3 Mayıs 2023 Çarşamba

Gündelik Hayatımızda Yeme içme-9

 


Meşrubat, Gazoz, Kola


Önce seyyar sucu (saka), sonra limonatacılar vardı. 1990’lı yıllara kadar ilginç kıyafetleri ve bardak kullanmaktaki maharetleri ile Eminönü’nde görülebiliyorlardı. Meyve esansı, şeker ve karbonik asiti ile yapılan ve basınçlı hava ile şişelere doldurulan gazoz 1890’larda ithal edildi. Niğdeli Aleksandr Mısırlıoğlu Fransa’dan gazoz yapımı için makine getirterek üç ortakla birlikte Karaköy’de Mısırlıoğlu adıyla gazoz satışına başladı. Aynı yıllarda Ankara’da iki buçuk yıl tiyatroculuk ve yanında her türlü işi yapan Ahmet Fehim Bey, bu şehirde iki gazoz makinesi ile gazozcu bulunduğunu bildirir; Anadolu’da gazozun yayılışı hakkında bu notlar fikir vericidir.


İstanbul’da Hasanbey ve Hürriyet gazozları 1908’de, Neptün 1917’de, Beyaz Rus, Cumhuriyet gazozları 1923’de piyasaya çıktı. Bu gazozlar şişeyle satıldığı gibi, sifonla ve seyyar el arabalarıyla bardakla da satılıyordu. 1930 yılında Bursa’da Nilüfer adıyla gazoz üretimine başlayan ve 1933’de Uludağ adını alan firma, Türkiye’nin en eski üreticilerindendir. Tekel de Ankara Bira Fabrikası’nda gazoz ve soda üretimi yapmış, ancak 1940 yılında üretimden çekilmiştir.


1952 tarihli ve 1953 ve 1956’da tadil edilmiş Gıda Maddeleri Nizamnamesine göre, “Belli miktarda sitrik asit, şeker ve saf karbonik asit ihtiva eden su ile yapılan içkiye gazoz, içerisinde saf karbonik asiti ihtiva eden içkiye soda denir.” Nizamname gazoz şişelerinin renksiz camdan yapılmalarını, ağızlarının “içi mantar safihasını havi, zararsız madenden yapılmış bir kapsül ile kapatılmış” olmalarını da hükme bağlamıştır. Seyyar gazoz imali yasaklanmış, birçok şehirde etiketsiz biçimde üretilen ve doğrudan ‘gazoz’ adıyla satış yapan imalathane kapanmıştır. Türkiye’de ‘gazoz ağacı’ dönemi bu sırada yaşanmıştır (Sabahattin Kudret Aksal, Gazoz Ağacı, (1954.)


1955’de Uludağ ilk kola ve portakallı meşrubatı üretti. Uluslararası pazara sahip kola şirketlerinin Türkiye’ye girmeleri ve meyveli gazoz üretimine başlayarak adlarını yaygınlaştırmaları ise Marshall yardımından sonra oldu. Coca-Cola dünyadaki 1109. fabrikasını Türkiye’de kurmak istediğinde, üretimi Marshall fonunun öncelikler listesine alınarak şirkete kredi verildi. Coca-Cola yapımcı firmadan patent hakkı almayacak, yalnızca hammadde ihraç edecekti. 1964 yılında İstanbul, 1968’de İzmir, 1969’da Adana tesisleri faaliyete geçti.


68gençliği bütün dünyada ‘yankee go home’ çağrılarının yapılmaya başlandığı, Türkiye’de yabancı sermayeye tanınan petrol ve maden ayrıcalıklarının ve Amerikan üsleriyle Kıbrıs’ta Türkiye’nin engellenmesinin tartışıldığı ortamda Amerikan kolasına tepki duydu. Hüsamettin Toros’un 1971 tarihli Türkiye Rehberi’nde Coca-Cola’nın kendi sayfasındaki anlatımı bir savunma niteliğindedir:


“Coca-Cola yurdumuzun iktisadi kalkınma politikasında önemli bir yer tutmaktadır. İmalatında birçok sanayi kollarından faydalanmak ve işbirliği yapmak zorunluluğu vardır. Bir şişe Coca-Cola’nın kapağı açılıp içildiği ana kadar geçirdiği merhalelere bir göz atarsak, faydalanılan sanayi dalları ve bunlara sağlanan iş imkânları daha kolay anlaşılır. Bugün artık herkesin bildiği gibi Coca-Cola otomatik makinelerde, el değmeden hazırlanmaktadır. Bu makinelerin çalışması için gerekli elektrik enerjisi, şişeleme fabrikasının bağlı olduğu belediye elektrik idaresinden temin edilir. İstanbul, İzmir ve Adana elektrik idarelerine her yıl takriben 700.000 TL ödenmektedir. Coca-Cola memleketimizde şişeler içerisinde piyasaya arz edilir, gerekli olan milyonlarca şişe, Türk kuruluşu olan Paşa-bahçe Şişe ve Cam Sanayii A .Ş .’den temin edilmektedir. Her şişenin bir kapakla kapandığını düşününce, şişe adedine paralel olarak milyonlarca kapak ihtiyacı kendiliğinden ortaya çıkar... işsizliğin bir problem olduğu yurdumuzda iş piyasası için bu üç fabrikanın önemli emek alıcısı pazarlar olarak mütalaa edilmesi herhalde yanlış olmaz. Halen bu fabrikalarda 500 civarında işçi çalıştırılmaktadır. Bütün bunlar göstermektedir ki, memleketimizde imal edilip çoğaltılmakta olan Coca-Cola için ödenen her kuruş, milli sanayimizin bir sektörüne gitmektedir.”


Sol muhalif hareketinin önemli dergilerinden Yön, 9 Temmuz 1965 tarihli 119.sayısının kapağını, kola şişesine ve ‘Coca-Cola Zehirdir İçmeyin!’ çağrısına ayırmıştı. Dergi bir tam sayfa ayırdığı bu konuda, kolalı içeceklerin sağlığa zararlı olduğunu dile getirirken, patent hakkı ve konsantre nedeniyle böyle bir ürün için verilen dövizi kayıp olarak niteliyor, getirilen sermayenin küçüklüğü ile niteliğinin şişelemeden öteye geçmediğini, kâr oranının ise % 100 olduğunu savunuyor, yetkilileri gafletten uyanmaya, gençliği de halkı bu zehirden kurtarmak için öncülüğe çağırıyordu.


Kolanın ITÜ ’den başlayarak boykot edilmesine önderlik eden öğrenci önderlerinden Harun Karadeniz anılarında bu konuyu şöyle anlatır: Kola, ITU inşaat ve Mimarlık fakülteleri kantininde satılmaya başlanmıştır, “düşündük, araştırdık ve şu durumu tespit ettik. Bu gazozun konsantresi dışardan geliyordu, şişesi dışardan geliyordu. Bizdeki gazoz fabrikası ise ithal edilen gazoz özünü ithal malı şişelere koyup üzerine biraz terkos suyu ekliyor ve bunu yerli üretim hatta yerli sanayi adı altında kamuoyuna sunuyordu. Taşkışla kantininde gazoz satışını hemen yasakladık.”


Harun Karadeniz anılarına “Gazoz fabrikasının satış müdürleri ve başka temsilcileri geldiler. Bize iltifatlar ederek fabrikalarına, patronlarıyla görüşmeler yapmaya davet ettiler. İzmir satış müdürü ‘yakın zamanda şişesi de özü de burada üretilecek,’ dedi” diye devam eder ve o günlerde şirketin yürüttüğü kampanyada gazoz kapağından otomobil çıktığını, kantinde satış izni verirlerse otomobilin kantinde çıkmasının sağlanacağı teklifini aldıklarını da ilave eder.


Kola Türkiye’de bağırsak bozukluklarına karşı ilaç, güneşte yanmak için sıvı olarak da kullanıldı. Anayurdu Batı Afrika olan kola bitkisi yerlilerce de aynı amaçlarla, uyarıcı, iştah açıcı, ishal kesici olarak kullanılmıştı. Ticari değeri nedeniyle Amerika’nın tropik bölgelerine, Seylan, Malezya gibi ülkelere taşınan bitki tohumları kafein yönünden zengindir. Koka yaprağıyla karıştırılarak yerlilerce uyuşturucu olarak kullanılmıştır. Koka bitkisinden çıkarılan kokain tıpta ilk kez 1884’de anestezide kullanılmıştır. Bugün yaygın uyuşturuculardan biri olan kokain genellikle burna çekilerek kullanılır ve kimyasal değilse de, psikolojik bağımlılık yapar. Formülünün dünyanın en iyi korunan sırlarından biri olduğunu söyleyen Coca-Cola şirketi 1886’da, Pepsi-Cola ise Brads Drinks adıyla 1898’de kurulmuştur. Bu iki şirket arasındaki pazar mücadelesi, ölçekleri nedeniyle bakkallardan psikologlara, işletmecilerden reklam dünyasına kadar geniş kesimleri etkilemiştir ve etkilemeye devam etmektedir. Televizyonların ve reklam dünyasının canlanmasıyla son ‘kola savaşları’na Türkiye de tanık oldu. Sonra ‘müseccel şişe’nin yanında çeşitli boyları, tenekesi ve diyeti de eklendi.


Pepsi-Cola, 7 Gün, Fruko üreten Fruko-Tamek 1962’de, Aroma Meyve Suyu A .Ş. Bursa’da 1968’de kuruldu. Yerel sade gazozlar ortadan kalktıktan sonra onları ikame eden şirketlerden biri olan Çamlıca’ya Sprite da katıldı. 1997’de kişi başına yılda 122 şişe gazlı meşrubat tüketimi vardı; meyve suyu üreten firma sayısı 30’a çıkmıştı. 2000 yılında Uludağ Kara Burak tipiyle ‘Efsane yeniden doğuyor’ kampanyasını başlattı.



Su


Anadolu’yu fakir, Türkleri geri ve tembel bulan Demschwam, kırbalarla hayrına su dağıtıldığını, “pırıl pırıl berrak çok iyi sular” olduğunu yazar. Anadolu’da halk su uzmanıdır, hangi dağın, çeşmenin suyunun iyi olduğu, nitelikleri takip edilir. Herkesin kendi köyünün suyu daha hafif, lezzetli ve soğuktur. Elbette su azizdir ve Ortadoğu’da suyun özel bir değeri olduğu açıktır: Türkçe göze, Farsça çeşni ve Arapça ayn hem kaynaktır hem de gözle ilgilidir.


İstanbul’da her zaman su sorunu olmuştur. Anadolu’da olduğu gibi İstanbul da sebil çeşmelerle donatılır, birçok evin avlu, bahçesinde kuyular bulunur, sakalar su satar, Taşdelen, Karakulak, Çırçır, Kanlıca, Kayışdağı, Hamidiye gibi ün salmış sular tatları kadar şifalı da görüldüğü için özellikle aranır. Ve şehirle birlikte su sorunu katmerlenerek büyür.


1932 yılında Almanya’dan makine ve iki usta getirten eski adliye nazırı ve Şirket-i Hayriye yönetim kurulu üyelerinden Necmeddin Molla Kocataş, el değmeden şişeleme ile suculukta yeni bir aşamayı başlattı. Suculuğa başlayan şirketlerin ortaya çıkışıyla İstanbul ve Ankara’da belediye suyunun tadından ve miktarından memnun olmayanlar, en ünlüleri Taşdelen, Hünkar, Çubuklu olan damacana suyu alıyor, su evlere buzdolabı girene kadar sırlı küplerde saklanıyor, üstleri işlemeli bezle örtülüyordu.


Büyük şehirlerde su sorunu iyice büyüdü. Çeşme başında su kuyruklarında çıkan kavgalar yaygınlaştı. İstanbul esnafı kapı önlerine çağdaş sebiller, sifonlu makineler koyarken mahalle çeşmelerinin muhtarlıklar tarafından denetimi ve paralı olması, çeşmelerde araba yıkanıp yıkanamayacağı kavgası büyüyordu. Pınar Hayat 1980’de pet şişede su ‘üretimine başladığında Anadolu’nun bazı yerlerinde lokantalarda su halen, 1949’da Orhan Veli’nin “Bedava yaşıyoruz bedava/ Peynir ekmek değil ama/ Acı su bedava” dediği gibi, bedavaydı, masalara büyük sürahi ve testilerle konuluyordu. 1990’larda kola ve meyve sularının yürürken içildiği dönem başlarken, İstanbul’da susuzluk had safhaya varmış, mahallelerde su istasyonları açılmaya, tankerler su satmaya başlamıştı. Bundan sonra pet şişe suyu her yere yayıldı, boy boy türleri çıktı, firma sayısı arttı; 1997’de nizamnamesi hazırlandı. Dünyaya satış yapan Danone ile Sabancı ortaklığı kuruldu.



Meyveler


Anadolu’nun florasını ve flora tarihini bilmiyoruz. Bu durum kültür bitkileri için de böyledir ve son elli yılda yaşanan değişimin saptanması artık çok zordur. Malatya kayısısının kazandığı ticari başarından sonra zerdaliyi, İzmir üzümü gibi bugün manavlarda bulabildiğimiz belli başlı üzüm türleri dışında kalan, sayısı kırklara varan yerli üzüm türlerini artık bulmak çok zor ve bu konuda bilgiler kişisel görgülerden ibaret kalıyor. Kardelenden sümüklüböceğe, meşeden yılanlara kadar birçok bitki ve hayvan türü de, Avrupa pazarlarına toplayıcılık yöntemiyle satıldığı için varlıkları tehlike sınırına girmiştir.


Cumhuriyet hükümetleri birçok tarımsal ürünün yetiştirilmesi için ciddi gayret içinde olduğu gibi, dönüm noktası olarak 12 Eylül’e kadar devam eden bu siyasetin sonucu ve milli pazarın oluşumuyla yaygınlaşan, bazısı uzun zaman pahalı kalan, bazısı her eve giren ve yerli ürün haline gelen meyvelerden bir iki örnek verebiliriz: 

Muz: Muz Güneydoğu Asya ile Orta Amerika ve Karayiplerin yerli bitkisidir. Biyolojik anlamda çiçeği ve meyvesi olmayan kocaman bir ‘ot’ olan muz, 6. yüzyılda Etiyopya’ya girmiş, 14- yüzyılda Afrika’ya yayılmış, 15. yüzyılda Portekizliler Afrika’da, İspanyollar Amerika’da muzla karşılaşmışlardır. 12° C üstünde hemen olgunlaşan, altında hemen donan muzun 1920’lere kadar Avrupa’ya naklinde zorluk çekildiğinden bu yıllara kadar yaygınlaşmamış, bundan sonra çok sevilmiştir. 


Antalya’ya 1870’de İskenderiye’den süs bitkisi olarak getirilmiştir. Avrupa’da tanındıktan sonra üretilmesi düşünüldü. Akdeniz ülkelerinden kaliteli muzun ithalat kolaylıkları nedeniyle yetiştirilmesi çabuk yaygınlaşamadı. 1950’lerde Musa Johnson ve Musa Cavendish türleri desteklenerek geliştirildi, 1960’da muz tüketimi Ankara’da 150 ton, İstanbul’da 380 ton, İzmir’de 25 ton, diğer illerde 505 tondan ibaretti, 1972’de üretim 20.000 tona çıkmıştı. Muzun bir özelliği de ‘muz cumhuriyeti’ biçimiyle adının siyaset terimleri arasına girmesidir. Türkiye’de Çikita muz ithalatı başladığında yerli muz - ithal muz konusunda yaşanan tartışmalar, tarımsal ithalat ile koruma siyasetlerindeki dönüşümün simgesi olarak tarihe geçecektir.

Portakal: Portakalın anayurdu olarak Hindistan’ın kuzeyi gösterilir. Malezya mitolojisinde adınaga ranga’dır. İÖ 2000’lere Çin’e, İS 2. yüzyılda Roma’ya ulaşmıştır. 16. yüzyılda Avrupa’da portakal halen güzel kokulu çiçekleri için sevilmektedir. Avrupa’da kökü Malezya’ya dayanan Arapça naranc (Türkçe narenciyenin kökü) adından naranje, laranje, orange diye tanınmışken, Türkçe, Farsça, Rumenceye, Portekiz kanalıyla portakal hatta Arap halk diline burtukan olarak girmiştir.


Portakal Ingiltere’de 18. yüzyıla kadar ancak Noellerde yenebilen pahalı bir meyve olarak kalmıştır. Cevdet Paşa 1865’de Kozan’da aşiretlerin düzen altına alınması için çalışırken, Çukurova’nın turunçgilleri hakkında da bilgi verir. Yerli halk portakal yer fakat limona itibar etmez; limon askerler satın almaya başladıktan sonra kıymete binmiştir ve bölge yabani limon ormanlarıyla kaplıdır (Tezâkir, 28. Tezkire).


Portakal 1950’li yıllarda devletçe desteklenmiş, yetiştirilip düşük fiyatla üreticiye satılmıştır. 1951-52 mevsiminde üreticiye 27 bin aşılı fidan dağıtılmıştır. Milli pazarın oluşumundan önce Rize merkez, Pazar, Sürmene ve Hopa ilçeleri (mandalina üretiminden başka) toplam portakal üretiminin % 23’ünü karşılıyordu. Gerçekte tür olmayıp İsrail portakalının ihraç limanını ifade eden Yafa ve Washington portakalından sonra satsuma da getirildi. 1956’da 115 bin ton civarında olan üretim 1970’de dört katına çıkmıştı. 1995’de portakal üretimi 740.000 ton olmuştur.


Greyfurt: Pomela adı verilen narenciye türü Hint Okyanusundan 1681’de Fransa’ya getirildi. 1800’lerde Fiji’den ABD ’ye getirilen pomela portakalla melezlendikten sonra İkinci Dünya Savaşı sırasında kahvaltı içeceği olarak tanıtıldı ve yaygınlaştı. Halikarnas Balıkçısı’nın gayretiyle Türkiye’ye getirildi. İmla sözlüklerimizde ‘greypfrut’ (İngilizce grapefruit) olarak yazılan meyveye verilen kızmemesi, altıntop isimleri ise rağbet görmedi. 


Avokado, Kivi


Avokado, kivi, ananas, brüksel lahanası, brokoli, aysberg ve ithal muz Özal döneminin özellikleri olarak günlük yaşamımıza girdi. Özal domates fiyatları Almanya seviyesine çıktığında zengin olacağımızı söylerken, kivi sayesinde tane işi satılan meyveyle tanıştık. Adları, biçimleri, benzerlerinin daha önce bulunmaması ve hiç duyulmamış olmaları nedeniyle olsa gerek, avokado ve kivi o dönem basında yer aldı, hatta ilk kivi yiyen Türk karikatürü yapıldı. Artık ananas dışında bu ürünlerin birçoğu Türkiye’de yetiştiriliyor ve Ankara pazarlarında yerli muz kolay bulunmuyor. Türk Standartlar Enstitüsü de 1994 Nisan’ında avokado ve kivi standartlarını belirlemiştir.


Avokado, Amerikan armudu, Avrupa’ya ikinci Dünya Savaşı sonrasına kadar gelmedi. Maya ve Azteklerin çok sevdiği bu meyveye îspanyollar 1526’da yerli awa gualt adından avacado demişlerdi. Meksika’da yılda kişi başına 15 kilo olan tüketim Avrupa’da bu miktarın çok gerisinde kalsa da, ithalatın % 70’ini karşılayan İsrail için iyi bir gelir kaynağı oluşturdu. Türkiye’de istatistik rakamlarına giremedi ama Akdeniz sahilleri özellikle Alanya, Antalya, Adana’da yetiştirilmeye başlandı. Salata (meze) olarak tüketilmektedir.


Anayurdu Çin olan ve en çok ABD ile Yeni Zelanda’da üretilip konservesi de yapılan kivi ilk kez avokado ile birlikte ithal edildi. 1994 yılından beri Türkiye’de yetiştirilmeye başlanan kivi tek ürün niteliği kazanmış çayda yaşadığı sorunlardan sonra Rize için yeni umut kapısı oldu. Türkiye’de kivi üretiminin yaklaşık % 44’ü Rize’de, % 33’ü Yalova’da gerçekleştirilmektedir ve 1994’te 7 ton olan üretim 1997’de 190 tona çıkmıştır; on üç ilde 32 .000’i henüz meyve vermeyen yaşta, toplam 44.000 ağaç bulunmaktadır. 



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak