Tarikata Girmek
Nasıl semazen olunur? Mevlevi hangi yoldan geçerek şeyh olur? Neden bu tarikata girilir? Dervişlerin yaşantısına ve tarihine yakınlaşan herkesin kafasında bu sorular doğar. Bu sorular başka soruları da doğurur. Tarikata girmek, bir ruhsallığı paylaşmak, o ruhsallığın kurallarını ve eğitimini izlemektir. Sufiliğin ruhu, daha önce de söylediğimiz gibi öğrencilik -müritlik- ilişkisinde gizlidir. Tarikat yoluna girmek isteyen adayın önünde bir intisap (seyr-i sülük) yolu vardır. Bu eğitim yolu boyunca Sufiliğin bütün öğretisi, Rumi'nin ve tarikat büyüklerinin eserleri ve Sufi uygulamalarının ve düşüncesinin bütün klasikleşmiş eserleri etüt edilir.
Tarikata girmek, ezoterik ve mistik bir içsel eğitim yoluna girmektir. İnsani tutkularla, nefisle savaşmak, adayların ve dervişlerin birincil işleridir. Eğitimin ilk yılları benlik arzularının hiç edilmesine ayrılmıştır. İnsanın kalbinde doğan anlık sevgilere yer yoktur. Rumi, Mesnevi'de şöyle der:
Putların anası nefsinizin putudur. Çünkü o put yılan, bu put ejderhadır. Nefis, demir ve taştan yapılan çakmaktır, put kıvılcımdır. O kıvılcım su ile söner. Fakat taş ve demir, su ile söner mi? Ademoğlu'nda, bu ikisi oldukça ne vakit ve nasıl emin olur? (Mesnevi, 1, 772-774)
Derviş, nefsine hakim olabilmesi için onu içsel eğitiminde izleyebilecek bir şeyhe dayanmak zorundadır. Bu şeyh, herhangi biri değildir, daha önce de söylendiği gibi şeyh, kusursuz bir rehber olmalıdır. Sufilik geleneğinde sıkça söylendiği gibi, şeyh hata yapmamalıdır. Rumi, beyitlerinde bu ruhsal rehberleri şöyle tanımlıyor:
Yol bilen Pirin ahvalini yaz; Piri seç, onu yolun ta kendisi bil. Pir, yaz mevsimidir; halk ise güz ayı. Halk, gece'ye benzer. Pir ay'a ...
Genç ve terütaze talihe Pir adını taktım. Fakat o, Halk tarafından Pir olmuştur, günlerin geçmesiyle değil. O öyle bir Pirdir ki iptidası yoktur, ezelidir. Öyle tek ve eşsiz inciye eş yoktur. Eski şarap esasen kuvvetlidir. Hele "Min ledünn" şarabı olursa... Piri bul ki bu yolculuk, Pirsiz pek tehlikeli, pek korkuludur, afetlerle doludur. Bildiğin ve defalarca gittiğin yolda bile kılavuz olmazsa şaşırırsın. (Mesnevi, 1, 2937 -2944)
Tarikatın kurucusu, bütün Sufi öğretisi geleneğini alıp onu öğrencileri için mistik bir şiire dönüştürmüştür. Bu yolun başındaki derviş, tüm saf niyeti ile şeyhine itaat ve disiplinle bağlanmalıdır.
Farklı çağlarda yaşamış olan dervişlerin hikayelerine ve tarikat ile nasıl tanıştıklarına bakacak olursak istisnasız hepsinin tarikata aynı şekilde girdiklerini görürüz. Şeyhlik ve müritlik yapısının oluşup yayılmasının ilk kaynağı Rumi'nin kendisi ve Çelebilerdir. Kurucunun aile eşrafının Anadolu'nun her yerine yayılması ve sayıca çok tanıdıkları olması tarikatın yayılmasına katkıda bulunmuştur. Asırlar geçtikçe, tarikatın idaresine yeni bir sistem girmiş, özellikle İstanbul'daki bazı tekkelerin yönetimini ve yeni müritlerin kabulünü tekbir şeyhin halefleri sürdürür olmuştur. Birçok insan tekkelerin kapısını değişik amaçlarla çalmıştır; kimisi Rumi'ye ve yazdıklarına tutku ile bağlıdır, kimisi onun Konya'daki türbesini ziyaret etmiştir ve oradaki ruhsallık ruhuna işlemiştir, kimisi de İslam'a girip Mevlevi yolunu izlemeyi seçmiştir. Nitekim 20. yüzyılda bir Rum'un İslam'ı kabul ettikten sonra ailesini bırakıp Rumi'nin Sufilik yoluna girdiği, Arapça ve Farsça öğrenip Konyalı Hoca'nın dillerine hakim olduğu bilinmektedir. Bu dervişin adı Yaman Dede'dir ve artık tarikatın düzenli geleneğinin ortadan kalktığı 20. yüzyılda Mevlevi ruhsallığına dahil olmuştur. Sufiliği tanıyarak İslam'a giren bu gibi örneklerin yanı sıra tekkelerin kapısı çok daha materyalist ve banal nedenler için de çalınmıştır.
Ankaravi, 17. yüzyıla ilişkin yazılarında bazı müritlerin, o dönemin ekonomik zorlukları nedeni ile tarikata sığındıklarına, tek amaçlarının günlük ekmeklerini yemek olduğuna değinmiştir. Her kıtlık döneminde ruhsallığa ve Tanrı'ya doğru bir yönelme olur, çünkü insanlar sadece O'nun sayesinde istikrar kazanılacağını düşünürler. Tekkelerin yolculuk eden hacıların ve fakirlerin ağırlandığı bir yer olduğu, bazı dervişlerin tekkeden maaş aldıkları düşünülürse, bu gibi sebeplerden tekkeye girmek istenmesi çok da şaşırtıcı değildir. Derviş, Sufi ya da fakir aynı anlamda değil mi? Allah'ı arayan fakir ile maddi refah arayan kişi arasındaki ayrım tabii ki ciddi bir karışıklık yaratabilirdi, nitekim yarattı. Tabii ki şeyhler derviş adaylarının gerçek niyetlerini ve önceliklerini tarttılar. Bu adayların derviş olma niyetlerinin en kötüsü maddi olarak bu statüden faydalanmak olabilirdi. Derviş statüsü yaklaşık olarak üç yıllık bir eğitim döneminden sonra alınabilirdi. Dervişler hayatları boyunca dilencilik hayatı seçmiş oluyorlardı; ancak içinde yaşadıkları toplum onların dilenmesine fırsat tanımıyordu. Ancak tarikat tarihinde de yazılmış birkaç kişi olsa da, bütün dervişler bu kategoriye dahil değillerdi. Bazı derviş adayları da tekkenin kapısını zikir ve sema uygulamaları ile Allah'la bir olmak için, gerçek bir inisiyatik yola girmek için çalıyordu. Bazıları çok küçük yaşta tekkeye geliyordu, çünkü bu ruhsal yola girmelerini aileleri istemişti. Şeyh Ankaravi'nin de dediği gibi, maddesel rahatlık arzusu değil, ruhsal gelişim niyeti adayın bu seçimine etki etmeliydi. Galata Tekkesi şeyhi olan Ankaravi şöyle yazmıştır:
"Bazıları tarikata karınları doysun diye girdiler ve keyifleri yerinde. Ancak denenmenin ve ruhsal olarak gelişmenin keyfini hiç tatmadılar. Bazıları ile ilimden ve bilimden uzakta kaldılar ve meyvesiz birer ağaç gibiler, ne Tarikat ne de Şeriat konusunda hiçbir şey bilmiyorlar. Kimileri ise ritüellerimizin kurallarını bile anlamadılar." (Ankaravi, 1840, 3)
Ankaravi, ruhsallık yolunda ilerlemek yerine karınlarını doyurup maddesel zevklerle keyiflenen kişileri daha farklı yargılayamazdı. Mevlevi Tarikatı'na girme arzusu, içsel dünya ile neşeli bir uğraşı için doğmalıydı, maddesel olarak doyuma ulaşmak için değil. Ankaravi'nin bu yargısı, 17. yüzyılda yaşayan dervişleri birbirinden ayıran durumlar konusunda dolaylı yoldan bir itiraf ve şikayet gibi görünüyor.
Birkaç asır sonra tarikatın son büyük şeyhi olan İzbudak Veled Çelebi (ölm. 1919), anılarında Konya Dergahı'nın kapısını çalan genç bir köylünün heyecan verici hikayesini anlatır. Anlatıda bu gencin betimlenen hoş karakteri yanı sıra genç aday ile şeyhin karşılaşma ritüeli ve her adayın tarikata girmek için dergahın kapısına geldiğinde yapılan ritüel aktarılmaktadır:
Mevlevi Tarikatı'nda derviş olmak isteyen köylü, heybesini omzuna aldı ve Konya'ya geldi. Mevlevi Dergahı'nı bulunca içeri girdi ve gördüğü ilk dedeye "Burada dede kimdir?" diye sordu. Dedelerden biri onu şeyhin vekili olan Tarikatçı Dede'ye götürdü. Tarikatçı Dede bu eğitimsiz gence şöyle sorardı:
"Ne arıyorsun evladım?"
"Derviş olmak istiyorum."
"Köyünde işin yok mu?"
"Tabii ki var."
"O halde neden işini bırakıp derviş olmak istiyorsun?"
"Dervişlerin hayatını seviyorum!"
"Ama derviş olmak çok zordur. Mevlevi Dergahı'ndaki 1001 günlük denemeyi geçmelisin."
'Tamam efendimi"
"Sen tamam diyorsun, ama eğer bu denemeleri bırakırsan ruhunda verem gibi derin bir iz kalır."
"Ben denemelerimi yarıda bırakmayacağım, gerçek bir derviş olacağım!"
"Ama köyünde topraklar ve bağlar boş kalacak. Burada bu kadar zaman kaybetmek günah değil mi?"
"Kesinlikle değil efendim. Bunu ben istiyorum. Her şeye razıyım."
O zaman Dede, gencin ısrarına istinaden diğer Dedelerden birini çağırır ve onu üç gün boyunca sessizce kalacağı yere götürmesini buyurur. (İzbudak, 2009, s. 135-6)
İzbudak, genç köylünün 1001 günlük çile süresini geçtiğini, cahilliği ile savaştığını, ruhsal ve kültürel tekamül yoluna girdiğini belirtir. Büyük şeyh ile derviş adayı arasındaki bu konuşmanın yapılmasının geleneksel bir ritüel halini aldığı anlaşılıyor. İzbudak zamanında Mevlevi Tarikatı kapatılmayı bekliyordu ve yukarıda aktarılan konuşma şeması, her adayın kabul edilmesinden önce yapılan mülakattır.
Mevlevi Tarikatı'na katılmak için 1925'ten sonra, yani Türkiye Cumhuriyeti devrinde izlenen yol değişmiştir. Tarikatların kapatılmasına ilişkin yasa çıktıktan sonra adaylar hiçbir tekkeye girememişler; ancak bazı şeyhler tamamen gizli bir şekilde mürit kabul etmeye devam etmişlerdir. 1950'den sonra ise Mevlevi ruhsallığından esinlenen bazı gruplar doğdu ve bu gruplar Rumi'nin eğitim yolunu araştırarak kendilerini diğer ilgililerin eğitimine adadılar. Bu bir çeşit kültür ve folklor yayma faaliyetinin ötesine gidemedi. Tarihçiler tarikatın tarihinin kapandığını öne sürüyorlar. Antropologlar ise bu yeni ruhsallık şekline ilgi gösteriyorlar. Burada ilginç olan, Mevlevi ruhsallığına "giriş şeklinin, orijinal formundan çok farklı olmasıdır. Özcan Ergiydiren, 2007 yılında yayımlanan bir makalesinde kişisel tanıklığını anlatmaktadır. Yazar, bir semazen olarak tecrübelerini birinci ağızdan anlatmaktadır. (s. 17-37)
Özcan Ergiydiren, 1956 yılında bir sema "temsiline" katılmıştır ve sema yapan kişiler arasında Samiha Ayverdi de vardır. Birkaç hafta sonra, gelecekte derviş olacak olan Ergiydiren, Boğaz'da Sufilere ait bir mekanda, 20. yüzyılda önemli olan iki zatın, Kenan Rıfai ve Samiha Ayverdi'nin yanındadır. Samiha Hanım, dumanı tüten çay fincanını elinde tutarak genç Ergiydiren'e durduk yere kaç kilo olduğunu sorar. Cevabı "elli sekiz kilogram"dır. Samiha Ayverdi, gence altmış kilo olmasını emreder. Ergiydiren, Ayverdi'nin emrine uymak ister ve kilo almaya çalışır ve veremli olmasa dahi sanatoryuma girer. Ergiydiren sözünü yine de tutamaz ama Ayverdi ile karşılaşır. Ayverdi ona neden böyle garip bir emir verdiğini açıklar: "Sen semazen olmalısın!" Özcan, kilosuna rağmen İstanbul'da kalan son şeyhlerden olan Bahir Bey ile sema pratikleri yapar. Öğrencinin sema macerası böyle başlar. Ergiydiren semayı doğru ve bütün derinliği ile yapabilecek bir eğitim aldığını yazısında bildirir. İlk başta tek ayağı üzerinde (direk) pek fazla dönememektedir, yalnızca üç dönüş yapabilmektedir. Ancak ilk çabalamalarından sonra hocası ondan beş dakika dönmesini ve iki dakika dinlenmesini ister. Alıştırmalar yavaş yavaş uzar, önce onar dakikaya, sonra da on beşer dakikaya çıkar. Artık öğrenci tüm semayı Mevlevi müziğinin ritmi ile icra edebilmektedir. Makalesindeki tanıklığı ruhsal bir itiraf gibidir, yaşadığı tecrübeyi ifade etmek için uygun kelimeleri bulamadığını yazar:
"Sema yapıldığında hangi durumda olduğumu, ne hissettiğimi, ne duyduğumu anlatmam mümkün değil. Bunu anlatmaya gücüm yetmiyor, tarifi imkansız bir konu." (Ergiydiren, 2007, s, 35) Mevlevi Tarikatı'nın yaşamış olan en son mirasçılarını tanımış olan bu adamın anlatısı, bize ruhsal eğitimin mürit ile mürşit arasındaki ilişki üzerine kurulduğunu gösteriyor. Aday, fiziksel ve ruhsal tekniği kazanmak için yaptığı alıştırmalar sırasında sema hakkında dersler alırdı, rehberinin ona o sırada anlattığı dersi dinlerdi.
Şu anda yapılan eğitim de geçmiştekinden oldukça farklıdır. Aday, ailesi tarafından bu yola itilebilir (belki de anlamsız bir hayat sürdüğü için) ve Mevlevi Tarikatı'nın ruhsallığını temsil ettiğini söyleyen gruplardan biri ile yakınlaşabilir. 20. yüzyılın doksanlı yıllarından itibaren, 2000'li yıllardan sonra da kendini bu ruhsallığın bir parçası olarak gören ve dünyayı gezerek sema yapan gençlerin tanıklıkları duyulmaktadır. Bu kişilerin amaçlarının oldukça ruhsal ve içsel arasında ilgili olduğu görülmektedir. Bugün bu adaylar, kültürel faaliyetlerde de yer alacakları bir yola girmektedirler. Şiirler yazmak, hat sanatı ve Mevlevi metinleri ile uğraşmak hiç şüphesiz dini ve içsel olarak bu ideali yaşamaktan daha az değerli değildir. Mevlevi ruhsallığı bu yüzden de hala insanları tutku ile kendine çekmeye devam etmektedir.
Biatleşme
Derviş adayı er ya da geç, ruhsal rehberine ve tarikatına çözülmez bir bağ ile bağlanmak istediğini açıklamak zorundadır. Sufiliğin temel bir diğer beklentisi de doktrini ve uygulaması konusunda şeyh ile öğrenci, mürşit ile mürit arasında yapılan "biat" denilen anlaşmadır. Biatleşme, adayın kesin itaat etmesi ve -Allah'ın atadığı- mürşidine tam bir bağ ile bağlanmasıdır.
İslam'da da, Sufilikte de Allah'ın Vekili (halifesi) kavramı vardır. Halifenin anlamı, "Allah'ı yeryüzünde temsil eden kişi" demektir. İnsanoğlu, yani Adem zaten Allah'ın genel anlamda bir vekilidir. Politik ve dini olarak yetki sahibi olan kişiler, Allah'ın sıfatlarını taşımaları nedeni ile halifedirler. Sufilik öğretisinde şeyh, Allah'ın gölgesi olarak görülür. Ona itaat etmek derin bir ibadettir ve insanın bütün kişiliğini adamasını gerektirir. Bu doktrin pratiğe dönüşür ve Sufi tarikatlarında çeşitli ritüellerle gösterilir. Şeyh ve mürit arasındaki biatleşme çeşitli sembollerle ifşa edilir. Bu semboller kutsal hırkanın giyilmesi, tarikata bağlılığı simgeleyen kuşağın müride teslim edilmesi ya da sade bir şekilde el sıkışma olabilir. Her tarikat bu konuda kendi sembolünü yaratmıştır ve bu semboller temelini Sufilik geleneğinden ve İslam'dan alır. Muhammed, yalnızca politik değil, ruhsal anlaşmalarında da el sıkışıyordu. İslam'da anlaşmanın anlamı çok büyüktür ve Allah'a ve şeriata olan itaat anlamına gelir. Tarikatlarda da bu konuya çok önem verilir; ancak İslam'ın ilk zamanlarındaki anlamı yitirilmiştir. Ritüel halinde biatleşme, hem ruhsal olarak ebediyen sürecek olan bir bağlılığın simgesi hem de tarikat içindeki kardeşliği belirten bir mühürdür.
Mevlevi Tarikatı'nda da bu itaat ilişkisini belirten bir ritüel vardır. Mevcut olan kaynaklar analiz edilmiş ve karşılaştırılmış, yine de bu biatleşme ritüelinin ne şekilde ve ne zaman yapıldığı kesin olarak anlaşılamamıştır. Ankaravi, 17. yüzyılda yazdığı kitabında tarikatın çok eski zamanlarında biatleşmenin simgesi olarak müritlerin sadece elinin sıkılmadığını, şeyhler tarafından bir hırka da giydirildiğini yazmıştır. Ancak bu bilgi; şeyhin bu hareketinin temelinin ne olduğu sorusunu da beraberinde getirir. Ankaravi, yıllar geçtikçe el sıkışma uygulamasının Mevlevi geleneği içinde hızla kabul gördüğünü de yazar. Ankaravi, tarikat geleneklerinin referans aldıkları büyük şeyhlere dayandığını da yazmıştır.
İtaat bağı, şeyhin önünde başın eğilmesi ile simgelenir ve bu tamamen emir altında olduğunun işaretidir. Bu işaretin el sıkışmanın yerine geçtiği görülmektedir. Ankaravinin de dediği gibi, bir tarikat şeyhi el sıkışma ile biatleşmeyi mühürlemek ister. El sıkışma çok samimi bir uygulama idi ve şeyhin hizmetine girmek gibi bir semboloji de içeriyordu. Galata Şeyhi olan Ankaravi'nin sözlerine göre bu uygulama, Rumi tarafından da benimsenmekteydi. Rumi'nin yazılarından bu sonuca ulaşmak mümkündür. Ankaravi, bu konuya ruhsal olarak değinmekten de geri durmamıştır. Ona göre önemli olan, ruhsal rehberin içindeki nurun müridin yüreğine akmasıdır. Bu mistik nur, dış dünyayı da aydınlatan bir inciye dönüşür. (Arpaguş, 2009, s. 200) Bu yazılardan alıyoruz ki, Mevlevi Tarikatı'nda bu ritüel değişikliklere uğramıştır ve ritüelin yapılış şekli, hiçbir zaman sema gibi değişmez bir yapıya kavuşmamıştır. Mevlevi biatleşmesinin nasıl uygulanacağı özgürce seçilmiştir. Mevleviler bu konuda değişik çağlarda değişik ritüeller edinmişlerdir ve hep aynı forma bağlı kalmamışlardır. Tarikatın ilk dönemlerinde biatleşmenin simgesi bir hırka iken, izleyen asırlarda el sıkışma bunun yerini almış ya da yanına eklenmiştir. Daha sonra bu eylem, başın eğilmesine dönüşmüştür, aynı dönemde sikke kullanımı yerleşmiştir. Çok eski devirlerde, dervişler dünyaya sırt çevirdiklerini göstermek için kaşlarını tamamen kazırlardı. Göçebe olan ve seyahat eden dervişler tarafından uygulanan bu adet, asırların geçmesi ile kaybolmuştur; ancak 19. yüzyıla kadar yaşamış olan Sufilerin kültür binasında bir anı olarak kalmıştır.
Mevlevi biatleşmesi konusu ile ilişkili olan başka bir tarihsel problem de bu ritüelin ne zaman yapıldığıdır. Analiz edilen tarikat metinleri biatleşme ritüelinin ne zaman yapıldığı konusunda hiçbir bilgi vermemektedir. Bu konuda iki varsayım vardır.
İlk varsayıma göre, tarikatın eski dönemlerinde biatleşme şeyh tarafından “hırka" verilerek ve el sıkışılarak yapılıyordu. Bu ritüel muhtemelen içsel eğitimin başlangıcında yapılıyordu ve bu başlangıç, 1001 günlük çile dönemine denk gelmek zorunda değildi. Bu uygulama asırlar geçtikçe daha çok yerine oturmuştur. 17. yüzyılda Ankaravi, eğitim sırasında yapılan halvetten bahseder; ancak halvetin kaç gün sürdüğünden ve nasıl yapıldığından bahsetmez. Bu bize gösteriyor ki 17. yüzyılda henüz 1001 günlük çile resmileşmemişti ya da biatleşme için bu çile önemli bir konu olarak kabul edilmemekteydi. Halvetin yapılması şarttı ama adayın bu uygulamayı nasıl yaptığı tetkik edilmemekteydi.
Diğer varsayıma göre, tarikata girişte ritüele uygun bir eğilme yapılır, sikke giydirilir ve "çile" başlardı. 19. yüzyılın sonuna dayanan yazılı kaynaklara göre, sikke giyme töreni (sikke-i şerif tekbirlenmek) 1001 günlük çile süresince üç kez yapılmakta ve bu tören itaati simgelemekteydi. Bu tören sırasında derviş adayı, şeyhi önünde dünyasal zevklerden, güçten ve övgülerden tövbe ederdi: Aşk zarar vermez. Aşk, Tek Mutlak Olan'dan beslenmektir. Ondan ayrı olmak, Tanrı olmayan her şeye bağlı olmaktır. Aşçı dedenin anılarında şu yazar: Bazı dervişler dünyasal mallara ve güce sırt çevirirler, bunlardan mahrum olmaya katlanırlar. Ancak önemli olan sırt çevirmek değil, insanın gerçekliğinden doğan sevgi ve tutkuyu silmektir. Dünyasal zevklere sırt dönmeyi içeren bu tövbe, eğilme töreni ve o anda yapılan dualarla
Amenarasul ve Allahu Ekber duası ile- sembolize edilir. Bu törenden sonra çile başlar. Çile sırasında yapılacak olan hizmetler çok ayrıntılıdır. Çile konusunda tarikatların "resmi olarak" kapatılmalarından sonra birçok tanık bu tecrübeleri yazmıştır.
Sonuç olarak derviş er ya da geç ruhsal rehberi ile yaptığı ruhsal anlaşmayı ve tarikatı ile kurduğu derin bağı resmileştirmelidir. Biatleşme Allah yolunda ilerlemek için temeldir ve kesinlikle gereklidir.
Mutfaktan Hücreye Eğitim
Bu yol seçildikten, duraksamadan izlenmesine karar verildikten sonra tekkenin kapısı çalınır, biatleşilir ve eğitime başlanır. Bu aşamalar konusunda en fazla ayrıntı içeren metinler tarikatın resmi olarak kapatılmasından önceki son dönemde yazılmıştır. Tarikatın son büyük şeyhi olan Veled Çelebi kaleme aldığı anılarında adayların çileye başlamadan önce bazı denenmelerden geçtiğini ve geldiği ailenin namuslu bilinen bir aile olup olmadığının araştırıldığını yazar. (Şafak, 2007, s. 1 09-14) Bu aşamalar boyunca adayın ve ailesinin ahlaki olarak uyumlu olup olmadığına ilişkin araştırmalar yapılır. Aday bekar olmalıdır ve Mevlevi yolunu durmaksızın izleyeceğine dair arzu duymalıdır. Mürşit, sadece bu haller mevcutsa ona çile çekmenin anlamını ve yapması gereken şeyleri anlatmaya başlar. Eğer aday karşılaşacağı şeyleri kabul ederse büyük çileye başlamasına müsaade verilir. Bu çile sırasında dervişlik eğitiminin temeli verilir. Mevlevi geleneğinde çile denen bu büyük inziva, diğer geleneklerde oldukça değişiktir; kırk günlük bir süreden 1001 güne kadar farklılık gösterir.
İslam ile yayılan Doğu kültüründe önemli bir sayı olan bin sayısı bir artırılmıştır ve bu mükemmellik düşüncesini destekler. Nasıl Batı kültüründe bin sayısı çoğunluğu simgeliyorsa, Doğu kültüründe de bin bir sayısı sonsuzluğu ve ebediliği simgeler. Mevlevi Tarikatı'nda bu sayı, tarikata girişle yapılan inziva günlerinin sayısıdır. Bunun anlamı çok açıktır: Aday kendi çağlarını aşacak kadar uzun bir süre ruhsal denemeleri aşmak zorunda olacaktır. Bu yüzden, Veled Çelebi'nin de yazdığı gibi adayın çile öncesinde gücü ve sabrı denenecektir. Eğer aday hala derviş olma arzusunda kalır ise, tekkeye kabul edilir ve tarikat giysisi giydirilir. Üç gün bir hücrede bekler. Aday, üç gün boyunca tek bir söz söylemez ve sessizce kendini adar. Eğer çok gerekli ise içeri salonun sorumlusuna (içeri meydancısı) isteğini söyler. O sorumlu da sessizce beklemektedir. İlk üç gün geçtikten sonra, tekkeye geldiği giysilerle kendisine verilen işleri on sekiz gün boyunca yerine getirmesi istenecektir. Öğrenci bu sırada Padişah da olsa, dervişlerin çocukları da olsa, fakirler de olsa, kim olursa olsun hizmet etmek zorundadır. O günler boyunda “şerefli” “Matbalı-ı şerif” mutfağın en tevazu gerektiren işlerini de yapacaktır. Mutfak bir birlik merkezidir, çünkü herkes orada birleşir. Orada aynı zamanda yemek pişer ve yenir. Bu eylemler içsel değişimin özel sembolleridir. Mutfakta büyükler de küçükler de bir arada bulunur, maddesel ve ruhsal gereksinimlerini karşılarlar. Adayların da eğitimi burada verilir. Bu hizmet günlerinden sonra kendisine ihtiyaca ve dervişlerin sayısına bağlı olarak başka işler verilir. Adayın herkese saygı göstererek hizmet etmesi ve herkes için amade olması esastır. Hiçbir eleştiride bulunamaz, tam aksine ermişlerin yolunu izlemek istediğini göstermelidir.
Aday, aşçılardan biri olan kendisinden sorumlu olan kişiye (Kazancı dede, aynı zamanda şeyhin vekilidir) tam bir itaatle bağlanmalıdır. Mutfakta olan gerekli ihtiyaçlar dışında aday gezinemez, sessizlik içinde durması gerekir. Aynı zaman İslam'ın emrettiği ibadetlerden hiçbirini, hiçbir sebepten dolayı kaçırmaması gerekir. Tüm bu ibadetler kutsallık ve huşu duyguları içinde yapılmalıdır. Aday her sabah cemaatin dua ettiği yerde "Allah'ın Kutsal Adı" ile zikir yapar. Bu dua bittikten sonra aday, Şerefli Salon'da “Meydan-ı şerif” diğer dervişlerle birlikte tarikatın Sufi dualarına ve şeyhin toplantılarına katılır. Yine de kendisinden sorumlu olan derviş'in (Kazancı dedenin) özel izni olmadan tekkeden ayrılamaz ve pazara gidemez. Bu sürecin esas amacı tarikatın üyelerine mecbur kıldığı dini vecibe ve uygulamaların yardımıyla insanın ruhundaki tutkuları dizginleyebilmesidir.
Aday, boş zamanlarında Kur'an ve tarikatın dualarını (evird) okuyabilir ya da büyük salonda diğer dedelerle birlikte şeyhi dinleyebilir.
Diğer tarikatlarda ruhsal inziva geleneksel olarak kırk gün sürerken, Mevleviler için bu süre üç denenme yılıdır. Aday bu üç yıl içinde Allah'ın isimlerini etüt eder ve tarikat ruhunun kurallarına uygun olarak Allah'ın kendi ismini çalışır. Bu süreç Allah Aşkı ile dolu olmalıdır, bütün bu fiziksel ve ruhsal çabaların gösterilmesi için gereken iksir Allah Aşkıdır. Günümüz yazarlarından birinin dediği gibi:
"Herkese Allah'a hizmet eder gibi hizmet eden, karşılık beklemeyen, bütün yaradılışı sevgi ve şefkatle kucaklayan insan kutsaldır." (Ergiydiren, 2007, s. 30)
Dervişin tüm ruhsal hayatının yönlendiren bu etken aşk-tutkudur. Aday, işte bunu özümsemektedir. Kendisine yapılan denemelerin amacı onun Allah ile daha sıkı bir ilişkiye girmesidir. Yaklaşık üç yıl süren çile tamamen Şerefli Mutfak içinde tatbik edilir. Bu üç yıl boyunca içsel eğitim amaçlanır ve bu eğitim aslında dışa dönük bir hizmetten yola çıkılarak verilir. Adaya mutfakta sembolik işler yaptırılır ve ruhsal olarak gelişmesi sağlanır. Matbalı-ı şerif içerisinde yaptırılan değişik hizmetler yakın zaman önce yazılmaya başlanmıştır. Yaşamış son kazancı dede olan Nizameddin Dede, adayların yaptıkları on sekiz hizmeti açıklayan notlar bırakmıştır. (Şafak, 2007, s. 1 14-8)
Mutfaktan sorumlu olan derviş, herkese iş dağıtırdı ve mutfağın dışarıdaki işlerinden de sorumluydu. Bu dervişe temsili olarak, Mevleviler arasında kazancı denirdi. Mevlevi olmak isteyen kişiler (canlar) bu kutsal mekanda kazancıdan emir alabilirlerdi. Giydikleri beyaz dini kıyafet, yani tennure aslında bir mutfak kıyafetiydi. "Kalfa". mutfakta farklı hizmetleri saygı ve görgü dahilinde görmeleri için eğitim alan dervişlerdi. Bu kişilere dini eğitim verilmese de, İslam'ı tanımalarına yetecek bir Kur'an eğitimi verilirdi. Tarikatın son döneminde birer hücrede kalan kalfaların, artık görevleri mutfak sorumluları tarafından görülmeye başlanmıştır. Bu yüzden fonksiyonları azalmıştır.
Salonun dış işlerinden sorumlu olan derviş (dışarı meydancısı), tarikatın üst makamlarından, özellikle Konya Dergahı'ndan gelen emirlerin öğrenci dervişlere ulaştırılmasından mesuldür. Bu kişi tekkede oturan kişilere mukabele günlerini, yani sema töreni günlerini hatırlatmaktan da sorumludur. Dışarı meydancısı sabah duasından sonra dervişlerin hücrelerini gezer ve o gün sema töreni olacağını, hazır olmaları gerektiğini söylerdi. Bu hizmeti gören dışarı meydancısı, kazancı gibi maaş alırdı ve tennure dışında bir cübbe de giyerdi. Çilenin son haftasında adaylar “su sorumlusu" (abrizci) olurlardı. Şerbetçi içeceklerden sorumludur. Meyve sularını ve kandilleri hazırlar, diğer dervişleri hamama götürür. "Bulaşıkçı" çatal, kaşık ve tabakların yıkanmasından sorumludur. Mutfak sorumlusu yokken bulaşıkçı onun işlerini yapar ve sofra duasını okur. Bu işin önemi mutfak genel sorumlusunun görevinden hemen sonra gelir.
İçeri meydancı, her yemekten önce, sabah duasından önce ve Cuma günü öğle yemeğinden önce "Hül Sala!" duasını okur. Hücrelerindeki dervişlerin yemek için acele etmeleri gerektiğini anladıkları duadır bu. Çeşitli sebeplerden ötürü yemeğe gelemeyecek olan dervişlerin hücrelerinin önüne o yemeklerini bırakır. Dolapçı tabakların ve örtülerin yıkanıp kurutulmasından ve yerlerine yerleştirilmesinden sorumludur. Perşembe ve Cuma günleri sofra sorumlusu (somatçı) öğle yemeğini başlatır ve her şeyin düzenli ve temiz olup olmadığını kontrol eder. Pazarcı dervişlerin günlük ihtiyaçlarını temin etmekle görevlidir. Her dervişin ihtiyacı ne ise onu almakla görevlidir. Çoban, 19. yüzyıldan itibaren ortadan kalkmıştır. Görevi kurban bayramında kurban kesmekti. Kandilci aydınlatma ile ilgili her şeyden, kandillerin üretilmesinden ve tekkenin, özellikle de mezarlık kısmının aydınlatılmasından sorumluydu. Görüldüğü gibi her iş için bir sorumlu vardı. Süpürgeci mutfağın tekkenin ve kurban kesilen yerin temizliğinden sorumludur. Bulaşık refiki (kalfası) çamaşır günlerinde çamaşır yıkamaktan sorumludur. Yatakçı kilimlerden ve yorganlardan sorumludur. Dervişler bunların üzerinde uyur. Sufilik öğretisinde mütevazı yataklarda az uyumak gibi altın bir kanun olduğunu unutmamak gerek. Yamakların çok özel görevleri yoktur. Kimin yardıma ihtiyacı varsa ona yardım ederler. Ama mutfaktaki ve dua salonundaki perdelerle de ilgilenirler. On sekizinci görev olarak görevlerin en mütevazı olanı ayakçılık, on sekiz günlük kalfalık eğitimi zamanındaki ilk işlerdir.
Bu on sekiz günden sonra çile, mutfağın mütevazı işlerinin görülmesi ile doldurulurdu. Bu süreçte adaya içsel bir değişim yaşatılırdı. Mutfakta yapılan bu işlerin anlatıldığı metinler çok olmasa da, çile dönemine ilişkin yazılmış birçok yazı vardır ve bazı Mevlevilerin bu zor denemeler sırasında yazdıkları mektuplar korunmuştur. 18. yüzyılda yaşamış bir yazar olan Köseç Ahmed Dede şöyle yazmıştır:
Çile mutfak hizmetinden oluşur. Şeyhin izni ile mutfağa giren can, mürşidinin izni olmadan oradan ayrılamaz ve geceyi de başka yerde geçiremez. Eğer çilenin kutsallığına aykırı bir kabahat işlerse çile bozulmuş olur ve baştan başlamak gerekir. Bin bir gün geçtiği vakit, derviş mutfaktan başındaki sikke ile birlikte çıkar, tekbir getirerek hücresine gider. Ruhsal olarak olgunluğa ulaşan dervişler, kendi hocaları tarafından şeyh atanırlar ve artık onlar yeni müritler yetiştirirler. Mutfağa girmek Şeriat'a aykırı olan her şeyi terk etmek, niyetini temizlemek ve dünya ile bozuşmak demektir. Adayın bir şeyhe ve rehbere ihtiyacı vardır. Mutfaktaki kişilere hizmet etmeden duramaz, yapamayacağı iş de ona yaptırılmaz. Çünkü hizmet etmek içsel eğitim yolu, gelişimin nedeni ve muhabbetin kapısıdır. (Arpaguş, 2009, s. 170)
Tüm bu hizmetlerin hiçbir itiraz olmadan yapılması şarttır. Eğer aday verilen görevi yerine getirmezse on sekiz ya da otuz altı kırbaçla cezalandırılır. Eğer verilen görevlere itiraz etmeye devam edilirse başındaki sikke çıkarılır, aday tekkeyi ve Mevlevi yolunu sonsuza kadar terk eder. Tekkede oturan dervişlerden biri İslam'ın farzlarından olan namazı aksatırsa ve bu kötü davranışı huy edinirse cezalandırılır. Eğer bir derviş görevini aksatır ve uygunsuz davranışlar sergilerse otuz gün tekkenin mahzeninde tutulur. Çile dönemindeki derviş tekkenin iç kurallarına uymazsa başka cezalar da uygulanabilir. Kısacası eğer aday bu hayatı reddederse, başındaki sikkeyi çıkarır ve gider. Eğer sikke bir defa iade edilirse, o aday bu yola tekrar başlayamaz ve Rumi'nin gösterdiği yolu istikrarlı bir niyetle izlemediği için tekke de o adayı tekrar kabul edemez. Yine de son karar tekkenin şeyhine kalmıştır. Eğer geri dönen adayın pişmanlığı samimi ise, aday tekrar bu yola başlayabilir ve yeniden sikkeyi giyebilir. Semazenler hakkında düşünülenin tam aksine, Mevlevi Tarikatı'nda İslam Şeriat'ına olan bağlılık çok önemlidir ve ona karşı olan hiçbir tutum kabul edilemez, hiçbir şey ondan üstün olamaz. Padişahlar tarafından temsil edilen Osmanlı'nın siyasi gücü, tarikata bu tutuculuğundan dolayı "İslam'ın amentüsüne uymanın sembolü" yakıştırmasını yapmıştır. Dervişin bütün hayata dine bağlılıkla geçer. Bu hayatta inisiyatik yolculuk ve dini vecibelere uyulması ile ilgili birçok sembol de mevcuttur.
Bin bir günlük çile bittikten sonra mutfaktan hücreye geçilir. Dervişlik yolunda iki onam, iki hayat tarzı ve iki ruhaniyet iç içe geçer. Mutfaktan hücreye çıkmak önemli bir ritüeldir, çünkü, büyük çilenin bittiğini ve adaylıktan gerçek bir dervişliğe geçildiğini gösterir. Artık bu aday hücrede oturabilir. Nitekim "hücreye geçmek" deyimi artık denenmelerin bittiğini ve yetkililerin beklediği olgunluğa erişildiğini ifade eden bir terim olarak kullanılagelir. Mevlevi Tarikatı'nda eğer derviş doğru içsel yönelimi gösterdiyse kalfalıktan dedeliğe geçer. Mutfaktan hücreye geçme hareketi ritüelleşmiştir. Bin bir günün sonunda salon sorumlusu olan "meydancı, can" diye tabir edilen adayı hamama götürür ve can orada gusül abdesti alır. Derviş temizlenir ve manevi olarak içini de temizler. Hocası tarafından alınarak çileye başladığı, üç gün üç gece boyunca sessizce dua ettiği saha postunun olduğu yere götürülür. Burada derviş, bir günü büyük sessizlik ve içsel sakinlik içinde geçirir. Mevlevi artık hücreye geçmek için hazırdır. Ancak önce şeyhe gider ve sikke ritüeli ile ona olan itaatini gösterir, tekbir getirir ve dünyasal tutkulara tövbe eder. Bu tören bütün eğitim boyunca üç kez tekrarlanır; ilk üç sessiz günün başında, sema icra edebilmek için aldığı eğitimin sonunda ve son olarak büyük çilenin bitiminde. Geleneksel olarak bu ritüelin yapıldığı günler Cuma ya da Pazartesi günleridir.
Çilesini bitiren aday, öğle yemeğinden sonra Sereni Oda'ya gider ve bütün derviş kardeşleri ile -hem çileyi bitiren hem de bitirmeye hazırlananlar ile- tokalaşır. Yeni derviş, bu olayın şerefine bir akşam yemeği düzenleyebilir ve özel bir yemek hazırlanabilir. Bu yemeğin olduğu salona tarikatın eğitim sorumlusu da (Sercarik) derviş adaylarıyla birlikte gelir ama onlar yemeğe katılmazlar. Yemek yenilip kahve içildikten sonra yeni derviş, dedeleri selamlama ritüeline geçer. Sağında bulunan dedelerin elini sıktığı sırada, solundakinin önünde de başını eğer. Sonra ayakta iken çile çekmekte olan derviş adaylarının önünde rükua varır. O anda eğitimden sorumlu olan derviş "Gülbank" isimli ilahiyi okur ve tüm dervişler ona Allah'ın Özel Adı olan "Hü" ile yanıt verirler. Daha sonra en yetkiliden en gencine, sırayla bütün dervişler çıkar ve kendi hücresine döner. En son kalan meydancı bir kandil ile yeni dervişi hücresine götürür ve o sırada bir ilahi söyler. İlahi Allah'ın Özel Adı ile sonlanır. Artık dervişe "bitiren kişi" anlamına gelen "Müntehi" de denebilir. Yeni şeyh üç gün boyunca hücresinden çıkmadan sessizlik içinde kalır, yalnızca beş vakit namaz için çıkar. Salon sorumlusu ona her gün yiyecek getirir ama hiç konuşmaz. Her akşam sadece bir ziyaretçi ile konuşmasına izin verilir, hediyeler alabilir. Eğer kapalı kaldığı üçüncü gün mukabeleye denk geliyorsa, yeni derviş semaya katılabilir. Ne olursa olsun son gün, meydancı onun hücresine girer, perdeleri açarak "Hücren küşat olacak" der.
Artık yeni derviş dışarı çıkabilir ve tekke içinde hiçbir kısıtlama olmaksızın hareket edebilir.
Mevlevi Tarikatı'nın baş eğitim sorumlusu ile görüşüp yeni giysilerin giydirilmesi merasiminden sonra, yeni derviş Senarik'in önünde eğilir ve çilesinin bittiğini, izleyen on sekiz gün içinde dergahtan çıkmaması gerektiğini ancak diğer dervişlerle onların iyi tavsiyelerini almak için konuşabileceğini söyler. Yeni Mevlevi, bu dönemden sonra tarikatın uygulamalarını öğrenmeye devam eder, "dede" sıfatını alır ve derviş adaylarına Mesnevi'yi okumak ve sema yapmak konusunda hocalık yapabilir. Bu dedeye yaptığı hizmetler için bir maaş da verilir, öyle ki maddi olarak bir ihtiyacı bulunmasın.
Yeni dede bu andan itibaren dergahta kalmak konusunda serbesttir. Eğer isterse Anadoludaki ya da Osmanlı'nın yönettiği diğer topraklardaki tekkelere de gidebilir. Bir dergahtan başka bir dergaha yaptığı yolculuklar sırasında tarikat içerisinde belirlenmiş olan kesin misafirlik kurallarına uymak zorundadır. Akşam geç bir saatte gelmemelidir ve vardığında her zaman hediyeler getirmelidir. Ne olursa olsun her zaman tekkeyi yöneten şeyhe saygı duymalı, sevecen olmalı ver herkese karşı amade olmalıdır. Bazı durumlarda dede kendi isteği ile yer değiştirmez, tarikatın büyük şeyhinin arzusu ile Anadolu'daki bir tekkenin yönetimindeki boşluğu doldurmak için de yer değiştirebilir. Kişisel yetenekleri, inisiyatik ve mistik bilgileri ve politik pozisyonu bir dedeyi bir tekkenin yönetimine getirmek için geçerli sebeplerdir.
Dedelerin tekkede kalmayı seçmesi, yeni bir içsel, inisiyatik ve mistik yolculuğun başlangıcıdır. İlk eğitim dönemini bitiren dede, artık daha derin bir yolculuğa başlayacak ve bu ikinci inisiyatik yol onu günden güne daha yüksek ruhsal ve mistik noktalara getirecek. Bu yolculuk Allah'la bir olana kadar sürecek.
ALBERTO FABIO AMBROSIO
DERVİŞLER TARİHİ, ANTROPOLOJİSİ, MİSTİK YÖNÜ
Çevirmen: Buğra Poyraz
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder