiş ve bu komutanlar Hz. Peygamber’in ilâhi müjdesine mazhar olmak için çırpınıp durmuşlardır. İmam-ı A. Hanbel’in zikrettiği bu hadisin asıl metni şudur: Abdullah b. Beşr el-Hasami’nin babasından, onun da kesinlikle Hz. Peygamber’den işittiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki: “Konstantiniye mutlaka feth olunacaktır. İşte asıl imrenilecek komutan onu fetheden komutan, asıl mutlu ordu da onun ordusudur”.


Bu konuda son hadisimiz DLT’de Kâşgarlı Mahmud’a aittir. Kâşgarlı, Türk’ün önce Hz. Nuh’un oğlu olduğunu belirttikten sonra bir imamdan duyduğu şu hadisi zikretmektedir: “Yüce Tanrı benim bir ordum vardır. Ona Türk adını verdim, onları doğuda yerleştirdim. Bir millete kızarsam, Türkleri o millet üzerine musallat kılarım diyor. İşte bu Türkler için bütün insanlara karşı bir üstünlüktür. Çünkü Tanrı onlara ad vermeyi kendi üzerine almıştır. Onları yeryüzünün en yüksek yerinde, havası en temiz ülkelerinde yerleştirmiş ve onlara “Kendi ordum” demiştir. Bununla beraber Türklerde sevimlilik, tatlılık, sadelik, öğünmemek, yiğitlik gibi öğülmeye değer sayısız iyilikler görülmektedir”.


Burada zikretmeye çalıştığımız hadislerin sahih olup olmaması bir yana Arap kaynaklarında ve Peygamber Efendimizin hadislerinde Türklerden bahsedilmesi biz Türkler için büyük bir iftihar sebebidir. Kâşgarlının dediği gibi “Bu hadisler sahih olmasa bile İslam dinin kabul eden Arapların Türklere verdiği önemi bir hadise isnad ettirecek kadar değerli görmeleri önemlidir ve akıl da bunu emretmektedir”.



Eski Türk İnancı ve Kültürü ile İslam İnancı Arasındaki Benzerlikler



İslâm dini Türklerin kadim inançları ile birçok bakımdan uygunluk göstermesi dolayısıyla, Türkler arasında yaygın ve Türklüğü takviye eden bir din durumuna gelmiştir. Nitekim Türkler İslam dini sayesinde sosyal hayatlarının önemli unsurlarını, İslam’a aykırı olmamak şartıyla törelerini, geleneklerini, askeri faaliyetlerini hatta cihan hakmiyeti mefkûrelerini İslam dininin “Allah’ın adını her yere ulaştırma” ve “Emri bilmağruf nehyi anil münker” (İyiliği emretme kötülüğü nehyetme) düşüncesi ile birleştirerek ayrı bir noktaya taşımışlardır. İslam dini Türk boylarının belki de yaşadıkları fakat adı konulmayan dinleri gibidir. İlahi menşei itibariyle Türklerin bünyesine uygunluğu muhtemelen yaratıcının insan için kodladığı en uygun dinin İslam olması, Türklerin bu inanç sistemini kolay kabullenme, uygulama akabinde taşıyıcısı ve yegâne bayraktarı olma konumuna getirmiştir diyebiliriz.


Türklerin dini hayatı ile ilgili olarak anlattığımız tüm araştırmaların ortak sonucu Türk inancının Eski Yunan veya Ön Asya’da olduğu gibi eşya, heykel ve diğer objeleri ilah olarak kabul etmeyen bir inanış olmadığında birleşmiş olmalarıdır. Türkler insan icadı olan hiçbir objeyi, eşyayı kendilerine hâkim bir güç yani ilah olarak görmemişlerdir. Buna karşılık baş edemedikleri ve açıklayamadıkları büyük doğa olaylarına saygı duymuşlar, onlardan korkmuşlardır. Şimşek, gök gürültüsü ve fırtına gibi olaylar bakışları gökyüzüne çevirmiştir. Gök, insanın iradesi dışındaki her şeyin çıkış noktası ve yaşadığı yer olarak tasvir edilmeye başlamıştır.


Göklerde var olduğuna inanılan bu yüce güçle ilgili tasavvurların ilk döneminde bazı özel kişilerin bu yüce güç ile temas kurabilecekleri de kabul edilmiştir. Bunu yapabilen insanlar kam yani şaman olarak görülmüşlerdir. Şamanların diğer insanlara göre olağanüstü ve özel güçlere sahip olduklarına inanılır. Eğer çevredeki inanç düzeni uygun ise bunlar kendilerini Tanrı ile insan arasında bağ sağlayanlar olarak tanıtırlar.


Bu insanların o yüce gücün yani Tanrının kutuna sahip olduklarına inanılır. Bilge Kağan da Tanrı kut verdiği için gibi ifadelerle bu duygunun önemli olduğunu ifade eder. Türkçede de gök ilahî gücün sahibi Tanrı ile özdeştir.


Türklerin İslâmiyet’e tabi olmalarına gelince de göze çarpan ilk nokta Türklerin atalar dininin yani Gök-Tanrının İslâmiyetle son derece uyuşuyor olduğudur. Zeki Velidi Togan Türklerin İslâmiyeti tercih etmelerinde bu dinin mücadeleci savaşçı hususiyetlerinin büyük önemi olduğunu söylemektedir. İslâmiyet Türklere ȃdeta milli bir din olmuştur. Türk ülkelerinde İslâmiyet’in özü ancak Türk töresi ile yani yasa ile yan yana uygulanmıştır.




PROF. DR. MUALLÂ UYDU YÜCEL’in TÜRK TARİHİNE GİRİŞ Adlı Kitabından Alıntılanmıştır.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak