KARMATİ HAREKETİNİN MERKEZ VE TAŞRA TEŞKİLATI
A. Merkez Teşkilatı
İsma'ili doktrinin en göze çarpan unsuru kapsamlı olmasıdır. Bunun nedeni İsma'ililer'in genel anlamda İslam toplumunun genelde paylaştığı teokratik fikirlere tepkisidir. İslam tarihi, bu teolojik amacı toplumsal somutluğa kavuşturma amacının farklı gruplar tarafından sürdürüldüğü bir tarih olmuştur. Ehl-i Sünnet anlayışı hem politik ve sosyal hem de ilahi rehberli bir idare oluşturmak amaçlı bir yönetim anlayışını benimsemiştir. Halbuki Şia anlayışı başlangıçtan itibaren, Hz Ali'nin soyundan gelen İmam rehberli bir teokratik anlayışa sahip olmuş ve dinsel düzenin yeryüzünde bu şekilde kurulacağı farz edilir. Şia, dinsel amaçlı düzenin sadece bu anlayış çerçevesindeki imamlar tarafından tesis edilebileceğine inanıyorlardı. Bu inancı "ilm" kavramıyla ilişkilendirmişlerdir. Şia anlayışında bir dizi anlamı olan "ilm" terimi, belirsiz biçimde ''bilgi" anlamında kullanılmaktadır. Şii doktrininde imamlara sadece toplumsal düzenlemeyi yapmak için gerekli bilgelikle donanımlı insanlar olarak bakılmakla kalınmaz ayrıca onların İslami mesajın daha derin olarak anlaşılabilmesi için gerekli olan rehberler olduğuna inanılırdı. Temel olarak imamların "ilm"inin dinsel yapısı düşünce yansımalıdır. Bu düşünce yapısı, normal insanın yanılabilir zekasından kaynaklanmaz. Bu yapı daha ziyade Allah tarafından imama bahşedilir ve bir imamdan diğerine aktarılır. Bu durumda imamların ilm mekanizmaları, şeriat sistemindeki ulemaların tarihsel çalışma ve mantıksal sonuç çıkarmayla elde ettikleri bilgiden farklıdır. Bu nedenle imam, Şia sisteminin merkezinde yer alır ve ona itaat İslami mesajı elde etmenin en önemli unsuru olarak görülür. Bu ilke İsma'ilizm'deki merkezi unsurdur.
İmam'a itaat ve onun istekleri doğrultusunda bir hayat sürme ilkesi, insanların, varlığın gizemlerini bilgisel ya da akılsal yetenekle bulma denemelerine izin vermedi. Başlangıçtan beri, bir çeşit rasyonalizmin, İsma'ilizm'in önemli bir öğretisi olduğunu söyleyebiliriz. Ancak buradaki rasyonalizm teriminden zamansal anlamlı bir rasyonalizm anlamalıyız. Bu dönemde mevcut olan rasyonalizm anlayışının en önemli parçası Antik Yunan filozoflarından miras kalan anlayıştır. Bu anlayış Müslümanların Arap fetihlerini izleyen dönemden sonra mevcut olmuştur. Müslüman toplumun içindeki daha entellektüel kişiler Yunan rasyonalizminden etkilenmiş ve uyarıcı bir unsur olarak etkide bulunmuştur. Bu insanlar, bu rasyonalizm düşüncesini İslami vahyin ilkeleriyle uyumlandırma denemelerine girişmişlerdir. İsma'ili olmayan birçok düşünürün yapmış olduğu gibi, İsma'ili düşünürleri de benzer isteklerde bulunmuş, rasyonalizmi kendi amaçları için spekülatif bir araç olarak kullanmayı denemişlerdir. Ancak İsma'ili düşünürlerin, İsma'ili olmayan düşünürlere göre rasyonalizmin kullanım sahasına dair daha kuralcı bir yaklaşım içinde oldukları bilinir. İsma'ili anlayışında, en üstün yetki merkezi imamdadır. Çünkü yukarıda da belirttiğimiz gibi onun ilminin Allah tarafından doğrudan ona bahşedildiğine inanılıyordu. Bu nedenle dinsel alanda her zaman öncelik İmam'a verilmiştir. Böylece Fatımiler döneminden hemen önce İsma'ili düşünürleri rasyonelliğe büyük ilgi duyarken, bu ilgiyi İmam'ın ilminden kaynaklanan yetkisel öncelik prensibiyle de dengelemeye çalışıyorlardı. Yunan rasyonalizmine karşı olan genel ihtiyatlı yaklaşıma örnek olarak bağımsız düşünür Muhammad b. Zekeriyya el- Razi ve İsma'ili düşünür Ebu Hatim el-Razi arasındaki münazarayı gösterebiliriz.
Yukarıda ifade etmeye çalıştığımız İmam kavramı Şia toplumu için Mehdi kavramından ayırmak mümkün değildir. Fakat bu iki kavramın teorik ve pratikteki işlevleri birbirinden apayrı anlamları içermektedir.
a-Manevi Lider Olarak Mehdi
Mehdi kelimesi düşünce tarihinde önemli yer tutması gereken bir kavramdır. Dini bir kavram olarak ön plana çıkmasına rağmen aslında arka planında, genelde toplumların huzursuzlukları, gerginlikleri, iktisadi memnuniyetsizliği, sosyal tabakalaşmadaki uçurum, milliyetçilik kaygıları bazen de menfaat çatışmaları gibi kaygılar yer almaktadır. Bütün toplumların sahip oldukları inançlarda "beklenen bir kurtarıcı" düşüncesi olmakla birlikte bu inançlar arasında mehdi kavramının işlevi coğrafya, siyasi, idari ve sosyal huzursuzluklar, tarihi sürecin etkisiyle beklenen kurtarıcı tasavvuru değişik şekil ve içeriklerin de ilavesiyle ihtilal içerikli hareketlerin öğretilerinin temelini oluşturmuştur.
Toplumların idari mekanizmaya karşı olan memnuniyetsizliklerini zulümle dolmuş dünyaya adaletle dolduracak bir kurtarıcı olarak "Mehdi"yi beklemeye başlamalarına neden olmuştur. Kelimenin kökenine baktığımızda; Mehdi kelimesi Arapça hada, "hdy" kökünden ism-i mef'ul olup hidayete ermiş, hidayet bulmuş kişi anlamını taşır. El-Mehdi ise "Allah tarafından kendisine yol gösterilen" hususi bir tarzda Allah'ın hidayetine nail olan manasındadır. İslam dünyasında, kavramın algılanış tarzına geçmeden önce kavram ile ilgili İslam literatüründeki verilere bakmakta yarar vardır. Kelimenin bu kullanım tarzı Kuranı Kerimde yoktur. Yalnız aynı kökten Allah'ın Esma-i Hüsna'sından olan el-Hadi kelimesi Kuran-ı Kerim'de beş yerde geçmektedir. Bu kullanım tarzı hidayete ermiş mürşid, rehber, delil, anlamına gelmekte olup, hidayet yolunu gösteren anlamlarını içermektedir. Mehdi kavramı ise hidayete eren, doğru yolu tutan anlamına geldiği gibi "kurtaran", "hidayete erdiren" anlamında da kullanılmaktadır.
Kuran-ı Kerim'in doğrudan doğruya temas etmediği fakat islam kültüründe oldukça renkli bir şekilde yaşatılan ve beklenilen bir kurtarıcı fikri özellikle kendisine Allah tarafından yol gösterilen anlamıyla ön plana çıkmıştır. Şii fırkalarındaki Mehdi kavramı temelde bu mana üzerinde şekillenmiştir. Şii tarikalarının bu manayı kullanmalarında önce gündelik dildeki kullanımıyla doğru yolu takip eden ve kendilerine yol gösterilen halifeler Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali hakkında da, bu kavram kullanılmıştır. Müşriklere doğru yolu gösterdiği, müminleri Allah'a kulluk etmeye yönelttiği için, Hz. Peygamber hakkında da kullanıldığı bilinmektedir. Yalnız Hz. Peygamber ve Dört Halife dönemindeki kullanım tarzı, yol gösterme anlamı çerçevesinde anlamak gerekir. Kavramı İbnü's Sad rivayetinde Musa İbnü Talha ile bağlantılı olarak, Mehdi olarak adlandırılmıştır. 680'de Hz. Hüseyin'in akrabaları ve hizmetlilerinden oluşan küçük bir grupla Irak'a hareketi ve Kerbela'da şehit edilmesinden sonra "el-Mehdi İbnu'l-Mehdi" şeklinde adlandırıldı. Bu şahadet Şii fırkalarının Mehdi anlayışının oluşabilmesi için yeni kapılar açtı. Nihayet bu kavram Emevi halifelerinden Ömer İbn Abdulaziz hakkında da mücedditliğinin bir işareti olarak da kullanılmıştır.
Tevvabun hareketi, ile halk, psikolojik birtakım unsurların sonucu olarak harekete geçmişlerdi. Ahmet Cevdet Paşa, bu durumu, "Sevdazede-i teessür ve teessüf' olmuşlardı, ifadesiyle açıklamaya çalışmıştır. Halk, Hz. Hüseyin'in ölümünden beri işlemiş olduklarına inandıkları büyük günahı düşünerek, bile bile ölümün kucağına kendilerini atmışlardı. Muhtar es-Sakafi halkın bu psikolojisini kendi çıkarına kullanarak Muhammed b. el-Hanefiyye lehine Mehdilik iddiasını açık olarak ilk kez bir şahıs için kullanan kişidir. Bu dönemde Mehdi kavramında içeriği Muhammed el-Hanefiyye'nin ölümüyle "el-Mehdiyyu'l-Muntazar" (beklenen Mehdi) haline dönüşmüştür. Bu şekliyle Mehdi ile Mehdilik fikrine ric'at inanışı da girmiş oldu. Ricat inanışı Şii fırkalarınca kabul edilmiş. Daha sonraları imamet ile bağlantılı olarak Mehdi konusu İmam Azam Ebu Hanife, el-Eş'ari ve el-Maturidi gibi ilk Sünni kelamcıları tarafından işlenmeye başlanılmıştır.
Dört Halife devri sonunda Müslüman toplumları her birinin tarihi ve psikolojik etkiler sonunda, mehdi kavramı başlangıçtaki "doğru yola sokulmuş", manasındaki şeref unvanı, sonradan gitgide Ehli Beyt'ten çıkarak, "yeryüzü, cevr ve zulümle nasıl dolmuşsa, öylece adaletle dolduracak" olan kurtarıcının sıfatı olmuştu. Emevi uygulamaları ve Abbasi hanedanının hilafeti ele geçirmesiyle Yakın ve Ortadoğu'nun sürekli bir şekilde iktisadi gelişmesi, imparatorluğunun sosyal bünyesinde kurulu düzene karşı memnuniyetsizlik hareketi ve açık isyanlar haline gelen bir seri huzursuzluklara ve gerginliklere yol açtı. Bu hareketlerin kökeni ekonomik sosyal ve bazen de milliyetçilik dürtüsü olmasına rağmen hemen hepsi dini hareket olarak ortaya çıkıyorlardı. Memnuniyetsizlik psikolojik yoğunlaşma veya menfaat çatışması, İslam toplumlarında vasıtası mezhep, aracısı dai ve lideri Mehdi veyahut onun temsilcisi olan bir grup tarafından idare edilmekte idi. Halife Me'mun (813-833) gibi yöneticilerin memnuniyetsiz kitleleri tatmin etmek amacıyla Ali el Rıza'yı halefi olarak tayin etmek istemesi Abbas'ın torunlarıyla Hz. Ali'nin torunlarının ilke olarak yönetim açısından aynı hakka sahip olmalarını göstermesi açısından önemlidir. Şia içinde moral değerleri idarenin zaafiyetini eşitsizlik Mehdilik kavramıyla vurgulamaya çalışan Zeydilik ve İsma'iliyye fırkaları bu açılardan farklılık arz ermektedir. Zeydilik Hz. Hüseyin'in torunu Zeyd b. Ali (80/699-122-740)'ye uyan gruba verilen addır. Mehdilik, bu gurup için İmametin şartı olmuştur. Zeydiler, İmamiyye'nin aksine zulmün kaldırılması ve adaletin yerleştirilmesi için kılıçla davette bulunan kişi olarak açıklamaya çalışmışlardır. Burada dikkati çeken husus Zeydiler İmamiyye'nin adaleti tesis edecek imamın Mehdi sıfatıyla kıyametten önce halk ayaklanmasını organize edecek kişi olarak kabul etmişlerdir. İmamiyye'nin altıncı İmamı Cafer es-Sadık'ın 148-765'de ölümünden sonra ortaya çıkan ve yedinci imam olarak Cafer es-Sadık'ın büyük oğlunu kabul eden İsma'ililer ise İmamiye veya Zeydiyye'nin anladığı şekilde zulmü kılıçla ortadan kaldırması ve adaletin yayılması anlayışını kastetmekte; kılıçla ikame yerine, Batıni bir anlayışla dinin ıslah ve yenilenmesi fikrini benimsemektedir. İmami kaynaklarda Karmatiler'in öncüleri olarak gösterilen Mubarekiyye'nin ana kütlesini temsil eden grup ise, Muhammed b. İsmail'in ölümünü kabul etmemişti. Onlar için Muhammed b. İsmail, Mehdi ya da Ka'im olarak yeniden ortaya çıkmasını bekledikleri yedinci ve son İmamdı.
Yalnız Karmatiler, bu anlayışı gerçekleştirebilmek için mücadeleyi de ön plana çıkarmışlardı. Bu faaliyetlerinden ötürü, İsma'ililerle bağlantılı fikir akımları diğer heteredoks gruplar gibi farkına varıldıklarında merkezi otorite tarafından takip edilmişlerdir. Bu takibattan kurtulabilmek için faaliyetlerini merkezden uzak bölgelere kaydırmışlar, gizliliği de doktrinlerinin temeli haline getirmişlerdir. Dai konfederasyonu haline dönüştürülen oluşum doğunun eski dinleri ve Yeni Eflatuncu felsefeden etkilenmiş ve İslam düşüncesiyle ilgisi olmayan zaman zaman bu düşünce tarafından zararlı görülen fıkirleri de bünyelerine katmışlardı. Bu düşünce tarzı genelde, Batıni olarak isimlendirilmiştir. Bu grupların zararlı, menfi ve müfsit inanışları İslam dünyasındaki yayılış tarihi iki devreye ayrılmaktadır. Birinci devresi devr-i setr denen gizlilik devresi yaklaşık bir buçuk asır sürmüştür. Selemiye'den Mehdilik iddiasıyla ayrılan Ubeydullah el-Mehdi'nin ayrılmasıyla başlayıp Fatımi devletinin 909 yılında kurulmasıyla sonuçlanan, İkinci dönem Devr-i Zuhur (Devr-i Keşt) denen açık devre başlamıştır. Birinci devresi olan gizlilik devresinde, Dailer aracılığıyla Karmati-İsma 'ili öğretisi, Irak, Suriye, Kuzey Afrika ve Bahreyn'e kadar olan bölgelerde yayılmıştı. Bu dönemde Mehdilik inanışıyla ilgili düşünceler, özellikle "zulüm ve istibdatla dolu dünyayı adalet ve doğulukla dolduracak bir mehdinin geleceği" fikri, adı geçen bölgelerdeki huzursuz gruplar üzerinde etkili olmuştur. Karmati dailerince yapılan propagandaya tabi tutulan gruplar, idareden memnun olmayan gruplar, işçi sınıfından bazı zümreler özellikle Kufe Sevad'ında bataklıkları kurutmak amacıyla çalıştırılan işçi gruplar ve köleler idi. Sosyal statülerinden rahatsız olan grupların yanında zaman zaman menfaatleri icabı bu gruplara katılanlar da olmuştur. Bahreyn Karmatileri içinde Zemani gibi kişiler, bunun güzel bir örneğidir. Karmatiler başlangıçta Irak'ta, Hamdan Karmat başkanlığında, Suriye-Mezopotamya'da Zikreveyh ve oğulları, Yemen'de İbn Hevşeb ve Ali bin Fazıl, Mağrib'de Ebu Abdullah eş-Şii Bahreyn'de Ebu Said el-Cannabi' gibi dailer yukarıda bahsedilen bölgelerdeki sosyal gruplardan yararlanarak propaganda faaliyetlerini sürdürdüler. Gayr-ı memnun gruplar, sosyal statülerinin iyileşmesi "zulüm ve istibdatla dolu dünyayı ve adalet, doğruluk ve eşitlikle dolduracak" Mehdinin geleceği düşüncesi çerçevesinde teşkilatlandırdılar. Öyle ki Bahreyn Karmatileri, bu dai konfederasyonu mahiyetindeki teşkilatları bir adım daha ileri götürerek devletleşme imkanı bulmuştur.
İsma'ili düşüncenin ikinci devresi olan ortaya çıkma, açığa çıkma döneminde 899 yılında "Gizli İmam" olarak Ubeydullah, İmam ve Mehdi düşüncesinde yeni bir takım çıkarımlarda bulununca Hamdan Karmat, Abdan, Zikreveyh ve taraftarlarınca bu reform benimsenmemiş ve karşı mücadeleye başlanılmıştır. Bu dönemde Suriye ve Mezopotamya'da faaliyet gösteren dai Zikreveyh ve oğulları hem Irak bölgesindeki Karmatilere hem de Selemiye'deki Ubeydullah'a karşı faaliyette bulunmaya başladı. Son gelişmelerden Ubeydullah'da kaygılanmaya başlamış bu amaçla Selemiye'de kalmanın sakıncalı görerek bölgeden uzaklaşmak için hareket geçti. Ubeydullah, dai Abdullah eş-Şii'nin faaliyet gösterdiği Afrika sığınılacak güvenilir bir bölge olarak görmekte idi. Bu nedenle Afrikiyye'ye doğru yola çıktı. Bu yolculuk Fatımi devletinin kuruluşunun da ilk adımı oldu. Kuzey Afrika'daki dai Ebu Abdullah el-Şii'nin faaliyetlerinin başarıya ulaşmasıyla Ubeydullah "el-Mehdi" unvanıyla halife oldu. Bu şekilde İsma'ililer Fatımi devleti adıyla anılacak bir devlet kumuş oldular. Fatımi halifeleri devletleşme sürecinde bir takım aşırı düşünceleri daha geniş kitleleri kucaklamak amacıyla yumuşatma veya terk etme yoluna gitmişlerdir. Bu yeni açılım iktidarda olan İsma'ililerle (Fatmiler) diğer İsma'ili gruplar arasında da doktrinsel açıdan farklılaşmayı beraberinde getirmiştir. Nitekim Fatımi devleti 597/1171 yılında Selahaddin Eyyubi'nin ortadan kaldırmasından sonra, İsma'ililer'deki Mehdi düşüncesinde kısmen bir değişiklik olmuştur. Bu dönemde "Mehdi" düşüncesi "Gaib İmam" anlayışına dönülmüştür. Bundan İsma'ililerin temelde İmamın kutsiyetine olan aşırı inançla, ihtilalci fikirlerden uzaklaşma eğitimine girmişlerdir.
Böylece "Gaib İmam'"ın bütün yetkilerine sahip olan ve şu anda başta bulunan "hüccet", kılıçla zulmü kaldırıp adaleti getirecek bir "mehdi" değil, dini ıslah eden ve yenileyen manevi bir önder olarak düşünülmeye başlanmıştır.
b. İmamet ve İmam
İmamet düşüncesi ile Mehdilik kavramını birbirinden ayrı ele almak mümkün değildir. Bu iki kavramda otorite, lider ve yönetimi ifade etmesi açısından önemlidir. Bu kavramların algılanmasında İlk dönem tarihinin öncesi ve sonrasındaki siyasi ve sosyal yapılanmanın önemli bir yeri vardır. İslam dini, Mekke gibi medeni bir ortamda doğdu. Bedeviliğe karşı kabileleri yönetenlere karşı koymaya çalıştı. Gelenek ve kabile düşüncesinin yerini tutması için devlet ve kanun düşüncesi İslam dini aracılığıyla yerleştirilmeye çalışıldı. Kabile dışındaki otorite bedevilere yabancı bir düşünceydi. İslam, otoritenin yalnız Allah'a ait olduğunu otoritenin ancak onun adıyla var olabileceğini belirterek yönetimin adaleti gerçekleştirme ve ümmeti korumayı hedeflemesi gerektiğini açıkladı. Yönetim şekli ve uygulama biçimi ümmete terk edilen şeydi. Böylece peygamber "Allah adına devlet" düşüncesini yerleştirdi. İlahi yasaların her şeyin üzerinde olduğunu ilan etti. İslam dini belli bir toprak parçası üzerinde yükselen politik bir kurum olarak değil temelde sosyal bir organizasyonu yani ümmeti kabul etti. Gerek fert gerek cemaat olarak insanlar üzerinde durdu. İnsanlığa halklardan, milletlerden ve kabilelerden oluşan topluluklar olarak baktı. Buna göre insanlar dini bir davete uyduklarından ve ahidde onları birbirine bağladığından ümmet sosyo-politik bir oluşum olup ümmet genişledikçe ülke de büyür anlayışı vardı. Peygamber dini otoriteyle dünyevi otoriteyi şahsında toplamıştı. Bu nedenle dini alanla, siyasi alanı birbirinden ayrılmamıştı. Aksine bunları birbirini gerektiren unsurlar olarak görülmüştü.
İslam inancı sosyal problemlere eğilmiş, toplumdaki tabakalaşmaları önleyecek kavramlar üzerinde durulmuştur. Bu kavramlardan biri de Takva'dır. Takva Müslümanlar arasındaki eşitliğin de sigortası olmuştur. Bu durum sosyal gelişmeyi tetikleyen bir unsur olmuştur. Ayrıca, toplumda zayıflar olarak adlandırılan köleler, çocuklar ve kadınların karşılaştıkları haksızlık ve adaletsizliklerin düzeltilmesi bu tür sosyal kavramlarla sağlanmaya çalışılmıştır. Bu nedenlerle, Hz. Peygamber'in seslendiği kitle de karşılaştıkları siyasi, sosyal problemleri peygamber'in yaşamında O'na devretmiştir. Fakat genişleyen İslam toplumu, Peygamber dönemi ve sonrasında bu safhayı aynı ölçüde hazmedememiştir. Hz. Peygamber'in vefatından sonra ortaya çıkan rahatsızlıklarda bunu açıkça ortaya koymaktadır. Hz. Peygamber sonrasında ilk olarak ortaya çıkan sorun otorite sorunu oldu. Hz. Muhammed (sav) Kur'an'da yeni olan veya ima edilen formlara uygun yaşayan bir cemaatin oluşturulmasını öğütlemişti. Ama toplumun nasıl bir otoriteyi sahip olması gerektiğini vurgulamamıştı. Bu sorun, islam dünyasında anlaşmazlıkların ve çatışmaların da temel sebeplerinden birini oluşturdu. İslam toplumunda idari yapıyla ilgili başlıca sorunlar: Hz. Muhammed (sav)'in halefliği halifelik ya da imamlık denen idari mekanizma bütün Müslümanlara mı, yoksa sadece sahabeye ya da sadece onun ailesine mi açık olmalıydı. Halife nasıl seçilmeli? imamın otorite olarak durumu nasıl olmalı gibi sorular ortaçağ İslam dünyasının tartıştığı hususlar olmuştur. Zaman zaman İslam öncesi birtakım unsurların da etkisiyle İslam toplumu bu soruna farklı açıklamalar getirmeye çalıştı. İmam kavramının bu sorunun çözümü için önemli çıkış noktası olmuş, fakat beraberinde yeni bir takım problemleri getirmişti.
İslam toplumundaki fırkaların çoğunun doğuşunda, bu kavrama verilen anlamlardan kaynaklanan ihtilaflarda, imametin etkisi büyüktür. İmamet, özellikle Şia'nın en belirgin vasfı olmuştur. İsma'ili doktrinin doğası gereği İmamet kavramı teorikte Mehdi'nin gölgesinde kalmış pratikte ise Mehdi'den daha etkin bir kurumdur. Şia için imamet terimi hilafet gibi din ve dünya işlerinde genel başkanlık demektir. Eskatolojik bir element olarak ifade edilir. İmamet kavramı, din ve dünya işleri ile ilgili olarak herhangi bir şahsın Hz. Peygamber'e niyabetle genel başkanlığıdır. İsma'iliyye kolu bu noktada Kur'an ve Sünnet'in açıklanmaya muhtaç olduğu, dini nasslara açık, anlaşılır ve gizli (batın) olmak üzere iki manasının bulunduğu; İnsanların açık olanı kolaylıkla anladığını, batını ise ancak imamların anlayabileceğini, imamlar olmazsa asıl olan bu mananın unutulup gideceğini; bu bakımından imamların bulunmasının zaruret olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu anlayışın devamı olarak Natık ve Vasi kavramları kullanılmıştır. Natık ve Vasi'yi yedi imamlardan biri olarak İsma'ili terminolojide imamlık düşüncesini ifade etmeye yarar. İmamı, "el İmamu'l Mutimm" yani tamamlayan anlamını ifade etmek için kullanılır. Bu anlamıyla İmam'ın misyonu, peygamberin işini tamamlamaktır. İmam kelimesi yalnız başına sıklıkla kullanılır. Fakat Resul'den risalet, vasi'den vesayet açıkça kullanılırken İsna aşere kaynaklarında, imamet terimi nadiren kullanılır. Fatımi dönemi İsma'ili çalışmalarının tersine, İmam teriminin kullanılmasındaki belirsizliğin nedeni oldukça farklı fikirleri ifade İmamu'z Zahir, imamu'l Batın veya İmamu'l-lah en-Natık veya İmamu'l-Hak et Batın üzerinde ifade edilme örneğinde görülebilir.
Arapça bir kelime olan İmam genelde yönetici, lider manasındadır. Sadece kullanım olarak bir toplumun lideri için veya bir fikir veya mezhep, akımın önde gelen lideri için kullanılır. İmamın görevini ifade etmek için, imamet kavramı kullanılır. Şiiler, halifelikle imamlığı ayrı ayrı anlarlar. Onlar, İmam'ın masum ve Haşimi'lerden ve Ali b. Ebi Talib neslinden olmasını şart koşarlar ve imamın, bizzat halkın işinin görür durumda olması zorunlu değildir. Onlara göre İmamlık ve halifelik Ali b .. Ebi Talib ile bunun neslinden olanlarca sürdürülmesi gerekmektedir. imamet kavramının bu idari fonksiyonlarının yanında ona verilen farklı anlamlarda kayda değerdir. Şia kültüründe verilen anlamları iki kategoride toplayabiliriz.
Örnek, ideal tip, şahit, kisve, simge, yolun işareti, hüccet, kılavuz, üstün insan, İslam'ın ayni tecessümü, dinin zihinsel kavramlar şeklinde tebliğ ettiği ahlaki faziletleri ve akideler toplamını kelimelerle beyan eden kimsedir. İmam, varoluşu, yaşaması ve ölümüyle kendini gösterir. İmam gözle görülen ve hissedilen bir İslam'dır. İnsan şekline dönüşmüş bir imamdır. Bu anlamda imam daima yaşayan imamdır. Her zaman imamdır. İster ölümden önce, ister ölümden sonra, ister hakim, ister muzaffer, ister yenik olsun yine de imamdır."
Rehber, önder, kurucu, ümmetin hidayetinin sorumlusu, ekole göre halkın rehberliğini üstlenen, tekamül yolundan halkın imamlığını yapan kimsedir.
Ehl-i Sünnet'e göre ise İmam dini nass veya tayin ile değil icma ile sabit ve belli olur. Bir adım daha ileri gidilerek, İmam'ın nass ve tayinle değil; seçim, şura, icma gibi organlarla seçilmeyi esas alması, Sünni ve Şii toplumları arasındaki temel ayrılığın nedeni oldu. Ayrıca bu konuyla ilgili Maverdi, imamın dini konuları ve dünyayı yönetmek üzere - nübüvvetin yerine- hilafet için konulmuş olduğunu; Taftazani ise, imametin "Allah Resulü'nün yerine hilafeti, bununda din ve dünyayla ilgili genel başkanlık, yöneticilik" biçiminde tanımlamıştır.
Mutezile ise, imamet dinin esaslarındandır. Peygamber'in bu hususu bilmemiş olması caiz değildir. O şahsın İsmet ve keramet sahibi olması şartıyla birlikte ancak nass ve tayin ile olur. Muhtariye Fırkası, imamın naklen ve zorunlu olduğunu söyleyenlere muhalefet olarak dünyada hiçbir imamın bulunmamasını mümkün görmüştür. İmamiyye fırkası, İmamın, Hz. Peygamber'den sonra araya hiçbir kesinti girmeksizin Hz. Ali'dir. Zeydiye fırkasına göre, imamet Fatımi olanların yani Ali ve çocuklarından başkaları için asla caiz değildi. Şia'nın İmam değerlendirmesi, ilk imam Ali'nin yerine oğlu Hasan ve ondan sonra da diğer bir oğlu Hüseyin'dir. Hüseyin'in nesebinden gelenlerin oluşturduğu sülale daha muteber tutulmuştur. İsna Aşere Sadakat ve bağlılık (biat) yemini ettiği on iki imamın son dokuzu Hz. Hüseyin'in soyundan gelmektedir. Bu tanımlar iki kutuplu İslam dünyasının bakış açısını göstermesi açısından dikkat çekicidir. Bu tanımlardan imametin üç boyutu ortaya çıkmaktadır. Birincisi nübüvvetin hilafetidir. İkincisi, imametin görevi, dinin korunmasıdır. Üçüncüsü dünyanın yönetilmesidir. Dünya işlerinin yürütülmesi nübüvvetin yetki kapsamına alınmış olması imametin de aynı görev ve yetkinlikle yükümlendirmiş ve donatılmış olması anlamına gelmektedir.
Görüldüğü gibi İslam dünyasında İmamet kavramına ve onunla bağlantılı kavramlara farklı açılardan bakıtmaya çalışılmıştır. Sünni İslam ile Şia arasındaki İmamet anlayışındaki farkı Şia'nın İmam'ın gücüne inanmayışı ve onun yerine otoriteyi koymuş olmasıdır. İgnaz Goldziher, Sünni İslam lema; Şii İslam ise otorite inancını temsil ettiğini belirtmektedir. İki anlayışın referanslarını ortaya koymaya çalışmıştır. Bu manada İmam düşüncesi Batınilik-İsma'ililik ve Karmatilikte de teşkilatın başıdır. Nübüvvet'in Mehdi inanışıyla yakın ilgisi vardır. Külli akıl ile külli nefs ulvi alemin iki sırrını teşkil ettiği gibi Nebi ve İmam da Süfli alemin iki boyutunu temsil eder. Nebi natık (konuşan), imam ise Sarnit (susan)'dır. Nebi zahiri ameller; imam ise batıni tevillerle lafızların gerçek manasını ortaya koyar. Bu mana Allah tarafından imamlara öğretilmiştir. Bu yaklaşıma göre Şiilere, Şia imamlarının insanlara açıklanmamış "özel" manaları bildiklerini, batıni olarak konuşmakta, hükmetmekte ve davranmakta olduğuna inanırlar. Kainatın bağlı bulunduğu yedili sistem peygamberler ve imamlar için de geçerlidir. Buna göre bir peygamberin dönemi kendisi ve daha sonra gelen altı imamla birlikte yedi devir devam eder. Bu anlayışa göre, Hz. Muhammed (sav) natıktır, Hz. Ali ile başlayan Sarnitler Hasan, Hüseyin, Ali Zeynelabidin, Muhammed Bakır ve Cafer es Sadık ile biter. İkinci devir, İsmail b. Cafer -bazı gruplara göre Muhammed b. İsmail b. Cafer es Sadık- ile başlar. Bunlar da natıktır. İdari yapıyı açıklayan başka bir yaklaşım da Masum olan imamlar peygamberlerin getirdiği nassları te'vil ederek onların gerçek manalarını açıklamaktadırlar. Bu da onların emir ve yasakları değiştirebilen kutsi varlık statüsüne koymaktadır. "Esas" ve "Vasi" lakaplarıyla da anılmıştır. "Yecdullah" ve "Vechullah" gibi unvanlar taşıyan İmamlar aslında uluhiyetin beden kalıbına girdiği şahsiyetler olarak anlaşıldı. Bu anlayış tarzı, Max Weber'in otorite tipleri için de en ilginç olarak nitelediği karizmatik otorite veya karizmatik insan tipiyle örtüşmektedir. Weber "Karizma" terimini kendisinde doğaüstü yeteneklerin olduğuna inanılan ve sıradan insanlardan belli niteliklere sahip olan ve toplumu bunalımdan kurtaran insanı tanımlamak için kullanmıştır. İsma'ili-Karmati düşüncesindeki imamet anlayışı karizmatik lider tiplemesiyle açıklanabilir. W. Montgomary Watt, "Karizmatik Anlayışı" ilk Şii anlayışının asgari şekli Hz. Ali'nin şahsi değerine olan inanç olarak tanımlar. Böyle bir inanışta özel karizma unsuru büyük ihtimalle yoktur. Haşimi kabilesinde veya bu kabileye mensup olan bazı kimselerde karizmatik vasıfların bulunduğunu kabul eden inanç şeklini, bu asgari inançtan ayırmak gerekir. Hatta 750'lerde bile Haşim oğullarından Hz. Ali'nin kardeşi Cafer ve Hz. Muhammed (sav)'in amcası el Abbas'ta kayda değer, bir karizma bulunduğu ileri sürülebilir. Ancak karizmanın geniş kapsamı, ilk Şiiliğin mümeyyiz bir vasfıdır. Aslında Şiiler için Hz. Ali karizmatik bir liderdir. Hüseyin'in şehid edilmesinden sonra kabul edilen imamların aynı kategoride değerlendirildiğini görmekteyiz. Gulat-ı Şia'nın Hz. Ali'yi peygamber derecesine hatta ilah derecesine çıkaran propagandası güney kabilelerinde İslam' dan önceki "Yarı Tanrı kral" veya "İlahi Hükümdar" gibi karizmatik mistik lider anlayışıyla da uyuşmaktadır.
İsma'ili'nin öğretisi, 286/899 yılında, Ubeydullah'ın kendisini ve Muhammed b. İsmail'den sonra gelen atalarının da İmam olduğunu iddia etmesiyle başlayan tartışma, yeni ayrılıkların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu reformu tam olarak anlayabilmek için orijinal inancın Muhammed b. İsmail'den sonra başka bir imama yer bırakmadığını göz önünde tutmak gerekir. Merkezi liderliğin bu iddiası İsma'ili hareketi içinde sahip olduğu otoritenin de ipuçları vermesi açısından kayda değerdir.
c. Hüccet
Hüccet veya Hucce, Şia literatüründe genellikle İmam ve ondan sonra en yetkili kişi anlamında kullanılmış bir terimdir. Hüccet veya Hücce olarak tabir olunan kavramın kullanım ve ifade ettiği anlamda görüş farklılıkları vardır. Terim olarak Hücce, kanıt, tanıklık, aynı zamanda da akıl yürütme anlamına gelmektedir. İlk başlarda Tanrının varlığının ya da iradesinin "kanıtı" yani, belirli bir zamanda bu adın verildiği kişinin insanlık için Tanrı iradesinin kanıtlanmış bölümünü oluşturduğu, anlamında kullanılmıştı. Terimin bu kullanım tarzıyla onu peygamber ve İmamların bir özelliği olarak alan özellikle Hz. Muhammed'den sonra İmamlar olmaksızın dünyanın var olamayacağını kabul eden 12 İmam inancı Şiiler tarafından sistemleştirilmiştir.
Hz. Peygamberin vefatından sonra Hz. Ali'nin halife olması gerektiği düşüncesi etrafında birleşen siyasi gruplar, bu düşüncelerini dini açıdan temellendirmeye çalıştılar. II.VIII. yüzyılın ortalarından itibaren Hüccet kelimesi sözlük anlamının dışında daha çok "İmam" ya da "Mehdi" manasında kullanılmaya başlanmıştır. İtikadi ve fıkhi görüşlerin açıklık kazanmadığı ilk dönemde bazı aşırı Şii fırkalar, Hz. Ali'yi onun katındaki makamına vakıf olduğuna inandıkları Salman-ı Farisi için kullanılmıştır. Hüccet kavramını Kerbela hadisesi sonrası, toplumun psikolojik durumundan istifade etmek isteyen Muhtar es-Sakafi, bu dönemde Mehdi bazen de Allah'ın hücceti olarak tasvir edilmiştir. Muhammed el-Bakır ve Cafer es-Sadık döneminde inanış kavramıyla yapılan imametin Allah ve Peygamber tarafından nass'la bildirilmiş olduğu tartışmaları yapılırken İmamların Allah'ın Hüccet olduğu, onu tanımayanların da Hüccetsiz kalacağı vurgulanmıştır. Aynı kavram İmamiyye Şia'sı tarafından da farklı anlamlarla kullanılmıştır. Bunlardan birincisi, Hz. Peygamber ile birlikte diğer Peygamberler için ortak bir isim olarak kullanılmıştır. Hz. Peygamber'den sonraki ilk imam Hz. Ali'nin hücceti olduğu düşüncesi mezhep taraftarlarınca kabul edilmiştir. Bu düşünce tarzı bir adım daha ileri giderek Kuran-ı Kerim'deki bir ayetle bağlantı kurularak İmamlar içinde kullanıldı. Allah'ın bütün topluluklar için bir kılavuz (hadi) göndereceği belirtilen bu ayetin imamlara da tekabül ettiği düşüncesiyle bütün imamların hüccet olduğu kabul edilmiştir. Hadis kitaplarında imamet hakkındaki hadisler "Kitabu'l-Hücce" başlığı altında toplanmış olması ilk dönemde konunun anlaşılma tarzı hakkında, ip uçları vermektedir. Bu anlayış tarzı hücce ve İmam terimlerinin eş anlamlı olarak kullanıldığını göstermektedir. İmamiye Şiasında Hüccet'in diğer bir kullanım tarzı 12 imamı ifade etmesidir. Hüccet on iki imamın "Gaib, Muntazar" ve "Sahibü'z-Zaman" dan sonra en çok kullanılan lakaptır. İsma'ililer döneminde ise, hücce baş dai tebliğ lideri olarak anlaşılmıştır.
İsma'ili-Karmatilerde hüccet terimi, İsma'ili-Karmati tarihinin geçirmiş olduğu safhalara göre şekillenmiştir. Temelde yeryüzü imamdan hali olmaması kaide olduğu için, asıl imam gizli kalarak, halka huccet ikame etmek üzere Dailer meydana çıkar ve bu imam-ı mektum adına, halkı ona çağınr. Daha önce bahsetmiş olduğumuz İsma'ili tarihinin iki dönemi, Devri Setr (Gizlilik dönemi) ile Devri Zuhur/Keşf (açıklık dönemi)' de hüccet terimine farklı anlamlar yüklemiştir. Fatımi öncesi İsma'ili-Karmatiler Cafer Sadık dönemine kadar bazen dünyanın her çağında nebi, resul ya da imam şeklinde rütbesi değişse bile Tanrı'nın bir Hüccetinin bulanacağına inanılmıştır. Terim bu anlamının yanı sıra, dinsel hiyerarşilerde gizli Mehdi ile bağlantı kuran lider olarak da kullanılmıştır. Bu kullanım tarzı, İsma'ili ya da Karmati liderler ve Ubeydullah'ın kendini Mehdi ilan edişine kadar genelde bu sıfatla görev yapmışlardı. Başlangıçta Cafer es-Sadık'ın oğlu İsmail'i veya onun oğlu Muhammed'i imam kabul eden gruplar bunların vefatından sonra gerçekte onların ölmediğine ve bir gün yeryüzüne döneceklerini iddia etmişlerdir. Bu dönüşün dünyadaki eşitsizliklere haksızlıklara ve zulümlere son verme anlamına geldiğine inanmakta idiler. Gizlilik döneminde, Mehdi'nin temsilcilerine hüccet denilmiştir. Hüccet dinsel hiyerarşisi de gizli Mehdi ile onu görmesi ve tanıması olanaksız olan yandaşları açısından bağlantı sağlayan en yüksek lider olarak görülmüştür. İsma'ili örgütlenmesi içinde bir rütbe olarak hüccet İmamdan sonraki en önemli bir makam olarak devr el-setr yani gizlilik döneminde önem kazanmıştır. Çünkü, dünya Tanrının "kanıtı" olmaksızın bir an bile var olamayacağı için, imamın gizlendiği dönemde Tanrının gerçek iradesini ifade etme görevini onun temsilcileri yerine getirecektir. Bu temsil görevi Mehdi Muhammed b. İsmail, gizlendiği sürece, hücceti tarafından temsil edileceği sonucu çıkar.
Şehristani, bu mantık çerçevesinde İsma'ili inancına göre, İmamın açıkta olduğu dönemlerde hüccetin gizli kalacağını, İmamın gizliliğe geçtiği dönemde ise hücce ve dailerinin açıkta olacağını belirtmiştir. İmama giden yol kendisinden geçtiği kabul edilen hücce tıpkı İmam gibi her şeyi Allah'ın doğrudan kalbine ulaştırılmasıyla bildiği kabul edilmiştir. Hüccetin bu anlamca donatılmasıyla bilgileri imamdan alan ve bu bilgileri kendine delil yapan imamın gizliliği döneminde onun vekili olarak görev yapmaktadır. Hücceler'in sayısı, rütbesi ve fonksiyonlarıyla ilgili bilgiler yeterli değildir. İsma'ili-Karmati doktrini dünyayı 12, 20 veyahut 24 bölgeye veya adalara (Cezireye) ayırmıştır. İsma'ililerin dünyayı bölgelere ayırmasındaki temel kıstas, cografi ve etnolojik etmenlerin bir birleşimine dayanarak çizilmiş olmalıdır. Bu bölgelerin tümü Ceziretü'l Ard olarak adlandırılmakta idi. Her bölge için İmamı temsil etmek üzere bir Hücce bulunmakta idi. Hücce görevli olduğu adanın en yetkili görevlisi idi. Toplam olarak on iki, yirmi veyahut yirmi dört hüccet bulunmakta idi. Ancak bu hüccetlerden bazılarının statüsü farklı idi. Kitap el-keşf'de belli bir zamanda bir çok hüccetin var olduğunun ve bunlardan ancak en büyük hüccetin "el-Hücce el-Kübra" olduğu belirtilmektedir. İvanow'da hüccelerin sayısı ve fonksiyonlarıyla ilgili şu tahlilleri yapmaktadır: Batıni bir karakter taşıyan İsma'ili fırkaları arasında da hüccet kelimesini imamın temsilcisi anlamıyla kullanılmıştır. Ona göre Hüccetlerin sayısı 12'dir. Bu rakam ideal olan idi. Ama aktüel olan değildi. Bu hüccetlerin 4'ü imamın yanında, 8 ise her biri bir Cezire'de (kıta-bölgede) çalışırdı. İvanow, bu tarzda çalışan hüccetlere "hüccetin günü" olarak tanımlamaktadır. Aynca "hüccetlerin gecesi" olarak isimlendirilen başka bir 12 hüccet bulunduğunu ifade etmektedir. Bu hüccetlerin rütbeleri ise süper olarak düşünülmekte idi. Buradaki gün ve gece ayrımı İsma'ililer-Karmatiler için farklı bir anlam taşımaktadır. Her şeyin planlandığı "gün" zahiri ve "gece"de Batın'ı sembolize eder. İvanow süper rütbeli hüccetlerin fonksiyonları, görevleri, hakları ve ayrıcalıkları hakkındaki bilgilerin yetersiz olduğunu, bu iki sınıf arasındaki farklılığın karakteri hakkında kaynaklarda yeterli bilginin bulunmadığını ifade etmektedir. Hüccetlerin günü döneminde temel olarak ideal bir tarzda çalışmalarda bulunanlar hüccetlerdir. Huccet er-Rehber İsma'ili propagandasını gerçek bir şekilde yönlendiren, haberleşmeyi sağlayan, anlaşmazlıklarla uğraşan ve bunları merkeze rapor etme gibi görevlerle sorumlu idi. Ayrıca bu hüccelerin merkezi konsülün üyesi olması, normal hüccetlerden farklı görevler yapmış olduğu da ortaya çıkarmaktadır. Hucca görevli olduğu bölgede en yüksek yetkili görevli olarak yargı yetkisine sahiptir. Bu görevinde kendisine dailer de yardımcı olmakta idiler. Hucca'ya işlerinde el-Belağ, el-dai mutlak, ve el-dai el mahdud yada maksur dailer yardımcı olmakta idiler. Bölgelerdeki dailerin sayısı yukarıda ifade ettiğimiz dailerle sınırlı değildir. Bazı bölgelerde bu dailerin sayıları otuzdan fazla da olabiliyordu.
Hüccetlerin her biri belli bir bölgenin sorumluluğu yüklenmekle merkezi karargahtaki başkanın bir çeşit yardımcıları idiler. Kitab el- Keşf'deki el-hücce el kübra olarak adlandırılan hüccetin imamın ölümünden sonra yeni İmam olacağı ifadesi hareketin teşkilat yapısının ipuçlarını vermesi açısından önemlidir. Gizlilik dönemindeki hüccet teriminin bir başka anlama tarzı da gizlilik döneminde ilk İsma'ili-Karmatiler hücceye bir üçüncü anlam daha yüklemişlerdir. Buna göre hücce, natık ya da imamın kendi sağlığında atadığı halifesi idi. Selef ile Halef aynı anda bir süre hayatta bulunabilirlerdi.
Açıklık dönemindeki teşkilat yapısı Ubeydullah'ın 286/899 yılında, kendisinin ve Muhammed b. İsmail'den sonra gelen ataların da İmam olduğu iddia etmesiyle, İsma'ililer arasında ayrılıkların çıkmasına ve buna bağlı olarak da farklı teşkilatlanma tarzları ortaya çıkmıştır. Çünkü bugüne kadar Muhammed b. İsmail'den sonra başka bir İmam için yer bırakılmamıştı. Merkezi liderliğin bu iddiası, İsma'ili hareket için de bağımsız hareket etmeye başlayan dailerin sayısını artırmıştır. Bugüne kadar İsma'ili hareketin merkezi liderleri kendileri için hüccet rütbesini kullandıkları anlaşılmaktadır. Hareketin liderleri ilk başlarda ve görünüşe göre Muhammed b. İsmail hüccetleri olarak hareket ediyorlar ve halkı ona itaat etmeye çağırıyorlardı. Onun adına hareketi idare ediyorlar, onun adına vergi topluyorlardı. Ubeydullah'ın yapmış olduğu reformla halk ortak aracıya gerek duymadan Mehdi-İmam'ın bizzat kendisiyle de irtibat sağlayabilecekti. Bu durum Mehdi adına vergi toplayan onun adına hareket eden dailerin hareket alanını kısıtlayacak bir reform idi.
Muhtemelen siyasi, idari ve iktisadi rantın etkisiyle Ubeydullah'ın bu çıkışı merkezi lider statüsündeki bazı hüccetlerce kabul edilmiş önemli bir hücce toplumunca da kabul edilmemiştir. Daha önce açıkladığımız gibi Ubeydullah'ın Selemiye'den kaçışı, Mağrib'te Fatımi devletini kurmasıyla sonuçlanmıştı. Ubeydullah'ın bu çıkışına itiraz eden Hamdan, Abdan, Dindan ve Zikrevehy gibi liderler bağımsız hareket etmeye başladılar. Hatta Zikreveyh lsma'ili merkezi olan Selemiye'yi basarak Ubeydullah'ı ve yandaşlarını ortadan kaldırmak için harekete geçti. Fakat Ubeydullah bunu önceden sezinlediği için Mağrib'e kaçış için harekete geçmişti. İsma'ili hareketi içinde başlayan bu ayrılıklar Hüccet kavramının algılama tarzına da etki etmiştir. Nitekim Hüccet kavramı açık diye tabir ettiğimiz Fatımi döneminde Hüccet, İmam'dan sonra İmam olacak kişiyi tanımlar. İmam olacak kişi birkaç yıl hüccet olmadıkça İmam olamaz. Bu anlayış tarzı Tanrı tarafından önceden atanan hepsi Peygamberin neslinden olan, yedi imam teorisiyle çelişmektedir. Muhtemelen Fatımilerin iktidara geldikten sonra toplumun tümünü kucaklamak amacıyla ortaya atılmış bir düşünce olabilir veya Halef olan İmam gelmeden (Mutim), giden İmamdan sonraki ara dönemde hüccet, hükümdar yardımcısı başka bir ifadeyle genel yönetime yardımcı olan manasına gelebilir. Tecrübe kazanabilmeleri için hüccet imamın yardımcı olarak birkaç yıl çalışması gerekmektedir. Bu çalışma olmadığı dönemlerde hucce gerçek İmam (Mutim) olamaz.
Fatımi kullanımında Hüccet'in bir başka anlama tarzı da, gizlenme döneminde "hicab" veya "gizlilik perdesi" ile ilgilidir. Buna göre hüccet Setr (gizlenme) döneminde tehlikeli bir durumda tehdit edilen İmam'a kendisini samimi bir şekilde adayan dai veya dailerden oluşmaktadır. Bu şekilde Hüccetler imamın pozisyonuna geçerlerdi ki gerçek İmama gelecek tehlikeleri kendi üzerlerine çekerlerdi. Bu kullanım, tecrübe kazanabilmek için hüccet olarak bir imama yardımcı olarak birkaç yıl çalışmak ilk dönem İsma'ili-Karmatiler döneminden ziyade Fatımi döneminde popüler olmuştur. Çünkü İmamların tehlikelere maruz kaldığı ve düşmanlarınca öldürüldüğü bir vakıa olmasına karşın bu bilginin Fatımi dönemiyle sınırlı tutmak tarihi gerçeklere daha uygundur. Bu algılama tarzlarının çeşitliliği İsma'ili grupları içinde değerlendirilen grupların da farklılıklarını ortaya koymaktadır. Nitekim Karmatiler döneminde, Hücce terimi, hüccelere merkezi liderler tarafından verilen idari bir sıfat olmuştur. Onların idaresi altında, baş dailer ve dailer hareketi ortaçağ İslam dünyasında yaymışlardır. Zaten Fatımi dönemindeki İmamdan itibaren on iki mertebe halinde geliştirilen dailik sisteminde hüccet; İmam ile baş dai arasındaki bir dereceye sahip oluşu da buna bir kanıttır. Hüccetin bu derecesi Salman-ı Farisi'nin Hz. Ali ile olan yolun münasebeti ölçüsünde imamın naibidir. Hatta bazen kendilerine işlerin havale edildiği kişi ya da sırların kapısı anlamında "bab" da denilmektedir. Bab İsma'ili-Karmati hareketinde idari bahislerde imamın "bilgeliği"nin kapısı olarak kabul edilmektedir. İsma'ililerde "bab" aldığı direktifleri da'vet hiyerarşisinde rütbe itibariyle kendinden sonra gelen hüccetlere iletirlerdi. Bu manada "bab" davet mertebelerinin en üst mertebesi olan "Dai'd-duat" ile eşdeğer kabul edilmiştir. Fatimi uygulamasında Dai'd Duat, Bab ve Dai-ekber adı verilen ve hemen hemen aynı işlevi gören idariceler rütbece hüccetlerin üstünde olarak düşünülmüştür.
B. Taşra ve Askeri Teşkilat
Karmati ve İsma'ili grupların etkili oldukları bölgelerde çeşitli ırklara mensup ve değişik sosyal grupları oluşturan kavimler yaşıyordu. Özellikle Fatımilerin oluşturmaya çalıştıkları teşkilatlarında başta Mağripliler, Türkler, Deylemliler, Sudanlılar ve Ermeniler olmak üzere birçok kavimden yararlandıkları bilinmektedir. Aynı şekilde Karmatiler, propagandalarını yürütürken, hareketin yayıldığı bölgelerdeki, çeşitli milletlere mensup ve değişik sosyal yapılara sahip kavimlerin kültürel yapılarından yararlandılar. Farklı bölgelerdeki kültürel yapıdan etkilenmelerinin yanında Abbasi ihtilal hareketinin gizlilik dönemindeki teşkilatlarından da yararlandılar. Karmati hareketinin taşra teşkilatı, dailer üzerine İlyas Üzüm s. 451; İvanow, s. 20; Fuad Köprülü, Bab kavramının Türk toplumundaki kullanımı hakkında bilgi verir. Ona göre Fergana Türkleri, şeyhlerine Bab namını vermişlerdi. Ayrıca IV. Asırdan itibaren tasavvufi tesirler altında kalan Türkler ilahiler, Şiirler okuyan, Allah rızası için halka birçok iyiliklerde bulunan, onun cennet ve saadet yollarını gösteren dervişleri Türkler, eski dini bir kutsiyet verdikleri ozanlara benzetiyorlardı. Onları hararetle kabul ediyorlar ve anlattıklarına inanıyorlardı. Bu eski ozanların yerine dervişleri koyarak ozanlara ata veya bab unvanıyla hitap ediyorlardı. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında ilk Mutasavvıflar, oturtulmuştur. Bu organizasyonun şekillenmesinde dailerin önemli fonksiyonları olmuştur.
Dai, Arapça' da "seslenmek, çağırmak, davet etmek" anlamlarına gelmektedir. Da've veya dua kökünden sıfat olan dai, insanları kendi din ve hareketlerine çağıran kimse anlamındadır. Bazen anlamı pekiştirmek için sonuna "ta" getirilerek daiye şeklinde de kullanılır. Dai Kur'an-ı Kerim'de, Peygamber'in Allah elçisi olarak fonksiyon ve görevlerini anlatan ayetlerde "Allah'ı çağıran" manasında yer almaktadır. Ayrıca dua eden, çağıran anlamına da gelmektedir. Mutezile, Zeydiler ve Abbasilerde nadiren kullanılan dai en çok İsma'ili ve Karmatilerce kullanılmıştır. Bu nedenle Karmatilerin oluşturmuş oldukları teşkilatlanma tarzını net olarak algılayabilmek için Abbasilerin adı geçen dönemdeki teşkilatlanmasına göz atmak gerekmektedir. Abbasi ihtilalinin idari yapısı, başta imam olmak üzere baş dai ve dailerden oluşan bir taşra teşkilatlanması vardı. Abbasi ihtilal hareketinin ilk liderin veya organize edenin, kim olduğuyla ilgili tartışmalar olmakla birlikte Muhammed b. Ali olduğu rivayetleri bulunmaktadır. Aynı şekilde Irak ve Horasan'daki nakıp ve daileri belirleyen ve işlerini düzenleyenin Ali b. Abdullah olduğu şeklindeki rivayetlerden, merkezden taşradaki dailerin organizasyonunun yapılmış olduğu anlamaktayız. Kendilerine Dai'd-Duat denilen büyük dai, Humeyme'de bulunan imam ile da'vet'in uygulandığı merkez olan Horasan arasında halka vazifesi yapıyordu. Dai'd-Duatlar yalnızca imam ile dailer arasındaki bağlantıyı kurmuyor aynı şekilde dailerin faaliyet yapmış oldukları bölgelerden gelen haberlerin, toplanan malların da imama ulaştırılmasını sağlıyorlardı. Dailerin görev yerleri, propaganda merkezi olarak seçilmiş olan Horasan bölgesi idi. Horasan'a gönderilen ilk dai kafilesi üç kişiden oluşmakta idi. Kaynaklarımızda bu isimler; Ebu İkrime es-Serrac, Muhammed b. Huneys ve Hayyan el-Attar olarak geçmektedir. Propaganda amacıyla gönderilmiş olan dailerin sayıları da dikkat çekicidir. Nitekim bu sayılar daha sonraki dönemlerde de kullanılacak ve kutsiyet kazanacaktır. Bu üç dai'den sonra Muhammed b. Ali, sayılan 70'e varan daiyi, Horasan bölgesine gönderdi.
Bunlardan 12 tanesini Nakıp olarak seçti. Bu nakiplerin görevleri sadece Horasan'daki da'vetçiler adına Kufe'deki baş dai ile görüşmekte idiler,
Abbasi ihtilal hareketinin ilk döneminde oluşmuş olan bu organizasyon başarılı olduğu için bu yapılanma tarzı İsma'ili-Karmati liderlerce birtakım unsurların ilavesiyle zenginleştirilmeye çalışılmıştır. Abbasi ihtilal hareketi organizasyonunda kullanılan sayılarda birtakım dini motifler kullanılmak istendiğini görmekteyiz. 70 dai ve 12 nakıb'ın seçilmesinde Kur'an'daki bir takım ayet ile Peygamber'in hayatından örnek alınmıştır. "Musa, tayin ettiğimiz müddette milletinden 70 kişiyi seçti" Aynı şekilde başka bir ayette ise "Andolsun ki, Allah, İsrailoğullarından söz almıştı. Onlardan 12 nakib seçtik" gibi ayetler ile Peygamber'e Akabe'de Evs ve Hazrec'ten 70 kişinin bey'at etmesi ve bunlardan 12 tanesini ise, nakıb seçmesi gibi uygulamaları hareketin oluşmasına katkı sağlayan motiflerdir. Bu dini motifler sayesinde halkın dini duygularına seslenmeye çalışılmıştır. Aynı yapılanma tarzını İsma'ili, Karmati ve Dürzi gruplarına bir takım unsurların da ilave edilmesiyle teşkilatlandıklarını görmekteyiz. Karmatilerde dai, hüccet'ten sonra gelen önemli bir mevkiye sahiptirler. Fakat dailer propaganda faaliyetlerinde tamamen bağımsız olmayıp imamlarının kabul etmeyeceği faaliyet tarzları bilmekte ve bu doğrultuda Karmati-İsma'ili propagandasını sürdürmekte idiler. İsma'ili Karmati öğretisi gereğince dünya bölgelere ayrılmış ve bölgelerden sorumlu huccalara yardımcı olan dailer de kendi aralarında hiyerarşik bir sisteme tabi tutulmuşlardı. Bu hiyerarşik sistem içinde Dai-i ekber, Dai duad veya bab adı verilen imamın sözcüsüdür. Bab'ın hiyerarşik sistemde hüccet ile aynı mı yoksa farklı bir rütbede daha aşağı bir konumda oluşu hakkında kaynaklarda çelişkili bilgiler vardır. Bu da grupların "Bab"ı farklı konumda kullanmalarından kaynaklandığı kanaatindeyiz. İsma'ili-Karmati gruplarında en yüksek dai, her türlü ilim ve mezhep faaliyetlerini yürütme konusunda bir üst rütbe olan hüccete karşı sorumlu idi. imamın idaresinde "bab"ın varlığının amacı bütün eğitim-öğretimi elde etmektir. imamın eğitim ve öğretiminden geçtiği için imamın yardımıyla her türlü problemi çözdüğü kabul edilir. Hiyerarşik sistemin ikinci sırasında "Da belağ", Dai'd duat'ın genel sekreteri durumunda olup çeşitli bölgelere gönderilecek emirlerin tebliğiyle ve sırların gizlilik içinde çeşitli bölgelere gönderilmesini sağlamakla görevlidir. Bundan sonra "Dai Mutlak" gelir. Zü'l-Massa veya nakıb da denmekte idi. İhtiyaç duyulan bölgelere tam yetkili olarak gönderilen, faaliyetleri konusunda emir ve talimatları Dai'd duat'tan alırdı. Rütbe itibariyle bundan sonra Dai'l Me'zun gelir. Dai'l Me'zun görevli olduğu yerde tebliğ edeceği bilgileri ve mezhep esaslarını Dai-i mutlaktan öğrenir, bundan başka bir yere tayini konusunda Dai'd-duat'a bağlı idi. Dai Me'zun'dan sonra "Dai Mahdud veya Dai Mahsur mertebesidir. Bu mevkideki Dai, kendi bölgesinde mezhebin tebliği işi ve bölgesinden başka bir yere tayini konusunda tamamen Dai Mutlak'a bağlı olarak faaliyet gösterirdi. Bundan başka Cenah adı verilen başka bir görev bulunmakta idi. Cenah rütbe ise sağ ve sol cenah olmak üzere ikiye ayrılır. Bu rütbedekiler Dai Mutlak'ın propaganda işlerinde yanında olmak, hizmetinde bulunmak ve faaliyet gösterilecek belde yahut bölgede hareket tarzının tespiti için istihbarat temin etmekle mükelleftirler. Cenahlar Da'd-duat'a hizmet ettikleri için "yed" unvanı ile anılmakta idi. Taşra teşkilatının en alt tabakasındaki dai grupları Mukasir, Mükalip veya Mükelleb adı verilen dailer idi. Kaynaklarda bu son dai grupları ile ilgili ilgi çekici bir benzetme vardır. Bu dailer, avcı köpeğinin avı yakalayıp avcıya getirmesi gibi harekete girebilecek kimseleri tespit edip bağlı bulundukları dai ile irtibat kuran görevlilerdi. Son tabakadaki dailerin temel özelliği propagandaya tabi tuttukları kitlelerin psikolojik durumlarını tahlil etme kabiliyetine sahiptiler. Bu gruptaki dailerin "el-belağu'l-ekber" denilen propaganda tarzını yürütmekte idiler.
Karmatilerin ilk dönemlerinde imam tarafından atanan dailer ajanlar gibi çalışmışlar ve imamla doğrudan irtibatı sağlamışlardı. Dailerin yürütmüş oldukları faaliyetlerin etkili olabilmesi için ilmi manada yetiştirilmesine son derece önem verilmişti. dailer yapmış oldukları görevlerinin karşılığı olarak maaş aldıkları gibi, da'vetin yürütülebilmesi için imam yahut naibleri tarafından gerekli görülen mali fonlar da onların emrine verilmekte idi. Bu fonları dikkatli kullanmaları, şahsi ihtiyaçları için harcamamaları ve tahsis edilen meblağı aşmamaları zaman zaman dailerden istenmiştir. Dailer özel bir eğitimden geçirildikten sonra bölgelere gönderilmekte idi. Bunlar aynı zamanda İsma'ili öğretisinin yerleşmesini sağlayan İsma'ili alimler idi. Dailer özellikle Te'vil yada Zahir-Batın konularının toplumda yerleşmesine katkı sağlamıştır.
Karmatilerin askeri organizasyonları dailer ve dailerin harekete kazandırmış oldukları gruplarca oluşturulmuştur. Dailer sadece din misyonerleri olarak kabul etmek isabetli olmaz. Dailer seferlere de iştirak etmekte idiler. İçlerinde kumandanlıkta epeyce ünlenmiş kişilerde bulunmaktadır. Hamdan Karmat ve Abdan bunlardandır. Zikreveyh'de aynı şekilde Suriye ve Irak hudutlarındaki kasabaları tahrip edebilecek derecede bir kuvvet toplamaya muvaffak olmuş ve 294/906-7 yılında ortadan kaldırılmıştı. Said el-Cannabi ise halife Mu'tezid'in askerlerini Basra civarında mağlup etmiş, bütün Bahreyn şehirlerini istila etmiş, hilafeti yıkmasına ramak kalmış iken, 300/913 yılında ölmüştü. Kuzey Afrika'daki propagandayı yürüten Ebu Abdullah Muhtasib eş-Şii, en küçük mertebede bir dai olarak, işe başlamış, hakiki ve askeri dehasıyla, Kutama kabilesinin başına geçmiş ve Ubeydullah adına, bütün Kuzey Afrika'yı fethetmişti. Ubeydullah'ın 296/906 yılında Fatımiler devletini tesis etmesinden sonra Abdullah'ın Kuzey Afrika'daki askeri başarıları Fatımi hanedanı için tehlike olabileceği kaygısıyla 298/911 yılında öldürüldü.
Eğitim ve Öğretim
Ortaçağ İslam tarihinde önemli siyasi, sosyal, iktisadi ve itikadi ve tesirler meydana getiren hareketler olmuştur. Bunlardan bazıları bağımsız olarak çıkmalarına karşın önemli bir kısmı dönemin sosyo-ekonomik şartları sonunda ortaya çıkmıştı. Bu oluşumdan değişik zaman dilimlerinde memnuniyetsizliklerini farklı ilimler altında şekillendirmişlerdir. Toplumdaki iktisadi farklılaşma, mevcut durumun niteliğini açığa vurup bir sosyal huzursuzluğa, sosyal hareket ve ayaklanmalara yol açtı. Hicri üçüncü yüzyıl esnasında toplum her biri ayrı bir öneme ve anlama sahip olan Ayyar ve Şuttar'ın (Serseriler ve dolandırıcılar) hareketine, Zutt, Zenci ayaklanmaları, Karmatilik ve İsma'ilik hareketlerine şahit oldu.
Karmati hareketini, IX. yy'ın ikinci yarısından itibaren başlatmak gelenek haline gelmişse de, hareketin başlangıç ve doğuşunu hazırlayan siyasi ve fikri sebepler II-VII. yüzyılın başlarına kadar uzanır. Bu dönemde iktidarda bulunan Emevi idaresinin ırkçılık esasına dayanan baskı politikaları toplumda huzursuzluk kaynağı olmuş ve böylece ortaya çıkan gayri memnunlar zümresi Haşimiler'e karşı temayülünü arttırmış, sonunda da Abbasiler idareyi ellerine geçirmişlerdi. Bir taraftan büyük çoğunluğu inanışına uygun politikalar takip eden Abbasilerin, Şiilere karşı çeşitli baskılarda bulunması onları gizliliğe itmiş, diğer taraftan da İslam'a muhalif dinlerin mensupları, bu harekete destek vererek, sahip çıktı. Ayrıca Emeviler'den itibaren aristokrat zümreye tanınan imtiyazlar sonunda toplumdaki sosyal sınıflar arasında uçurumlar meydana getirmişti. Böylece halkın çeşitli siyasi dini hareketlere itilmesine uygun bir zemin hazırlanmıştır. Umduklarını bulamayan kitleler İslam ilkeleri adına ve sosyal adalete çağrı adı altında ortaya çıkmışlardı. Bu gruplar görüşlerini, Arap olan ve olmayan her kavim, grup ve akideye yöneltmiş ve hem yerleşik hem de göçebe insanlar arasında taraftar buldular. Karmati hareketinin oluştuğu Kufe Sevad 'ında; Hamdan Karmat ile başlamış, doğuda İran, batıda Arap Mağribi arasında; Suriye-Mezopotamya; Bahreyn, Mısır, Orta Asya, Hindistan, Yemen bölgelerine kadar yayılmıştır. Hareketin farklı bir çok bölgeye ve topluma yayılabilmesindeki temel etken örgütlenme tarzıdır. Hiyerarşik bir örgütlenme tarzına sahip olan Karmatiler, doktrinlerinin eğitimini vermek amacıyla eğitim metodolojilerini oluşturdular. Öncelikle Karmatiler sosyo-ekonomik açıdan gayr-ı memnun grupları hedef kitleleri olarak seçtiler. Merkez ve taşra teşkilatının da etkin katılımıyla harekete kazandırılacak insan tipi saptanmıştır. Buna göre propaganda yapılmaya çalışılmıştır. Harekete kazandırılacak insanlar tedrici bir eğitimden geçirilmiştir. 286'da ölen Irak Karmatilerinden aynı zamanda harekete adını veren Hamdan Karmat' ın kayınbiraderi olan Abdan'ın harekete katılacak kimselerin eğitimi için bir eser yazmıştı. "el- Balagat el-Sab'a" adı verilen bu eser, harekete girecek kimsenin eğitimi için yazılmış olup, her biri bir senede öğretilen 7 kitap'tan oluşmakta idi.
Karmati hareketine giren kimseler yani mü'min-müstecip denen kitleyi eğiten sınıf dai'lerdir. İsma'ili-Karmati hareketinden yaygınlaşmasında, daha çok taşra teşkilatının savunucusu mahiyetinde olan dai'ler: Dai ekber (besb), Dai'd devlet, Dai Belağ, Dai Mutlak, Dai Mezun, Dai Mahdud ve Dai Mükelleb' den oluşmaktadır. Eğitim ve öğretimden bil-fiil sorumlu olan dai, Dai Mükelleb olarak adlandırılan dai'dir. Daima halk arasında faaliyet gösterir, hareket hakkında sahip olduğu bilgiler yanında davet edeceği kişinin psikolojik durumlarını da çok iyi kavrayan ve gereğine göre hareket eden kişiler olmasına özellikle dikkat edilmiştir. Dai'lerin hareket tarzları, "el- Belağu'l-Ekber" adı verilen da'vet hiyerarşisi ve metodu tespit edilmişti. Dai'ler bu metodara göre eğitim ve öğretim faaliyetlerini yürütmüşlerdir. Bu faaliyetler, salt dini propaganda amacıyla sürdürülmemişti. Politik bir manada kazandırılmıştı. Yürütülen propaganda ve isyan da'vet politikasının iyice belirlenmesini sağladı. Bu politik propaganda başlangıcında Bahreyn ve Mısır'da devletleşmeyle diğer bölgelerde ise önemli bir muhalif grup olarak günümüze kadar uzanan yansımaları olmuştur.
"el-Belatru'l-ekber" denen davet hiyerarşisi ve metoduna göre dai'lerin hedef kitlenin şu özelliklerde olmaları gerekmekte idi:
1-Hoşnutsuzlukların her türlüsü istismar edilmelidir.
2-Her topluluğa durumu ve ihtiyacına uygun düşecek şekilde hitap edilmeye çalışılmalıdır.
3-Temel ilkeleri ve ana hedefleri tek olmakla birlikte, içinde geliştiği ortamlara göre uygun şekiller almalıdır. Hareketin farklı bölgelerdeki uygulama değişikliği bundan kaynaklanmaktadır.
4-Toplumdaki mevcut fenomen olan iktisadi ve sosyal gelişmelerin sonucu olarak, kökenleri ne olursa olsun, bir taraftan fakir topluluklar arasında, diğer taraftan da zenginler ve eşraf arasında bir çıkar birliğinin meydana gelmiş olmasıdır
Yine "el-Belatru'l-ekber" denen da'vet hiverarşisi ve metoduna göre dai'lerin hedef alacağı kişilerde olması gereken hususlar da şöyle belirlenmisti.
1-Akılları kıt, kültürleri zayıf basiretieri bağlı dini konulardan tamamen habersiz, alt seviyesi düşük kitleler hedef seçilmişti. Başlangıçta hareketin revaç bulduğu sosyal tabanda daha çok taşralı oluşları bunu kanıtlamaktadır. Karmati hareketini başlangıçta bir taşralı hareket, İsma'ili hareketi de şehirli olarak ayırmak mümkündür. Daha sonra bir takım ulusların etkisiyle hareket kendi doktrinini oluşturabilmiştir.
2-Saltanat ve hükümranlıklarına İslamiyet'in son verdiği gruplar, psikolojik olarak bu etkiden kurtulamayarak duygu ve düşüncelerini bu şekilde izah etmeye çalışmışlardır.
3-Daha önceki isyanlara katılmış kişiler ve gruplar Cevdet Paşa, Karmatilerin Saffari ve Zenci isyanlarından sonra çıkışını özetle naklettikten sonra; "Dünyanın ahvali böyledir. Belaların biri batar, biri çıkar ve çok defa sonraki öncekini unutturur veya ona rahmet okutur" diyerek Karmati hareketinin önceki isyanlarla bağlantısını vurgulamaktadır.
4-İnsanlar arasında, yükselme, şöhret, nüfuz ve makam sahibi olma hırsına kapılanlar, çeşitli engeller sebebiyle bu hırslarını tatmin edemeyince aşağılık duygusuna kapılırlar, arzularını gerçekleştirmeyi vadeden her söze kulak kabartır, peşine düşerler.
5-Çoğunluğa tenezzül etmeyerek onlardan ayrılma ve bu yolla sivrilme tutkusuna kapılırlar.
6-Akli ilimlere intisap edip onlarla meşgul olduğu halde ilmi istiklal mertebesine ulaşamamış kişiler. Bunlar herkesin anlayamayacağını anlamış görünmekten hoşlanırlar. Bir görüş, bilgiçliği ve üstünlüğüyle meşhur olmuş bir zata nispet edilmiş bulunuyorsa, onun isabetli olup olmadığını araştırmaksızın hemen kabul edilir ve o kişiye benzemeye çalışılır.
7-Şia ve Rafızi gruplar arasında yetişen gruplar kendi düşüncelerine yakın olan grupların davranışlarına kapılmaları.
8-Herhangi bir suçu işleyip, cezaya çaptırılanlar dini emirleri yerine getirmek ve yasaklardan kaçınmak, artık kendilerine zor gelenler.
9-Yoksulluk ve ihtiyaç içinde olup Batıniyye teşkilatına girmekle bolluğa ve zenginliğe kavuşacağını düşünen kitleler.
10-İsrna'ili-Karmati doktrinin mensupları memnun olmayan Sünnileri cezp etmek için onlara karşı daha ılımlı tavır sergiliyorlardı. Hatta dailer, İsma'ili Karmati öğretinin Kur'an'dan çıkarıldığını göstermek için azami dikkat sarf ettiler. Hareketin düşünce yönünün imam veya en üstün lider tarafından kontrolü, hareketin bir mertebeler silsilesi içerisinde organizasyonu vasıtasıyla kuvvetlendirildi.
Bununla birlikte hareketin daha üst kademelerine katılan kimseler kendilerini İslam toplumu dışında bırakan, bütün dinlerin eşitliği hakkındaki felsefi görüşleri kabul ettiler. Alt ve üst kademelerdeki bu farklılık İsma'ili-Karmati öğretisinin yaşama geçirilişinde homojenlikten uzak bir tema ortaya çıkmasına neden olmuştur. Dai'ler organizasyonunca sürdürülen eğitimin sonucunda mertebeler ve coğrafi kültürel alt yapının da etkisiyle İsma'ili taraftarları bir bütün olarak değerlendirmek mümkün olmamıştır. Eğitim öğretim ve propaganda organizasyonu olarak da adlandırabileceğimiz dai sistemi; İmam tarafından yetki verilmek suretiyle tayin edilen dai'ler, mezhep bünyesi içinde hüccet'den sonra gelen önemli bir mevkie sahiptir. Bu sistemin en üst rütbesi Dai-Ekber, Dai'd-duat veya Bab unvanıyla anılan imamın sözcüsü durumunda idi. Karmatiler ve Fatımiler, bu tabiri daha çok kullanmışlardır. Bunlar her türlü ilim ve mezhep faaliyetlerini yürütmek konusunda bir üst rütbe alan hüccete karşı sorumlu idiler.
Dai'l-Belağ, Dai'l-Ma'zun, Dai'l-Mahdud ve en aşağı rütbedeki dailer ise mükelleb'dir. En üst rütbedeki dai olan Dari-Ekber ile en aşağıdaki Dai mükelleb arasındaki dai gurupları propaganda faaliyetlerini yürüttüler. Eğitim-Öğretim ile ilgili olan mükasir, makallik veya mükelleb adı verilen en aşağı rütbedeki dailerdir. Bu Dai'nin görmüş olduğu görev ile ilgili ilginç bir benzetme kaynaklarda geçmektedir. Buna göre; bu dailer, avcı köpeğinin avı yakalayıp avcıya getirmesi gibi, harekete girecek kimseleri tespit edip bağlı bulundukları dai ile irtibat kurduran görevlilerdir. Sürekli olarak halk arasında faaliyet gösterirler. Hareketin doktriniyle ilgili bilgilere sahip olmalarının yanında davet edecekleri kimselerin psikolojik, sosyo-ekonomik durumlarını da çok iyi kavrayan ve gereğine göre hareket edebilen kişiler oluşu dikkati çeken hususlardır.
Öğretiye davet edilen insanlara uygulanan "aşamalı davet" süreci de ilgi çekici bir başka husustur. Buna göre; öğretiye bağlı dailer, yedi veya dokuz aşamaya böldükleri davet süreciyle gayr-ı müslim veya gayr-ı memnun kitle üzerinde propagandalarını yogunlaştırdıkları ve bu yolla onları İsma'ili-Karmati öğretiye kazandırmalarıyla ilgili erken döneme ait İsma'ili olmayan bazı kaynaklarda bilgi bulunmaktadır. Bu kaynaklarda verilen bilgiyi dönemin siyasi ve sosyal olaylarını da göz önünde bulundurarak incelemek daha sağlıklı bir sonuca ulaştıracağı kanaatini taşımaktayız. Dailer, eğitim ve öğretimlerini yedi aşamaya bölmüşlerdi.
a-Yedi Aşamalı Eğitim-Öğretim
İbnü'l-Nedim (ö.382/992) el-Fihrist'inde, İsma'ili yazarlar tarafından yazılan eserlerden bahseder. Bu eserlerden birin "el-Belagat's-Seb'a" dır. Bu eser yedi aşamalı eğitimden bahsetmektedir. Buna göre;
Birinci tebliğ kitabı, halk içindir.
İkinci tebliğ kitabı halk seviyesinin biraz üzerinde olanlar içindir.
Üçüncü tebliğ kitabı, hareket içinde bir yıllık süreli kalmış olanlar içindir.
Dördün tebliğ kitabı, mezhep içinde iki yıllık geçmişi olanlar içindir.
Beşinci tebliğ kitabı, hareket içinde üç yıllık eğitim sürecinden geçenler içindir.
Altıncı tebliğ kitabı, hareket içinde dört sene süreyle kalmış olanlar içindir.
Yedinci tebliğ kitabı, mezhebin son derecesidir.
İbnü'l Nedim, kitabın yazarı hakkında ayrıntı bilgi vermediği İsma'ili yazarın, bu aşamaların her birinde hangi bilgilerin verileceğini ve her birine Kitabü'l- Belağ adı verilen yedi risale yazmış olduğunu, bu risalelerin bir araya getirilmiş haline de Kitabü'l-Maksid adının verildiğini belirtir. Bu kitabın müellifinin kimliği ve eserin bir bütün olarak içeriği hakkında günümüze kadar ulaşmadığı için herhangi bir şey söylemek imkanımız yoktur. Yalnız kitapla ilgili Abdülkadir el-Bağdadi (ö.429/1037), Zeydi müellif Muhammed b. Hasan ed-Deylemi (ö.7111/1311) ve en can alıcı bilgiyi veren Aluned b. Abdülvehhab en-Nuveyri kitap hakkında bilgi vermektedir. Bağdadi (ö.429/1037), kitabın ismini es-Sagir ve'l-Belagu'l-Ekyed ve'n-Namüsü'l-Azam olduğunu söylerken Ed-Deylemi, "el-Belag" isimli bir eserden bahseder ve bunun yedi aşamalı olduğunu belirtir. Nuveyri ise bilgileri Şerif Ebu'I-Hüseyin Muhammed b. Ali'den naklettiğini, aynı şekilde Ebu'I Hüseyin, Kitabü's-Siyase'nin ismini vermekte ve bu kitapta davet ve tebliğle ilgili açıklamaların olduğunu söyler. Nuveyri, Bağdadi ve Deylemi'nin aynı eserden bahsettikleri anlaşılmaktadır. Stern, bu eserin İbnü'l Nedim'in tanıttığı eserle aynı olduğunu belirtir. Kitabı gördüğünü söyleyen Ebu'I-Hüseyin Muhammed b. Ali, 375/985-6 dolaylarında vefat eden ve Ebu Muhsin künyesiyle tanınmış ilim adamıdır. Şam da yaşamış Muhammed b. İsmail b. Cafer es- Sadık'ın soyundan olan Ebu Müslüm, İsma'ili karşıtı bir üslupla eseri ele almıştır. Eser günümüze kadar ulaşmamış olmasına rağmen başta İbnü'n-Nedim olmak üzere bir grup kaynak içinde yer almıştır. Ebu Muhsin'in bu çalışmasını oluştururken, Ebu Abdullah Muhammed b. Ali b. Rıza et- Tai el-Kufi'nin eserinden yararlanmıştır. Mutahhar b. Tahir el- Makdisi (ö. 355/964), İbn Rizarn'ın eserinin Batıni karşıtı yazılmış ilk çalışma olduğunu kaydeder. Makdisi, kitabın adının en- Nakz ale'l Batıniyye olduğunu belirtir.
Makrizi (ö. 845/1441-2) İbn Rizarn ve Ebu Muhsin'in verdiği bilgiler ışığında Abdullah b. Meymun el-Kaddah'ın isminden bahseder. Onun şer'i hükümler, sünnet ve mezhepler hakkında geniş bir bilgi sahibi olduğunu kaydeder. "Yedi aşamalı" sistemin kurucusu da odur. Bu sistemin temel özelliği kişinin tedrici bir aşamadan geçirilmiş olması idi. Sonuçta ise kişi bütün dinlerle alakası kesilmiş olur. Görüldüğü gibi kaynaklar eğitim sürecinin 7 aşamadan meydana geldiğini belirtmektedir. Yalnız Makrizi, Abdullah b. Meymun'un eğitim aşamasını 7 aşamalı olarak tesis ettiğini nakledenler, eserin başka bir yerinde ise Abdullah b. Meymun'un öngördüğü davetin dokuz aşamalı olduğunu ifade eder ve bu aşamaları açıklar. Neveyri de eğitim öğretim aşamalarının dokuz olduğunu belirtir.
b. Dokuz Aşamalı Eğitim Öğretim
Dokuz aşamalı eğitim öğretimle ilgili bilgileri üç ayrı yazarın vermiş olduğu bilgileri ışığında ele alalım. Bu bilginler ve onların paralelinde olan yazarlar:
Nuveyri'nin vermiş olduğu bilgiler çerçevesindeki açıklamalar. Bunlardan Makrizi'nin ve İbnü'd- Devadan'nin söylemiş olduklarını ekleyebiliriz.
Gazali'nin vermiş olduğu bilgiler yer alır. Gazali'nin vermiş olduğu bilgilerle Bağdadi ve Cürcani'nin eserlerine almış olduğu bilgilerle örtüşmektedir.
Hammadi'nin nakletmiş olduğu bilgilerle Hammadi'nin kaydını esas alan Deylemi'nin vermiş olduğu bilgiler de aynı şekildedir.
Üç ayrı kategoride ele aldığımız bu kayıtları incelemeye çalışalım.
Nuveyri ve Onu Dayanak Alan Kaynakların Rivayetleri;
Propagandanın dokuz aşamalı olduğunu belirten Nuveyri (ö.733/1233) yararlandığı kitabın, Ebu Mühsin Ebu'l-Hüseyin'e ait olduğunu belirtir. Nuveyri'nin kaydının konumuz açısından çok önemli özelliği, dokuz aşamalı daveti anlattığı bölüm başlığıdır. Nuveyri, "Karmati davetinin zikri" başlığı altında ilgili bilgileri inceler. Bu kayda göre dai, psikolojik bir süreç içinde kişiyi öğretiye hazırladığı vurgulanmaktadır. Buna göre;
1.Aşama: Dai muhatabına Kuran-ı Kerim'in ayetlerinin tefsiri ve şer'i ahkam ile ilgili konularda kişinin hafızasının karışacağı, ilgisinin uyanacağı ve kafasında bir takım soruların oluşacağı sorular sorarak başlar. Bu soruların cevaplarını da kendisi ve bağlı bulunduğu İmam'da bulabileceği, bağlı bulunduğu organizasyonun yüceliğini muhatabına hissettirmeye çalışır. Kişinin bu konuları, öğretinin gereği olarak açıkça yapılması istenir. Öğretinin en alt tabakasını oluşturan dai ve en üst tabakasını oluşturan İmam artık kişilikte yüce bir mevki kazanır. Öğretiye muhatap kişi için artık toplumun içinde bulunduğu adaletsizliğin, eşitsizliğin ve çalkantıların, İmama tabi olmamaktan kaynaklandığı düşünmesine yol açar. Bu aşamadan sonra dai, öğreteceği hususların gizliliği ve saklaması gereği hususunda muhatabına yemin ettirir. İmam ile görüştürülmesi karşılığında İmama verilmek kaydıyla ondan ücret alınır. Böylece kişi birinci aşamayı geçmiş ikinci aşamadadır.
2.Aşama: Öğretiye başlangıç yapmış olan kişi o ana kadar öğrenmiş olduğu bilgilerden şüphe eder hale gelmiştir. Özellikle İslam alimlerince ittifak edilmiş dini bilgileri sorgulanmaya başlar. Bu süreçte dailer, gerçek bilginin sadece İsma'ili İmamlardan elde edebileceğini vurgular.
3.Aşama: Bireyin psikolojik hazırlanma süreci bitmiş hareket hakkında bilgilendirme süreci başlamıştır. Muhataba yedi İsma'ili imam hakkında geniş bilgi verilir. Mezhebin İsnaaşere'nin İmam silsilesinin Cafer Sadık'tan sonra batıl olduğu üzerinde durulur.
4.Aşama: Natık (konuşan) ve Sarnit (susan) peygamberler ve sayılar hakkında bilgiler verilir. Muhammed b. İsmail'in yedinci peygamber olarak tekrar ortaya çıkacağı ve zulme eşitsizliğe son vereceği belirtilir. Bu sürecin sonunda Hz. Muhammed'in peygamberlerin sonuncusu olduğu ve dini akidelerin değişmezliği muhatabın nazarında çürütülür.
5.Aşama: Zahir ve Batın ayrımı yapılır. Zahir ve Batın ile ilgili bilgiler dai tarafından muhataba öğretilir. Ayrıca zahir ve batın ile alakalı sayıların rernzi manalarıyla birlikte öğretilir. Bu aşamanın bir de sosyal yönü vardır. Dai muhatabının mensup olduğu milliyete göre bazı yorumlar yapar ve onda bu duygunun oluşması için çalışılır.
6.Aşama: Dai bu aşamada ibadetler hususunu ele alır. Özellikle namaz, hac gibi dini emirleri felsefi te'villerle muhatabına yorumlamaya başlar. Ona Aristo ve Platon gibi filozofları sevdirmeye çalışır. Filozoflar ile dini önderler arasında bir ayırım yapması sağlanır.
7.Aşama: Sudur nazariyesi muhataba anlatılır. Bununla tevhid inancının zayıftatılması amaç edinilir.
8.Aşama: Dai, temel İslam inançlarını sudur nazariyesi ve bir takım kozmotojik telkinlerle izah etmeye çalışır. Muhatabın zihnindeki inanç karmaşık bir şekle dönüştürülür.
9. Aşama: Dai'nin muhatabını getireceği son aşamadır. Bu aşamada öğretiye muhatap olan birey, İslam dininden değil, vahiy kaynaklı dinlerin hepsinden inanç itibariyle uzaklaşmıştır. Aristo ve Platon'un taraftarı olmuştur.
Özellikle bu ilk grup içinde ele aldığımız aşamalarla ilgili bilgiler tarihi perspektif ışığı altında ele alındığında ilgi çekici bir takım hususlar ortaya çıkmaktadır. Konuyla ilgili bilgileri veren ilk kişi Ebu Muhsin (ö.375/985-6) ve İbn Nedim (ö.382/992)'dir. Bu dönem, Fatımi devletinin yükselme dönemidir. Bu dönemde Fatımiler Mısır'ı ele geçirmişlerdi. 958/969 Sünni anlayışın hakim olduğu bölgelere doğru bir ilerleme söz konusu olmuştu. Mısır'ın Fatımilerin eline geçmiş olması, İslam tarihinde ilk defa Bağdat'a bağlı olmayan bir devlet Mısır'ın idaresinde söz sahibi oluyor ve Şii-İsma'ili-Karmati anlayışının merkezi haline getiriliyordu. Ayrıca Muiz döneminde Karmatilerle Fatımilerin birbirleriyle yapmış oldukları mücadelelere şahit olmuştur.
360/971 yılında Şam yakınlarındaki savaşta Fatımiler yenilmiş ve Karmatiler Mısır'a kadar ilerlediler. Halife Aziz döneminde ise (365-386/975-996) Fatımiler Suriye'de nüfuzlarını büyük ölçüde tesis ettiler. 365/975 yılında Mekke'de Harem-i Şerifte Aziz adına hutbe okundu. Haremi Şerifte, Aziz adına hutbe okunması, Abbasi hilafetinin hakimiyet ve meşruiyet iddiasını sarsacak bir unsurdu. Sünnilerin bu gelişmelere serinkanlılıkla bakmaları ihtimal dahilinde değildi. Sünni olan Ebu Muhsin'de Sünnilerin ağırlıkta yaşamış oldukları Şam'da "davet aşamaları" ile ilgili vermiş olduğu bilgilerde bu siyasi gelişmelerin etkilerini görmemiz mümkündür. Bu değerlendirmelerden genişleme eğiliminde olan Fatımi nüfuzunu kırma ve Fatımi-İsma'ili yayılmasını engellemeye yönelik onlara karşı olumsuz bir propagandanın da unsurlarını taşıdığı ihtimal dahilindedir.
Gazali'nin Görüşleriyle Aynı Paralelde Olan Kaynakların Rivayeti;
Ebu Hamid ei-Gazali (ö.555/1111)'nin vermiş olduğu bilgiler de halkı bilgilendirmeye yönelik olduğu anlaşılmaktadır. Esere verilen isimde bu kanaati güçlendirmektedir. Gazali'nin her aşamaya değişik bir isim vererek açıklamaya çalışması bunu göstermektedir. Yalnız, Gazali'nin rivayet etmiş olduğu bilgilerin kaynağı hakkında herhangi bir ipucu vermemektedir. Abdulkadir el- Bağdadi vermiş olduğu bilgiler Gazali'nin vermiş olduğu bilgilerle paralellik arz eder. Seyyid Şerifel-Cürcani (ö.816/1413) ise davet aşamalarını ve sıralamalarını verirken kayda değer bir bilgi vermektedir. O'na göre bu davet aşamalarını tesis eden kişi Hamdan Karmat'tır. Bu bilgiyle Nuveyri'nin "Karmati Davetinin Zikri" başlığı örtüşmektedir. Yalnız Cürcani'nin diğer bir rivayetinde ise bu şahıs Hamdan Karmat değil Abdullah b. Meymun el- Kaddah'tır. Bundan da anlaşılıyor ki bu davet aşamalannı tesis eden iki kişinin adını kaynaklarda geçmektedir. Biri Abdullah b. Meymun el-Kaddah diğeri de Hamdan Karmat'tır. Irak Karmatileri anlatılırken Hamdan'ın kayınbiraderi Abdan (ö.899)'ın aşamalarla ilgi çalışmaları olduğundan da bahsedilmiştir. Aynı çalışmadan İbn'ün Nedim'de bahsetmektedir. Dolayısıyla Hamdan Karmat'tan bahseden kaynaklar, bu çalışmadan bahsediyor olabilirler.
Gazali ve onun vermiş olduğu bilgilerle örtüşenlere göre dokuz aşamalık süreç şu şekilde oluşmaktadır:
Birinci Aşama: Zerk ve teferrüs aşamasıdır. Dikkatli bir tetkiktir. Dai, aday olan kişiyi dikkatle inceledikten sonra en uygun diyaloğu seçer ve ona göre yaklaşır.
İkinci Aşama: Te'nis aşamasıdır. Dostluk kurma olarak da adlandırılır. Bu aşamada çeşitli yollarla adayın gönlü kazanılır ve dostluğu pekiştirilir.
Üçüncü Aşama: Teşkik için adayı şüpheye düşürmek olarak özetleyebileceğimiz bir aşamadır. Dini konulardan maksatlı sorular sorulur bu soruların cevaplarını öğrenmesi için muhatapta merak uyandırmaya çalışılır.
Dördüncü Aşama: Ta'kik'tir. Şartlı erteleme anlamındadır. Aday kişi sorulan sorular karşısında merakını giderecek açıklamalar beklemektedir. Dai cevap vermeyerek onu rahatlatmaz. Bir süre beklemesi gerektiği vurgulanır.
Beşinci Aşama: Rabt'dır. Bağlama anlamındadır. Dai, adaya öğrenmek istediği husus ve sırları öğretir. Ancak adaydan bu sırlar, adayın yemin etmesi şartıyla açıklanır.
Altıncı Aşama : Tedlis'tir. Muhatap yemin etmesine rağmen dai yine de sır olarak kabul ettiği konulan adaya açıklamaz. Değişik yollarla mezhebin adayca kabulü sağlanır.
Yedinci Aşama: Telbis, değişik yöntemlerle adayın kafası karıştınlır. Dogmalardan hareketle, yanlış sonuçlar çıkarması öngörülür.
Sekizinci Aşama: Hal, sıyırma anlamındadır. Dini hükümlerin Batıni manalarını anlama seviyesine, adayın artık dinin zahiri yükümlülüğünden kurtuluşudur. Bu yüzden devam ettiği ibadetleri ve: salih amelleri bırakmıştır.
Dokuzuncu Aşama: Selh'tir. Son aşamadır. Amellerini terk etmiş olan aday, bu aşamada İslam itikadını reddeder. İslam inancından tamamen çıkmış olur. Bu son aşama, el-Belağu'l- Ekber olarak isimlendirilir.
İkinci farklı rivayeti veren Bağdadi ile Gazali'nin yaşadıkları dönemlerin siyasi ve sosyal olayları değerlendirdiğimizde, Abdulkadir Bağdadi'nin (ö.429/1037) yaşadığı dönemde Fatımilerin başında Halife Hakim Biemrillah (386-411/996-1021) vardı. Hakim Biemrillah'ın sahip olduğu görüşler yalnız İslam dünyasının Sünni anlayışını değil aynı zamanda İsma'ili anlayışına bağlı gruplarca da aykırı bulunmuştur. Özellikle O'nun ilahlık iddiasında bulunuşu aykırılıkta gidebileceği son nokta olarak kabul edilmiştir. Yine aynı dönemde İran İsma'ilileri Yeni Eflatuncu anlayışından da etkilenerek İsma'ili anlayışını şekillendirmişti. Gazali'nin yaşadığı döneme gelince (ö.505/1111) Fatımi İsma'ililiğinde ayrılıklar baş göstermişti. 487/1097 Alamut merkezinden Nizari İsma'ililer, terör olaylarını İslam dünyasının farklı yerlerine yaydılar. İsma'ililerle mücadeleyi yalnız siyasi anlamda yürütmeyip, bunu eğitimde ve sosyal alanda da yürüten Nizamü'l-Mülk, bu terör şebekesinin kurbanlarından biri oldu. Gazali, için Nizamü'l-Mülk'ün farklı bir yeri olmuştu. Nizamü'l-Mülk, Batıni-İsma'ili gruplarıyla mücadele ederken diğer ilim adamlarını koruduğu gibi Gazali'yi de bu mücadelede desteklemiş ve kollamıştır. Gazali, Batıni-İsma'ili propagandasına ve aykırı görüşlerine Horasan'da kaldığı dönemde şahit olmuştu. Batıni ve İsma'ilileri yalnız siyasi açıdan olmayıp aynı zamanda belki de en ilginç olanı sosyal ve kültürel açıdan da bir tehlike olarak görülmüş olmasıdır.
Gazali'nin değerlendirmelerinde bu siyasi ve kültürel faaliyetlerin etkisinin olduğu muhakkaktır. Alamut dailerinin sergilemiş olduğu hareket ve sahip oldukları düşünce tarzı, Gazali'nin onlar hakkındaki değerlendirmelerini haklı çıkaracak mahiyette idi. Bu manada Gazali'deki "Dokuz Aşamalı" eğitim sürecinin değerlendirilmesinde bu dönemin siyasi ve sosyal olaylarının izlerini görmek mümkündür.
Muhammed Hammadi b. Malik b. Ebu'l-Fedail'e Göre Dokuz Aşamalı Davet;
Dokuz aşamalı da'veti Muhammed Hammadi b. Malik b. Ebu'I-Fedail (ö.470/1077), Keşful Esrari'l-Batıniyye adlı eserinde önceki kaynakların vermiş olduğu bilgilerden farklı bir şekilde vermektedir. Aynı kaydı alan fakat eserinin kaynağının ismini vermeyen Muhammed b. Hasan ed-Deylemi (ö. 71 1/1311 ), Beyanın Mezhebi'l- Batınıyye ve But'anı adlı eserinde bu aşamalardan bahsetmektedir. Ona göre, da'vetin birinci aşamasında dailer muhatabını tuzağa düşürmek için aklını karıştırmakla işe başlar, daha sonra sureten muhatabını namaz, zekat ve oruç gibi ibadetleri teşvik ederler.
Dailer muhatabını eğitirken ayet ve hadislerden de istifade ederler. Yalnız eğitim amacıyla kullanmış oldukları hadis ve ayetleri yanlış ve tahrif ederek okumayı tercih ederek, nıuhatabın zihnini karıştırırlar. Bu safha yaklaşık bir yıl sürer. İkinci ve üçüncü aşamada da dailer, ibadetlerin Zahiri manalarından başka Batıni manalarının da bulunduğu, asıl olanın Kuran-ı ve remizlerini iyi düşünmek; meselelerini ve ne manaya geldiklerini bilmek gerekir. Yine bu dönemde namaz, taharet ve peygamber kavramları bilinen anlamları dışında rumuz ve işaretlerle gerçek manaları öğretilir.
Dördüncü aşamada, muhataba hazırlık aşamasına gelmiş artık mezhebin Birinci derecesine geçmiştir. Bu derecede muhatap için Zahir'in bir anlamı kalmamıştır. Da'vetçi, onu Mevlalarının huzuruna çıkarır. Bunun karşılığında tebliğe muhatap olan aday 12 dinarı (Necva) öder. Mevlaları, cemaatine; şahit olun ki, ben üzerinden namazı kaldırdım der. Böylece muhatabın üzerinden namaz ibadeti, efendisi aracılığıyla kaldırılır.
Beşinci aşama, adayın hareketteki ikinci aşamasıdır. Harekette ikinci aşamaya gelindiği süreçteki bilgi ise ilk derecedir. Bu aşamada aday için içki ve kumarın haramlığı kaldırılır ve bu hususlar onlar için mübah sayıldığı vurgalanır.
Altıncı aşama, Bu aşama mezhepteki üçüncü aşama, manasınadır. Da'vetçi muhatabın Ramazan orucunu bıraktırmak için çaba sarf eder. Özellikle orucun batıni manası açıklanır. Bu te'vil'e göre oruç sır saklamaktır. Özellikle İmamların zalimlerden gizledikleri dönemde saklandıkları yerleri söylemekle yorumlanır. Oruç ibadeti reisin gerekli açıklamaları yapmasından sonra 12 dinar karşılığında adayın üzerinden, oruç ibadeti de kaldırılır.
Yedinci aşamada, dai muhatabın şimdiye kadar hareketin üç derecesini tamamladığını belirtir. Şimdi de taharetin te'vilde ne olduğunu ve cünüplüğün manasının bilinme aşamasıdır. Taharet, batıni anlayışla te'vil edilmek manasının kalp temizliği olduğu açıklanır. Mü'min temizdir, kafir ise pistir. Onu ne su ne de başka bir şey temizleyemez. Cünüplük ise peygamberlerin ve ehli beyt'ten olan imamların zıtlarını, düşmanlarını sevmek olarak te'vil edilir.
Daha sonra gusletmek te'vil edilir. Buna göre gusletmenin dinin emirlerinden olmadığı açıklanır. Çünkü dinin emirlerinden olsaydı, büyük ve küçük abdestten de tamamıyla yıkanmak daha vacip olurdu; çünkü ikisi de aynen pis ve necis olarak açıklanır. Sonra, "Ve eğer cenabetli olursanız iyi temizlenin" ayeti te'vil edilerek "eğer batın ilmini bilmez iseniz öğrenin, su gibi, bedenlere hayat veren, canlara hayat veren ilmi de belleyiniz" diye yorumlanır. Ayrıca "İnsan neden yaratıldığına baksın, şiddetle atıp dökülen bir sudan yaratıldı." ayeti, Allah meniye su adını vererek onun temizliğine delalet etmiş şekliyle yorumlayarak dai, onu reisin huzuruna götürür adaydan gusletme mükellefiyeti gerekli te'viller yapılarak kaldırılır.
Sekizinci ve Dokuzuncu aşama, hareketin beşinci ve son derecesidir. Bu aşama, işin sonu, saadetin gayesi olarak açıklanır. Bu dereceye kadar büyük gaflet içinde olduğu açıklanarak, adayın gözünden perde kaldırılarak dünyada iken cennet nimetlerinden yararlanacağı anlatılır. Bu konuda Kuran-ı Kerim'den ayetler tahrif edilerek bir takım sonuçlara ulaşılır. Beşinci derecede dai, muhatabından 12 dinarlık Necva alır. Bundan sonra aday, Mevlaya (Reis'e) götürülür; "Kulun falanın işi sağlamlaşarak düzeldi, sınavı saflaşarak duruldu. Şimdi de kendisini cennete, sokmamızı; ciddi ve hakiki hükümlere erdirmemizi ve hurilerle evlendirmemizi istiyor", denir. Bu aşamaya gelmiş olan aday, cennet hurileri misali, dailerin hanımlarıyla baş başa bırakılır. Daha sonra da el-Meşhedi'l-A 'zam denilen büyük toplantıya katılması istenir. Hareketin reisinin de katıldığı el-Meşhedi'l-A’zam'da çıralar ve Mum' u söndürmelerinden sonra, toplu cinsi münasebet icra edildiği bir tören yapılır. Burada ilgi çekici husus vardır ki, İslam dünyasında geçmiş olduğu gibi günümüzde de zaman zaman bu husus tartışılmaktadır. Bu konuyla ilgili başka bir kaynak da Muhammed b. Ahmed b. Abdurrahman el-Malati'nin, et-Tenbih ve'r Red ala Ehli 'Ahvai ve'l Bida adlı eseridir. Malati, Karmatiler için yaptığı değerlendirmede; tenasüh inancına sahip olduklarını, aile ve namus mefhumuna sahip olmadıklarını, hatta bugün eşcinsellik olarak adlandırılan fiilin de mubahlığını kabul ettiklerini belirtir. Hammadi'nin rivayeti, el-Malati'den farklı bir yönü vardır. Hammadi (ö.470/1077) bu aşamalara bizzat kendisinin şahit olduğunu eserinin farklı yerlerinde vurgulayarak, konuya farklı bir boyut getirmiştir.
Bu değerlendirmelerin tarihi bir perspektifle açıklanması gerekmektedir. Yemen'de ikamet etmiş olan Hammadi (öl.470/1077) ve Deylemi (ö.71 111311)'de İsma'ililerin özellikle de Alamut merkezli terör faaliyetlerinden etkilenmiş olabilirler. Hamdan'ın yaşadığı dönemde, Yemen'de Büveyhiler hakimdi. 429-563/1038-1168 yılları arasında Yemen'de kalıp önce Şam'dan, sonra Zucibla'dan en son olarak da Canad'dan idare edilmiş olan ve Mısır Fatımilerine şeklen bağlı olan hanedan Yemen ve çevresini idare ediyordu. Hanedanın kurucusu Ali b. Muhammed b. Ali el- Suleyhi'dir. Sünni olup halk üzerinde büyük nüfuz sahibi olan bir fakih idi. Harran'da kadılık yapıyordu. Ali b. Muhammed el-Suleyhi, daha çocukluk çağında iken Babası ile samimi münasebetleri bulunan Şii daisi Amir b. Abdullah ez- Zavahi'nin tesirinde kaldı. Amir, zeki ve okumaya meraklı olan Ali'ye Kuran'ın Batıni manalarının te'vili ve İmamiye fıkhını öğretti. Ali Muhammed b. Suleyhi, 429/1037-1038 San'a şehrinin yakınında Haraz dağının Masar tepesinde bir kale inşa ederek, taraftarlarıyla buraya yerleşti. Bu arada Yemen Şiilerinden de büyük destek gördü. Bu dönemde Yafiriler, Ziyadiler ve Rassi imamları arasındaki rekabet ve düşmanlıktan yararlanarak başta San'a ve çevre bölgelere saldırılara başladı.
453/1061 yılında Ali b. Muhammed el-Suleyhi Mısır Fatımi halifesi el Mustansir Billah'a Yemen'de İsma'ili dailiğini açıklaması için müsaade etmesini isteyen bir mektup ve beraberinde hediyelerle bir elçilik heyeti gönderdi. Halid el Mustansır ona dailik vazifesinin ve Yemen idaresinin verildiğini bildiren ve birçok elkabı ihtiva eden bir mektup ile bayrak ve bazı hediyeler gönderdi. Dailik vazifesini alan Ali el-Suleyhi, Aden'i de ülkesine kattı. 455/1063 yılının sonuna doğru Mekke'den Hadramut'a kadar bütün Yemen'i hakimiyeti altına aldı. Nüfuzu o kadar arttı ki 455/1063'te Ebu Haşim Muhammed adında birini Mekke hakimi olarak gönderdi. Aynı zamanda her yıl Mekke'ye beyaz Çin ipeğinden yapılmış Kabe örtüsü göndermeye başladı. Bu durumdan rahatsız olan Mekke hakimleri 473 yılında Mısır Fatımi halifeleri yerine hutbeyi Abbasi halifeleri lehine okutmaya başladılar. Son olaylar el-Mustansir tarafından Haşimilerin Mekke emiri Muhammed b. Cafer'i tart etmesi emriyle Mekke'ye hareket etmesini emretti. Dai Ali, hacca gidiyormuş gibi oğlu el-Mukarrem Ahmed'i San'a da yerine bırakarak 473 Zilkadesinin 12. Gününde (24 Nisan 1081) yola çıktı. El-Mahcam'a geldiğinde ' Umm İbrahim veya Umm Ma'bad denilen yerde, daha önce babalarının öldürülmesinden Ali b. Muhammed'i sorumlu tutan iki tane delikanlı tarafından öldürüldü. Ali b. Muhammed'in ölümünden sonra hanedan aynı aileye mensup olanlarca 563/1168 tarihine kadar Yemen ve çevresinde hüküm sürdüler. Bu ( olayların meydana geldiği dönemde, büyük ihtimalle Yemen'de olan Muhammed b. ' Malik el-Hammadl, olup bitenlerden etkilenmiş ve bu doğrultuda zaman zaman aşırı bir takım tesirlerde bulunmuş olması ihtimal dahilindedir. Aynı şekilde Muhammed b. Hasan ed-Deyleml de İsma'ili hakimiyeti sona ermiş olduğu dönemde Yemen'de yaşamıştır. Alamut Nizarilerinden çok çeken Deylemli·; Zeydilere mensup olan ed-Deylemi, Nizarilerinden Hammadi'nin "da'vet aşamalarını" eserine almak, genel olarak Batınilerin özelde ise İsma'ililerin gerçek yüzünü ortaya çıkarmaya çalıştı. Deylemi'nin de dönemin siyasi ve sosyal olaylarından etkilenmiş olduğu ihtimal dahilindedir.
Bu üç ayrı değerlendirmenin temel olarak buluştukları nokta, Batıni-İsma'ili- Karmati olarak değerlendiren gruplar, İslam'ın temel prensiplerini zahiff, yorumlarından ziyade batıni ve felsefi yorumlara tabi tutmuş olmalarıdır. Bu gruplar daha çok yerel gelenek ve inançların, kabile anlayışının, coğrafyanın, özellikle göçebe-bedevi kabilelerin yaşamış oldukları bölgeler, olumsuz ekonomik şartlar ve siyasi olayların etkisiyle bu düşünce tarzını oluşturmaya çalışmışlardır.
Eğitim ve Sosyal Faaliyetlerin Yürütüldüğü Kurum Olarak Daru'l-Hicr
Irak ve Bahreyn başta olmak üzere; Mısır, Yemen, Şam, Kuzey Afrika ve diğer bölgelerde İsma'ili ve Karmatiler propagandasında kitlesel bir taban oluşturabilmek için Darü'l-Hicr adı verilen eğitim merkezlerini kurdular. Darü'l-Hicr, kelime olarak sığınma evi veya düşkünler evi olarak açıklanmaya çalışılmıştır. Ayrıca dai konutlarına verilen bir isim olarak kullanmıştır.
Darü'l-Hicr, Irak'ta Kufe' nin Sevad bölgelerinde ilk kez Hamdan Karmat tarafından kuruldu. İbn Hevşeb Yemen'de Aden yakınlanndaki Sabr dağının sarp kalelerinden birinde, Ebu Abdullah İcdjan, İran' da, 316 yılında Irak Karmatilerinin reisi el Haris bin Mesud Basra yakınlarında el-Muvaffakiye'de, Kuzey Afrika'da Mehdiliğini ilan eden Ubeydullah'ta Mehdiyye kentinde Abbasi idaresini uzun bir dönem uğraştıran Karmati hareketinin en etkili oluşumu olarak kabul edilen Bahreyn Karmatilerinden Ebu Tahir'de 316'da Lahsa' da birer Daru'l-Hicr yaptırdılar. De Goeje, Ebu Tahir tarafından el-Muvaffakiye'de yapılan Daru'l Hicr'in sığınma amacı ile yapılmış olmasında çelişki olduğunu belirtmektedir. Aslında Karmatilerin sosyal, dini ve iktisadi yapılanmasını göz önüne aldığımızda Darü'l Hicr'lerin yalnız sığınma amaçlı kurulmuş olması, sonraki gelişmelerle çeliştiği görülecektir. Daru'l Hicr'lerin görmüş oldukları işlevler de bunu doğrulamaktadır. Yalnız ilk dönemlerde, Daru'l Hicr'in eğitim amaçlı bir işlev içermektedir. El-Muvaffakiye yapılan Daru'l Hicr'nin yapılış amacı alternatif bir ibadethane amacı taşır. Çünkü el-Muvakkakiye'deki Daru'l Hicr Kabe'nin bir taklidi, kutsal şeyleri kendine çekecek bir mabet mahiyetinde yapılmıştı. Daru'l Hicre'nin yalnız eğitim amacı ile kullanılmayıp, Karmati inançlarının hayata geçirildiği bir mekan olarak da kullanıldığını görmekteyiz. Daru'l Hicre merkezlerinde verilen eğitim süreci, öğretiye kazandırılmak istenen adayın geçirildiği aşamalarına benzeyen derecelendirilmeden ibarettir.
Bu aşamaların Birinci derecesi 15-30 yaş gruplarının eğitildiği aşamadır. Bu derecede İhvan-ı Safa'nın risaleleri öğretilmeye çalışılmakta idi. Karmati öğretisinin temel felsefesini oluşturan Batın-Zahir ilişkisi kazandırılmaya çalışılmakta idi. Bu ilişkinin anlaşılabilmesi için Karmati öğetisinin özel alfabesinin anlaşılması için rumuzlar öğetiliyordu.
İkinci aşama da, 30-40 yaş grubunu içine almakta idi. Karmati önderlerinin görüşleri incelenir. Harekete taraftar toplamak amacıyla eğitilmekte idiler. Karmati hareketinin felsefesi öğretilmeye çalışılmakta idi.
Üçüncü aşama, 40-50 yaş gruplarındakilere ise dini hükümler, Karmati hareketinin temel felsefesi olan Batın-Zahir perspektifiyle açıklanmaya çalışılmakta idi.
Dördüncü aşama ise, en üst sınır olarak kabul edilmekte idi. Bu gruptakilere de eşyanın hakikatleri öğretirlerdi ve bu mertebe tabiat şeriat ve kanunun üstündeydi. Bu aşamalar aynı zamanda İhvanu's-Safa cemiyetinin dört tabakasını oluşturmaktadır. Bu grup bu aşamayla dini öğretinin üzerine çıkarak "Ehl-ül-Keşf' denilen makama ulaşmış olmakta idi. Bu grup kendi içinde "mürid", "muallim" ve muharrebin ile'l-Ilah olmak üzere üç gruba ayrılmakta idiler.
Karmatiler'in "Mecalisü'l-Tezkiye" adı verdikleri toplantılar da eğitim amacıyla yapılıyordu. Bu toplantılar daha çok dini konuların Batıni yorumlara tabi tutulduğu mahiyette idi. Aynı şekilde bu toplantılarda dini konularda, özellikle itikadi meselelerle ilgili sorular sorularak kafalarda bir takım şüpheler oluşturulmakta idi. Eğitim-propaganda faaliyetlerinin akabinde gayr-i memnun gruplardan oluşan kitleleri, merkezi otoriteye karşı ayaklanma çıkarmaları sağlanırdı. Karmati; hareketinin askeri teşkilatı, baskınlar düzenleyerek ganimetler elde etmek idi. Ayrıca öğretinin ilk basamağı olan taraftar kazanmak ve taraftarlardan vergiler toplayarak iktisadi yapının şekillenmesini sağlamaktı. Daha sonra da öğretinin hayata geçirilmesi için devletleşme sürecini oluşturmaktı.
Yönetim Tarzı ve İkdaniyye Meclisi
İsma'ili-Karmati hareketi, Abbasilere ve ehl-i sünnete karşı yürütülen devrimci bir hareket olarak görülmüştür. Bu yargı İsma'ili-Karmati hareketine karşı olan, yazarların eserlerinde yer almıştır. Kaynakların bir kısmı reddiyye mahiyetinde bir kısmı da bu grupların sahip olduğu görüşlerin aksaklıklarını ifade etme tarzındadır. Karmati hareketinin tarihinde, farklı dönemler vardır. Bu dönemlerin kendi içide farklı özellikleri arz etmektir.
İsma'ili-Karmati tarihi iki döneme ayrılmaktadır. Ubeydullah'ın Kuzey Afrika'da Fatımi halifeliğini kurma amacıyla başlamış olduğu yolculukla (899) gizlilik dönemi (Devr el-Setr) sona ermiştir. Bu dönemi kendi arasında da iki safhaya ayırmak gerekir. İsma'ililerin ortaya çıkışından Ubeydullah Mehdi'nin imamet ve Mehdi anlayışında yapmış olduğu reformu içeren dönemi ilk safha, Hamdan Karmat ve kayın biraderi Abdan'nın, Ubeydullah Mehdi'nin reform girişimini kabul etmeyip, bağımsız hareket etmeye başlamaları ikinci safhadır. İsma'ili-Karmati tarihinin ikinci dönemi Devr el-Keşf (Devr-i Zuhur)'dir. Bu İsma'ili-Karmati imamının açıkça toplumun başında olduğu açığa çıkma ya da kendini gösterme dönemidir. İsma'ili-Karmati tarihinin dönemlere ayrılması hareketin ideolojisinde de bir takım değişikliklerin olmasına neden olmuştur. Bu farklılıklar hareketin başında bulunan Mehdi-İmamın fonksiyonunun nasıl olması gerektiği, hareketin nasıl idare edilmesi gerektiği, verginin nasıl toplanacağı hususlarında olmuştur.
Bahreyn'de Hamdan Karmat'a bağlı olan Ebu Said Cennabi yaklaşık 900 yılında el-Hasa (el-Ahsa) da, zenci isyanından ayakta kalanların desteğiyle bir Karmati devleti kurdu. Bu devletteki rejim hakkında teferruatlı bilgi olmamasına rağmen El-Hasa'yı X. yüzyılda ziyaret eden iki İsma'ili seyyahın vermiş olduğu bilgilere dayanarak Oligarşik ve iştirakçi özellikler arz eden bir devlet teşkilatlanmasını esas aldıkları söylenebilir. Devlet başkanı eşit kimseler arasında başta gelen idi. Bahreyn devletinde bu komite dışında farklı görevleri olan vezirler de bulunmakta idi. Kitab'ül Uyun vezirlerin sayısının yedi olduğunu belirtmektedir. Karmati devleti, ahbablardan oluşan bir komitenin yardımıyla idare ediliyordu. Karmatiler El-Hasa şehri savaşa hazırlandığı dönemde 20.000 den fazla nüfusu vardı. Bu yapılanmada "altılılar meclisi" doğruluk ve adaletle devlet işlerini yürütüyorlardı. Bu meclis tarım işlerinde çalıştırmak için 30.000 işçiye sahipti. Karmati toplumundaki fakirler ve borçlular, cemaatin yardımıyla ayağa kalkıyordu. El-Hasa'ya yabancı sanatkarlar geldiği zaman vardığı andan itibaren yerleşmesi için gerekli fonu bulurdu. Fakirlerin evlerinin tamiri devlet giderlerinden alınırdı. Buğday devletin değirmenlerinde parasız olarak yapılıyordu. Bu meclis sosyal hayatı da düzenledi. Oruç ve namaz gibi ibadetler kaldırıldı. Cami yapılmasına müsaade edilmemekte idi. Yalnız özel müteşebbisler tarafından yapılan tek camii bulunmakta idi. Bu da ehl-i sünnet hacılarının ibadetlerini yapması için yapılmıştı.
Bu rejim yalnız Bahreyn'i yönetmekle kalmadı. Ebu Said'in oğlu Irak'a seferler yaptı. Kervanlara saldırdı. Ocak 930'de Mekke'yi işgal etti. Buradan Hacer üi-Esved'i götürdü ki bu ancak 952'de yerine iade edildi.
ORTADOĞU'DA MARJİNAL BİR HAREKET: KARMATİLER
(Ortadoğu'da İlk Sosyalist Yapılanma)
Yrd. Doç. Dr. Abdullah EKİNCİ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder