21 Mayıs 2023 Pazar

Uzakdoğu ve Pasifik Adaları Söylenceleri -16 ” Japonya”


Kotan Utunnai: Sunuş


Tarihsel Arkaplan


Aynu halkı, Taş Devri Asya topluluklarından gelmekteydi ve Japonları oluşturan Moğol halkı adaları işgal etmeden önce orada yaşıyorlardı. Yüzyıllar boyunca uygarlıktan hiç etkilenmediler; çünkü az nüfusa sahip bu topluluğu besleyecek yiyecek stoğu hep vardı ve bu topluluklar birbirinden ayrı nehir vadilerinde yaşıyorlardı. Yazıyı bilmiyorlardı, küçük köy yapısı dışında siyasal bir örgütlenmeye sahip değildiler. Evcilleşmiş hayvanları yoktu, bir tanrı sistemleri ya da kendilerine ait bronz veya demir işlemeciliği oluşmamıştı.

Aynu yaşamı, Japonlarla daha yakın ilişkiye geçmeye başladıkları 1670 yılına kadar eski zamanlardaki yapısını korudu. İki yüz yıl kadar sonra Japonlar, Aynuların çoğunluğunun yaşadığı Hokkaido adasını yerleşime açmak için bilinçli bir çaba gösterdiler. Ormanları ve vahşi hayvanların yaşadığı alanları temizlediler, kalıcı balık ağları yerleştirdiler ve böylece Aynu'nun geleneksel yaşam biçimi yok oldu. Aynu erkekleri geçici tarım işçisi olurken, alkolizm ve hastalıklar toplumu tahrip etti.

20.Yüzyılın başında on beş bin-on altı bin civarında Aynu, hâlâ Hokkaido'da yaşıyordu. Toplumun sözlü anlatıma büyük önem vermesinden dolayı, gelenekleri sözlü olarak usta bir şekilde aktarabilen bir Aynu bulmak kolaydı. Bugün sahip olduğumuz edebi metinlerin çoğu 1920 ve 1930'larda toplanıp kaydedildi. 1940'lara gelindiğinde Aynu yetişkinleri, hem Japoncayı hem de kendi yerel dillerini konuşurlarken Aynu çocukları yalnızca Japonca biliyorlardı. 1955'te, Hokkaido'da yaşayan Aynulardan yirmi kadarı kendi dillerini akıcı bir şekilde konuşabiliyorlardı. Aynuların kötü durumu 1970'lerde ortak bir sorun haline geldi ve Aynu geleneğini korumak için bir ilgi oluştu.

Kotan Utunnai destanı Aynulardan toplanan edebi eserler arasında özellikle önemli bir yer tutar. Bu destan Aynu geleneğinin hâlâ canlı olduğu bir dönemde, bir İngiliz misyoner olan John Batchelor tarafından, 1880-1888 yılları arasında kaydedilmişir. Destan ilk olarak, hem Aynu hem İngiliz dilinde, Transactions of the Asiatic Society of japan'm (Asyatik Japon Toplumu Hakkında Bilgiler) bir bölümü olarak 1890 yılında yayımlanmıştır.


Destanın bazı yönleri o kadar eskidir ki, anlatanlara bile yabancı gelmekteydi. 1880'lerde ve sonrasında repunkıır'un (deniz insanları) kim olduğu bilinmiyordu. Yıllar sonra, arkeologlar bu terimin Hokkaido'nun kuzey kıyısında yaşayan Okhotsk'ları kastettiğini keşfettiler. Yaunkur (kara insanları) Aynular, Okhotsk'ları (repunkur) 10. ve 16. yüzyıllar arasında bir dizi savaş sonucu yendiler. Kotan Utunnai de, Aynulara ait diğer kahramanlık destanları gibi, bu savaşları yansıtmaktadır.


Çekiciliği ve Değeri


Kotan Utunnai destanı, sık rastlanmayan bir serüven öyküsü olduğu için çekici bulunmaktadır. Kahraman, tuhaf düşmanlara karşı savaşmaktadır. Tanrısal ve insani Özelliklerin kaynaşması sihirli bir hava yaratır. Kahramanların kendilerinde de bu karışım şaşkınlık, sihir ve gizem oluşturmaktadır. Kahraman bir insandır, ancak öyle tanrısal özelliklere sahiptir ki, tanrılar bile onun insan olduğundan emin olamamaktadır. Benzer biçimde, kahraman da kendiyle savaşanların tanrı mı, insan mı olduğundan emin değildir.


Destanın bir başka ilgi çekici yönüyse, insanların birbirlerinden yüzlerce yıl arayla yaşamış ve değişik kültürlerden olmalarına karşın, ne kadar benzer olduklarını göstermesidir. Kahramanları anlayabilir ve kendimizi onların yerine koyabiliriz. Çünkü pek çok diğer önemli destandaki karakterler ve bizler gibi, bu destandaki kahramanlar da mükemmelliğe ulaşmaya ve ün kazanmaya çalışmaktadırlar.


Başka destanlarda olduğu gibi, her iki taraftaki insanların en iyileri destansı özelliklere sahiptirler. En önemli karakterler, ister dost, ister düşman olsunlar cesaret, sevgi, sadakat ve sabır gibi duygulara sahiptir, örneğin, kahramanın ablası onun gerçek ablası değildir; düşman topluluklardan birinin üyesidir. Ana babası öldüğünde kahramanı kurtarır ve onu büyütür. Onunla omuz omuza çarpışır ve kahraman da onun sadakatine karşılık verir. Şipış hükümdarı da, anlatan kişi kadar kahramandır. Kahraman savaşmak için ısrar edince onunla savaşır. Şipiş hükümdarının kız kardeşi, onu bırakıp kahramana katılınca, yazar ona bu kararı için büyük destek verir.


Kotan Utunnai'nin, bozulmamış sadeliği nedeniyle de çekici olduğunu söyleyebiliriz. Karakterler, sorgulamadıkları bir dünyada yaşamaktadırlar. Kendi güçlerini ve sınırlarını bilirler, böylece kendilerini ve kaderlerini kabullenirler. Ölümü yaşamın ayrılmaz bir parçası olarak kabul ederler ve düzgün bir yaşamın kurallarını bilirler. İyi bir yaşam sürenler, ölümden sonra yeniden doğacaklar, ama bunu yapamayanlar ölü kalacaklardır.


Tanrıların dünyası insanların dünyasının daimi bir parçasını oluşturur. Tanrıların ruhları gürüldemekte, insanları da onların varlıklarını hissetmektedirler. Her insan, tanrısal özelliklere sahiptir; her tanrının insani özelliklere sahip olduğu gibi. Dolayısıyla evrende bir birlik ruhu ve düzen vardır ve Kotan Utunnai de bunun bir parçasıdır.


Bu özel nitelikler, destanın biçemiyle de iletilmektedir. Diğer Aynu destaları gibi, Kotan Utunnai de şarkı olarak söylencesinden kaydedilmiştir ve birinci tekil kişi tarafından anlatılır. Birinci tekil kişi anlatımı en gerçekçi ve en somut anlatım biçimidir. Anlatan kişi destanın kahramanıdır ve kendi deneyimini olduğu gibi aktarır. Onun gördüğünü, duyduğunu aynı biçimiyle biz de görür ve duyarız. Sadece onun bildiği kadarını biliriz, başka bir şey bilmeyiz. Onun bize söylediğine dayanmak zorundayızdır. Ona başkaları bir şeyler söylediğinde ya da yaptığında biz de öğreniriz. Onunla hep aynı zamandayızdır. Onun geçmişiyle ilgili bir şeyi, o öğrendiğinde öğreniriz ve gelecekle ilgili bir şeyi, ancak gerçekleştiğinde bilebiliriz. Dolayısıyla, kahramanın düşüncelerine ve davranışlarına, başka hiçbir anlatımda olmadığı kadar katılır, tümüyle onun dün¬ yasına karışırız.


Kotan Utunnai destanı, bütün önemli kişilerin aristokrasinin bir üyesi olması nedeniyle eski tarzdadır; bütün diğer kültürlere ait önemli destanlarda da aynı durum görülür. Konu, dinleyicilerin değerlerini ve ilgi alanlarını yansıtır; dinleyiciler de soyludurlar. Bu nedenle, en Önemli konu savaştır; öne çıkan değerler cesaret, güç ve savaş becerisi olmaktadır. Kahramanın ve erkek kardeşinin düşman tarafın prensesleriyle evlendirilmesi, Yaunkur'un Repunkur üzerindeki egemenliğini gerekçelendirmek ve halka benimsetmek amacıyla kullanılmış olabilir.


Ancak Kotan Utunnai destanı, kadın karakterlerin büyük bir güce ve beceriye sahip olması ve erkeklerle eşit kabul edilmesi açısından modern özelliklere de sahiptir. Aristokrat kadınlar babaları, kocaları ve erkek kardeşleriyle yan yana savaşırlar. Kahramanın annesi bir savaşta kocasıyla birlikte ölür ve onun bütün yaşamı boyunca savaşçı olduğu anlatılmaktadır. Kahraman, ablasını ve Şipifunmat'ı takdir etmektedir, çünkü onların savaş alanında gösterdikleri cesaret, güç ve beceri, benzersiz güzellikleriyle eş değerdedir.


Başlıca Kahramanlar


Adsız anlatıcı: Kahraman bir yaunkur genci; Şinutapka kralının oğlu.


Abla: Bir Repunkur kadını; halkına karşı yapılan savaşta annesini ve babasını kaybeden anlatıcıyı kurtarır ve büyütür.


Kamui-otopuş: Anlatıcının ağabeyi; büyük Yaunkur savaşçısı.


Şipiş-un-kur: Şipiş'in destansı hükümdarı; Şipiş-un-mat'ın ağabeyi; ünlü ve saygıdeğer Repunkur savaşçısı.


Şipiş-un-mat: Şipiş-un-kur'un destansı kız kardeşi; anlatıcının dostu.


Sarkık Burun:  Ünlü Repunkur savaşçısı; kötü varlık.


Kotan Utunnai


I. Bölüm


(Öyküyü anlatan kahraman, annesinin ve babasının repunkurlar tarafından öldürüldüğünü öğrenir. Babasının savaş elbiselerini kuşanarak, annesinin ve babasının öcünü almak için yola çıkar. Ağabeyinin de Repunkur ülkesinde tutsak olduğunu görür. Kız kardeşinin yardımıyla onu kurtarır ve tutsak edenleri öldürür.)


Ben, Repunkur ülkesinde ablam tarafından büyütüldüm. Uzun yıllar boyunca küçük bir ot kulübede yaşadık. Sık sık bütün ülkeye yayılan bir gümbürtü duyardım. Ablam, bunun savaşan tanrıların sesi olduğunu söylerdi. Çok sayıda tanrı öldüğünden, bu ses hiç kesilmeden sürüp giderdi.


Büyüdüğümde Yaunkur ruhlarının sık sık ot kulübemizin çatısında, buna benzer sesler çıkardıklarını duyardım. Bunu anlayamazdım; ablama şöyle dedim: "Ablacığım, beni çok iyi yetiştirdin. Şimdi bunun nasıl olduğunu bana anlatmanın zamanı geldi."


Ablam bana bakarken gözleri korkuyla titredi ve parlak gözyaşları yanaklarından akmaya başladı. Şöyle yanıtladı: "Bu öyküyü sana daha büyüyünce anlatmak istiyordum. İstediğine göre şimdi anlatmam gerekiyor, ama duyunca aceleci davranmaman için seni uyarmak zorundayım."


"Seni ben büyütmeme rağmen, seninle ben farklı halklardan geliyoruz" diye söze başladı. "Benimki Repunkur, deniz insanları. Seninki ise Yaunkur, kara insanları. Çok zaman önce senin baban, Şinutapka'nın yukarı ve aşağı bölgelerini yönetiyordu. Çok büyük bir savaşçı ve kahramandı. Bir gün denizde ticari bir sefere çıkmaya karar verdi. İkinci oğlu Kamui-otopuş ile annenin de ona katılmasını istedi. Sen bebek olduğun için annen seni sırtına bağlayıp yanında götürdü."

"Karapto adasının kıyısından geçerken insanlar onları davet ettiler. Repunkur olmalarına karşın, barış selamı ve içmek için şarap sundular. Günler ve gecelerce, adadaki insanlar bu zehiri içmeleri için aileni teşvik ettiler. Baban sarhoş oldu ve zihni bulandı. Onun ve ailesinin, Karapto halkının en önemli hâzinesini satın alıp götürmek niyetinde olduğunu söyledi."


"Babanın bu sözleri, bir savaşın patlak vermesine neden oldu ve savaş, benimki de dahil olmak üzere komşu bölgelere de sıçradı. Benim ülkemde çok büyük savaşçılar vardı ve repunkur ile yaptığı çarpışmaların birinde baban öldürüldü."


"O öldüğünde ben oradaydım" diye konuşmasını sürdürdü ablam. "Babanın savaş başlığını ve elbiselerini çıkarıp aldım. Annene yardım etmek için, seni onun sırtından aldım ve bebek taşıma bağlarımla seni kendime emin bir şekilde bağladım. Kılıcımla anneni korumak için elimden geleni yaptım. Ama o yaşamı boyunca savaşmıştı ve savaşmakta ısrar etti. Baban gibi o da o çarpışmada öldürüldü."


"Annenin ve babanın öldüğünü, senin de erkek kardeşine yardım etmek ya da kendi başına yaşayabilmek için daha çok küçük olduğunu görünce, seni yıllardır yaşadığımız bu ülkeye getirdim. Burası güvenli ve terk edilmiş bir yerdir; ne tanrılar ne de insanlar buraya uğrarlar.


Ablam, "Annenin ve babanın ölümünden beri" diye konuşmasını tamamladı, "ağabeyin Kamui-otopuş repunkur’dan öcünü alabilmek için tek başına savaşıyor. Madem öykünün tümünü duymak istedin, bunu da sana söylemek zorundayım. Ancak unutma ki aceleci davranmak senin için hiç akıllıca olmaz."


Büyük bir şaşkınlıkla ablamın sözlerini dinledim. Yüreğim öfkeyle kabardı. O benim düşmanım değil miydi? Onun halkı benim annemi ve babamı öldürmüştü. Kendimi sakinleştirmek ve onu öldürmemek için büyük bir çaba harcadım!


Hayatımı kurtardığı için ona teşekkür etmek içimden gelmedi, ama nazik olmaya gayret ettim. "Beni iyi yetiştirdin ablacığım " dedim. "Şimdi senden babamın elbiselerini bulup bana vermeni istiyorum."

Hemen kulübeye girdi, hazine çantasının bağlarını çözdü ve içinden altı harika giysi, metal tokalı bir kemer, küçük metal bir miğfer ve olağanüstü bir kılıç çıkardı. Bütün bunları bana uzattı.


Büyük bir gurur ve mutlulukla babamın giysilerini giydim, kemerini belime taktım, başlığı başıma bağladım ve kılıcı da kemerden içeri soktum. Babamın kahraman ruhu onun savaş giysileri yoluyla vücuduma nüfuz etti. Ocağın önünde omuzlarımı gerip ayaklarımı vurarak bir aşağı bir yukarı yürüdüm. Biraz sonra vücudumu, küçük kulübemizin baca deliğinden yukarı güçlü bir rüzgâr tarafından itilirken buldum.


Güçlü rüzgâr beni muhteşem dağlardan oluşan bir ülkeye uçurdu. Dağların yakınında deniz kenarına kondum. Ablam da rüzgârın uğultusuyla yanıma düştü. Bir dizi metal ladin ormanının üstünde yol aldık; rüzgâr dallarına çarptıkça takırtılar çıkarıyordu; böyle bir ülkede ancak büyük tanrılar yaşayabilirlerdi!


Birdenbire bir duman kokusu aldım. Ormanın aşağı bölgelerine doğru alçaldığımda bunun kaynağını buldum. Büyük bir açık hava ateşiydi. Ateşin bir kıyısında, taştan savaş elbiseleri giymiş altı adam oturuyordu. Onların hemen yanında altı kadın oturmuştu. Ateşin karşı kıyısında ise metal savaş elbisesi giymiş altı adam ve yanlarında altı kadın oturmuştu.


Ateşin uzak ucunda, iki grup savaşçının arasında, daha önce hiç görmediğim çok tuhaf görünüşlü bir varlık vardı. Bunun bir insan olup olmadığını merak ettim; çünkü daha çok, üzerinde kol ve bacak çıkmış küçük bir dağa benziyordu. Yüzü bir toprak kaymasıyla düzleşmiş bir uçuruma benziyordu. İri burnu dışarı doğru sarkan bir kaya gibiydi. Yan tarafında bir sandalın küreği büyüklüğünde bir kılıç sarkıyordu. Bunun ünlü bir repunkur savaşçısı olan Sarkık Burun olduğunu anladım.


Orada durup bu tuhaf gruba bakarken ayaklarımın altındaki yer bir öne bir arkaya hareket ediyor ve ladin ağaçlarının metal dalları birbirine çarptıkça takırtılar ve şangırtılar çıkarıyordu. Gözlerimi ateşin yanındaki gruptan ayırıp ağaçlara çevirince çok şaşırtıcı bir manzarayla karşılaştım. Ciddi biçimde yaralanmış bir adam, iri bir ladin ağacının tepesine bağlanmıştı. Arada bir bağlı bacaklarının yerini değiştiriyordu ve ayaklarımın altındaki yeri öne arkaya hareket ettiren onun bu hareketleriydi. Daha önce görmemiş olmama karşın onun ağabeyim Kamui-otopuş olduğunu anladım.


Ablam şöyle dedi: "Kardeşim, bu adam bize savaşta yardım edemeyecek kadar yaralı. Onun varlığı bize yalnızca zarar verir. Sen bu insanlarla yalnız başına savaşırken ben de onu buradan taşıyıp götüreyim."


Ablamın sesi kulağımda yankılandığında metal savaş elbiseli altı savaşçı da şöyle dediler: "Biz Metal Nehri'nin insanlarıyız; altı erkek ve altı kız kardeş. Bugün Kamui-otopuş'a rastladığımızda dağlarda avlanıyorduk. O ise savaşmaya son verdiğinden ülkesine dönüyordu. Çok yavaş ilerliyordu, çünkü pek çok çarpışma sonucu ciddi bir şekilde yaralanmıştı. Eğer güçlü amcamız ve hükümdarımız Şipiş-un-kur'un öfkesinden korkmasak onu o anda orada öldürürdük. Bu nedenle onu büyük bir ladin ağacına bağladık."


Şöyle devam ettiler: "Kısa bir süre sonra Taş Nehri'nin altı savaşçısı, kız kardeşleriyle birlikte geldi ve bizimle burada kaldılar. Şimdi de siz geldiniz. Siz tanrımısınız, insan mı? Hep beraber Kamui-otopuş'u Şipiş-un-kur'a armağan olarak götürelim. Bu ganimeti görünce eminim bizi ödüllendirecektir."


Ateşin başında duran adam şöyle dedi: "Ünlü savaşçı Sarkık Burun da derin sesiyle buna katılmaktadır."


O konuşurken ablam ladin ağacının tepesine çıkıp ağabeyimi serbest bıraktı. Metal dalların üstüne düşen gevşemiş iplerin sesi bütün cinlerin gözlerini o yöne çevirdi.

Onların beni insan biçimimle görmemeleri için elimden geleni yaptım. Hafif bir rüzgâr gibi kılıcımla ortalarına doğru uçtum. Ateşin bir yanından başlayarak babamın olağanüstü kılıcını kaldırdım ve tek bir vuruşla taş giysili savaşçıların üçünü, kadınlarından üçüyle birlikte doğradım. Ateşin diğer yanına döndüm ve metal giysili savaşçılardan üçünü daha kadınlarından üçüyle birlikte doğradım.


Kılıcımı geriye doğru sallayarak Sarkık Burun'u öldürmeye niyetlendim. Ancak o, kılıcın ağzının üzerinden hafif bir rüzgâr gibi uçtu ve şöyle dedi: "Kamui-otopuş'un ladin ağacının tepesine bağlı olduğunu sanıyordum, ama insanlarımızı öldürecek kadar gücü varmış. Böyle bir adamı savaşta öldürebileceğimizden emin değilim. Onu savaş kanyonuna götürelim; orada öldürmek daha kolay olur."


Bu arada biz birbirimizle vahşice savaşırken kılıçlarımız parlıyordu. Çarpışmanın ortasında ablam rüzgârın gürüldemesiyle birlikte yanıma düştü. "Ağabeyini ülkene geri götürdüm" diye haber verdi. "Orada ülkeni yöneten en büyük erkek kardeşini ve en büyük kız kardeşini buldum. Çok şükür ki annenle baban yıllar önce deniz yoluyla ticaret seferine çıkarlarken onları yanlarına almamışlar. Ayrılmadan önce Kamui-otopuş'u hayata döndürmeyi başardık. Onunla ilgili kaygın yüzünden savaşmaktan geri kalmayasın."


Ablam konuşurken, geriye kalan altı kadın ona kılıçlarıyla saldırdılar. Kötü kalpli kadınlar, cesur ve güçlü savaşçılar olabiliyorlar! Ablam kılıcını kaldırdı, kılıcı onlarınkinin karşısında parlıyordu. Onlara denk durumdaydı, ama onları kolaylıkla öldüremeyecekti.


Kadınlar çarpışarak uzak dağlara doğru ilerlerken, kalan altı savaşçının ve Sarkık Burun'un saldırısı dikkatimi yine adamlara çevirdi. Kılıcımı kaldırdım; kılıcım onlarınkinin karşısında parlıyordu. Onlara denktim, ama onları kolaylıkla öldüremeyecektim. Beni insan biçimimle görmelerini engellemek için elimden geleni yaptım. Hafif bir esinti gibi kılıçlarının ağızlarının üzerinden kılıcımla uçtum.

Savaşırken, bir grup dağdan diğerine doğru akan bir nehir fark ettim. Onların arasından derin bir kanyona iniyordu. Zehirli suyun içinden bir sürü keskin kılıç ağzının ve taştan mızrak ucunun çıktığını görünce buranın Sarkık Burun'un söz ettiği savaş kanyonu olduğunu anladım.

Savaşçılar bir araya gelerek beni kanyona doğru sürdüler. Zaman zaman beni neredeyse öldürüyorlardı, ama beni insan biçimimle fark etmemeleri için elimden geleni yaptım. Hafif bir esinti gibi kılıçlarının ağızlarının üzerinden kılıcımla uçtum.


Bu arada şarkı söylüyordum. "Duyun beni kanyonun tanrıları, vadinin tanrıları. Bir sürü repunkur'un karşısında tek bir yaunkurum. Eğer burada ölürsem, kanım size içecek azıcık bir şarap olur. Bu savaşçıların karşısında benim tarafımı tutun ki onların kanlarıyla tıka basa doyun."


Bu sözler sayesinde yüreğim yeni bir ruh ve güçle dolup taştı. Babamın olağanüstü kılıcıyla repunkur'ları savaş kanyonuna doğru sürdüm, ilk önce taş giysili en yaşlı savaşçı kanyonun dibine düştü ve parçalanarak öbek öbek et haline geldi. Ruhu büyük bir gümbürtüyle bedeninden ayrıldı ve gürültüyle batıya doğru uçtu.


İkinci olarak metal giysili en büyük savaşçı, kanyonun dibine yuvarlandı ve etleri paramparça oldu. Ruhu büyük bir gümbürtüyle bedeninden ayrıldı ve gürültüyle batıya doğru uçtu.


Bu süre içinde Sarkık Burun dışında hepsini öldürmüştüm. Ruhları birer birer bedenlerini terk etti ve büyük bir gümbürtüyle batıya doğru uçtu, ölülerden hiçbiri yeniden yaşama dönemeyecekti.


Sonra Sarkık Burun ile ben ölümüne savaştık. Zaman zaman beni neredeyse öldürüyordu, ama onun kılıç darbesine her seferinde kılıcımla karşılık verdim. Sonunda şöyle dedi: "Büyük savaşçılar çeşitli yollarla savaşırlar. Seni güç yarışına davet ediyorum."


Yanıtımı beklemeden üzerime saldırdı. Boğuşurken beni güçlü elleriyle kavradı ve boğazımı sıkmaya başladı. Yüreğim acıyla titredi, ama hızlı bir dönüşle tıpkı açık parmakların arasından akan su gibi etlerinden kurtuldum.


Sonunda Sarkık Burun'u derin vadinin dibine fırlatmayı başardım. Bedeni yere çarptığında taş kılıçların ve taş mızrakların keskin ağızları etlerini parçalara ayırdı. Ruhu büyük bir gümbürtüyle bedeninden ayrıldı ve gürültüyle batıya doğru uçtu. O da bir daha yaşama dönemeyecekti.



II. Bölüm


(Kahraman, korkunç repunkur hükümdarıyla savaşmak için Şipiş'e doğru yola çıkar. Hükümdarın kız kardeşi kahramana yardım eder. Birlikte kahramanın ablasını kurtarır, onun repunkur düşmanlarını öldürürler. Daha sonra iki fırtına şeytanıyla savaşırlar. Kahramanın ağabeyi ve kız kardeşiyle buluşurlar. Bu iki yaunkur erkeği iki repunkur kadınıyla evlenirler ve huzur içinde yaşarlar.)


Bütün bu olaylardan sonra sakin bir biçimde nehir boyunca yürürken kendi kendime şöyle dedim. Ağabeyimi ganimet olarak almak isteyen bu korkunç hükümdar acaba kim? Şipiş-un-kur'u görmeden ülkeme dönersem halkım bana korkak gözüyle bakar. Beni öldürebilir, ama yine de hangimizin savaşçı olarak daha üstün olduğunu görmek isterim.


Hafif bir yel, derine doğru akan nehir üzerinden beni uçurdu. Nehrin ağzında, ıssız, görkemli bir dağı ve dağın eteğindeki büyük Şipiş köyünü buldum. Dağın doruğu göklere doğru öyle yükseliyordu ki sis bulutlarıyla kaplanmıştı. Dönemeçli yolu izleyerek tepedeki etrafı çevrili alana doğru çıkmaya başladım. Korkunç ruhlar, tepeden gürültüler çıkararak beni uyarıyorlardı, ama buna karşın oraya girdim.


Büyük evin pencerelerinden içeri bakınca ülkenin korkunç hükümdarını gördüm. Şipiş-un-kur'un görünüşü yüreğimi dehşetle doldurdu; muhteşem giysiler giymiş, olağanüstü kılıçlar kuşanmıştı. Ama yine de yalnızca genç bir adamdı. Çenesindeki tüyler henüz yeni bitiyordu.


Yanan ocağın yanında oturuyordu, yanında da şimdiye kadar gördüğüm en güzel kadın vardı. Benim ablam bile bu kadar güzel değildi. Yüzünden bir kâhinin büyülü güçlerine sahip olduğu okunuyordu ve aralarındaki konuşma bu yargımda yanılmadığımı gösterdi.

"Şipiş-un-mat, benim sevgili küçük kız kardeşim" dediğini duydum, "çocukluğundan beri geleceği görürsün. Söyle o zaman, neden bir tehlikenin yaklaşmakta olduğunu hissediyorum?"


Şipiş-un-mat, bir kâhin bandıyla saçlarını topladı ve sihirli değneğini eline aldı. Ağzından hemen bir kehanet çıkıverdi. "Nehrimizin savaş-kanyonu yanında" diye söze başladı, "insanların bir yaunkur ile savaşmak için buluştuklarını görüyorum. Kan, zaman zaman gözlerimin önündeki sahneyi kapatıyor, bazen de savaşta kılıçlarının birbirine girdiğini görüyorum. Sonra repunkur’un kırılmış kılıçlarının batıya doğru yok olup gittiğini görüyorum. Bu arada yaunkur'un kılıcı doğuda pırıl pırıl parlıyor."


"Sonra" diye devam etti, "yaunkur'u görüyorum, benekli kanatları olan muhteşem bir kuş görünümünde nehrimizin üzerinde aşağı doğru uçuyor. Ülkemizde şiddetli bir savaş başlıyor ve köylerimizi tümüyle yıkıyor. Senin kılıcını yaunkur'un kılıcına dolanmış görüyorum. Zaman zaman kan gözlerimin önündeki sahneyi kapatıyor, bazen de savaşta kılıçlarının birbirine dolandığını görüyorum. Sonra korkunç bir sahne görüyorum; senin kırık kılıcın kan gölünün içinde kayboluyor. Bu arada yaunkur' un kılıcı doğuda pırıl pırıl parlıyor. Sonra bütün görüntü kayboluyor."


"Çok korkunç ve kötü sözler söyledin!" diye bağırdı Şipiş-un-kur, gözlerinden ve sesinden ateş fışkırıyordu. "Tanrılar senin aracılığınla konuşuyor olabilir, ama onların sözleri beni öfkelendiriyor. Ben yalnızca tanrılarla savaşırım, insanlarla barış içinde yaşarım. Kötü repunkur, bütün yaşamı boyunca genç yaunkur ile savaşmış olabilir, ama ben onunla savaşmayacağım. Eğer buraya gelirse onu kalbimde iyilik ve barışla selamlayacağım."


Pencereden uçtum ve büyük evin çatı kirişlerine kondum. Kirişlerde bir aşağı bir yukarı ayaklarımı vurarak yürüdüm. Kirişler çatırdadı ve ev tanrıları korkuyla homurdandılar. Sonra rüzgârın esmesiyle genç hükümdarın yanına atladım. Onu saçlarından yakaladım ve başını bir o yana bir bu yana çevirdim.


Onu fırlatarak şöyle dedim: "Söyle bana Şipiş-un-kur, neden Kamui-otopuş tutsak alındı ve ladin ağacının tepesine bağlandı? Repunkurla savaşarak onun öcünü aldım. Senden erkek kardeşimi ganimet olarak kabul edecek dehşetli bir hükümdar olarak söz ediyorlardı. Eğer ülkeme seni görmeden dönseydim, halkım benim korkak olduğumu düşünürdü. Bunun için geldim. Eğer beni kalbinde iyilik ve barışla karşılarsan bunu kabul edemem. İki savaşçı olarak hangimizin üstün olduğunu görmeleri gerekiyor. Birbirimizi öldürsek bile yüreğimiz rahatlamış olacak. Bana cesaretini, gücünü ve hünerini göster."


Bu sözleri söyledikten sonra büyük savaşçının kız kardeşini yakaladım ve o yardım isterken onu baca deliğine doğru sürükledim. Şipiş-un-kur hızla kılıcını çekti ve baca deliğinden çıkmama engel oldu. Ben pencereye doğru fırladım, ama kılıcını yine aşamadım. İkimiz yan yana bir çift kuş gibi çatının altında uçtuk. Kız kardeşinin kehanetine öfkelenen hükümdar beni öldürmeye kararlıydı.


Şipiş-un-mat'ı bir kalkan gibi önümde taşıyordum; kardeşine olan bağlılığı nedeniyle ikimizin de canını bağışlayacağını sanıyordum. Ama yanılmışım. Şipiş-un-kur'un sürekli kılıç darbeleri, sonunda Şipiş-un-mat'ı öfkelendirdi ve onu öldürmeye karar verdi. Onu serbest bırakır bırakmaz giysilerinin arasından bir hançer çıkardı ve ona saldırmaya başladı; gücünü yüreğindeki hiddetten alıyordu.


Gürültüyü duyan silahlı birçok adam içeri doldu ve bize saldırdı. Benim yandaşım ruhlar, etrafı çevrili alanın üzerinde yerel ruhlara katıldı ve tek bir ulu ruh gibi kükredi. Tanrılar evin içine dehşetli bir rüzgâr yolladılar; ocaktaki alevler körüklenerek evi sarmaya başladı. Bina çökmeden hemen önce kaçmayı başardık.


Mızraklı adamlardan oluşan orduların bana doğru geldiklerini görünce, onları Şipiş-un-mat'a doğru kovaladım. Şaşkınlıkla onun güzel olduğu kadar cesur ve becerikli de olduğunu fark ettim. Yerinde duruyor ve onları geri püskürtüyordu, sanki yüzlercesiyle değil de, yalnızca birkaç savaşçıyla karşı karşıyaymış gibi kılıcıyla saldırıyordu. Kılıcının pırıltısı diğer bütün kılıçları görünmez kılıyordu. Savaşçıları ot keser gibi kesiyordu. Kısa bir zaman sonra cesetler yeri bir örtü gibi kapladı.


Ne kadar güçlü olursak olalım, eğer bir bulut kümesi bir ok hızıyla bize doğru gelmeseydi yüzlercesini öldüremezdik.

Güçlü bir tanrı, gürültüyle uyarılar yollarken, ağabeyim rüzgârın kükremesiyle birlikte yanıma düştü. Birbirimizi kılıçlarımızla selamladık ve sonra Kamui-otopuş saldırıya başladı.


Babamın olağanüstü kılıcını savaşçılara doğru savurmama rağmen, benim hünerim Kamui-otopuş'unkinin yanında çok silik kalıyordu. Kılıcının pınltısı diğer bütün kılıçları örtüyordu. Savaşçıları ot keser gibi kesiyordu ve kısa zaman sonra cesetler yeri bir örtü gibi kapladı.


Şipiş-un-mat ansızın bağırdı. "Yiğit yaunkur savaşçısı! Ablan uzak bir ülkede güçlü cinlerle savaşıyor. Onun yardımına koşmazsak onu öldürebilirler ve onu bir daha hiç göremezsin. Kamui-otopuş bütün bu savaşçılarla baş edebilecek güce ve hünere sahip. Haydi hemen buradan ayrılalım ."


Şipiş-un-mat göklere doğru uçtu. Kılıcımı kınına koydum ve hemen arkasından uçtum. Şipiş-un-mat'ın gözünün önünde canlanan ülkeye geldiğimizde, pek çok tanrının öldüğünü haber veren gümbürtüler ve sesler duyduk. Aşağımızdaki savaşın dumanları dünyayı örtüyordu. Gürültüler arasından ablamın yoldaş ruhlarının üzgün homurtularını duyabiliyorduk.


Ablamın ruhlarının homurtuları, beni, onu kurtarmak için harekete geçirdi. Onun kılıcını bir iki kez daha salladıktan sonra yorulup bayıldığını üzüntüyle gördüm. Kendine geldiğinde kılıcını yeniden kullanabilecekti. Rüzgârın kükremesiyle birlikte onun yanına düştüm.


Babamın olağanüstü kılıcını çektim ve savaşçılara doğru savurdum, ama benim hünerim Şipiş-un-mat'inki yanında çok sönüktü. Saldırıya başlar başlamaz, kılıcının pırıltısı diğer bütün kılıçları bastırdı. Savaşçıları ot keser gibi kesiyordu ve kısa zaman sonra cesetler yeri bir örtü gibi kapladı.


Pek çok mızrak üzerine gelince ablam yere yıkıldı. Onu kendime doğru çektim ve bedenini göklere doğru yukarı kaldırdım. "Babamın dua ettiği tanrılar" dedim, "ablam beni sevgiyle yetiştirdi. Bana gösterdiği özen için onu ödüllendirin. Benim düşmanımın kızı olmasına karşın onu yaşama döndürmeniz için size yalvarıyorum."


Tanrılar sözlerimi duydu ve yürekleri yumuşadı. Ablamın ruhu ellerimdeki bedenden yeni, canlı bir ruh olarak ayrıldı.

Büyük bir kükremeyle yukarı doğru uçtu ve doğuya, ülkemize, yaunkur diyarına doğru yolculuk ederken gümbürdemeye devam etti.


Şipiş-un-mat ile ben tazelenmiş bir ruhla savaşmaya devam ettik. Ablama saldıranları tümüyle yok edip onun öcünü alana kadar durmadık. Savaş bitip her yer sessizleşince, Şipiş-un-mat'ın gözleri birdenbire yaşlarla doldu. Bana şöyle dedi: "Bu ülkenin batısında fırtına cini ve onun kız kardeşinin bize saldırmaya hazırlandığını görüyorum. Bu, kadın kadına, erkek erkeğe bir savaş olacak!"


Çok geçmeden batıda bir bulut kümesi havalandı ve beraberinde fırtına getirdi. İki yaratığın bize doğru gelmekte olduğunu gördüm, ilk olarak daha önce hiç görmediğim tuhaf bir yaratık yaklaştı. Onun insan olup olmadığını merak ettim. Çünkü daha çok üzerinde kol ve bacak çıkmış küçük bir dağa benziyordu. Belinde bir sandalın küreği büyüklüğünde bir kılıç asılıydı. Onun arkasından ise kara ve deniz hayvanlarının derilerinden dikilmiş savaş giysisi giymiş bir kadın geliyordu. Elinde kırmızı bir bıçakla Şipiş-un-mat'a doğru yürüdü. Şipiş-un-mat' ın daha önce söylediği gibi fırtına cini bana, küçük kız kardeşi ise ona şiddetle saldırdı.


Canımı kurtarmak için elimden geleni yaptım. Fırtına cininin kılıç darbelerinden korunmak için hafif bir yel gibi oradan oraya uçtum. Daha sonra onun savaş elbisesini nasıl bağladığını fark ettim. Babamın olağanüstü kılıcını mızrak gibi tutarak bağların olduğu yere kılıcımı sapladım. Talih yüzüme güldü, kılıcın ucu doğrudan etine saplandı ve cin dosdoğru yere devrildi. "Eninde sonunda o da insan olmalı" diye düşündüm.


Şaşkınlıkla fırtına tanrısının savaş giysisinin içinden genç, yakışıklı bir oğlanın fırlayıp çıktığını gördüm. Bana bakıp şöyle dedi: "Beni şaşırttın genç yaunkur. En büyük tanrılar bile, benim giysimi parçalayamadılar, ama sen bunu başardın. Ancak büyük savaşçıların, bu savaş giysileri olmadan savaşmaları gerekir ki, hangimizin daha üstün olduğunu görelim. Birbirimizi öldürsek bile yüreklerimiz rahatlayacak. Çünkü herkes bizden söz edecek. Bana şimdi cesaretini, gücünü ve hünerini göster."

Kılcını çekti ve bana doğru savurdu. Onun kılıç darbelerinden kurtulmak için yine hafif bir yel gibi oradan oraya uçtum. Sonunda talih yüzüme güldü, kılıcımın ucu doğrudan etine girdi ve ruhunun bedenini terk edip büyük bir kükremeyle yukarı uçtuğunu duydum.


Bu arada Şipiş-un-mat ile fırtına cininin kız kardeşi de şiddetli bir biçimde savaşıyorlardı. Cinin savaş giysisinin nasıl bağlandığını fark ettim. Babamın olağanüstü kılıcını mızrak gibi tutarak, tanrıçaya bu bağların olduğu yerden vurdum. Talih yüzüme güldü, kılıcımın ucu doğrudan etine saplandı ve dosdoğru yere devrildi. "Eninde sonunda o da insan olmalı" diye düşündüm.


Şaşkınlıkla, deri savaş giysisinin içinden güzel genç bir kadının fırlayıp çıktığını gördüm. Bana bakıp şöyle dedi. "Beni şaşırttın genç yaunkur. En büyük tanrılar bile benim savaş giysimi parçalayamadılar. Ama sen bunu başardın. Şipiş-un-mat'ın bana zarar vermesine izin verme."


Şipiş-un-mat öfkeyle, "Hangimizin daha üstün olduğunu görmeliyim. Birbirimizi öldürsek bile yüreklerimiz rahatlayacak. Çünkü herkes bizden söz edecek. Bana şimdi cesaretini, gücünü ve hünerini göster" dedi.


Şipiş-un-mat kılıcını çekti ve cine doğru savurdu. Talih yüzüne güldü, kılıcının ucu doğrudan tanrıçanın etine saplandı ve onun ruhunun bedeninden ayrılıp büyük bir kükremeyle yukarı uçtuğunu duydum. Onun canlı ruhu doğuya doğru uçarken gürlüyordu.


Şipiş-un-mat bana şöyle dedi: "Biz ayrıldıktan sonra Kamui-otopuş ve benim erkek kardeşim savaştılar ve senin kardeşin benimkini öldürdü. Benim erkek kardeşim senin düşmanın olduğu için, benim de senin düşmanın olduğumu düşünebilirsin. Eğer beni şimdi öldürmeye karar verirsen yüreğim rahat eder. Ya da bana acır ve beni kendi ülkene götürürsün. Her iki durumda da artık savaşmaya son vermenin zamanı geldi."


Şipiş-un-mat'ı birlikte götürmeye karar verdim. Çünkü hiçbir kadının onunla kıyaslanamayacağını biliyordum. Şimdiye kadar hiç görmediğim yaunkur ülkesine, benim ülkeme birlikte yolculuk ettik. Babamın muhteşem evine indiğimizde, haberciye seslendim. "Ağabeyim ve beni büyüten ablam döndüler mi? Eğer dönmedilerse, repunkur ile savaşmak için hemen buradan ayrılayım."


Haberci yanıt verdi: "Kamui-otopuş savaşı bitirip döndü. Tanrılar ablanızı hayata döndürdüler ve o da burada."

Söyledikleri doğruydu. Ablam hayata dönmüştü ve her zamankinden çok daha güzeldi. Hayatımı kurtarmasına şükran duyan ağabeyim, kız kardeşimi Kamui-otopuş ile evlendirdi. Hayatımı kurtardığı için Şipiş-un-mat'ı da benimle evlendirdi.

O zamandan beri huzurlu bir yaşam sürüyoruz. 



Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak