DERVİŞ VAHDETÎ (1909)
Sultan II. Abdülhamid Han'ın tahtından indirilmesine sebep olan 31 Mart Vakası içinde önemli rol oynayan Derviş Vahdeti, Kıbrıslıdır. Yoksul bir ailenin çocuğu olarak büyümüş, Kıbrıs'ta memurluk yapmış, İngilizce öğrenmiş ve 1902 yılında İstanbul'a gelmiştir. Burada bazı uygunsuz hareketlere giriştiği için Diyarbakır'a sürülen Derviş Vahdetî, II. Meşrutiyetin ilanından sonra tekrar İstanbul'a gelerek İttihat ve Terakki Fırkası'na girmek istemiş, kabul edilmeyince "Volkan" isimli bir gazete neşrederek müthiş yazılarla cemiyete saldırmaya başlamıştır. Bu arada "İttihad-ı Muhammediyye" adını verdiği bir cemiyet kuran ve kısa sürede gelişmesini sağlayan Derviş Vahdetî, Meclis-i Mebusan'ın ittihatçı vekillerini dinî duygulardan uzak, kozmopolit ve ahlaksız kişiler olarak tavsif etmektedir. Gerçekten o dönemde İttihat ve Terakki, hükümet üzerinde etkili durumdadır ve bir çok yanlış kararların alınmasını sağladığı gibi fail-i meçhul cinayetlere bulaşmış durumdadır. Asıl mesele ise iktidarı tamamen kontrol altına alarak meclisi ele geçirmek ve II. Abdülhamid'i tahttan indirmektir. Cemiyet üyeleri beynelmilel Masonluğun her halde çok dikkatle çizdiği bir plan sayesinde bu emellerine kavuşmuş ve neticede imparatorluğun da yıkılmasına sebep olmuşlardır.
Bir ingiliz ajanı olduğu artık bilinen Derviş Vahdetî, 31 Mart Vakası'nı hazırlayarak İstanbul'da bir isyan başlatmış, "Şeriat isteriz!" çığlıklarıyla meclisi dağıtmak isteyenler bir süre sonra meclisi kurtarmaya geldiğini söyleyerek Selanik'ten yola çıkan Hareket Ordusu marifetiyle katliama tabi tutulmuşlardır. Bu orduyla İstanbul'u ele geçiren İttihatçılar Abdülhamid Hanı da tahttan indirmeyi başarmış, bu arada suçlu veya suçsuz yüzlerce insanın ölümüne sebep olmuşlardır.
Canından korkup İzmir'e kaçan Derviş Vahdetî ise artık görevi tamamlandığı için yakalanıp İstanbul'a getirilmiş ve göstermelik bir mahkemenin ardından Ayasofya meydanında asılmak suretiyle öldürülmüştür. Daha sonraki yıllarda İttihatçıların 31 Mart Vakasını bir gerici ayaklanması olarak gösterip Derviş Vahdetî'nin Abdülhamid'le birlikte hareket ettiği yalanını söyledikleri bilinmektedir. Nitekim bu şeriat kalkışmasının (!) bahane edilerek İttihatçıların iktidara el koydukları, yani kalkışmanın sadece onlara yaradığı açıkça belli olmuştur. Abdülhamid gibi siyasî deha sahibi bir hükümdarın, bir İngiliz ajanı olan Derviş Vahdetî ile hiç bir ilişkisinin olmadığı ve aslında kendi menfaatına uygun düşen 31 Mart Vakasına müdahil olup ondan istifade cihetine gitmediği bilinmektedir.
RASPUTİN (1916)
1917 yılında Rusya'da gerçekleştirilen Bolşevik ihtilali öncesinde son Rus çarı ve çariçesi üzerinde inanılmaz bir etki bırakmış olan cahil bir papazdır.
1871 yılında doğan ve 1904 yılında bir köy papazı olarak meslek hayatına atılan Rasputin büyük hırs, kibir, ahlak düşüklüğü ve korkunç bir yükselme arzusuyla, kendini kerametler gösteren bir ermiş olarak takdim etmeye başlamıştır. Kısa bir süre içinde halkı, etrafına şifa dağıtan yüksek bir şahsiyet olduğuna inandırmayı başarmıştır.
Şöhreti saraya kadar ulaştığında, çariçe, hasta oğlunun tedavisi için Rasputin'i saraya davet etmiş, konuşmaları ve davranışlarından etkilenerek adeta onun kölesi haline gelmiştir. Çar da, oğlunu sağlığına kavuşturduğuna inandığı bu korkunç ve gizemli papazı el üstünde tutmaya başlayınca Rasputin, Rus sosyetesinin bir numaralı adamı haline gelmiştir.
O, bundan sonraki yıllarını sarayda, her türlü devlet işlerine müdahale ederek ve dilden dile dolaşan fuhuş ve içki partileriyle geçirir. Söylentilere göre çariçe ve kızlarıyla da ilişkiye girmekte ve çarın yakınları tarafından nefretle takip edilmektedir. Nitekim 1916 yılına ulaşıldığında artık Rusya'nın zirvesindeki tek adammış gibi görünen ve "Tanrıya ulaşmanın tek yolunun günah işlemekten geçtiğini" söyleyen ahlaksız papaz, Çarın kuzeni Dimitri Pavloviç ve Prens Yusupov tarafından bir ziyafete davet edilir. Onuruna verilen yemekte Rasputin, daha önce içine zehir karıştırılmış pastaları bolca yediği halde ölmeyince, ev sahipleri üzerine atılıp kıyasıya dövmeye başlarlar. İri yarı bir adam olan korkunç papaz onlarla mücadeleye girişirse de sonunda kurşun yağmuruna tutulmak suretiyle kanlar içinde yere serilir. Bütün bunlara rağmen can çekişmeye devam ettiği görülünce bir halıya sarılarak Neva Nehri'nin soğuk sularına atılıp yok edilir.
MATA HARİ (1917)
Almanların I. Dünya Savaşı'nda öne çıkan ünlü casuslarından biridir.
Hollandalı bir işadamının kızı olarak 1876 yılında doğan Mata Hari, ailesi tarafından bir rahibe okuluna gönderilmişse de 18 yaşında iken Hollanda ordusunda görev yapan İskoçyalı bir subaya âşık olmuş ve onunla evlenerek Java Adası'na gitmiştir. Burada gizemli Doğu Hint danslarını öğrenen genç ve güzel kadın Avrupa'ya döndükten sonra, kendisinden 20 yaş büyük olan kocasından boşanıp Paris'e yerleşmiştir.
Avrupa'nın değişik şehirlerinde dans ederek büyük bir üne kavuştuğu sıralarda Almanlar tarafından casusluk eğitimine tabi tutularak yetiştirildiği bilinmektedir. Asıl ismi Margaretha Zelle olan ve Mali dilinde "Şafağın Gözü" anlamına gelen Mata Hari ismini kullanan genç kadın Fransız, ingiliz ve Rus subaylarının gözdesi olarak bir çok gizli belgeye ulaşmış ve bunları büyük ustalıkla Almanlara bildirmiştir. Daha sonra kendisinden şüphelenen Fransızlar ona işbirliği teklif etmişler, Mata Hari bunu kabul etmiş göründüğü halde, ilişki kurduğu altı Fransız ajanı Almanlar tarafından 15 gün içinde öldürülmüştür. Bunun üzerine hemen mahkemeye sevkedilen ve yargılanan Mata Hari hakkında yeterli delil toplanamadığı halde idama mahkum edilmiştir.
Dünya casusluk tarihinin en önemli simalarından biri olarak büyük üne kavuşan Mata Hari, 15 ekim 1917 tarihinde, şafak vakti, infaz için bir ormana götürülürken bile, Fransızların kendisini öldürerek bir şey kazanamayacağını söylemiştir. Korkusuz bir tavır sergilediği, hatta gözlerini bağlatmadığı bilinmektedir. Onun, kendisini kurşuna dizen 15 Fransız askerinden sadece birinin kurşunuyla ölmüş olduğu da belgelenmiştir. Diğer 14 askerin kurşunlan Mata Hari'yi hedef almamış görünmektedir.
TALAT PAŞA (1921)
İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin önde gelen liderlerindendir. Bir süre sadrazamlık da yapmış, devletin felaketinde birinci derecede rol oynadıktan sonra yurdu terkedip kaçmış, Berlin'de, genç bir Ermeni tarafından kurşunlanarak öldürülmüştür.
CEMAL PAŞA (1922)
İttihat Terakki yöneticilerindendir. Payitahtı terk edip kaçtıktan bir süre sonra Tiflis'te, Ermeniler tarafından kurşunlanarak öldürülmüştür.
ENVER PAŞA (1922)
Osmanlı tarihinin son zamanlarına damgasını vuran İttihatçı liderlerdendir. Osmanlı hanedanından Naciye Sultanla da evlenerek Damad olan Enver Paşa, uğranılan büyük hezimet sonrasında yurdu terkedip kaçmış, bir süre Moskova'da kaldıktan sonra, bir Turan Devleti kurmak üzere harekete geçmiş ve nihayet Buhara yakınlarında, Ruslarla giriştiği bir mücadele sırasında, atı üzerinde saldırıya geçmişken, vücuduna isabet eden kurşunlarla hayatını kaybetmiştir.
ALİ ŞÜKRÜ BEY (1923)
Büyük Millet Meclisi'nin birinci döneminde Trabzon Mebusu olarak görev yapan Ali Şükrü Bey, 1884 yılında Vakfıkebir'in Şarlı Nahiyesinde doğmuştur. Babası gibi Bahriye Zabiti olarak orduya katılmış, Osmanlı donanmasının güçlenmesi için kurulan Donanma Cemiyeti'nin ikinci başkanı olarak görev yapmış, son Osmanlı Meclisi'nde mebus iken, Anadolu'ya geçip milli mücadelede görev almıştır.
Son derece dindar, atak, bilgili ve hatip bir kimse olarak mecliste ün yapan Ali Şükrü Bey, hem meclis başkanı Mustafa Kemal'e, hem de birinci gurup denilen batı yanlısı mebuslara muhalefetle öne çıkmıştır. O daha çok Mehmet Akif ve diğer dindar mebuslarla beraber olmuş, içkinin yasaklanmasına dair kanunun çıkmasını sağlamış ve bu faaliyetleriyle bir çok kimseyi rahatsız etmiştir.
Memleketinde de çok sevilip sayılan ve her seçimde başarılı olacağı anlaşılan Ali Şükrü Bey, bir gün Mustafa Kemal'in muhafız alayında görevli olan Topal Osman isimli hemşehrisinin kahvesine çay içmek için davet edildiğinde, onun adamları tarafından, çadır ipiyle boğularak şehid edilmiştir. Cesedi bir kilime sarılıp Çankaya'daki boş bir tarlaya, üzerindeki elbiseler bile çıkarılmadan gizlice gömülen Ali Şükrü Bey'in ortadan kaybolması meclisi ayağa kaldırmış ve nihayet beş gün sonra ölüsü gömülü olduğu yerden çıkarılmış, katillerinin Topal Osman ve adamları olduğu anlaşılınca onlar da yakalanmak istenmiştir. Ne var ki Topal Osman, üzerine gönderilen kuvvetlerin, kendisine ateş etmeye başladığını görünce şaşkınlıkla karşılık vermeye başlamış, fakat hiç bir şey konuşmasına fırsat verilmeden öldürülmüştür. Daha sonra olayın üzeri kapatılarak Ali Şükrü Bey cinayeti unutturulmak istenmiştir.
Cenazesi Trabzon'a gönderilerek oraya defnedilen bu genç ve atak mebus, şehid edildiğinde, henüz 39 yaşında bulunuyordu.
Ölümünden sonra Trabzon'da çıkması muhtemel ayaklanma, Mustafa Kemal'in şehre gönderdiği bazı milletvekilleri aracılığıyla önlenmiştir.
ŞEYH SAİD (1925)
Asıl adı Muhammed Said, babasının ismi Şeyh Mahmud'tur. Palu'da doğup büyümüş, sonra Erzurum'un kazası Hınıs'a yerleşmiştir. Medrese tahsilinden sonra kendini talebe yetiştirmeye vermiş, İslâmî ilimler sahasında yörenin öne çıkan isimlerinden biri olmuştur. Hem müderris, hem de Nakşibendî şeyhi olarak çevresinden hürmet ve itibar gören Şeyh Said; cumhuriyetin ilanı, hilâfetin kaldırılması ve bir takım yeni kanunlar çıkartılarak laik bir düzene doğru gidilmesi karşısında, doğu vilâyetlerinin çoğunu kapsayan bir isyan başlatmış, kurulan cumhuriyet hükümetine ve başında bulunan zata kıyam edilmesi gerektiğini belirterek harekete geçmiştir. 13 Şubat 1925 tarihinde başlayan bu isyan hareketi kısa sürede büyüyüp genişlemiş, Şeyh Said'e bağlı kuvvetler Hani, Piran, Elazığ gibi yerleri ele geçirerek Diyarbakır'a doğru ilerlemeye başlamışlardır. Onların bu hareketleri karşısında hemen Takrir-i Sükûn Kanunu'nu çıkartan ve 12 il ve 2 ilçede sıkıyönetim ilan ederek, askerî harekata başlayan İsmet İnönü hükümeti, isyanı bastırmak için bütün kuvvetiyle bölgeye yüklenmiştir. Sonunda Şeyh Said, en yakın adamlarından biri olan bacanağının ihbarıyla bulunduğu yerde yakalanmış ve diğer isyancılarla birlikte Diyarbakır'a getirilerek, bu iş için tesis edilmiş olan Şark İstiklal Mahkemesi önüne çıkarılmıştır. Bu sıralarda 60 yaşını biraz geçmiş bulunan Şeyh Said ve arkadaşları kısa süren bir sorgulamadan sonra idama mahkum edilmişler ve 29 Haziran 1925 gecesinde hüküm infaz edilmiştir. O gece Şeyh Said'le birlikte idam edilenlerin sayısı 48'dir.
Şeyh Said'in idam sehpasına yürürken "Zalim ve katillerle elbette Mahşer Günü'nde hesaplaşacağız!" dediği rivayet edilir. Zaten mahkeme zabıtlarından anlaşıldığına göre O, savunmasının tümünde pervasız bir tavır sergilemiş, davasının haklılığına olan inancından hiç vazgeçmediğini göstermiştir.
İSKİLİPLİ ATIF EFENDİ (1926)
Son devrin büyük İslâm bilginlerinden İskilipli Atıf Efendi 1926 yılında Ankara'da, asılmak suretiyle idam edilmiştir.
Şapka Kanunu'na muhalefet ettiği gerekçesiyle, İstiklal Mahkemesi tarafından idamına karar verilen İskilipli Atıf Efendi, kendisinin suçlandığı eserini, Şapka Kanunu'nun çıkmasından epeyce önce yazdığını ve "Frenk Mukallitliği ve İslâm" isimli bu risale ile şimdi suçlanamayacağını bildirmişse de mahkeme üyeleri esasen bu değerli alimi idam ederek onun gibi düşünenlere gözdağı vermeyi amaçladıklarından kitabın, hadiseleri kışkırtıcı bir unsur olduğunu bildirmişlerdir. Onlar, şapka aleyhinde olanların dini siyasete alet ettiklerini ve bunun da gerekirse idamla cezalandırılması gerektiğini söylemişlerdir. Mahkeme üyeleri yaptıkları bu işlerle rejimi ve cumhuriyeti kurtardıkları zannına kapılmış, kendilerini destekleyen çevrelerin de itimat ve sevgisini kazanmışlardır. İskilipli Atıf Efendi'nin idamına karar veren İstiklal Mahkemesi üyelerinin reisi Kel Ali lakabıyla meşhur olan Ali Çetinkaya idi. Diğer mahkeme üyeleri ise Kılıç Ali, Rize Mebusu Ali (Zırh) ve yedek üye de Reşid Galib Bey idi. Savcı olarak görev yapan zâtın adı da Necip Ali olduğundan onlara Dört Aliler", mahkemeye de " Dört Aliler Mahkemesi" deniliyordu.
Türkiye'de gezici mahkemeler kurarak kısa zamanda bir çok karara imza atmış olan bu üyelerin kaç kişiyi idam ettiği halâ tam olarak bilinmemektedir. Sadece Rize'de şapka giymek istemeyen 143 kişi iki gün içinde yargılanmış, içlerinden sekiz kişi idama, 14 kişi 15 yıla, 22 kişi 10 yıla, 19 kişi de beş yıl hapse mahkum edilmiştir.
İskilipli Atıf Efendi'ye mahkeme reisinin; "Şapkaya niçin muhalefet ediyorsun? Nihayet bir bez parçasıdır!" dediği ve onun da reisin arkasında asılı bulunan bayrağı göstererek "O da bir bez parçasıdır, fakat anlamı vardır!" diye cevap verdiği hafızalardan silinmemiştir.
TROÇKİ (1940)
Bir Yahudi ailesinin çocuğu olarak 1879 yılında Ukrayna'nın güneyinde bir köyde doğdu. Matematik ve hukuk alanında yüksek öğrenim gördü. Öğrenciliği sırasında devrimci görüşlere sahip olup Marksizmi benimsedi. Çarlık idaresince tutuklanıp Sibirya'ya sürüldü. İki yıl sonra buradan kaçıp Viyana ve Londra'ya gitti. Lenin'le arkadaşlık kurdu ve Bolşevik ihtilalinin hazırlayıcıları arasına girdi. İhtilalden sonra Kızıl Ordu'yu kurup başkomutan olarak görev yaptı. Lenin'in hayatta olduğu sürece mevki ve iktidarını korudu. Ancak Lenin'in 1924'de ölmesi ve Stalin'in başa geçmesi üzerine onunla anlaşamayıp iki yıllık süre içinde bütün yetkilerini kaybetti. 1929-33 yılları arasında İstanbul'da sürgün hayatı yaşadı. Burada, hatıra ve düşüncelerini kaleme alıp yayınladı. 1933 yılında Fransa'ya gitti. İki yıl sonra sınır dışı edildi ve Norveç'e geçti. İki yıl da burada kaldıktan sonra 1937 yılında Meksika'ya sığındı. Stalin hâlâ onun peşindeydi ve mutlaka öldürülmesini istiyordu.
20 ağustos 1940 yılında komünist bir İspanyalı ajan olan Roman Mercader, gazeteci kılığında onunla röportaj için geldi ve bulduğu ilk fırsatta başına buz baltasıyla vurmak suretiyle ağır şekilde yaraladı. Korumaları tarafından hemen hastaneye kaldırılan Troçki şuurunun açık olduğu bir sıra, "Siyasi bir katilin darbesi yüzünden ölüme yaklaşıyorum. Odamda bana vurdu. Onunla mücadele ettim" gibi sözler söyledikten sonra öldü.
MUSSOLINİ (1945)
Benito Mussolini 1883-1945 yılları arasında yaşamış İtalyan devlet adamı ve diktatördür. Faşizmin kurucusu olarak kabul edilir. Pek çok mücadeleden sonra, 1925 yılında İtalya'nın başına geçmiş; sert, acımasız ve zalim bir tiran olarak büyük katliam ve zulümlere imza atmıştır.
Hitler'in başarıları üzerine 1939 yılında Almanya ile birlikte Faşist ideolojiyi bütün dünyaya yaymaya çalıştı. Arnavutluğu işgal etti, Fransa ve Yunanistan'a saldırdı. 1940 yılında tamamen Almanya'ya tabi uydu bir devlet başkanı olarak göründü, italya, savaşın acıları ile boğuşmaya başlayınca Mussolini, parti liderleri tarafından yetkilerini devretmeye çağrıldı. 1943 yılında Kralın emriyle tutuklandı. Alman paraşütçü birlikleri tarafından hapisten kurtarılıp yeniden mücadeleye başladıysa da 1945 yılında Almanya'nın, II. Dünya Harbi'nden mağlup çıkması üzerine Mussolini de her şeyini kaybetti, isviçre'ye kaçmaya çalışırken, kendisine muhalif çeteler tarafından yakalandı ve metresi ile birlikte idam edildi. Cesedi Milano'ya götürülüp ayaklarından asılmak suretiyle günlerce teşhir edildi.
MAHATMA GANDHİ (1948)
Hindistan'ın bağımsızlık mücadelesinde liderlik yapan ve bölgenin ingiliz sömürgeciliğinden kurtulmasını sağlayan dînî ve siyasî önderdir.
O, 1869 yılında Hindistan'da zengin bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelmiş, iyi bir eğitim görerek yetişmiş, ingiltere'de hukuk tahsili gördükten sonra Bombay'a dönüp bir kaç yıl avukatlık yapmış, daha sonra da Güney Afrika'ya taşınarak buradaki Hintli vatandaşlarının haklarını savunmak için etkin çalışmalara girişmiştir. 21 yıl kadar Güney Afrika'da kalan Gandhi artık iyice tanınan bir mücadele adamı olarak Hindistan'a dönüp ülkesinin bir ingiliz sömürgesi olmaktan kurtarılması için çalışmalarını hızlandırmıştır.
O, halkının kendine verdiği Mahatma, yani "Yüce Ruh" ismiyle giriştiği mücadelelerinde şiddet karşıtlığını savunmuş, sivil itaatsizliği, pasifizmi ve uzlaşmacılığı öne çıkarmıştır. Eğer bu yöntem bütün halk tarafından kabul görür ve ingiliz malları ve idarecileri pasif bir direnişle etkisiz hâle getirilebilirse memleket kurtulacaktır.
Gerçekten gittiği her yerde bu barışçı yöntemi öğütleyen Gandhi başarılı olmuş ve bir süre sonra bu ağır ambargoya dayanamayan ingilizler Hindistan'ı terketmek zorunda kalmışlardır. Artık onların kaba kuvvetleri işe yaramamakta, halk hiç bir emirlerini dinlemeyerek bütün kararları boşa çıkarmaktadır.
Gandhi defalarca tutuklandığı halde açlık grevleriyle mücadelesini sürdürmüş ve Hintiler tarafından yüksek bir dînî ve siyasî lider olarak kabul edilmiştir. O, birlikte yaşadıkları Müslüman halklara da barışçı yaklaşımlar göstermiş, tek bir Hindistan hayaliyle yaşadığı halde Müslümanların kurduğu Pakistan Devleti'ne de karşı çıkmamıştır. "Şiddet göstermemek, inancımın birinci maddesidir. Aynı zamanda o, itikadımın da son maddesidir" diyen Gandhi 30 Ocak 1948 tarihinde, Yeni Delhi'de, radikal bir Brahman tarafından vücuduna üç kurşun sıkılarak öldürülmüştür. Onun ölüm haberini alan Hintliler büyük bir üzüntü yaşamış ve cenazesi görülmemiş bir kalabalık tarafından yakılarak külleri Ganj Nehri'ne dökülmüştür.
HASAN EL BENNA (1950)
Mısır'da, dünyaca meşhur İhvan-ı Müslimîn (Müslüman Kardeşler) teşkilatının kurucusudur.
Şimşire Köyü'nde doğup büyümüş, öğretmen okulunu bitirip bir süre muallimlik yapmış, sonra Kahire'de yüksek tahsilini tamamlayarak İslâmî çalışmalara girişmiştir. Gittiği her yerde davasına taraftar toplayarak ve özellikle üniversite öğrencileri arasında teşkilatını yaygınlaştırıp, İngiliz misyonerlerinin çalışmalarını engellemeyi başarmıştır. Müslümanların kendi dinlerine ve kültürlerine dönerek, her türlü cehalet ve emperyalist rejimlerle mücadele etmesi gerektiğini söyleyen ve bu konuda el kitabı olarak büyük rağbet gören eserler neşreden Hasan el Benna, Filistinli Müslümanlara da maddî ve manevî yardımlarda bulunarak, hatta kendi teşkilatından bazı mücahidleri bizzat savaşmak üzere göndererek haklı bir üne kavuşmuştur.
Mısır siyasetinde etkin rol oynayan ingilizler ve onların uşakları, Hasan el Benna'nın çalışmalarından rahatsızlık duymaya başlayınca Kral Faruk, teşkilatın dağıtılmasını emretmiş ve Müslüman Kardeşler tutuklanmaya başlanmıştır.
Kendisi hapsedilmemekle beraber her türlü İslâmî faaliyetten men edilen Hasan el Benna, bir gençlik derneğinin toplantısına katılmak için izin alınca oraya gitmiş, fakat toplantı bitiminde bindiği taksiye yaklaşan, kimliği belirsiz üç-dört kişi tarafından kurşun yağmuruna tutularak yaralanmıştır. Hastanede, kan kaybından öldüğü duyurulmuş; cenaze törenine kimsenin katılmaması istenmiştir. Sıkı güvenlik önlemleri altında defnedilen Hasan el Benna'nın kabri başında Fatiha okumak isteyenler bile tutuklanmışlardır.
ADNAN MENDERES (1961)
1899 yılında, Aydın'da, zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi.
İzmir Amerikan Koleji'nden mezun oldu. Ankara Hukuk Fakültesi'ne girdi. Atatürk'le tanışıp takdirini kazandıktan sonra 1930 yılında CHP'den Aydın Milletvekili seçildi. 1949 yılında partisinden ayrılıp Celal Bayar'la birlikte Demokrat Parti'yi kurdu. 1950 seçimlerinde, CHP'nin icraatlarından nefret etmiş olan halk tarafından ezici bir çoğunlukla iktidara getirildi. Başbakan oldu.
Ezanın, eskiden olduğu gibi yeniden aslî şekliyle okunmasını sağladığı ve dindar insanlar üzerinde yıllarca süren baskıları bir parça azalttığı için halk tarafından 1955 seçimlerinde de tek başına iktidara getirildi. Hayatı tamamen Atatürk ve inönü zihniyetiyle şekillenmiş olmasına rağmen, yapılan bazı değişiklikleri devrimin elden çıkması olarak yorumlayan İsmet İnönü, çevresindekiler ve onlara tam destek veren askerler tarafından kıskaca alındı. Basın tarafından şiddetle tenkit edilip, aslı astarı olmayan yalanlar ve iftiralarla karalandı. Dış müdahalelerin de etkisiyle 1960 yılında askerî ihtilal gerçekleşti ve Menderes tutuklandı. Bir kısım arkadaşlarıyla Yassıada'ya gönderilip sıkı gözetim altında tutuldu. Akıl almaz manevî işkencelere uğratıldıktan sonra, kendisine günlük olarak verilen uyku haplarını biriktirip intihara kalkıştı. Midesi yıkanıp iyileştirildikten bir gün sonra, 17 eylül 1961 tarihinde, İmralı'da idam edildi. Üzerine giydirilen idam gömleği ile darağacına doğru yürürken, "Hiç muğber değilim", yani kimseye küskün, dargın değilim dediği söylenmiştir.
KENNEDY (1963)
Tam ismi John Fitzgerald olan Kennedy, Amerika Birleşik Devletleri'nin 35. Devlet Başkanı idi. 1917 yılında doğan Kennedy'nin ailesi, irlanda'dan Amerika'ya gelmiş göçmenlerdendir.
Çocukluğunu Boston'da geçirmiş, tahsilini Harward Universitesi'nde tamamlamış, bu arada yazarlığa başlayarak çok okunan bazı eserler kaleme almıştır.
II. Dünya Savaşı'ndan sonra siyasete atılan Kennedy, kısa zamanda Temsilciler Meclisi'ne seçilmiş, sonra senatör olmuş ve nihayet 1960 yılında Başkan seçilmiştir. Onun halk tarafından çok sevilmesi ve uygulamaya çalıştığı ekonomik programlar şüphesiz ki muhalifleri ve özellikle Yahudi lobileri tarafından hazmedilememiş ve bugün bile mahiyeti tam olarak anlaşılamayan bir suikast düzenlenerek, karısı ile Dallas Texas'da bulunduğu bir sırada, onlarca korumasına ve sıkı güvenlik önlemlerine rağmen, 22 Kasım 1963 tarihinde, vurularak öldürülmüştür. Nereden geldiği belli olmayan kurşun bir anda Kennedy'nin kafatasını paramparça etmiştir. Karısı, daha sonraki yıllarda Yunanlı bir armatörle evlenmiş, Kennedy ailesinden başkaları da çeşidi suikastlarla yok edilmişlerdir.
MALCOLM X (1965)
Amerikalı Müslümanların unutulmaz liderlerindendir. 1925 yılında Omaha Nebraska'da doğmuştur.
Zenci bir rahip olan babası Earl Litte, Malcolm henüz altı yaşında iken beyazlar tarafından öldürülmüştür. Çocuklarını geçindiremeyecek duruma düşen annesi ise çıldırıp, akıl hastanesine kapatılmış; evi ve ailesi dağılan küçük Malcolm son derece ağır şartlar altında bir çocukluk dönemi geçirmiştir. Beyazların, sırf derisinin rengi sebebiyle kendisini ve ırkdaşlarını sürekli aşağıladığını görerek ve geçimini temin için bir iş bulmakta zorlanarak gençlik dönemini yaşamış; bu arada içki, kumar ve uyuşturucuya müptela olup dengesiz bir hayata sürüklenmiştir. Hırsızlık sebebiyle tutuklanıp hapse atıldığında henüz 21 yaşındadır ve beyaz yargıçlar en fazla üç yıl hapis cezası vermeleri gerekirken onu 10 yıla mahkum etmişlerdir. Gençliğinin en güzel yıllarını hapishanede geçiren Malcolm, burada iken kendisinin bir peygamber olarak gönderildiğini iddia eden Elijah Muhammed isimli birinin, adına İslam dediği din ile tanışmış; hapisten çıkınca ona tabi olup, en ateşli taraftarlarından biri olmuştur.
Elijah'ın kurduğu örgütü kısa zamanda derleyip toparlayarak Kuzey Amerika'daki zencileri teşkilata kazandıran, memleketin her yerinde konferanslar vererek etkin bir kimse olduğunu gösteren Malcolm, dünya ağır siklet boks şampiyonu Muhammed Ali'nin de arkadaşı ve hocasıdır.
Aradan geçen günler içinde Elijah'ın ahlâk ve karekter zaafı içinde yaşayan uydurma bir peygamber olduğunu ve onun, sekreterleriyle gizli ilişkilere girip sapıkça bir hayat yaşadığını gören Malcolm X ile teşkilatının arası açılmış ve O, bir gün hiç kimseye haber vermeden Hac için Mekke'ye gitmiştir. Burada, İslâm dininin Elijah'ın öğretilerinden başka bir şey olduğunu açıkça gördükten sonra, gerçek Müslüman kimliğiyle ve Malik el Şahbaz adını alarak Amerika'ya dönmüştür. O'nun bundan sonra asıl mücadelesine başladığı anlaşılınca düşmanlarının arttığı, hem Amerikan gizli servislerinin, hem de Elijah'ın kendisini yok etmek istediği anlaşılmıştır. Nitekim 21 Şubat 1965 günü, New York City'de, kalabalık bir topluluğa konferans vermek için kürsüye çıktığında, karısı ve küçük çocuklarının da hazır bulunduğu salonda, kimin adına hareket ettikleri halâ bir sır olarak kalan üç-dört kişi tarafından defalarca kurşun sıkılmak suretiyle şehid edilmiştir.
Bronz bir tabut içinde 8 gün kadar bekletilen cenazesi, binlerce kişi tarafından ziyaret edildikten sonra, İslâm'a tam uygun bir dinî merasimle kabrine defnedilmiştir.
Hayatı ve mücadelesi üzerine bir çok kitaplar yazılan ve bir de sinema filmi çekilen Malcolm X, son devrin en büyük fikir ve aksiyon adamlarından biri olarak İslâm tarihindeki yerini almış görünüyor.
SEYYİD KUTUP (1966)
1906 yılında Mısır'da doğmuştur. Köklü ve varlıklı bir ailenin dört çocuğundan biri olarak büyümüş, zekası ve çalışkanlığı sebebiyle başarılı bir öğrenim hayatı geçirmiş, sonra Kahire'de yazarlık yapmaya başlamıştır. Hemen her sahada kalemini başarıyla kullanan Seyyid Kutup, bir ara eğitim kastıyla Amerika'ya gönderilmiş ve burada iken Hasan El Benna'nın şehadet haberini alınca, İhvan-ı Müslimîn'e katılmaya karar vermiştir. Nitekim 1950 yılında Mısır'a döndükten sonra çalışmalarını daha çok, Müslüman Kardeşler Teşkilatı'nın ilerlemesi ve Hasan el Benna'nın görüş ve düşüncelerinin yaygınlaşmasına teksif etmiştir. Tabi yazıları ve mücadelesi sebebiyle tutuklanarak hapse atılmıştır. 15 sene kadar süren mahpusluğunun 10 senesi hapishane hastanesinde geçen Seyyid Kutup, burada hiç durmadan çalışarak en büyük eseri sayılan Fî Zilâli'l- Kuran (Kur'anın Gölgesinde) isimli tefsirini yazmıştır.
Yapılan mahkemeler sonunda, onun insanları devlete karşı kışkırtıp karışıklık çıkardığına karar verilerek idamına hükmedilince, o bunu durdurmak için herhangi bir mücadeleye girişmemiş, hatta kendisinden, özür dilerse idam cezasını kaldıracağını söyleyen Mısır Devlet Başkanı Nasır'a "Ben Allah yolunda yaptığım iş için özür dilemem!" cevabını vermiştir.
29 Ağustos 1966'da, iki arkadaşıyla birlikte asılarak idam edilen Seyyid Kutup bu sırada 60 yaşında idi. Bazı kaynaklara göre idam edilmeden hemen önce bir isteği olup olmadığı sorulmuş, iki rekat namaz kılmak istediğini söyleyip namaza durunca secdeden kalkmadığı görülmüştür.
Vazifeliler işin uzadığına kızarak onu uyarmaya Geldiklerinde ruhunu teslim etmiş olduğunu görüp şaşırmışlar, buna rağmen kaldırıp idam sehbasına asmışlardır.
CHE GUAVARA (1967)
İlginç hayat hikâyesi ve devrimci kişiliğiyle dünya komünistlerinin idollerinden biri olmayı başaran Che Guavara, 1928 yılında Arjantin'de doğmuş; zeki, atak, cesur ve maceraperest bir genç olarak yetişmiş ve tıp tahsilini tamamlayarak doktor olmuştur. Bu tahsil sırasında Latin Amerika'yı baştan başa dolaşan ve motosikletiyle geçmedik yer bırakmayan genç adam halkların yoksulluğunu ve bir kurtuluşa muhtaç olduklarını düşünerek Marksizmi benimseyip komünist ideolojiye kendini adamıştır. Bu uğurda akıl almaz mücadelelere atılan genç doktor, Küba'da sosyalist bir ihtilal gerçekleştirmek isteyen Fidel Kastro ile tanışmış ve onunla birlikte Küba'ya geçerek mücadeleden başarıyla çıkmıştır. Kübalı olmadığı halde kısa sürede yeni iktidarın en tanınmış adamı olan Che Guavara ülkenin merkez bankasına başkanlık yaptığı gibi bir süre sonra sanayi bakanlığına getirilmiştir. 1964 yılında Kastro'dan sonra Küba'nın ikinci adamı gibi görünen Che Guavara, Küba heyetinin başı olarak Birleşmiş Milletler'de konuşma yapmak üzere New York'a gitmiş, daha sonra Paris'e gelmiş ve buradan, üç ay süren uluslararası gezilerine başlamıştır. Çin, Mısır, Cezayir, Gana, Gine, Mali, Kongo ve Tanzanya gibi ülkeleri gezip resmî görüşmeler yapan genç gerillacı 1965 yılında Küba'ya döndükten bir süre sonra ortadan kaybolmuştur. Onun kayboluşu iki yıl kadar tam bir muamma olarak kaldıktan sonra kendisinin Kongo'da bulunduğu ve burada komünist bir ihtilal için gerilla hareketlerine giriştiği ortaya çıkmıştır. Hadiseden Kastro'nun haberdar olduğu ve Che'yi kararından vazgeçiremediği için kayboluşu hakkında suskun kaldığı bildirilmiştir. Tahminlere göre o dönemde Sovyetlerin politikasından ziyade Çin komünistlerini örnek alan Che ile Kastro anlaşamamaktadırlar. Kongo'da başarılı olamayan Che Guavara bu sefer gizlice Bolivyaya geçmiş, Küba devriminin bir benzerini burada gerçekleştirmek için yine akıl almaz gerilla hareketlerine girişmiştir. Onun Bolivya'da olduğu Kastro tarafından da bilinmekte, hatta kendisine gizlice yardım edilmektedir. Ne var ki Che Guavara'nın faaliyetleri hem Bolivya hükümeti, hem de Amerika tarafından da takip edildiği için bir sure sonra ve henüz 39 yaşında bulunan genç devrimci giriştiği kısa bir çarpışmadan sonra yakalanmıştır. Bolivyalı askerler hemen öldürülmesi için devlet başkanından emir aldıklarından onu herhangi bir yargılamaya tabi tutmadan, geceyi bir mahpus olarak geçirdiği köhne okul içinde öldürmüşlerdir. Bir çarpışma sırasında öldürüldüğü izlenimi vermek üzere bacaklarına defalarca ateş edilen Che Guavara'nın cesedi bir helikopterle Vallagrande şehrine götürülmüş, askerî bir doktor tarafından elleri kesildikten sonra gizlice gömülmüştür. Cesedinin yakılarak yok edildiği de söylenmiştir.
Kastro eski devrimci arkadaşının öldürüldüğünü haber alınca ülkesinde üç gün yas ilan etmiş, 1997 yılında da cesedinden kalanları Küba'ya getirtip bir anıt mezara koydurmuştur. Yazdığı hatıraları, şiirleri ve öğütlediği gerilla taktikleriyle aşırı derecede saldırgan bir kişiliği olduğu anlaşılan ve gerçekten bir çok sefer acımasız katliamlara da imza atmış olan Che Guavara ölümünden sonra dünya komünistlerince bir efsâne haline dönüştürülmüştür.
ENVER SEDAT (1981)
Mısır'ın üçüncü cumhurbaşkanı olan Enver Sedat 1918 yılında doğmuştur. Öğrenciliği sırasında siyasî faaliyetlere girişmiş; 1952 yılında Kral Faruk'a karşı gerçekleştirilen askerî darbeye katılarak kendisini tanıtmış, 1970 yılında da halefi Cemal Abdunnasır'ın ölümü üzerine Mısır devlet başkanı olmuştur.
Dinî hassasiyetten uzak, batı yanlısı ve İsrail dostu bir diktatör olarak tanınan Enver Sedat tek başına iktidarda kaldığı 11 yıllık süre içinde pek çok zülüm ve işkencelerle halkını sindirmiş; özellikle İslâmî kuruluşlara cephe alarak tam bir Firavun edasıyla hareket etmiştir. Ülkesinin Sovyetler Birliği ile olan ilişkilerini de keserek batıya açılmayı isteyen diktatör, Arap-İsrail Savaşı'ndan sonra Menahem Begin'le birlikte, güya barış çabalarına destek verdiği için 1978 yılında, Nobel Barış ödülü ile taltif edilmiştir.
1981 yılına gelindiğinde artık bu diktatörün yok edilmesine karar veren ve Mısır ordusunda yüzbaşı rütbesinde görev yapan Halid İslambulî isimli bir subay, sekiz arkadaşıyla birlikte hareket ederek, Mısır'ın bağımsızlığının kutlandığı bir tören sırasında, bindikleri askerî araçlardan inip tribünde kendilerini seyreden kibir ve gurur heykeli diktatörü kurşun yağmuruna tutmuşlardır. Televizyonlarda açıkça gösterilen bu suikast sırasında Halid İslambulî ve arkadaşlarının kararlılıkları ve cesaretleri bütün dünya tarafından seyredilmiştir. Onlar, Enver Sedat'ın öldüğünden emin olmak için protokol duvarının üstüne de çıkarak ateş etmeyi sürdürmüşlerdir. Daha sonra yakalanan Halid İslambulî ve arkadaşları göstermelik bir mahkeme safahatından sonra idam edilmişlerdir.
ÇAVUŞESKU (1989)
Komünist Romanya'nın devlet başkanı ve gelmiş geçmiş en büyük diktatörlerinden biridir.
1918 yılında doğmuş, öğrenciliği yıllarında komünist gençlik hareketlerine katılmış, komünist partiye girip çeşidi görevler yaptıktan sonra 1965 yılında devlet başkanı olmuştur.
1989 yılına kadar tam 24 yıl ülkeyi tek başına yöneten ve halkının büyük nefretini kazanarak sonunda isyan etmelerine sebep olan komünist lider, askerlerin 17 Aralık 1989 tarihinde, bir gösteri sırasında Macar asıllı halkın üzerine ateş açmaları emrini vererek kendi sonunu hazırladı. Dalga dalga yayılan ve bütün ülkeyi kaplayan isyan artık Çavuşesku iktidarının bittiğini gösteriyordu. Nitekim bu korkunç halk isyanını bastıramayacağını anlayınca ülkesinden kaçmaya çalıştı. Bir süre gizlendikten sonra polise sığındı ve onlar da kendisini askerlere teslim ettiler. Kısa bir yargılamadan sonra idamına karar verildi ve başlarına gelen felaketi anlamakta hâlâ zorlanan karısı ile beraber kurşuna dizilerek öldürüldü. Oysa halkının açlıktan kırıldığı günlerde Çavuşesku ve karısı Elena Petruska sayısı kırkı bulan muazzam villalarda lüks ve israf içinde yaşamaktaydılar. Servetlerinin haddi hesabı yoktu ve arkalarında milyarlarca doları bulan bir servet bırakmışlardı. Çavuşesku ve karısının kurşuna dizildikleri sırada askerlere nasıl yalvarıp yakardıkları, şeref ve haysiyetlerini nasıl yitirerek ölüme gittikleri dünya televizyonlarınca tam bir ibret levhası halinde yayınlanmıştır.
İZAK RABİN (1995)
İsrail'in ileri gelen devlet adamlarından biridir. 1922 tarihinde Kudüs'te doğmuş, genç yaşından itibaren siyonist emelleri gerçekleştirmek için mücadeleye girişmiş, askerî kademede yükselerek Genel Kurmay Başkanlığına kadar çıkmış, nihayet Başbakan olmuştur. Bütün hayatı boyunca şiddet yanlısı bir politika uygulayarak Filistinli Müslümanlara kan kusturan; İsrail askerlerinin yakaladıkları Filistinlilerin kollarını taşlar ve dipçiklerle kırmasına müsaade eden ve tutuklu Müslümanların bir yıl mahkemeye bile çıkarılmadan hapsedilmesi kararını uygulayan Izak Rabin, Başbakan olduktan sonra barışçı bir çizgi izlemeye çalışmış, yahut öyle görünerek Arap dünyasının sempatisini kazanmaya çalışmıştır.
Yahudilerin kendi iç mücadelelerinin dışarıya yansımadığı bir sırada İzak Rabin, bir suikasta kurban giderek, fanatik bir Yahudi genci tarafından, kurşunlanarak öldürülmüştür. 4 Kasım 1995 tarihinde haber ajanslarına bomba gibi düşen bu hadiseye göre Yigal Amir isimli bir Yahudi genci kalabalık bir topluluk içinde bulunan Başbakana kadar yaklaşmayı başarmış ve silahını ateşlemiştir. Hemen yakalanarak mahkemeye çıkartılan Yigal Amir, İzak Rabin'i, Filistinlilere özerk yönetim tanıması ve siyonizmin ilkelerine ihanet ettiği gerekçesiyle öldürdüğünü söylemiştir. Daha sonraki yıllarda Yigal'ın ailesi, İzak Rabin'i öldüren kurşunun oğulları tarafından sıkılmadığını ve silahın daha yakından ateşlendiğini iddia ederek olaya yeni bir boyut kazandırmışlardır.
ŞEYH AHMED YASİN (2004)
İsrail Devleti'nin işgal altında tuttuğu Filistin'de kurtuluş hareketlerinin liderlerinden ve Hamas'ın kurucularındandır. 1937 yılında Filistin'in Askalan şehri yakınlarında doğmuş, küçük yaşta babasını kaybettiği için annesi ve kardeşleri tarafından yetiştirilmiş, ilkokulu bitirdiği sıralarda bir yüzme sporu esnasında geçirdiği kaza sonucu bütün vücudu felçli hâle gelmiştir. Öğrenimini tamamladıktan sonra, öğretmen olarak hizmete başlayan Şeyh Ahmet Yasin, milletinin İsrail zulmünden kurtuluşu ve bağımsızlığı için mücadelelere girişmiş, defalarca tutuklanarak İsrail zindanlarına atılmıştır. Onca acı ve zulme rağmen haklı mücadelesinden vazgeçmeyerek intifada hareketlerinin manevî liderliğine devam eden Şeyh Ahmet Yasin, Filistin başkanı Yaser Arafat’la da hemen her dönemde anlaşmazlığa düşerek onun politikalarıyla Filistin'in gerçek kurtuluşa kavuşamayacağını söylemiştir.
Hapisten çıktığı dönemlerde de bir kaç kez İsrail suikastına maruz kalan ve kurtulmayı başaran Şeyh Ahmet Yasin, 22 Mart 2004 tarihinde, tekerlekli sandalyesi ile bir sabah namazına giderken, İsrail uçaklarınca açılan ateş sonucu parçalanarak şehid edilmiştir. Cenazesi öcünü almaya yemin eden Filistinliler tarafından Gazze'de, gözyaşları arasında toprağa verilmiştir.
Şeyh Ahmet Yasin'in bütün dünyanın gözü önünde böyle vahşi bir yöntemle katledilmesi İsrail'e olan nefreti körüklemekle beraber başta ABD ve müttefikleri her hangi bir kınamaya bile gerek görmediklerinden İsrailliler baskı ve zulümlerini artırarak devam ettirmişlerdir.
SADDAM HÜSEYİN (2006)
Uzun yıllar Irak'ın acımasız diktatörü olarak devlet başkanlığı görevinde bulunan Saddam Hüseyin, 1939 yılında Tikrit'in bir köyünde doğmuştur. Çobanlıkla geçinen bir ailenin oğlu olan Saddam, henüz dünyaya gelmeden babası ortadan kaybolduğu için bir süre amcasının yanında kalmıştır.
Çocukluğu üvey babasının yanında ve devamlı dayak yiyerek geçen Saddam, gençlik döneminde Arap milliyetçiliğini savunan Baas (Diriliş) partisine üye olmuş, kısa sürede yükselerek parti başkanlığını ele geçirmiştir. 1959 yılından beri çeşitli suikast girişimleriyle adını duyuran Saddam, bir süre ülkesinin dışında kaçak olarak yaşamış; Beyrut'ta bulunduğu sırada CİA tarafından eğitilmiş, Kahire'de hukuk öğrenimi görmüş, 1964 yılında ülkesine geri dönünce tutuklanarak hapse atılmıştır. 1967 yılında hapisten çıkan ve Baas Partisi'nin başına geçen Saddam, 1968 yılındaki darbe ile iktidar koltuğuna oturmuştur. Artık Irak akıl almaz zulüm, soygun ve cinayetlere gebedir. Ülkenin aklı başında âlimleri, bilginler ve yüksek şahsiyetleri hunharca katledilmekte, hapishaneler dolup taşmaktadır.
Saddam Hüseyin 1980 yılında, İran'a saldırarak sekiz yıl sürecek ve bir milyondan fazla insanın ölümünü sebep olacak bir savaşa girişti. Harp sırasında Batının ve Amerika'nın yoğun desteğini gördü.
1988 yılında Halepçe katliamını gerçekleştirdi. Kimyasal silahlarla 5000'den fazla Kürt vahşice öldürüldü. 1990 yılında Kuveyt'e saldıran Saddam, bu sefer, ülkenin petrol zenginliğine gözlerini diken batılı dostları ve Harekâtı başlatıldı ve ülke batılılarca işgal edilmeye başlandı. 2003 yılında ABD ve müttefikleri tarafından büyük bir askerî harekat başlatılarak bütün Irak ele geçirildi. Bu sırada herhangi bir mukavemet göstermeyen Saddam Hüseyin bir süre saklandıktan sonra 13 Aralık 2003 tarihinde yakalandı ve düzmece bir mahkeme tarafından uzunca süren bir yargılamadan sonra idama mahkum edildi, infazının kurşunlanmak suretiyle yerine getirilmesini istemesine rağmen asılarak öldürüleceği duyuruldu. 30 aralık 2006 tarihinde, yüzleri kar maskeleriyle kapatılmış olan görevliler tarafından, şafak vakti, boynuna geçirilen urganla idam edildi. Cenazesi doğduğu kent olan Tikrit'e gönderildi. Bazı iddialara göre ülkesini bir kan gölü haline dönüştüren batı yanlısı Saddam Hüseyin, aslında ABD ve uşakları tarafından idam edilmemiş; TV'de, yakalandığı ana benzer düzmece sahneler yayınlanarak dünya aldatılmak istenmiştir.
NASIL ÖLDÜRÜLDÜLER?
YAZAN: AHMET EFE
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder