26 Mayıs 2023 Cuma

TARİH BOYUNCA MEŞHUR ZALİMLER VE AKİBETLERİ-8

 LEON’UN ÇOCUKLARI


Ermeni kralı Leon, olgun bir adamdı. Okumaya çok meraklı idi. Çok kitap biriktirir, hekimlerle sohbeti severdi. Devleti güzel idare etmişti.


Fakat çocukları aynı olgunlukta değillerdi. Saltanat hırsı onları birbirlerine karşı zalimce davranmalarına ve cezalanmalarına sebep oldu.


Dört oğlu; Haytum, Toras, Şimpat ve Kostantin idiler. İlk hükümdar Haytum oldu. Babası ölünce yerine Haytum geçti. O, cidden hepsinden olgunluk gösterdi. Memleketi güzel idare etti. Babası gibi tatarlarla iyi geçindi, onlara bağlı kaldı. Devleti onların şerrinden korudu ve altı sene sonra saltanatı terk ederek rahip oldu. Ve yerine kardeşi Toras Kral oldu.


Fakat kardeşleri bunu kıskandı. Bilhassa Şimpat fazla ihtirasa kapıldı. Gözleri adeta karardı, Kardeşi Toras’a suikast yaparak onu öldürdü ve tahta geçti.


Fakat zulmü yanında kalmadı. Aynen kardeşi gibi üç senelik saltanatından sonra kardeşi Kostantin’in teşvik ve tahriki ile tahttan indirilip hapse atıldı. Yerine kardeşi Kostantin tahta geçti.

Bu haksız saltanat, Kostantin'e de hayır getirmedi. Hatta onlar kadar da iktidarda kalamadı. Kardeşinin oğlu Leon onu bir senelik iktidarından indirip yerine geçti ve onu da kardeşine yaptığı gibi hapse tıktı.

Ve bütün bu ihtiras ve zulümlerin zincirini nihayet tatar beyi Arkon düğümlendi; saltanatının üçüncü senesinde Leon’u tahttan indirip katleden Arkon, Deon’un oğlu Öşîn’i Ermeni tahtına çıkardı. 



MARTİNA VE HİRAKLEONAS


Kostantin imparator olduğu zaman üvey anası Martina çok içerlemişti. O saltanatın kendi öz oğlu Hirakleon’a geçmesini istiyordu. Bu mümkün olamayınca, buna bir çare düşünmeye başladı.


İstanbul patriği bu hususta yetkili adamdı. Araları da iyi idi. Onu bu hususta kazanınca iş kolaylaşacaktı. Ve öyle yaptı. Patrik bu hususta müzahir olmaya hazırdı.


Patrik ve ana— oğlu baş başa verdiler, Bizans’ın meşhûr entrikalarından birini daha çevirecekler, sonu gelmeyen cinayetlerden birini daha işleyeceklerdi. Plân kuruldu ve gene bir kadın parmağı bu işi kolaylıkla çevirdi; Martina, imparator Kostantin’i zehirle öldürdü ve plân gereğince patrik oğluna tacı giydirdi. Zavallı imparator, tahtta ancak dört ay kalabilmişti.


Fakat Martina ile oğlunun bu cinayeti de uzun müddet gizli kalmadı. Nihayet iki sene sonra bu cinayetin kokusu çıkmaya başladı. Halk arasında bunun dedikodusu yayıldı. Yapılan araştırmada, imparatorun zehirlenerek öldürüldüğü, cinayeti de üvey anası ile kardeşinin işlediği ve patrikin de bunlara müzahir olduğu meydana çıktı.


Bunun üzerine ayan ve halk ayaklanarak sarayı bastı, imparator ve patriği azletti. Cürümlerinin cezası olarak da, mazul imparatorun burnunu, anası Martina’nın da dilini kestiler. Aynı zamanda patriği de sürgün ettiler,.



MEZDEK


Mezdek, iranlı bir sapıktır. Bunun meydana getirdiği zulüm yolu, büyük tahribat yapmıştır. Hem bu tahribat ve zulüm yolu, kendisinden sonra da devam etmiştir. Bu suretle de tarih boyunca zaman zaman tezahür ederek devam eden Mezdekizm (îştirakuyyun) hareketlerinden ve yeni ismi ile Komünizm hareketlerinden onun da vebal ve mesuliyeti devam etmiştir.


Mezdek, îran Hükümdar Kubat zamanında yeni bir görüşle ve bir Peygamber edası ile ortaya çıktı. Melanetini yaydı ve tatbik etti. Kubadın oğlu Adil Nuşirevan zamanında da cehenneme itildi.


Kubat, zaif karakterli ve tembel bir adamdı. Üstelik kardeşi ile taht kavgası da vardı. Türk hakanı ile İran arasında çatışmalar eksik olmuyordu. İşte bu ahval içinde ortaya çıkan Mezdek, bu müsait zeminden azami derecede istifade etmesini bildi. Her kötü niyetli insan gibi o da, bu ahvali tamamen lehine istismar etti. Mezdek’e göre: «Bütün insanlar bir ana ve babadan yani Âdem ile Havvadan meydana gelmişti. Ayrı gayrıları yoktu. Kadın ve mal herkes için müşterekti. Herkes her kadından ve her maldan serbestçe istifade etmeli idi. Buna mani olmak haksızlıktı.»


Bunu şiddetle yaydı. Mala ve şehvete düşkün olan insanları, fakir ve düşük karakterli insanları tahrik etti. Başkalarının mal ve namusuna saldırttı. Düşük insanlar tarafından büyük bir alaka gördü. Namuslu ve akıllı halk bizar oldu. Memleketin huzuru selb oldu.


Basit ve aklı kıt bir adam olan şah Kubad’ın da bunun mezhebine girmesi Mezdeki büsbütün şımarttı. Taraftarları da gemi azıya aldılar.


İran, tarihte görülmemiş bir bataklığın içine yuvarlandı. Artık Mezdek, İranın gerçek hakimi durumunda idi. Başşehir Medayin, saltanat sarayı, hatta Hire gibi belli başlı bağlı devletler, onun elinde, mevcut hükümdarlar onun hizmetinde idi.


O kadar ki, canı istediği zaman, istediği akşam saraya gelerek Şah Kubad’a: «Bu akşam zevcen benim olsun» veya «Falan cariyelerin benimle kalsınlar» der, Kubat’da: «Peki,» der ve onun bu emrine boyun eğer. Mezdek de bu hakka serbestçe sahip olurdu.


Buna en çok üzülen, anasının bu pis adamın emrine tahsis edilmesinden ve onun da buna boyun eğerek emrine isyansız razı oluşundan kahrolan zavallı Şehzade Nuşirevan idi. Fakat zavallının ne selâhiyeti, ne de çocuık olduğu için gücü vardı.


Fakat artık halkın sabrı taşmıştı. Ayaklandı, saraya yürüdü. Ve kubadı azledip kardeşi Câmasp’ı tahta çıkardı.


Kubad, Türk iline kaçıp Hakana sığındı. Ondan büyük ölçüde yardım alarak tekrar geldi. Kardeşini tahttan indirerek tekrar tahta çıktı. Kardeşini hapsetti. Bunda Mezdek ve avenesi kendisine destek oldu. O da bunların himayesini tekrar üzerine aldı. İran halkının gayreti de bu suretle boşa gitti. Mezdekçiler ise; İran zulüm ve ahlaksızlık içinde kasıp kavurmaya, mal, can ve ırz emniyetini çiğnemeye devam ettiler. Memleket içindeki yükselen anarşi bulutları artık Kubat’ın da elinden çıkmıştı.


Nihayet İran halkının talihi döndü. Kubat Rey şehrinde helak olup gitti ve yerine Mezdekten en çok nefret eden oğlu Nûşirevan tahta geçti. Henüz çocuk yaşta olan Nûşirevan biraz daha sabretti. Mezdeki biraz daha ihmal etti. Mîllet de tevekkülle bekledi.


Fakat Nûşirevan, çocukluk çağını geçirir geçirmez derhal tedbir aldı. Bu zulüm gidişine bir son vermek gerekiyordu. Evvela Mezdeki yakalattı, onu huzuruna yaka, paça getirtti. Artık o, saraya arzularını hükümdara duyurmak için gelen zorba bir kahraman, saray kadınlarına ayağını, dizini öptürmek için gelen saygı değer bir adam değildi. Aksine o şimdi; zulmü, ahlaksızlığı, habaseti hakkında herkesden çok bilgi ve nefret sahibi olan Şah ve âdil Nûşirevanın huzurunda hesap sorulmak üzere yakalanıp getirilen bir suçlu idi. Nûşirevan Mezdek’e sordu:


«Ey soysuz adam, zulmün ve melanetlerin artık haddi aştı. Hatırlıyormusun, bir akşam saraya gelmiş, babamdan annemle beraber yatmak üzere izin almıştın. Annemin odasına geldiğinde annem ayaklarını öpmüştü. Ve ben sana rica ettikten sonra annemi bana bağışlayıp gitmiştin?» Mezdek «Evet hatırlıyorum» dedi.


Nûşirevan: «İşte, o tarihten beri cariyen olan o kadınların. Senin habis varlığından geçen iğrenç kokularını burnumda duyuyorum. Bunun için de, seni ve seninle ilgili herkesi ve herşeyi silip, insanlığı sizin murdar koku ve lekenizden silmek istiyorum.» dedi.


Sonra emretti, Mezdeki katlettiler. Murdar cesetini ateşte yaktılar. Başta Hire valisi Haris olmak üzere bütün Mezdekçileri (Komünistleri ) işbaşından uzaklaştırdı. Çıkardığı bir fermanla bütün mezdekçilerin kanlarının helal olduğunu ilân etti. Fermanı bütün ülkenin en ücra köşelerine kadar gönderdi. Her nerede bir mezdekçi bulundu ise tereddütsüz temizlendi. Aynca hepsinin mallarına el koydu. Bu mallardan sahibi belli olanları tekrar sahiplerine iade etti Sahibi bulunmayanları da fakirlere dağıttı. Mezdekle dünyaya gelen ve vahşi Komünizm, tatbikatına o devirde bu suretle adil Nûşirevan tarafından son verildi. (Darısı bu günkü insanların başına)


MİKAİL


Mikâil, saltanat soyundan olmayan Bizans imparatorlarındandır. Tek varlığı yakışıklılığı idi. imparator Romanos zamanında saraya intisap etmiş, genç ve yakışıklı hali ile alâka çekmiş, hatta hükümdarın yakınları arasına kadar sokulabilmişti.


Bu arada, imparatorun zevcesi Zoyi’nin de nazarı dikkatini çekmişti. Nihayet imparatoriçe Zoyi, bununla ilgilendi, aralarında samimiyet kuruldu ve zaman zaman sarayın tenha köşelerinde buluşmaya başladılar.

Genç Mikâil, artık hiçbir ölçü tanımıyor, Önüne açılan her fırsatı tereddütsüz lehine değerlendirmek: istiyordu. Nihayet iki kafadar karar veriyorlar; imparatoru öldürecekler, hem de saltanata devamlı sahip olacaklar...


İmparatoriçe Zoyi, bu cinayetin tatbikat vazifesini üzerine aldı. Plânları gereğince bir gece kocasını hamamın havuzunda boğdu ve Flagonî’nin oğlu genç Mikâil imparator oldu.


Oldu ama, umdukları gibi olmadı, İlâhî adalet onlara zulüm mukabili saltanat zevki sürdürmedi. Genç Mikâil’in hevesi kursağında kaldı; imparatorluk tahtına kurulduğundan hemen sonra sârâ hastalığına tutuldu. Devlet işlerini kardeşi Nuvanus’a bıraktı. Kendisi kilisenin himayesine çekilip rahip oldu. Beş altı senelik böyle bir hayattan sonra öldü. Saltanat yeğeni ve karısının oğulluğuna kaldı.

 

 


KAVALALI MEHMET ALİ PAŞA


Mehmet Ali Paşa 1768 yılında Kavala’da doğmuştur. 42 sene Mısır’da Valilik yapmış, Sonra aklını kaybetmiş ve yerine oğlu İbrahim Paşa Mısır Valisi olmuş, 1— 2 sene karar da deli olarak yaşadıktan sonra 81 yaşında iken İskenderiye’de ölmüş ve Kahire’de defnedilmiştir.


O günlerde bir vilâyetimiz olan Selânik’in 8000 nüfuslu bir kazası bulunan Kavala, o zaman da bugün olduğu gibi Tütün, Ziraat ve Ticareti ile meşhurdu. Henüz 4 yaşında iken, bir derbent bekçisi olduğu söylenen babası İbrahim ağa ölünce Mehmet Ali’nin, akraba olarak yalnız amcası Tosun ağa kalmıştı. Kavala’da mütesellim olan Tosun ağa, küçük Mehmet Ali’yi yanına aldı ise de, çok geçmeden Tosun ağa’da idam edildi. Kimsesiz kalan Mehmet Ali’yi babasının eski dostlarından Pıravışta çorbacısı (Subay) yanına alıp bir evlât gibi büyütmüştür. Çorbacı, Mehmet Ali’yi büyüttükten sonra, ayni zamanda onu dul kalan bir akrabası ile evlendirmiştir. Bu kadının sahib olduğu bir miktar servet ise, Mehmet Ali’ye ilk sermaye olmuştur.


Evlendiği zaman 18 yaşında idi Okuma yazma bilmezdi. Kavala’da bulunan bir Fransız taciri ile olan münasebeti onda hem ticaret hevesini, hem de ileride Mısır valiliğinde de tesirini gösterecek olan Fransız dostluğunu meydana getirmişti. Mehmet Ali bu suretle Tütün ticaretine veya bir rivayete göre kaçakçılığına başlamıştı.


Mehmet Ali,  bir gün Kavala’da kahvenin birinde otururken biri suda pişmiş Mısır satıyormuş. Mehmet Ali: «Bu Mısır kaç’a?» diye sormuş «10 para» cevabını almış bir kaç tane aldıktan sonra: «Mısır, bu kadar ucuz’mu, acaba kendisi de bu kadar ucuzmudur? Gitsek’te, bir görsek.» diye kendi kendine söylenmiş.


Yakınlarından nakledildiğine göre, bu pişmiş mısır aklına geldikçe kendisi;


«Beni Mısır’a gelmeğe ilk heveslendiren bu Mısırcı olmuştur. Daha o vakit Mısır’a gelmeyi kurmuştum. Nihayet geldim ve hamdolsun ki sonra Mısırın yerinide aldık» dermiş.


İşte o günün genç Mehmet Ali ağası, böyle bir hayalle başlamış Mısır seferine...


Bu sırada, güzel bir fırsat çıktı Mehmet Ali ağa’ya; Mısırdan Fransızları kovmak için Osmanlı Devleti Ordu’ya gönüllü kaydediyordu. Mehmet Ali de Kavaladan toplanan 200 gönüllü arasında idi, bu suretle ve Kaptan Küçük Hüseyin Paşanın donanması ile Mısır’a geldi.


Fakat bu ilk yolculuk iyi gitmedi. Mısır kıyısında Ebukır denen yerde Mustafa paşa kumandasında yapılan harpte Mehmet Ali’nin içinde bulunduğu birlik bozuldu ve kendisi de bir ara sıkışınca Denize atladı. Fakat ecel gelmemişti. Kader imdadına İngiliz Komodoru Sidneyi yetiştirdi. Sidney, onu boğulmak üzere iken kurtardı. Ve sağ salim geri dönebildi. Daha sonra, gine Kaptan Hüseyin paşa ile tekrar Mısır’a gelen Mehmet Ali, bu defa Mısır’a sağ salim çıkabildi, Ve Ordu içinde yavaş yavaş kendini göstererek Subaşı oldu. Bu suretle de Kahire’de çevrilen Siyasi Entrikalara rahatça girebilme imkânını bulmuştu.


Sadece girmekle de kalmadı. Bu entrika ve siyasi dolap çevirmelerde, isyanlarda o kadar maharet gösterdi ki, kısa zamanda, adım adım bütün emsalini geçerek Mısır’a Vali oldu. Hatta bunuda kâfi görmiyerek Mısırda istiklâl hevesine düştü buda kâfi gelmediğinden Osmanlı Devletini ele geçirerek yeni bir haneden kurma teşebbüslerinde bulunacak ve Devletin başına gaileler açarak inkırazın eşiğine getirecek kadar ileri gitti. Paşa, Valiliğin ilk günlerinde, eski sade hayatını devam ettirdi. Basit bir kıyafetle dolaşır, dolaşırken de ekseri Bonapartkârı elleri arkasında bulunurdu. Yanında fazla muhafız bulundurmaz, tek bir nöbetçi kendisini beklerdi. Fakat, gittikçe Her Mısırlı devlet adamında görüldüğü gibi gurur ve şâhâne hareketlere heveslenmeğe başladı.


Dama, Satranç, bilardo oynamasını çok severdi. Küçük zabitleri, hatta erleri zaman zaman yanına alarak onlarla sohbet ederdi. Fakat bilardo'yu daha çok konsoloslar ve ecnebi seyyahlarla oynardı. Çabuk müteessir olurdu. Pek şiddetli idi Ansızın gelen heyecanını gizleyemezdi. Kadınlara karşı zaafı büyüktü. Şan’a pek düşkündü. Entrikalar çevirmek için çok cömert davranırdı. Muvaffakiyet hasıl olunca vermek üzere büyük vaatlerde bulunurdu. Yaptıklarından bahsederken büyük bir gururla bahsederdi. Avrupa gazetelerinden çekinir, onların, aleyhinde yazmalarından adeta ürkerdi. Bu gazete tenkitlerinin bütün emellerini engelleyeceğini vehmederdi. Hatta îngilterenin kendi istiklâline muarız oluşunu, o günlerde Mehmet Ali’nin bütün kötülüklerini ifşa eden İzmir gazetesinde (JOURNAL DeSMYRNE) bilirdi. Bunun için de: «Bu gazetenin çıkmaması için 6 milyon Frank vermeğe hazırım» derdi.


Mehmet Ali paşa, politika heyecanlarından ömründe hiç bir rahat görmemiştir. Daha doğrusu, emellerine vasıl olabilme endişe ve ihtirası içimde ne kendisi huzur bulmuş ne de Mısırlılara huzur vermiştir. Uykularının dahi az ve huzursuz geçtiği söylenir. Rahatını selbeden şeylerin en büyüğü de, ’kendisine arız olan bir asabî hıçkırıktı. Bu da şöyle başlar: Vehabilere olan seferi esnasında oğlu Tosun paşa Taifte vehhabiler tarafından muhasara edilmiş. Mehmet Ali paşa ise Mekke’de bulunuyordu ve yanında Askeri yoktu. Yanında kalanlar Ciddeye kaçmasını teklif ettiler. Paşa reddetti. Mutlaka oğlunu kurtarmaya gideceğini söyledi. Yanındaki 40 kölemen ile yola çıktı. Taife yaklaşınca ne yapacağını düşünmek üzere biraz mola verdi. Bu arada yorgunluktan uyuyakaldı. Uyumadan evvel de, yanındaki askerin birine etrafı gözetlemesini ve herhangi bir şey olursa hemen gelip kendisine haber vermesini emretti. Tam tatlı uykuda iken bu asker, bir vehhabi casusunu yakalar, paşanın yanına getirir ve onu uyarır. Heyecanla uyanan paşayı uyanır uyanmaz şiddetli bir hıçkırık tutar, işte bundan sonra Paşa, Ömür boyu bundan kurtulamamıştır. Ne zaman hiddetlense hemen kendisini hıçkırık tutar ve kızdığı da bu hıçkırığından belli olurdu.


Paşa’nın uykusu azdı. Çok faaldi. Esasen bütün hayatı işle, Faaliyetle hulasa edilebilir. Sabahın saat 4 ünde iş başında olur. Akşama kadar bütün zamanını memurlar, subaylar ile, işle, Resmi geçitle, tersaneleri, fabrikaları vesair iş yerlerini dolaşmakla geçirirdi.


Okuryazar olmadığına üzgündü. Tekrar öğrenmekte meşgale arasında biraz güçtü. Bununla beraber, 40 yaşından sonra buna da heveslendi. Bir cariyesinde Elifba okumayı Öğrenmeğe, bir hoca efendiden de yazı yazmasını öğrenmeğe çalıştı. Paşa’nın bazı iyi hasletleri de vardı. Samimi olduğu zaman açık açık konuşurdu. Sözlerinde incelik vardı. Mütecessis ve hazır cevaptı, istediği zaman iradesini zabtetmeyi bilirdi.


Hasta denecek derecede Garp ve bilhassa Fransız hayranı ve mukallidi idi, fakat Garb’ı anlıyacak, onun müsbet ve menfi yönlerini ayırdedebilecek çapta bir kültür ve şahsiyete sahip değildi. Adaletsever görünme gayreti de vardı, ama adaletten bihaberdi.


İşte hayatından bu hususta örnek olacak bazı garip vak’alar:


Bir gün, bir cariyesi, ufak bir kabahat yapar. Paşa gadaplanır. Ani ve kendine has bir hüküm verir ve kadıncağıza tam 500 sopa attırır. Kızcağız ölü haline gelir. Bu defa Mısır tedavi usulüne göre bir koyun kestirir ve kızı derisine sardırır, götürürler. Paşa, kızı öldü bilir. Aradan bir sene geçer, paşa her nasılsa kızı hatırlar, acır ve: (kıza yazık ettik) der, yanında bulunan hatunlar, kızın ölmediğini, tedavi olduğunu söylerler. Bu defa paşa onu çağırtır, iltifat eder ve onu haremine alır.


Paşa, bir ara Avrupadan nadide çiçekler getirtmişti. Bunlar arasında Dahliya adlı çiçekte vardı. Bu çiçek köşkünden uzak bir yerde Güneş altında kalır, bol güneş alınca da iyice çiçeklenir. Bir gün bir ecnebi, sohbetinde bu çiçeğin güzelliğinden bahseder. Paşa da çiçeğe o zaman dikkat eder, beyenir ve bir sandığa konarak sarayı gölgelendiren ağaçların altına alınmasını emreder. Bahçıvan, çiçeğin gölgede solacağını söylerse de paşa dinlemez. Üstelik kaşlarını çatarak; çiçeği soldurursa kendisini diri diri yere gömeceğine yemin eder.


Bahçıvan, emre uyarak, çiçeğin bir sandık içinde ağacın altına kor. Fakat güneşten mahrum kalan çiçek, bahçıvanın dediği gibi solmaya başlar. Durumu takibeden paşa, çiçeğin solduğunu görünce bahçıvanı çağırıp yere yıktırır, Kırbaçla iyice döğer. Dayanılmaz kırbaç acıları içinde kıvranan bahçıvan, bir ara. «Paşam, İnsanları itaat altına almak mümkün, ama çiçekleri itaat altına almak mümkün olmuyor» der. Paşa bu söz üzerine müteesir olur, bahçıvanı bırakır ve ona hediyeler de verir.

 


 

Paşa bir ara da Avrupadan bazı meyve ağaçları getirtmişti. Bunların arasında makbul bir erik cinsi de vardı. Paşa, bu erik ağacına iyi bakmalarını emretti. Bahçıvanlar da bu erik ağacına pek güzel baktılar ve bir kaç erik verdi. Paşa bunlara çok kıymet veriyordu. Bir gün, henüz iyice olmadığı halde eriklerin bir tanesini yedi ve pek hoşuna gitti. Geride kalan 3-5 eriğe dikkat etmesi için bahçıvan başına sıkı sıkı tenbihte bulundu. Bunun üzerine ağacın etrafı ve üstü tel ile örtülüp kuşların tecavüzüne mahal bırakılmadı. Fazla olarak, ağacın başına bir nöbetçi de kondu. Gece gündüz bekletildi. Fakat aksilik bu ya; o sırada bir bora eserek bir tanesi hariç bütün erikleri düşürdü. Fakat kalan tek erik te inadına güzeldi. Paşa çoktandır eriğin bulunduğu ŞUBRAYA gelmemişti. Eriği de unutmuştu. Bahçıvan başı arkadaşları ile müzakere etti, erik tamamen olmuştu. Koparılmazsa düşeceğine veya dalında çürüyeceğine, binaanaleyh koparılması gerektiğine karar verildi. Büyük bir ihtimamla eriği kopardılar, pamuğa sarıp bir kutuya yerleştirdiler. Sonra kutuyu mühürleyip Paşaya gönderdiler. Vakit Ramazan’dı. Paşa biraz rahatsızdı ve yemeyi haremde yiyordu. Harem ağası, erik hikayesini bilmediği için, bu eriği diğer meyvelere karıştırarak paşaya verdi. O da farkında olmıyarak eriği yedi.


Aradan bir kaç gün geçince Paşa iyileşti, bahçeyi ziyarete gitti ve doğruca erik ağacını yanına gidip dikildi. Baktı ki erikler yok.


Kendisine vak’anın hikâye edilmesine vakit kalmadan Paşa’nın hıçkırığı tuttu. Bu da, onun gayet hiddetlendiğine işaretti. Hemen hiç sormadan bahçıvanbaşını erik ağacının dibine yıktırdı. Adama iyice bir sopa çektiler. Neyse dayaktan sonra olsun adamı dinlemeyi kabul etti. Bahçıvan vak’ayı hikâye etti. Şahit istedi. Gösterdi. Kabul etti. Bu defa Harem Ağasını çağırttı. Harem Ağası, gözükür gözükmez Paşa, uzaktan bağırdı: «Ben erik yedim mi ? » Harem Ağası:


— «Evet bir kaç gün evvel size akşam yemeğinde bi erik verdim» dedi.


Paşa: «Bana söylemedin ya.» diye bağırırken bir eli ile de yatırılmasını işaret ediyordu. Harem Ağası, durumu anladı. Yakalanmadan evvel Paşa’nın atına atlayıp dörtnala kaçtı ve günlerce saklandı. Neyse, Paşa af etti de adam böylece kurtuldu.


İşte Istanbuldan kaçan bazı kimselerin hamisi görünen ve kendilerinden hayal ettiği Osmanlı Devletini ele geçirme plânlarının tatbikatında faydalanmayı düşündüğü kimseler nazarında maznunların hamisi bilinen paşa’nın böyle akıl almaz adilâne (!) kararları da vardı. Esasen Paşa’nın Kanun, adalet, hükümet, idare, vatandaş ve insan hak ve hürriyetleri gibi mefhumlardan haberi yoktu. Hele fellahlar... Onun nazarında zerre kadar bir kıymet taşımazdı. Kölemenlere gelince, onları esasen ilk hamlede insafsızca boğazlatmıştı. Mısır’ı Kölemenlerin idaresinden ve fellahların elinden sayısız katliamlar sonunda eline geçirmişti. Bunun için ne o fellâhları sever, ne de fellahlar onu severdi. Hatta fellahlar onun ismini bile söylemezler, Mehmet Ali Paşa yerine «Zalim Paşa» derlerdi. Gerçi Paşa, son zamanlarda bir kanun da yaptırmıştı. Ama bu sadece kitapta kaldı.


Kanunu tatbikatından ve paşa’nın idaresindeki adalet anlayışından ibret verici bir misâl durumu daha iyi anlatacaktır:

Bu kanunu hazırlayanlardan biri bulunan ve Fransa da tahsil yapmış olan Muhtar Bey, bir genç uşağına fiili şen’i yapmak istedi. Uşak razı olmayınca onu dayak altında öldürür. O zaman Mısır'da bir söz vardır: «Bir fellâhın başı, bir Türkün bir kılına değmez» diye. Zalim Paşa’da bu fikirde olduğundan yeni yaptığı Kanun mucibince Muhtar Beyin idamı gerekirken ona 500 kuruş diyet ödeterek işi bitirtti. Bu para Muhtar Beyin bir yevmiyesinden azdı. Yani Muhtar Bey, isterse yarı yevmiyesini vermek suretiyle her gün bir senede 365 fellâh öldürebilirdi. Mehmet Ali Paşa idaresindeki Mısır’da... Bu kadarı da adet yerini bulsun, Mehmet Ali Paşa idaresindeki Mısır,’da da Kanun var densin diye yapılmıştır. Çünkü uşağın ebeveyni bu 500 kuruşluk diyeti de asla elde edememiş, sadece hükümde kalmıştı..


Paşa’nın idaresinde kanun ve adalet diye bir şeyin bulunmadığını gösteren hadise yalnız bu değil elbette. Çok olan misaller arasından bir kaçı da şunlar:


Selim Paşa namında sayılı bir adam, kölelerinden birini basit bir kabahat için suya atıp boğar, cezasız kalır. Mahubey, birini döverek öldürür, cezasız kalır. Diğer biri, cinayet işler, cezasız kalır. Bir taraftan Paşa, diğer taraftan ona sırtını dayayanlar, her zalim ve diktatörün idaresinde olduğu gibi, başkalarının mal, can ve namusu üzerinde rahatlıkla tasarrufta bulunurlar. Fakat bir hesap soracak merci bulunmazdı.

Bütün. Mısır halkına kanun nazarında sözde eşitlik veren bir Kanunnamenin neşrinden iki yıl sonra yine halâ Fellâha kızgın tuğla ile işkence ediliyor, Fellâh, kulağından duvara çivileniyor, kırbaçla vura vura derisi sıyrılıyordu. Bütün bunlar da, vergi almak, soyguncu Paşa’nın soygunculuk torbasını doldurmak içindi. Paşa, soygunculuk, zulüm, ve işkence ile Mısır halkını bitiriyordu.

Paşa, Mısır’ı soyup soğana çevirmiş, Halkın elinde, avucunda bir şey bırakmamıştır. Vergi, şu ve bu ismi altında her şey halkın elinden aldığı halde Fabrikalarında çalıştırdığı işçiye, memurlara, Hükümet memurlarına, ve ordu mensuplarına maaşlarını vermez, onları meccanen çalıştırmak isterdi. Memurlar, Subaylar, maaş diye bağırırlardı. Fakat nadiren para alabilirlerdi. Ekseri kendi fabrikalarının mamullerini zorla maaş yerine verirdi, ihtiyaçları olmayan bu malları, yarı fiatına satar, iki misli pahalı verilen bu malları aynı zamanda yarı fiatına satmak, onları büyük zararlara sokardı.


Paşa’nın veznedarlarının kasasında para bulunmazdı. Çekleri getiren memur, Paşa’nın Fabrikalarına gönderilirdi. Orada kendisine gösterilen malı beğenirse onu iki misli fiatına alıp giderdi. Beğenmez itiraz ederse, gidip maaş koçanını kırıcılara yarı fiatına kırdırır, para alır giderdi. Sonra az bir masrafla bu kocanlar tekrar Paşa’nın kasasına girer, bu suretle Paşa, kârlı bir 'kırıcılık da yapardı.


Paşa’nın oğlu İbrahim mağlup olup Suriye’den çekilirken her şeyin tahrip edilmesi emrini vermişti. Kaleler, cephanelikler, çadırlar yakıldı, yıkıldı, toplar çivilendi. Mağazalardaki eşyalar parça parça edildi. Hatta yollarda ölmüş olan askerlerin Tüfenk ve Kılıçları dahi kırıldı. Bütün bunlar, düşmanları tarafından kendi aleyhlerine kullanılmaması içindi. Ve İbrahim Paşa’nın emri ile yapıldı. Olabilir. Fakat Mısır’a dönüldüğü zaman bu zayiat hesap edildi. Bu, savaşta sağ kalıp dönen askerin 6 aylık maaşına tekâbül ediyordu. Ve bu zarar, askerlere 6 ay maaş vermemek suretiyle Ödetildi. Halbuki bu zavallı askerler, sırf Mehmet Ali Paşa’nın hırsıcahı için bu kadar zahmet ve meşakkat çekmiş, kanlar dökmüş, üçte ikisi can vererek telef olmuş iken şimdi de üste Paşa’ya para ödüyordu. Bu cimriliğe, haksızlığa ve zulme, isim ve emsâl bulmak güç. Değme zalim böyle zulüm ve değme Yahudi taciri böyle dolaplı vurgun düşünmez. Zavallı asker, mükâfat, hiç değilse teselli beklerken ve bu hakkı iken, bu defa da böyle cereme Ödüyordu. Paşa’nın umurunda mı? Her halde kabahat gine Mısırlılar’da. Çünkü: «Halk Susam gibidir, ezip yağını çıkarmalı.» sözü bir Mısır Ata Sözüdür. Anlaşılan Paşa bu sözü ihtiraslarına pek uygun bulmuştu.


Mehmet Ali Paşa, Mısır’da her şeyi inhisarı altına almış, bunların varidatını da ‘kendi cebine indirmiştir. Mısır bir çiftlik, o da zalim, cimri bir Ağa idi. Esasen kendisinin en mümeyyiz vasfı, para hırsı ve cimrilik idi. Mısır’da yenilik, garplılık, ilerilik, zannedilen ne yapmış ise, sırf kazanmak ve hayâl ettiği Osmanlı devletini ele geçirme arzusu için yapmıştır. Bunun içindir ki, kurduğu fabrikaların Mısır bünyesine uyup uymayacağını, dolayısiyle devamlı çalışıp çalışmıyacağını düşünmemiş ve Avrupa’dan getirttiği teknisyenlerin yerli usta yetiştirmelerine dikkat etmemiş, bu suretle de verimli ve devamlı bir netice alamamıştır.


Mehmet Ali Paşa, Mısır halkını hiç sevmez, onlara pire kadar bile ehemmiyet vermezdi. Sevdiği insanlar. Türklerden sonra Hristiyanlar, bilhassa Fransızlardı. Memuriyetlere de bunları getirirdi. Fakat, hizmete aldığı bütün Avrupalılar, kendi ifadesi ile, 3 tanesi hariç, kendisine ihanet etmişlerdir. Fellahlara ancak aşağı hizmetler verilirdi. Vergi hususunda da onlara pek zalimane davranılırdı. Gerek para hesabında gerek Ölçü ve tartıda aldatılırdı. Hesap bilmeyen fellahlar da çoğu bunun farkına varmazlardı. Vergiyi vermezse dayağı yer, verirse daha çok vermek için gine kırbaçlanırdı. Fellahların en çok ürktüğü iki isim: Urbaş (Kırbaç) ve tahsilgi (Tahsildar) idi.


Tahsildarlar, ekseri sahte vergi koçanı verir, daha sonra ayni vergiyi diğer bir tahsildar tekrar tahsil ederdi. Paşa bunları bari önlese gine âdilce davranmış olurdu. Ama böyle tepeden tırnağa zulme ve zorbalığa dayanan bir idarede kimi kimden şekva edeceksin. Zalim şahısların zorbalığı üzerine kurulmuş, şahıslara bağlı, onların sözlerinin kanun olduğu heryerde bu böyledir zaten. Büyük zalim başta olursa küçük zalimleri kime şikayet edebilirsiniz..


Paşa, yaptığı işlerin çoğunda angarya usulüne başvurmuştur. Köylüleri (Fellah) sürü sürü toplar, 'köyler boşanır, onları sevk edip Fabrikalarında, Ziraat için açtırdığı kanallarda ücretsiz çalıştırırdı. Mısırlılar, paşaya kanaatırulhayriye bentlerini yaparken firavunlara ehramları yapan Atalarından daha az güçlük ve belâ çekmediler.


Nil’in fezeyanının artıp Mısır’a bolluk getirmesi de, Nil’in taşmayıp kıtlık olması da Mısırlı için müsavi idi. Bolluk olursa, muhtelif isimler altında halkın elindekini alır. Kıtlık olunca da daha evvel Halktan alıp biriktirdiği zahirelerle ihtikâr yapar bu suretle halkı soyardı. Mehmet Ali, Avrupa’yı Mısırda taklit etmek istemiş. Fakat çoğu Şark Devlet adamları gibi, ve hele îlim ve görgüsü de eksik olduğu için onun ruhunu anlayamamıştır. Yaptığı şeyler kabataslak, basmakalıp, neticesiz bir taklitçilikten ileri gidememiştir. Kültür ve İslâmi terbiyeden yoksun olan Paşa, Garbı — özentisine rağmen — kavrayamadığı gibi Şarklılığın ruhunda mevcut olagelen mertlik duygularına ve islâma bağlı olanların taşımaları gereken Adalet duygusuna azda olsa sahip olamamıştır.


Açıkgöz Avrupalılar. Onun bu Avrupa hayranlığı ve onlara yakın görünme hastalığından azami derecede faydalanmaya çalışmışlar. Bu suretle de Mısırdaki menfaatlerini geliştirme ve devam ettirme yarışına girişmişlerdir. Bunuda ucuz yoldan başarmanın yolunu bulmuşlardır.


Meselâ: Ingilterenin Mançester Vılyourpool Tüccarları tarafından yaptırılan Tunç, Gümüş ve Altın madalyaların bir tarafına Mehmet Ali paşanın resmi yapılıp kenarına (Mehmet Ali paşa) yazılmış, diğer tarafına da sapları birbirleri ile çaprazlaşan 2 hurma dalının ortasına İngilizce şu ibare yazılmıştır:

«To dhe frind of science, kommerce, andonder, Who prodected the subjeeds and property of adverse prove-rers, and fcept open the overland droute do india 1840)


Yani: «Hint kara yolunu serbest tutan, düşman devletlerin tabaasını ve mallarını himaye eden nizam, ticaret ve ilim dostuna»


Bu madalyalar cahil paşanın gururunu okşamaya, vatandaşların hak ve hürriyet diye neleri varsa hepsi ayaklar altında çiğnenirken, İngilizlerin tam bir rahatlık içinde sömürge menfaatlerinin yürütülmesine yetiyordu. İngilizler, onu övmüşler, namına madalya çıkarmışlardı, ya, onların yazdığı kadar medeni adil ve büyük bir devlet adamı sayabilirdi kendini. Ona dayanan zalim dalkavukları da bunu Vatandaşlara bol bol satıp onun himayesinde işlerini yürütebilirlerdi.


Tabi Fransızlar bundan geri kalabilirler mi idi. Onlar, hem de Devlet eliyle bu işi yaptılar. Fransız Hükümetinin Mehmet Ali namına çıkardığı madalyanın bir tarafında paşanın Resmi olup yanında şu yazı vardı:

«Mehmet Ali Regenerateur de t Egpyte» «Mısır'ın yaradıcısı Mehmet Ali»


Diğer yüzünde ise arapça ve Fransızca olarak şu ibare yazılı


«Memleketinin şerefini necabetle müdafaa etmesini bilir.»


Fransız Hükümeti bu madalyayı bir kılıçla beraber paşa’ya hediye etmiş ve onun gururunu okşıyarak işlerini yürütmüştür.


Paşayı Avrupanın ileri Devletleri övmüş, büyütmüştü ya artık içerdeki insanları onu zalim sayması, onu hatta tenkit etmesi ne haddine... Böyle, Avrupalıların övdüğü, madalyalar verdiği, yaradıcı, kurucu, koruyucu büyük Devlet adamı dediği bir insanı küçüksemek, ona itaat etmemek ha. Kimin haddine! Ona sadece saygı gerekirdi ...Onun sahte büyüklüğünü gelecek nesillere öğretebilecek anıtlar dikmek gerekirdi. Nitekim de öyle oldu.


Halbuki Lozan anlaşması ile Türk Devletinin son hükümranlık haklarının da tamamen kaldırılarak Ingiliz himayesindeki Mısır idaresinde ahfadının müstakil kaldığı ve bu Mehmet Ali soyunun idaresinde aradan tam 1 asır da geçtiği halde son ihtilâlle Mısır idaresine el konduğu zaman Mısır, iktisadi, içtimai ve idari bakımdan ciddi bir adım ileri gitmiş sayılmazdı.


Nitekim ihtilâlcilerin zoru ile Mehmet Ali paşanın son ahfadı Mısırı terk ederken, onun Garp ruhu ve lisanı ile dirilttiği iddia edilen Mısırdan hatıra olarak bıraktıkları. Firavunların ehramları yanında pek böcür kalan Garp örneği heykellerinden ibaret olan anıtları idi. Ve Mısır ve zavallı Mısır halkı, bu defa da Sovyet Rusya hayranı başka bir firavun taslağının sahte yaradıcılığını alkışlamak için kendisini zorlayan yeni «Urbaş» şakırtılarına boynunu uzatmış bulunmaktadır.


Paşa, Fransızlara düşkün olduğundan ilk önce hep Fransızlara iş gördürdü. Fransız olsun da ehliyetli, ehliyetsiz, namuslu, namussuz ayırmadan aldı. Bu gelen Fransızların çoğu mahkûm kaçak ve Fransâda tutunamayıp Mısır’da iş ve macera arayan aç ve serseri takımı idi paşa bunlardan Mısır’ı Avrupa teknik ve medeniyetine ulaştıracaklarını bekledi. Halbuki bunların yaptıkları kendi muharrirlerinin de inkâr edemediği gibi utandırıcı şeylerdi. Paşa bizzat, 1836 yılında divanda şöyle demiştir: «Bana gelen ve kendilerine iş verdiğim Avrupalılardan yalnız 3 tanesi iyi çıkmıştır.» Daha sonra, Ingiliz ve îtalyanlardan da adam almış ve çalıştırmıştır. Bunlardan Suriyede çalıştırdığı Brettel adında bir İngiliz mühendisi, Suriyenin maden ve diğer ahvalini tesbit ederek gidip Ingilizlere anlatmıştır. Akka kalesini tahkim ile vazifelendirdiği İtalyan Mühendisi Delcaretto da, İngiliz donanması Akkâ önüne gelir gelmez îngilizlere kaçarak kalenin plânlarını İngiliz amirlerine teslim etmiştir.


Bu suretle, Paşanın Avrupalı ve Hıristiyan hayranlığı kendisine de, idare ettiği Millete de sadece nedamet vermiştir. Kendi Milli ve rûhi hâzinesini inkâr veya ihmal edip bunu yabancılardan dilenen her aklı kıt yabancı hayranı gibi...


Mehmet Ali paşanın müsbet veya menfi büyük olarak tavsif edilen işlerini tarihçiler şöyle sıralarlar:


Kölemenlerin Mısır’da kökünü kurutmak,


İkinci Mahmudu yenmek ve Osmanlı Devletini inkırazın eşiğine getirmek,


Mısır’ın yegâne çiftçisi, fabrikatörü, taciri olmak,


Mısır’a Avrupa tarzını ve buna bağlı dipsiz bir tanzimat taslağını sokmak,


Mısır’da Zirâî, İktisadî ve Askerî bazı tedbirler almak,


Mısır’ı ve Mısırlıları tam manası ile soymak,


Askerlik ve ağır vergilerle Mısır’ı iktisaden mahvetmek.


Gine tarihçiler Mehmet Ali paşanın işlerini öz olarak 2 kısma bölerler:


Servet ve mevki hırsı ile yaptığı işler,


Bu hırsa vasıl olmak için yapmış olduğu imar ve tanzim işleri


Batlamyus ve büyük İskenderi sever, hikâyelerini naklettirip dinlerdi. Büyük İskenderden bahsedilirken; «ben de Makedonyalıyım.» diye böbürlendiği de olurdu.

Her zalim gibi, onun da akıbeti iyi olmamış, henüz dünyada iken zulmünün cezası başlamış ve dostu ve hamisi Fransa imparatorunun başına gelen felaket üzerine başlayan delilik hali iki sene devam etmiştir. Ve son iki senesini böyle deli olarak geçirdikten sonra îskenderiyede hayatı terk edip gitmiştir.



POLYANUS


Büyük Kostantin’in torunudur. Amcası Kostas tarafından imparatorluğa nasb olunmuştu.


Dedesi hıristiyanlığın kurucusu olduğu ve babası da buna bağlı olduğu halde Polyanus putperest idi. Buna sebep de, küçük yaştan beri felsefeye karşı olan merakı idi. Bu arada Atina’ya giderek felsefe tahsili de yapmıştı. İşte bu hal içinde, esasen Hz. İsa’dan sonra tahrif edilerek safsatalarla dolu hale gelen hıristiyanlık, onun aklını tatmin etmez olmuştu. Fakat bunu imparator oluncaya kadar gizledi. İktidarı eline geçirdikten sonra ise; artık buna lüzum görmedi. Ve yalnız bozulmuş hıristiyanlığa karşı değil, onun kurucusu diye Hz. İsa’ya da yan bakmaya ve onunla alay etmeye kalkıştı.


Hıristiyanların mallarına ve kilise evkafına el koydu. Bununla da yetinmedi, kiliseleri tahrip etti. Hıristiyan dinine bağlı 'kalanları yakalatıp idam ettirdi.


Mallarını ellerinden aldığı hıristiyanlarla alay eder; İncil: «Cennet fakirlerindir» diyor. «Ben de. hıristiyanlar cennete girsinler diye mallarını alarak onlara iyilik ediyorum.» derdi. Hıristiyanlığı reddeden bir kitap da yazmıştı.


Fakat saltanat ona da yar olmamıştı. Onun aşırı akılcılığı ve feylesofluğu, onun saltanatını uzatamamıştı. Roma ülkelerinin bütününe sahip olduktan sonra ancak iki sene yaşayabilmişti.- Halkın kendisine «Barabtis» de dediği bu zalim hükümdarın başına da İlâhi adalet, İran şahını çıkarmıştı. İran şahı Şâpür ile Irak cephesinde harp etmek mecburiyetinde kalan Polyanus, orada düşman askerleri tarafından katledilmiştir.


Polyanus, ölürken bile Hz. İsa’ya karşı olan kinini yenememiş ve ona karşı oluşun cezası olarak öldürüldüğünün elem ve ıstırap hisleri içinde ölmüş, ölürken de vücudundaki kılıç darbelerinin açtığı yaralardan akan kanları avuç avuç gök yüzüne doğru saçmış ve: «Ey îsa, nihayet bugün sen beni mağlup ettin,» diye haykırarak can vermiştir.




ROMA’LILARIN CEZASI


Tarihte Roma’lılarla Kartaca (Kartoğa) lılar arasındaki harpler malûm. Nihayet Romalılar Sio’nun kumandasındaki bir ordu ile bugünkü Tunus civarında olan ve eski Tunus denen Kartaca’yı kuşatırlar. Onlara son darbeyi indirmek arzusundalar. Iş kolay olmamıştır. Muhasara tam dört sene devam etmiş, çetin harpler olmuştur.


Nihayet Roma’lılar zafer kazanmışlardır. Ama Romalılar pek zalim ve hunhar davranmışlardır. Şehri tamamen tahrip etmişler ve bütün halkı kılıçtan geçirmişlerdir. Romalılar bununla da yetinmedi, tatmin olmadı. O devrin en meşhur şehirlerinden olan Kartaca şehrini tamamen ateşe verdi. Bütün şehir, içindeki bütün bina ve canlılarla tam yirmibeş gün çatır çatır yandı.


Tarihte az görülen bu zulüm ve vahşet, Romalıların da yanına kalmadı. Her zulüm gibi bu da çok geçmeden cezasını buldu.


Ruh Havzası yakınlarında oturduğu söylenen ve Simrî veya Simbrî diye adlandırılan bir millet, Kartaca’lılarla bir ittifak akdediyorlar. Cermen’ler ve müttefikleri de bunlarla birleşiyor ve müştereken Roma’yı cezalandırmak için hazırlanıyorlar.


Nihayet bu müttefik kuvvetler üçyüzbin kişilik bir ordu hazırlayarak yola çıkıyorlar. Evvelâ ikiye ayrılan ordunun bir kısmı Galya, diğer kısmı da İtalya üzerine yürüyerek geçtiği yerleri tamamen tahrip etti. Daha sonra birleşen ordu, Roma üzerine yürüdü. Romalılar büyük bir hazırlıkla karşı çıkmış ve şiddetli mukavemet etmişlerse de — Ceza günleri gelmiş olduğu için — kâr etmedi. Kartacalıların ikanı tuttu onları, eşsiz zulümlerinin, cezasını münasip şekilde gördüler. Mağlûp ve perişan oldular ve tarihlerin yazdığına göre; tam seksen bin ölü verdiler o gün Romalılar.



NERON (ÑERO)


Bu da bir Roma hükümdarıdır. Zulmü dillere destandır, Hatta, zalimlere timsaldir. «Neron gibi zalim» diye zulmü darbı mesel haline gelmiştir.


İlk devirleri 3-5 sene iyi davranan Neron, ondan sonra durumunu tamamen değiştirdi. Bilhassa hıristiyanlara pek zalim davranıyordu. Hz. İsa’nın dinini yaymaya çalışanların ileri gelenlerinden olan Şemûnussefa ile Padlos, "bunun zamanında katledilmiştir. Şemûn, asılarak, Padlos da başı kesilerek idam edilmiştir. Havariyun’dan Yakub’un da bunun zamanında öldürüldüğü söylenir.


Putperestliği kabul etmeyen, Hz. İsa'nın getirdiği dini tercih eden Roma vatandaşlarını, rejime kargı gelmek ve asayişi bozmakla suçlayıp toplatan Neron, onları sirklerdeki vahşi hayvanlara atarak parçalatmıştır. Hattâ, hıristiyanlık töhmeti ile öz annesini, karısını ve hocası (Senka) yı da katlettirmiştir.


Oğlunun emriyle cellâtların hücumuna uğrayan zavallı annesi: «O kılıçlarınızı böyle bir zalim evlâda süt veren şu göğüslerime vurun. Çünkü onlar, böyle bir hunhar köpeği besleyip büyütmekle bu cezayı cidden hak etmişlerdir.» diye yeis ve ızdırap içinde inlemiştir.


Bunun zamanındaki acaip hadiselerden biri de şudur Gökyüzünde 'bir kuyruklu yıldız meydana gelip, doğup batarak altı ay müddetle görünüşü devam etmiştir.


Bu zalim başının akibeti ne oldu acaba? İlâhî adalet bunun da yakasını bırakmadı, zulmü cezasız kalmadı. Roma âyânı buna karşı müştereken başkaldırdılar. Hayatının tehlikeye girdiğini gören zalim Neron, kaçarak kurtulabileceğini zannetti ve kaçtı. Fakat sadece saltanatını terketmek, zulümlerinin karşılığı olamazdı. Habis varlığı, insanlık için bir yüz karası idi. Peşini bırakmadılar. Askerler ardına düştü ve kıstırdılar. Akibetinin fecaatini gören zalim, yeis ve dehşet içinde intihar etti. Böylece kendi pis kanı, kimsenin elinin bulanmasına lüzum kalmadan yine kendi kanlı elleri ile temizlendi.


Ölürken: «Eyvah, insanlık büyük bir dahî kaybediyor.» deyişi, onun aynı zamanda — her zalim gibi — ne büyük bir ahmak kişi olduğunu gösteren en güzel bir örnektir.



TUTİS


Mısır hükümdarı (Firavunu) dır. Hz. İbrahim’le mücadele eden meşhur Babil hükümdarı Nemrut zamanında hüküm sürmüştür. Hz. İbrahim, onun zamanında Nemrut’tan kaçıp Mısır’a gelmiştir. Bazı Kıptî-Mısır tarihleri, Tutis’in meşhur yedi firavunun ilki olduğunu iddia ederler. Tek kız evlâdı vardı: Horya...


Büyük peygamber İbrahim Aleyhisselâm ile olan hikâyeleri şöyle nakledilir:


Hz. İbrahim, putperest Nemrut ile büyük mücadeleden sonra yurdunu terkedip Şam taraflarına gelmişti. Fakat orada da Babil’lilerin tesiri bulunduğu için huzur bulamadı. Mısır’a firavunun ülkesine göçtü.


Zalim ve ahlâksız bir adam olan firavun, Hz. İbrahim’in saygıdeğer zevcesinin güzelliğini duyunca, veziri vasıtası ile Hz. İbrahim’i ve eşini saraya çağırttı. Geldiklerinde, Hz. İbrahim'in eşi Sare’yi yanına aldırdı, ona sahip olmak istedi. Fakat ona doğru uzattığı eli kurudu. Firavun, dua etmesi için Sare'den ricada bulundu. Sare dûa etti, duası kabul oldu ve eli iyileşti. Firavun, tekrar Sare’ye el atmak istedi fakat gene eli kurudu. Firavun, yeminle bir daha dokunma teşebbüsünde bulunmayacağına söz vererek ellerinin açılması için dua edivermesini istedi. Sâre dua ediverdi. Hükümdarın elleri açıldı ve artık Sare’ye saygılı davrandı. Onu, kızı Horya'nın yanına yolladı, ona lâzım gelen iltifatı göstermesini istedi. Horya Sâre’ye çok iltifat etti. Ona Cariyesi Hacer’i ve bir çok yiyecek ve mallar hediye etti. Hz. İbrahim’in emri ile Sâre, yiyecek ve cariyeyi kabul, fakat diğer eşyaları reddetti.


Firavunla Sâre arasında geçen bütün bu hadiseler Cenab-ı Hak tarafından Hz. İbrahim’e gösterildi.


İşte bu firavun Tutis, çok şiddetli, mağrur, zalim bir hükümdar idi. Esasen iktidara da bir cinayetle geçmişti. Diğer kardeşlerine fırsat bırakmamak için öz babasını öldürerek tahta çıkmıştı. Babası ise obur, ahlâksız, ayyaş bir adamdı.


Bir gün böyle gene sarhoş bir halde sarayında oturan babası Malya’nın üzerine saldıran Tutis, onu öldürerek tahta geçmişti.


Zulüm ve gaddarlıkla geçen saltanatının son günleri ise; daha dehşetli bir duruma girmişti. Tek kızı Horya’dan başka evlâda sahip olmayan Tutis, kızının saltanatına rakip çıkmasınlar diye, kendilerinden şüphelendiği bütün akraba ve devlet adamlarım bir bir katlettirmeye başlamıştı. Bu zulmün sonunun gelmeyeceğini ve bu suretle devlet adamlarından da tamamen mahrum kalacağını gören kızı Horya, babasını zehir içirerek Öldürmüş ve kendisi kalan devlet adamı ve hanedan halkı ile devleti idare etmek üzere Mısır tahtına oturmuştur.



TEODATOS


Got Kralı Adler ölünce saltanatına varis olarak annesi Hemilsatiya kalmıştı. Fakat kadın ihtiras sahibi değildi. Kendi nefsinden çok milletini, devletini düşünecek kadar olgundu. Diğer birçok hemcinsinin düştüğü hataya düşmemeye çalıştı. Tahtı akrabalarından, samimiyet ve kabiliyetine inandığı Teodatos adında birine verdi. Fakat adam nankörün biri çıktı. Tahta kurulur kurulmaz ilk işi, kendine saltanatı bağışlayan bu olgun, fedakâr ve akrabası olan kadını katlettirmek oldu.


Bu zulüm ve nankörlük nümûnesi hadisesi, Bizans imparatoru Jüstinyen’in kulağına gidince canı buna pek sıkıldı.


Bu, zülme uğrayan kadının intikamını alıvermek üzere meşhur kumandanı Belizaryus’u vazifelendirdi. Belizaryus, büyük bir ordu ile yola çıkarak Teodatos üzerine yürüdü.


Yapılan muharebede Teodatos yenildi. Gerçi kral hayatını kurtararak harbi bitirmiş oldu ama Got ayanı bu neticeden memnun kalmadı. Bu harbin Belizaryus ile aralarında muvazaalı olduğunu iddia ederek Kral Teodatos’u azlederek, yerine Ovitikus Kral ilân edildi.


Yeni kral tahta çıkar çıkmaz eski kral Teodatos’u Öldürttü. Bu suretle de maktule Hemilsatiya’ya yapılan zulmün cezası alınmış oldu.



VELİD


Velid, Emevî hükümdarıdır. Hişam’dan sonra Emevî halifesi olarak tahta çıkmıştır. Künyesi: Fasıktır.


Bu Velid, emsali az görülmüş sapık ve zalim insanlardan biridir. Esasen onu iyi tanımak için mensup olduğu aileye şöyle bir bakmak kâfi: Babası: Yezid Abdülmelik, anası; meşhur zalim Haccac’ın kız kardeşi ve gene onun kadar zalim olan Irak valisi Yusuf Sakafî’nin kızı. Bunun ve adı geçen ailesindeki büyüklerin yaptıkları zulüm ve ahlâksızlıklar akıllı insanın kârı değil. Belki bu tip insanlarda, akli muvazene tam değildir. Fakat Velid’in aynı zamanda değerli bir şair olduğunu nazara alınca, insan ne diyeceğini, bu sapıklığı nasıl mânâlandıracağını bilemiyor, işte hayatı:


Hicrî doksan senesinde Şam’da doğmuştur. Yezid’in oğludur. Gayet yakışıklı ve edebî zevki kuvvetli; fakat zalim, fasik bir insandır. Babası Yezid tarafından veliaht tayin edildiği için, Hişam öldüğünde yerine Hicrî 125 senesinde kendisine biat edilmiştir. Zehebi, müteselsil senetle Hz. Ömer’den nakleder ki: «Bir gün Ümmü Seleme’nin biraderinin bir çocuğu olmuş, çocuğa Velid ismini koymuşlar. Resul-i Ekrem, çocuğun bu ismini duyunca: «Bu çocuğu firavunlarınızın isimleri ile isimlendirdiniz. Bu ümmetten Velid adında bir adam gelecek ki, onun bu ümmete karşı olan şiddeti, firavun’un halkına olan şiddetinden fazla olacak.» buyurmuştur.»


İşte zaman gelmiş, Velid bu ümmete halife olmuştu.

Halifenin bir vazifesi de halka namaz kıldırmak, yani cemaate imam olmaktı. Bir sabah, ezan okunurken, halife Velid, cariyesi ile şarap içiyordu. Kalktı, cariyesi ile cima etti ve sonra da:


«Yemin olsun ki, bu gün namazı kimse kıldırmayacak, sen kıldıracaksın.» dedi.


Cariye, padişahın elbiselerini giydi. Cünup ve sarhoş yalpalayarak gitti ve cemaate imam oldu.


Velid bir gün harem dairesine geçer. Haremde yetişkin kızı, dadısı ile oturmaktadır. Velid, hemen kızının üzerine çullanır ve zavallı öz kızının bikrini izale eder. Durumu dehşetle seyreden dadı:

«Bu senin yaptığın mecûsiliktir. Zira kızları ile evlenmeği mubah gören onlardır.» deyince, ahlâksız Velid, şu şiiri okur:


«İnsanların kınamasından korkan, eleminden ölür,


Buna aldırmayan cesurlardır ki hayattan zevk alır,»


Velid, bir gün Tefeül için eline Mushaf-ı Şerif-i alır ve rastgele bir yerinden açar ve «Her sapık zalim helâk oldu.» âyeti kerimesi ile karşılaşır. Kaderin yüzüne vurduğu bu şamar karşısında Velid pek kızar. Sivri aklınca Kur’ân’dan intikam almaya kalkışır: «Beni alay ve tehdit mi ediyorsun?» diye Mushaf-ı Şerif-i karşısına koyarak nişan alır. Ok ata ata kitabı parça parça eder ve bu şiiri okur:



«Sen her sapık zalimi tehdit mi ediyorsun?


Al; işte benim o, cebbar anid!»


«Yarın mahşerde Rabbin huzuruna vardığında, De ki: «Beni okla parçaladı Velîd.»

Velîd, Nasr bin Seyyar’ı Horasan’a vali tayin etti. Irak Amili olan Yusuf Sakafî de Velid’e adam gönderip pazarlık etti. Vali Nasr’ı bütün amilleri ile beraber satın aldı. Nasr’a da, ehlü ayalini ve emvalini alıp gelmesi için emir gönderdi. Beri taraftan da Velid, bütün vergileri ile Yusuf’a sattığı ayni Nasr'a emir göndererek; ne kadar güzel at ve doğan varsa toplanmasını, oyun ve çalgı âletleri, altın, gümüş ibrikler yaptırmasını, bütün bunları ve Horasan ileri gelenlerini alıp Şam’a gelmesini emretti.


Anlaşılan geniş emeller besliyor, ulaşılmaz zevkler içinde yoğrulu saltanatını sürdürmek istiyordu.


Velid’in sayısız zulüm ve ahlâksızlıkları 'kısa zamanda her tarafta nefretle duyuldu. Dedikodusu edilir oldu. Halk, bîzar oldu. Nihayet, babasının diğer cariyelerinden olan kızları yani kendi baba bir kız kardeşleri ile de resmen evlenmesi, halikın tahammülünü taşırdı. Bütün Emevî halkı bu sapığın hal’edilmesinde birleşti. Yerine amcazadesi Yezid’i halife nasb ettiler. Yezid, Şam’ı zabpetti. Velid, durumu öğrendiği zaman, Şam nahiyelerinden Tedmür’de av ve eğlence ile meşguldü. Yezid, asker göndererek Velid’i kuşattı. Velid, karşı geldi ise de askeri mağlûp oldu ve kendisi Hisnüi Bahr’da sıkıştırıldı. İşin bittiğini gören Velid, henüz ilk senesinde bulunduğu saltanatını tatlılıkla devam ettirebilmek ümidiyle saray kapısına kadar çıkmış ve her sapık zalim gibi bükemediği kolu öpercesine şu sözleri söylemiştir:


— «Ey asker, içinizde asil ve ulu bir kimse varsa çıksın, konuşalım.» Yezid bin Anbese, ileri çıkarak: «İşte ben varım ey Velid! Ne söylemek istiyorsan bana söyle.» dedi. Velid:


«Ben sizin maaşlarınızı arttırmadım mı? Ben sizin ağır mükellefiyetlerinizi kaldırıp bahşişler vermedim mi? Neden bana karşı böyle isyan ediyorsunuz?»

Yezid:


«Biz, sana şahsi işlerimiz için başkaldırmış değiliz. Bağlı bulunduğumuz İlâhî kanun namına seni azl ediyor ve cezalandırmak istiyoruz. Çünkü sen; şarap içtin, kızına tecavüz ettin, kız kardeşlerinle evlendin. Bu suretle Allah’ın yasaklarını çiğnedin, onun emirlerini küçümseyip onlara ve onları ihtiva eden kitaba hakaret ettin. İşte; biz senden bunları, bu zulüm ve ahlâksızlıklarını dava ediyoruz.» dedi.


Bu suretle ümidini kesen Velid, odasına çekilerek, daha yakında okla paramparça ettiği Kur’an-ı Kerim’i eline aldı: «Bu gün Hz. Osman'ın şehid olduğu gün gibidir.» diye okumaya başladı.

Bu sırada asker, evini kuşattı. Önde Yezid bin Anbese olmak üzere beş-on asker duvarı aşıp odasına girdiler, başına, yüzüne ve diğer yerlerine vurulan kılıç darbeleri ile habis canını aldılar. Başını kestiler, yüzünü yaralarını diktiler ve başını bir mızrağa geçirerek yeni hükümdar Yezid’e gönderdiler.



YUSUF SAKAFÎ


Emevî valilerindendir. Halife Hişam zamanında azledilen Halid bin Abdullah Kuserî yerine Irak ve çevresine genel vali olarak tayin edildi. Meşhur zalim Haccac’ın babası ve sapık halife Velid’in anne babasıdır.


Bu adam da acaip tiplerden biridir. Hem çok iyi, çok dindar bir adam, hem de çok zalim ve âsî adam görünüşündedir.


îyi yönleri:


Aile halkını çok mazbut tutardı. Namazı cemaatle kılmayı ihmal etmezdi. Namazı uzun uzun ve hûşû içinde kılardı. Sabah namazından sonra kuşluğa kadar camide kalır, kimse ile konuşmaz, Kur’an tilâveti ile vakit geçirirdi. Mütevazı ve yumuşak sözlü idi. Daima Cenab-ı Hak’ka karşı tazarru ve niyazda bulunurdu. Edebî zevki ve şiir kabiliyeti vardı. Bu haliyle ne güzel adam...


Fakat madalyonun ters tarafı bambaşka:


Çok şiddetli, zalim bir insan kasabı, ahmak bir adam... Zıt hareketler kumkuması...


Yeni elbise diktirdiğinde, tırnağını elbisenin üzerinde gezdirir, herhangi bir pürüze takılırsa; o kumaşçıyı döğdürür veya elini kestirirdi.


Bir gün bir elbiselik kumaş getirdiler. Kâtibine sorar: «Nasıl buldun?» Kâtip: «Dokuması biraz daha sık olsaydı daha iyi olurdu.» der. Yusuf, kumaşçıya döner: «Gördün mü, a soysuz adam, kâtip doğru söylüyor.» der. Adam: «Kâtip bunun değerini ne bilir? Bu bizim sanatımızdır, biz malı biliriz.» der. Bu defa kâtibe: «Gördün mü a soysuz adam, sen ne anlarsın bu işten? Adam doğru söylüyor.» der. Kâtip: «Bu herif, senede ancak böyle bir veya iki kumaş dokur. Ben ise yılda böyle yüz çeşit kumaş elden geçiririm.» deyince Vali Yusuf bu defa da bunu tasdik eder... Sonra da kumaşın düğümlerini saydırmış ve bir tek düğüm eksik çıkınca da adama yüz kırbaç vurdurmuştur.


Daha evvel Yemen amili idi. Irak valiliğine tayini çıkıp, yola çıkmaya karar verince, bir cariyesini çağırıp;


—  «Benimle beraber gelir misin?» der. Kızcağız:


— «Gelirim.» deyince de: «Sen bunu şehvetine olan düşkünlüğünden söylüyor ve istiyorsun.» diye azarlar ve cellâdı çağırıp: «Vur şunun kafasını» der.


İkinci cariyesini çağırıp aynı teklifi yapınca, bu da: «Hayır gelmek istemiyorum.» der. Bu defa da: «Bu, senin zühdündendir.» der, onu da cellâda teslim eder.

Üçüncü cariyeyi çağırıp aynı teklifi yapar. Bu, ikisinin halini bildiği için: «Bilmiyorum» der. Bu defa bunu da aynı şekilde cellâda teslim eder ve her üç kızcağızı da böylece sebepsiz yere öldürtür.


Kendisi kısa boylu idi. Elbise dikmek için gelen terzi: «Bu kumaş çoktur, artar.» derse, onun boynunu vurdurur. «Bu kumaş azdır, size bundan çıkmaz, daha kumaş lâzım.» derse memnun olurdu. Bunu bilen terziler, her elbise diktirdiğinde, kumaş parçalarını saklar; «Yetmedi, daha lâzım.» diye haber gönderirler, o da memnuniyetle kumaş gönderirdi.


Bir gün kâtibi dairesine gelemez. Vali Yusuf sebebini sorar, adamcağız korkusundan: «Efendim! Dişim çok ağrıyordu. Onun için dün size hizmet şerefinden mahrum oldum.» der. Vali hemen diş hekimini çağırır: «Şunun dişini çek.» der, çektirir. Sonra da; «Onun yanındakini de çek de, bir gün o da ağrıyıp işe gelmesine mani olmasın.» der ve adamcağızın her iki dişini de söktürür.


Daha nice acaiplikleri olan bu adam, Irak’a vali olur olmaz, eski valinin bütün malını müsadere ve kendisini de diğer bütün amilleri ile beraber hapsetti.


Ayrıca, bu eski vali Halid.in, Hz, Hüseyin’in torunu imam Zeyde külliyetli miktarda mal emanet etmiş olduğu iftirasını Halife Hişam’a duyurdu. Halife, ifade almak üzere mazûl vali Halid’i huzuruna çağırırken; Yusuf da Hz. imam Zeyd’i çağırarak bir hayli — edepsizce — azarladı. İmam, bunun tamamen bir iftiradan ibaret olduğunu isbat ettikten sonra kalkıp Kûfe’ye gitti. Ve bu zalim Yusuf’un iftirası, ikinci bir Kerbelâ vak’asına sebep oldu. Şöyle ki:


İmam Zeyd, Yusuf’un şerrinden kaçmak saklanmak ve sık sık yer değiştirmek mecburiyetini hissetti. Bu durumu bilen ve Emevî idaresinden bîzar olan bir kısım halk etrafına toplandı. O kadar ki, 40 bin kadar Hz. Ali taraftarı Zeyd’in etrafında toplanıp onunla bir harekete hazır olduklarını söyler oldular. İmam Zeyd bunlara, dedesi gibi, inandı. Kûfelilere güvenmenin doğru olmadığını söyleyen dostlarını dinlemedi. Esasen bu sırada vali Yusuf da kendisini şiddetle aramakta idi. Ve hayatı mutlaka tehlikede idi. Bu durumda, artık bir hareket zaruretini kabul ve kırk bini bulan taraftarlarına ilân etti.


Bunun üzerine taraftarı görünen Kûfe’li Alevî’ler onu son bir imtihana tabi tuttular; ileri gelenlerden bir gurup gelerek:


— «Şeyheyni mühteremeyn (= Hz. Ebubekir ve Ömer) hakkında inancınız nedir, ey imam?» diye sordular. İmam Zeyd :«Allah onlara rahmet ve mağfiret etsin, derim. Çünkü ecdadımdan, mensup olduğum aileden bundan başka, hayır duadan başka birşey duymadım.» der. Bunun üzerine adamlar imamı refüze ettiler. Kendilerine de refeze (= Rafizâler) dendi. Ve imamı bırakıp ayrıldılar. İmam Zeyd’in yanında sadece 300 kişi kaldı. Hz. Ali’ye bağlı olduklarını söyleyen bu sahtekârlar, Hz. Ali’nin oğlundan sonra torununu da böylece çöl ortasında ve düşman çemberi içinde yapayalnız bırakmışlardır.


İmam Zeyd, bazı münâdiler çıkararak: «Ey, falan, filân nerdesiniz?» diye çağırtmışsa da hiç kimse ses çıkarmamış, çekip gitmişlerdir. Bu arada, imamın etrafını sarmış bulunan Yusuf’un ordusu, bu bir avuç gönüllü karşısında evvelâ bozulmuş, daha sonra aldığı çok sayıda takviye kuvveti ile bunların çoğunu katletmiştir. İmam Zeyd, alnından aldığı bir ok yarası sonunda bir eve kaldırılarak gece bir cerrah tarafından ok çıkarılmış ise de, ok beynine geçmiş olduğundan çıkarılır çıkarılmaz ruhunu teslim eylemiştir.


Cesedini Hor’a defnettiler ve düşman eline geçmemesi için de üzerinden su akıttılar. Fakat imamın cesedini savaş meydanında bulamayan Yusuf, onu şiddetle arayıp soruşturdu. Bunun üzerine, Hz. Seyd’in azatlı kölelerinden Sindî isminde bir habis adam onun medfun bulunduğu yeri gösterdi. Yusuf, cesedi çıkarttı, başını kesip Hişam’a gönderdi. Hişam, onu uzun müddet Şam kapısı üzerinde asılı tuttuktan sonra Medine’ye gönderdi.

Yusuf da Zeyd’in cesedini, diğer arkadaşları; Nasr, Muaviye ve Zeyyad’ın cesetleri ile beraber bir çöplüğe astırarak başına nöbetçi dikti ve Hişam’ın hükümdarlığı müddetince orada asılı kaldı. Yusuf’un kızından torunu olan sapık Velid halife olunca da cesedi indirip yaktılar.


Yusuf, ayrıca eski vali Halid’i halife Velid’ten beş milyon dirheme satın alarak hapisten çıkardı ve sapık zevkine uygun işkenceler tatbik ederek öldürttü.


O Hz. Ali ve torunlarından çok Ali’ci görünen Alevîler. (Kraldan fazla kralcı) Halka karşı zulümleri ise sayılmayacak kadar çok olan bu zalimi halkın başından, diğer zalim, Halife Velid’i defeden yeni halife Yezid defetti. Yezid, Yusuf'u Irak valiliğinden azl ve yerine Mansur’u tayin etti. Ve kendisine, Yusuf’un zulmünü unutturacak, onun açtığı yaraları tedavi edecek şekilde halka karşı adil ve merhametli davranmasını emretti.


Yusuf, gizlice Şam’a kaçtı. Orada, ele geçmemek için kendini gizledi. Mervan’ın halifeliğine kadar da orada mahpus kalarak hayatını geçirdi. Fakat Mervan zamanında ele geçirilerek katledildi ve zalim varlığı ortadan kaldırıldı.




ZOMÎSYANÜS


Bu Roma hükümdarı da pek zalimdi. Milâdın seksenüç senesinde tahta geçmişti. O devirde hıristiyan dininin yeni geliştiği devirlerdi. Dolayısiyle onlara pek dehşetli ve mağrur davranırdı. Daha ileri giderek; Hz. İsa’ya da dil uzatır, alay ederdi. İsevî’ler için: «Hayranım şu adamlara. Aptal herifler! Bir asılmış adama itaat eder, taparlar.» derdi.


Havariyyun’dan kâtib-i İncil Yuhanna, bunun devrinde sağ ve Incil’i -neşre çalışıyordu.


Zomisyanus, Yuhanna’yı faaliyetten men etti. Telkine devam edince onu bir adaya sürdü. Yuhanan ona bir mektup yazdı: «Saltanatına güvenip mağrur ve zalim olma. Bil ki, ikbal günlerin gitmek üzeredir.» dedi. Hakikaten bu zalim hükümdarın akibeti de çok sürmeden kötü bir şekilde sona erdi. Bilginlere, hıristiyanlara, bütün Romalılara zulmeden, hatta Romalıları Roma şehrinden kovmaya cüret eden bu zalim Zomilyanus’a bütün Romalılar diş biliyordu.


Nihayet senato, idamına gizlice karar verdi. Ve Mecliste otururken, hazırlanan adamlar hücum ederek kendisini öldürdüler. Böylece, saltanatının onbeşinci senesinde lâyık olduğu cezayı bulmuştur.




ZEHRA PAŞA


Mısır acaip bir yerdir. Firavunları bol olduğu gibi, Kleopatra’ları da eksik değildir. îşte Zehra Paşa da, bu Kleopatra müsveddelerinden bir tanesidir.


Zehra, Mısır Hükümdarı Mehmet Ali Paşa’nın kızıdır. Defterdar Ahmet Paşa ile evlenmiş, daha sonra genç yaşında ondan dul kalmıştır. Esasen kocası da sayılı zalimlerden biri idi. Zehra ise, babadan ve kocadan gelen bu göreneğini pek arttırdı. Hattâ onları geçecek ve mahcup edecek raddelere kadar vardırdı işi. Mısır’lılar, ona, şöhretini yaşatacak bir ad da verdiler: Zehra Paşa...


Kocası ölünce, bu kadın ölçüyü tamamen, kaybetti. Kendisini bağlar gibi görünen bütün ahlâk ve hayâ iplerini kopardı attı. Tam bir dişi canavar halini aldı. Rezalet ve zulümleri Kahire’de dillere destan oldu.


Haremağalarını bir avcı gibi kullanırdı. Onları pazarlarda, kahvehanelerde, diğer iş ve eğlence yerlerinde dolaştırır, güzel ve dinç gençleri seçtirir, onları teker teker saraya aldırırdı. Bunları, yanına almadan evvel de sarayda iyi bir temizlik ve hazırlıktan geçirtirdi.


Meselâ: Bu gençler, saraya alındıktan sonra saray hamamına sokulur, güzelce yıkanır, güzel kokular sürülür, sonra temiz çamaşırlar giydirilir ve gereken her türlü ihtimam gösterilirdi.


Bütün bu hazırlıklardan sonra bu hazırlığı biten genç, Zehra Hanınım haremine alınırdı. Zehra, bir müddet bu genç ile hareminde yaşar, sonra bundan usanırdı. O zaman da, bunu dışarı salıvermenin mahzurlu olacağı, sırrını dışarıda faş edeceği düşüncesiyle genci boğdurur, cesedini saray yakınındaki kanala attırırdı.


Sonra gelsin yenisi...


Bu minval üzere bir hayli zaman geçti. Boğulup denize atılan Zehra Paşa’nın attığı gençlerin sayısı bir hayli arttı. Kanaldan çıkan cesetlerin sayısı gün geçtikçe yükselmeye başladı. Halkı bir merak ve endişedir aldı. Bu cesetler nereden geliyordu ?


Nihayet kanaldan çıkan ve ardı arası kesilmez olan genç erkek cesetlerinin hikâyelerini öğrenmek için halk harekete geçti. İşi tahkik ettiler. Ve Zehra Hanımın maceralarını öğrendiler. Durum hemen şehre yayıldı. Herkes tarafından bilinir ve söylenir oldu.


Fakat Zehra Paşa, halâ macerasına devam ediyor, rezalet ve cinayetlerinin sarhoşluğuna dalmış gidiyordu. Zehra Hanımın sarayının içini dolduran iğrenç kokuları taşıyan cesetler, gine kanalın çamurlu suları içinde sürüklenip akıyordu.


Tarihte nice ahlâksızlar, nice caniler gelip geçmişti; ama bunun gibi her melaneti şahsında birleştirmiş hem de kadın kişiler pek enderdi. Bu, tam manasiyle bir dişi canavar kesilmiş, Mısır Kraliçesi meşhur Kleopatra’nın habis ruhunu şahsında en belli şekilde temsil etmişti.


Onun bu rezalet ve cinayetleri herkesi meşgul etmeye başlamıştı. Aklı başında herkes buna bir çare düşünüyor, macera heveslileri de kendilerine göre bazı denemelere girişmeyi tasarlıyordu.


Marsel’e göre; Mısır’da bulunan ecnebiler de bununla bir hayli ilgilenmişler. Bu arada, bir Fransız da kendine göre bir çare, bir macera şekli düşünmüş, böyle maceralara hevesli iki gürbüz Fransız gencini silâhlayıp süsleyerek günlerce haremağalarının uğraması muhtemel olan yerlerde bekletmiş. Maksadı, bu silâhlı gençleri saraya sokup bu püsküllü belâdan Mısırlıları kurtarmakmış. Fakat, günlerce bu gençleri haremağalarının uğraması muhtemel olan yerlerde beklettiği halde bir türlü haremağaları onların yanına uğramamış ve Fransız da bu macera denemesine fırsat bulamamıştı.


En sonunda durum, babası Mehmet Ali Paşa’nın kulağına kadar gitmişti. Kendi hali de pek adilâne olmamakla beraber, Vali Mehmet Ali Paşa’yı bu durum pek üzmüştü.

Bu canavarlaşmış kızını öyle kolay tedbirlerle artık yola getiremiyeceğini anlayan Paşa, kızı Zehra Paşa’nın oturduğu bu rezalet yuvası sarayın bütün pencerelerini taşla ördürmüştü.

Fakat, çok geçmeden bunun da yeterli bir tedbir olmadığını gördü. Bunun üzerine Mehmet Ali Paşa, tekrar bir emir daha verdi: Saray’ın bir tanesi hariç diğer bütün giriş-çıkış kapılarını taşlarla ördürdü. Bu kapının önüne de, gece gündüz nöbet (tutmak, kendi müsaadesi olmadan hiç kimseyi saraya bırakmamak şartiyle bir müfreze asker koydu ve kızı Zehra Paşa’yı bu ışık almayan ve dış hayattan tamamen tecrit edilmiş saray isimli dört duvar arasına hapsederek kendi haline terk etmiştir.


Artık, Zehra Paşa’nın sarayı yakınından akan kanalın çamurlu suları arasında saraydaki iğrenç kokulan taşıyan, genç insan cesetleri görülmez olmuştu.



TARİH BOYUNCA MEŞHUR ZALİMLER ve Akibetleri

Yazan: Nail PAPATYA ( Bursa Müftüsü )

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak