30 Mayıs 2023 Salı

Gündelik Hayatımızda Çocukluk ve Çocuk Gereçleri-2


Patik


Yunanca patiki’den gelen patik yumuşak yünden dokunur veya ince kösele güderiden yapılır. Bugün iki türü de satılmaktadır.


Fransızca ve İngilizcede bugün patik anlamında kullanılan bottine ve bootee, Geç Latince botta’dan gelen botte ve boot’un küçültülmüş şeklidir. Türkçedeki bot ve potin/fotin sözcükleri de Fransızcadan gelmedir. Bottine/potinin özelliği ayak bileğini örtecek kadar koncunun uzun olması iken, bootee kadın ve çocukların giydiği boot'tu. Boot’un aslı ise âyak veya bacağı örten koruyucu deri, kumaş veya lastik örtüydü.


Anadolu halk ağızlarında patiğe papa, papalik, papba, pape, papi, papik, papo, papol, patili, vb. gibi benzer biçimler yanı sıra, tetik, kötene ve daha büyük çocuklar için yapılan ayakkabıya da katır denmekteydi. Oysa eskiden bebekler kundağa sarıldığı için patik de giymezler, yürümeye başladıklarında yün çorap giydirilirdi. Zaten köylerde çocukların değil ayakkabı, çarık giyme yaşı bile 6 -7’yi bulurdu.



Ninni


Ninni de mama, meme, dadı, baba, anne gibi çocuk dili sözcüklerinden. Ancak Anadolu ağızlarında ninni söylemeye ırlamak da denir ki, bir dönem öz Türkçecilerin şiir karşılığı olarak önerdikleri yır sözcüğünün de, cırlama’nın da akrabasıdır.


Folklorcular, “Ee uyusun da büyüsün tıpış tıpış yürüsün”, “büyüyünce paşa olsun”, “fış fış kayıkçı” gibi, birçok ninni derlemişlerdir. 1931 yılında Musiki Muallim Mektebi’nden Şükrü Resimli Şark dergisinde “Avrupa çocuklarına ve onların yetişme tarzlarına bakınca ailelerimizden şikâyetçiyiz” diyerek, çocuğun kulağı doğduğu dakikadan itibaren güzel bir âhenk, muntazam bir muzikiye alıştırılsa, “bizde de ne zekâlar, ne dehalar, ne büyük sanatkâr musikişinaslar yetişecektir” arzusuyla, ninnilerimizi ve ninelerimizi kötüler: “Çocuğun doğduğu günden iki üç yaşına kadar başını, beynini sarsan salıncağın başında, veyahut haminne ve dadının kuru dizleri üzerinde uyurken, bunların dişsiz yayın ağızlarından çıkan ve ‘ninni’ denilmesi bir günah, bir cürüm olan sayhalar [bağırma, nara atma] zavallı yavrunun samiasını ve dimağını tırmalar.” Biz, iki ninni öneriyoruz:



Sıra sıra dervişler hu hu

Hak yoluna durmuşlar hu hu

Bir fırın ekmek yemişler hu hu

Hak yoluna durmuşlar hu hu

Daha var mı demişler hu hu


İkinci ninni, 6 Ağustos 1914’de Çocuk Dünyası dergisinin 72. Sayısında yayınlanıp, bebeklerin ‘milli ekonomi’ye katkıda bulunacak girişimci burjuvalar olarak büyümesi için hazırlanmış:


Büyüyünce oğlum tâcir olacak,

Şu talihsiz yurda âmir olacak,

Cebi sarı altınlarla dolacak

Çalış oğlum, tâcir ol, ninni,

Memur olma âmir ol ninni!

Ticaretle kurtulacak memleket;

Kâinâta nam verecek bu devlet,

Yaşar mı hiç ticaretsiz bir millet?

Çalış oğlum, tâcir ol, ninni,

Memur olma âmir ol ninni!



Bebek Arabası


Potemkin Zırhlısı (1925) filmi merdivenlerden kaçan bebek arabası sahnesiyle sonraki birçok macera, korku ve komedi filmine esin kaynağı oldu.

Türkçede de yalnızca oturulan ve oturaklı bebek arabaları için kullanılan adıyla ‘puset’ 1879’da ortaya çıktı. Fransızca pousette, itmek anlamında pousser fiilinden üretilmiştir; Çin çekçeklerine de puse-puse denir.

Bebek arabasında dikkat edilecek husus, tekerleklerinin arabanın toz almaması için yüksek olması, bebek yatınca boyunun sığması, güneşliğinin bulunmasıdır. Bebek arabaları da otomobil gibi büyüklük, biçim ve konfor açısından çok çeşitlenmiştir. Yazlıkları, katlanabilenleri, ikiz modelleri vardır. Eskiyen bebek arabasının birkaç el değiştirdikten sonra seyyar satıcı tezgâhına dönüşmesi ise kaderidir.



Masal


Bugün masallar çocuklardan çok büyükleri ilgilendiriyor. Masalların evrensellik taşıyan yapısal özelliklerinin çözümlenmesi, kahramanın evden uzaklaşması, yasak konulması, yasağın çiğnenmesi, haksızlık, kahramanın sınanması ve büyülü vasıtayı elde etmesi, kahramanın başarısı ve geri dönüp evlenmesi gibi öğelerin yorumlanarak masalların sınıflandırılması, bilim adamları için masalların toplumsal bilimlerin ve kültür tarihinin birçok alanında veriler sağlayan bir alan haline gelmesini sağladı.


İS 3. yüzyılda yazılan Hint masalları derlemesi Kefile ve Dimne, Frigyalı, Lidyalı, Trakyalı olduğu ileri sürülen Ezop’un (Aisopos, IO 620-560) ilk örneklerine Eski Mısır papirüslerinde rastlanan masalları, iki kaynaktan da beslenen La Fontaine’in (1601-1695) bütün dünyaya yayılan ve her türlü biçime sokularak tüketilen fablları ile Grimm kardeşlerin derlemeleri bugün evrensel masal dağarcığını oluşturuyor.


Jacob (1785-1863) ve Wilhelm Grimm (1786-1859) 1812'de yayımladıkları 12 ciltlik Çocuk ve Ev Masalları derlemesiyle başlayarak folklorun bilimselleşmesinde etkili oldular. Derledikleri halk şarkı ve masalları ve dilbilim araştırmalarıyla bilimsel katkılarının yanında romantik milliyetçiliğin ve aydınlanmacı okulun çocukları olan bu Alman kardeşler, çocuk eğitiminin önce kapitalist-modernist, sonra çağdaş devlet ve milletin gereksindiği yurttaşlar yaratılması yolunda taşıdığı önemin kavranmasıyla, kullanılabilecek malzemenin de örneklerini göstermiş oldular.


Romantik milliyetçilerin insanlığın kardeş dallarının tarihini saptama çabalarıyla başlayan dilbilim, antropoloji, folklor ve mitoloji çalışmaları önce devletlerin ve sermayedarların rekabeti içinde milliyetçi ve ırkçı söylemlere malzeme oldu. Fakat kriz dönemi atlatıldıktan sonra egemen dünya düzeninin ehlileştirilen ve dünya kamuoyuna sunulan masal dağarcığı okulların, kitap ve film-çizgi film dünyasının ürünleri için sürekli yeniden üretildi. Çocuklar artık ninelerinden değil, radyoda masal saatinde masal dinlerken, Adile Nâşit’in kısa süreli programından sonra televizyondaki çizgi filmlere kaldılar. Masalların üvey anneleri, cadıları, doğaüstü güçleri ve kral/sultanları eğitimciler tarafından tartışılırken, çizgi film pazarının ürünleri büyüleyici televizyon ekranından gücünü tartışmasız kabul ettirdi.


Oyuncağın sanayi ürünü haline gelişi gibi, masallar da satın alınan bir hizmet biçimine girdikten ve maskotları, boyama kitapları, aksesuarlarıyla yan ürünleri pazarlanmaya başlandıktan sonra Türkiye’de Binbir Gece M asalları bestseller oldu, tartışmalar yaratsa da Pertev Naili Boratav’ın eserleri yayımlanmaya başlandı. Billûr Köşk masallarından hâlâ sansür edilenler var ve Ali Cengiz oyunu, Keloğlan, Kesik Baş’ın anlamını tam kavramış değiliz. 1970’li yıllardan itibaren günlük fıkra dağarcığına giren ve çocuk tiyatrolarına kadar uzanan La Fontaine parodilerinden sonra başlayan daha masalsever ve kendine dönük hava, masalların çocuklar için sözlü anlatımdan, büyükler için yazılı metinlere dönüşmesini de pekiştirmiş oluyor.


Andersen (1805-1875), Eflatun Cem Güney (1896-1981) masallarıyla büyüyenler için, “Çıplak Kral” masalının Divan edebiyatında “Rişte-i hayal” hikâyesiyle mazmuna dönüşecek kadar yaygınlaşmış olduğunu veya “Ağustos Böceğiyle Karınca” fablının Kars’ta derlenen biçiminin ağustos-böceğinin “incecik belinden tutarım, daracık ..tünden ..kerim” cümlesiyle bittiğini öğrenmek eğlendirici olduğu kadar, masal araştırmalarının ne kadar ciddiye alınması gerektiğini de gösteriyor.


Danimarkalı Andersen, Alman Grimm kardeşlerin etkisine karşılık, masal derlemelerinde öncülük İtalya ve Fransa’dadır. Bugün yazılı kültürün önde gelen masallarından “Çizmeli Kedi” 1553’de İtalya, “Uyuyan Güzel” 1636’da İtalya, “Kırmızı Başlıklı Kız” 1697’de Fransa’da derlenmiştir. Masalların tarihi Külkedisi (Sinderella) ile örneklendirilebilir.



Külkedisi Sinderella


Külkedisi’nin bilinen en eski biçimi İS 850-60 yılları arasında yazılmış bir Çin kitabındadır. Çin masalının kahramanı Yeh-hsien’i acımasız üvey annesi tehlikeli kuyulardan su çekmeye zorlamaktadır. Kıza mucizeler yaratarak yardım eden balığı üvey anne kandırarak öldürse de, balığın kılçığı kıza arzuladığı güzel elbiseleri ve ünlü altın terliği verir. Sonunda terliğin teki bölgenin en zengin tüccarının eline geçer ve tüccar uzun aramalar sonunda Çinli Sinderella’yı bulur, kız terliği giyince hemen güzelleşir, üvey anne ve çirkin kızları ise çığ altında kalırlar.


Avrupa’da bilinen en eski Sinderella örneği Napolili şair, asker ve yönetici Giambattista Basile’ye (1575-1632) aittir ve Perıtamerone adını verdiği, Napolili kadınlardan derlediği elli masal içinde “Külkedisi” başlığıyla yer almaktadır.


Fransız masallarının ilk derleyicilerinden, edebiyatta modern-klasik tartışmasının taraflarından, Academie Française üyesi Charles Perrault (1628-1703) Fransızca mir (kürk) sözcüğünü verre’e (cam) çevirmiş ve ünlü cam terliği masal dünyasına kazandırarak, masalı “Sinderella Küçük Cam Terlik” adıyla yayınlamıştır. Cinder kor, köz demektir.


Sinderella masalının yedi yüz farklı değişkesi derlenmiştir. En çok filme alınan kahraman Külkedisi’dir. Romeo ve Jülyet 47, Idamlet 58, Külkedisi ise erotik ve çizgi filmler de dahil olmak üzere 84 kez filme alınmıştır.



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.

29 Mayıs 2023 Pazartesi

RUSYA TARİHİ -3

 KİYEF RUSYA'SININ HIRİSTİYANLAŞMASI


Svyatoslav'ın Oğulları  Arasında Mücadele  


  Svyatoslav'ın  üç oğlu vardı:  Yaropolk, Oleg v e  Vladimir;  Svyatoslav,  büyük  seferlerine başlamadan önce, üç oğluna birer büyük şehir vermişti: Büyük oğlu Yaropolk'a Kiyef'i, yani Polyan'ların bulundukları sahayı; Drevlyanların ülkesini-Oleg'e; Ve kuzeydeki Novgorod'u Vladimir'e vermişti. Svyatoslav'ın ölümünden sonra üç kardeş arasında hemen mücadele başladı; Bu durum, Rus Devletinin siyasî bakımdan çok zayıf olduğunu açığa vurmaktadır; önce Yaropolk ile Oleg savaştılar; Oleg'in ölümü ile biten bu mücadele sonunda Yaropolk epey kuvvetlendi. Bu durum karşısında Vladimir, Novgorod'da dayanamıyacağını anlayınca, kuvvet toplamak için "deniz aşırı,, memlekete, yani Normanlara gitti. Bu suretle Dnepr nehri ve İlmen gölü boyundaki " Ruslar „ ile İskandinavya'daki Normanlar (isveçliler) arasında sıkı bir münasebetin devam ettirildiğini görüyoruz. Vladimir, Normanlardan yeni kuvvetler elde edince, Yaropolk'a karşı harekete geçti; kurnazlıkla Kiyef şehrini ele geçirdi ve 980 yıllarında İlmen gölünden Kiyef şehrine kadar uzanan sahayı zaptetti.


Vladimir (980-1015)   


Svyatoslav'ın oğlu Vladimir (veya Volodimer) Kiyef Rusyasının en tanınmış knezlerinden  biridir.  Onun zamanı Rusya için gerek dış fütuhat ve gerek içteki değişikliklerle temayüz etmiş,  sonraki  rus  tarihi  üzerine  çok büyük tesir yapmıştır ; Hıristiyanlığın  Rusya'da  resmen kabulü bu knezin  işi olmakla, Vladimir, bütün rus hükümdarları arasında istisnaî bir yer tutmakta ve " Aziz „ diye anılmaktadır.


Vladimir de babası gibi komşularını rahatsız eden bir knez idi. Kiyef'te yerleşince hemen komşu memleketlere karşı seferlere başladı. 981 yılında, bir müddettenberi Vistül havzasında bir devlet kuran' Lehli (Polonyalı) lar üzerine yürüdü. Premişl'i, Çerven ve bazı diğer şehirleri aldı. Vladimir'in bu seferi ile Rusların "Lehistan'a doğru yayılış,, hareketleri başlamış bulunuyordu. Kiyef knezi aynı yılda Vyatiçler'i de hâkimiyeti altına almak maksadiyle bir sefer açtı. 982 de bu seferini tekrarladı. 983 te Vladimir'in, Litav kavimlerinden biri olan Yatvyag'lara karşı yürüdüğünü görüyoruz. 984 te Radimiçler inkiyad altına alındılar. Slav uruğlarına karşı yapılan bu seferler, Svyatoslav'ın ölümünden sonra Dnepr nehrinin sol ve sağ sahilindeki slav uruğlarının " rus knezlerinin „ hâkimiyetinden kurtulmak için ayaklanmış olduklarını göstermektedir. Bu keyfiyet te "Rus,, larla "yerli slav ahalisi,, arasındaki kaynaşmanın henüz sona ermediğini belirtmekte, "rus,, knezlerinin Slavlar tarafından hâlâ yabancı bir efendi olarak telâkki edildiklerini göstermektedir.



Vladimir'in İdil Bulgarlarına Karşı Seferi (985)



Vareg-Rus kıtalarının ötedenberi Volga (İdil) boyunca aşağıya inerek Bulgarlarla temasa geldiklerini görmüştük; bu Türk memleketinin zengin bir yer olduğu Ruslarca biliniyordu. Kiyef knezi Vladimir bu defa İdil Bulgarlarını da hâkimiyeti altına almak teşebbüsünde bulundu. Bu maksatla, 985 yılında bir sefer açtı. Nestor kroniğinde bu münasebetle şu malûmat verilmiştir: "(985 yılı): Vladimir, amcası Dobrinya'yı alarak, gemilerle (İdil) Bulgarları üzerine yürüdü. Türkleri (Oğuzları) ise sahil boyunca ve atlı olarak yürüttü. Bulgarları yendi. Dobrinya Vladimir'e dedi ki: 'Harp esirlerini gözden geçirdim; hepsinin de çizmeli (olduklarını gördüm); bunlar bize vergi ödemezler, (iyisi mi) çarıklıları aramaya gidelim.' Vladimir Bulgarlarla barış yaptı, ve karşılıklı ant içildi; Bulgarlar, ' Taşın yüzmeye, Şerbetçi Otu'nun batmaya başlamasına kadar (yani ebediyen) aramızda barış devam edecektir.' sözleriyle (ant içtiler). Bundan sonra Vladimir Kiyef'e döndü. Vekayinâmede hangi Bulgarlara karşı seferin açıldığı bildirilmiyorsa da, İdil Bulgarları kasdedildiği muhakkaktır; vekayinâmedeki kayıttan : İdil Bulgarlarının kültür bakımından Slavlardan daha üstün bir durumda oldukları görülüyor; aynı zamanda X. yüzyılın, sonunda Kiyef knezlerinin Orta İdil sahasına kadar sefer açmaya başladıklarını öğreniyoruz. 




Vladimir'in Hıristiyanlığı Kabulü 


(988 / 989) tarihinin dönüm noktasından  birini  teşkil eden  Hıristiyanlığın kabulü, Vladimir zamanında olmuştur. Bunun nasıl ve ne zaman cereyan ettiğine  dair  vekayinâmede  sarih  bir  kayıt bulunmadığı gibi, Bizans kaynaklarında da malûmat verilmiyor. Vladimir'in hıristiyanlığı kabulünden çok önce Kiyef'teki Vareg-Ruslar (ve galiba Slavlar) arasında hıristiyan dinine girenler vardı. Knez İgor'un annesi Olga'nın (yani Vladimir'in büyük annesinin) hıristiyan olduğunu görmüştük ; Bizans'la yapılan ticaret münasebetlerinin icabı olarak, vareg-rus ve slav tüccarlarından birçoğu uzun zaman İstanbul'da kalırlardı. Bizans sarayında "vareg,, kıtalarının bulunduğu biliniyor; tüccarlar ve askerler arasında hıristiyanlığı kabul edenler çoğalmış olmalıdır. Bu suretle Kiyef'te tedricen Hıristiyanların arttığı anlaşılıyor. Vekayinâmedeki bir kayıt ta bunu teyid etmektedir. 983 yılında Kiyef'in putperest ahalisi -dinlerinin icabı olarak - ilâhlara bir insan kurbanı takdim etmek istemişlerdi. Kur'a bir vareg - rus hıristiyan gencine isabet etmişti; fakat babası bu delikanlıyı teslim etmek istememiş; bunun üzerine ahali galeyana gelmiş, babasını ve delikanlıyı öldürmüştü. Kiyef knezlerinin açıktan açığa hıristiyanlığa baskı yaptıkları bilinmiyor. Olga'nın hıristiyan oluşu nazarı itibara alınırsa, knezlerin din takibatında bulunmadıklarına hükmetmek icabeder; Bizans hükümeti tarafından hıristiyanlığın bilerek propagandası yapıldığını kabul etmeliyiz. Bilhassa 864 den, yani Balkan Bulgarlarının hıristiyanlığı kabullerinden sonra, Ortodoksluğu yaymak Bizans'ın devlet politikasının icabatından idi. Balkanlardaki slav ahali için Bizanslılarca tanzim edilen alfabe ve din kitaplarının slavcaya tercümesi, Kiyef Rusyasında ortodoksluğu yaymak işini kolaylaştıracaktı. Mamafih Kiyef'teki vareg - rus ve slav tüccarlarının Ortodoksluktan başka, Roma'daki katoliklik, Hazar ilindeki yahudilik ve İdil Bulgarlarının dini olan müslümanlık ile de temasları olduğu anlaşılıyor. Hele Müslümanlığın islâm tüccarları ile temas sayesinde Kiyef'teki tesirinin mühim olduğunu zannetmek mümkündür. Fakat Bizans'la münasebetin daha sık ve şümullü olması, Kiyef'te Ortodoksluğun galebesini temin etmiştir; zaten tebadan birçoğunun artık Bizans'taki dine girmiş olması, ve bazı diğer âmiller, knez Vladimir'i ortodoksluğu kabule sevketmiştir.


Kiyef knezi Vladimir'in dış siyasetinde Bizans imparatoru ile sıkı bir temas tesisine ehemmiyet verdiği görülüyor. Bizans İmparatorluğu içinde o sıralarda patlak veren bir isyan, rus knezinin bu amacını gerçekleştirdi. İmparator II. Basil'e ( 967 - 1017) karşı, Bizans'ın tanınmış kumandanlarından Bardas, 987 de isyan çıkarmıştı. Balkanlarda da Fokas adlı başka bir general isyan bayrağını kaldırınca, İmparator, Bardas ile Fokas'a karşı gönderecek asker bulamadı. II. Basil bu sıkışık durumda yardım isteyerek Kiyef knezi Vladimir'e müracat etti ve onunla bir uzlaşma yaptı; buna göre, Vladimir, İmparatora 6000 kişilik bir vareg-rus ordusu gönderecekti; karşılık olmak üzere İmparator da Vladimir'e kızkardeşi Anna'yı verecekti. 988 yılının ilkbaharında rus kıtaları Anadolu sahillerine çıktılar ve Bardas, Fokas kuvvetlerini yendiler. Bundan sonra isyanın bastırılması mümkün oldu. Tehlike atlatılınca, imparator sözünde durmak istemedi. Bunun üzerine knez Vladimir, Kırım'daki Bizans şehirlerinden en mühimi olan Chersones'i (Korsun) muhasara etti ve ele geçirdi. Bizans imparatoru bu vaziyet karşısında, Vladimir ile müzakereye girişti. Ve knezin "hıristiyanlığı kabul ederse,, Prensesin gönderileceğini bildirdi. Vladimir de buna muvafakat edince Kiyef Rusyasının hıristiyanlığı kabulü meselesi halledilmiş oldu. İstanbul'dan Prenses Anna ile birlikte rum papasları, âyin vasıtaları getirildi. Knezin nerede ve ne zaman vaftiz edildiği bilinmiyor. Bunun 988 veya 989 da olması muhtemeldir. Knez ile birlikte "Drujina,, (askerler) de vaftiz edildi. Sonra Kiyef ahalisi de toptan hıristiyanlığı kabul etti. Yerli slav ahalisinin birçoğu yeni dini kabule zorlandı. Bu hususta devlet tarafından baskı yapıldı. Daha bir gün önce tapılan ilâhların heykelleri, atların kuyruklarına bağlanarak sürüklendi, sonra Dnepr nehrine atıldılar. Bu suretle Kiyef Rusyası XI. yüzyıla girmeden bir hıristiyan memleketi oldu.




Ortodoksluk- Hıristiyanlığın Tesirleri




Kiyef knezinin hıristiyanlığı Rusya'nın resmi dini olarak kabulü ile rus tarihinde  yeni  bir devir başlamış oldu. Ortodoksluk, Rus Devletinin gelişmesinde ve bilhassa rus kültürünün teşekkül etmesinde çok mühim bir âmil olmuştur. Nazarı itibara alınması lâzım gelen en mühim cihet: Rusya'nın hıristiyanlığı Bizans'tan almış olması keyfiyetidir; X. yüzyılın sonunda artık Doğu ve Batı hırıstiyanlık merkezleri, resmen olmasa dahi, filen birbirinden ayrılmış bulunuyorlardı. İstanbul - Ortodoksluğun, Roma da - Katolikliğin merkezi idi. Ortodoksluk, artık inkişaf devresi sona yaklaşmış olan Bizans kültürünün hususiyetlerini taşıyordu. Kiyef Rusyası bu dini kabul etmekle, statik Bizans medeniyeti çevresine girmiş ve bununla Roma - Katolik (yani batı) kültür sahasına katılan Batı Avrupa kavimlerinden başka bir yola sapmıştı. Bu keyfiyet sonraki rus tarihine, kendine has bir karakter vermiş, Rusya'nın Avrupa milletlerinden farklı bir şekilde bir medeniyet meydana getirmesine sebep olmuştur. Rusya, Bizans vasıtasiyle, Yakın-Şark, Hellenistik ve hıristiyan kültür geleneklerinden birçoğunu hazır bir şekilde almışsa da, X. yüzyılda bu kültürün canlılığı artık sönmüş olduğundan, Ruslar ancak cılız kültür elemanlarına tevarüs etmişlerdir. Fakat bu "cılız,, parçaların, haddi zatında kültür seviyesi gayet aşağı bir derecede olan, Kiyef Rusyasına sokulması, Rusların birdenbire kültür hareketlerine geçmesine imkân vermiş ve Rusların "medeni,, milletler zümresine katılmasını mümkün kılmıştır.



Vladimir, 989 da hıristiyanlığı kabul edince, rus kilisesi İstanbul patriğine tâbi bir "metropolitlik,, oldu. Ruhaniler İstanbul' dan gelen Rumlardı. Bu suretle, Kiyef Rusyası kilise vasıtasile İstanbul'a sımsıkı bağlanmıştı. Rusların hıristiyanlığı kabullerinin en mühim neticesi, knez hâkimiyetinin sağlamlaşması oldu. Çünkü ortodoksluk, imparatorların hâkimiyetini kuvvetlendiren esasları kabul etmiştir. Bu esaslar ise Bizans'ta birçok yüzyıldan-beri tatbik edilegelmişti. Kilise teşkilâtı mükemmel bir hierarchieye dayamakla bu sistem knezin devlet teşkilâtına, müesseselerine de bir örnek olabilecekti. Bu suretle hıristiyanlığın kabulü Kiyef Rusyası knezlerinin siyasî hegemonyalarına hizmet edecekti. Diğer taraftan, hıristiyanlığın alınmasından sonra yerli slav ahalisi ile yabancı vareg-rus zümreleri arasında fazla ayrılık kalmayacaktı; müşterek din her iki zümrenin kaynaşmasına yardım edecekti; o zamana kadar kabile farkları ile birbirlerinden uzakta kalan muhtelif slav uruğlarının bu defa, Hıristiyanlık sayesinde, birbirleriyle kaynaşmaları büsbütün kolaylaşacaktı. Demek ki hıristiyanlığın Kiyef Rusyası'nda kabulü, rus milletinin teşekkülünde tamamlayıcı bir âmil oldu.


Kiyef'ten sonra, az zaman içinde İlmen gölüne kadar Hıristiyanlık yayıldı; yalnız slav ahalisi değil, fin kavimleri de yeni dini kabule zorlandılar. Kiyef şehri bütün Rusya'nın yalnız siyasî merkezi değil, dinî merkezi de oldu. Birçok dinî mıntakalar, piskoposluklar meydana getirildi; piskoposluklar da daha küçük cemaatlere bölündüler. En küçük mahalle, kilise teşkilâtı vasıtasile piskoposa, piskoposlar da Kiyef'teki metropolit'e bağlı olduklarından, Kiyef metropoliti bütün Rusya'nın yüksek ruhanî başkanı oldu. Rus kilisesine Bizans'tan alınan esaslar kabul edildi, kiliseye mensup kimselerin hukuku Bizans'taki kanunlarla tesbit edildi. Bizans'tan gelen örnekle "manastırlar,, (keşişhaneler) kurulmaya başlandı. Manastırlar birer çiftlik olduklarından, Rusya'da yeni usûl toprak işletme ve ekonomi teşkilâtı meydana geldi. Manastıra bağlı kimselerin kanunî durumları Bizans'takilerin aynı idi. Bu suretle Bizans'tan Kiyef Rusyasına yazılı kanun esasları girmiş oldu. Bu kanunlar Bizans'ta "Nomokanon,, adile tanıldı ve, galiba Methodius tarafından Bulgarca'ya tercüme edilmiş kanunlar külliyatıdır. Kiyef Rusyasından bunlara " Kormçaya kniga,, denmiştir. Bunlar daha ziyade kilise idaresine ait olmakla beraber, mülkî idareyi ilgilendiren kısımları da çoktu. Hıristiyanlığın kabulü, bu suretle Rusya'da kanun tanzimi ve kanunların tatbiki işini kolaylaştırdı, ve Rusya'da kanun mefhumunun yerleşmesine zemin hazırladı.


Hıristiyanlığın kabulü ile kültür sahasında meydana gelen en ehemmiyetli olaylardan biri, Rusların alfabe ve yazı dili sahibi olmalarıdır. Vladimir'in hıristiyanlığı kabulünden 120 yıl önce Bizans'lılar tarafından Balkan Slavları için hazırlanan bir slav alfabesi ve tercüme suretiyle meydana gelen bir dinî slav edebiyat dili vardı. Bu alfabe, Selânik'li rahib Konstantin (Kirili) tarafından tanzim edildiğinden Kirillika (sirillika) adını taşımaktadır. Yunan alfabesi esas tutularak yapılan bu alfabe, lâtin alfabesinden farklıdır. Bu defa Bizans'tan ortodoksluk kabul edilince, Rusya'ya Kirili alfabesi girdi; aynı zamanda Balkanlardaki (Bulgar slavcası) din kitapları da alındı. Bu suretle Ruslar hem alfabelerini, hem kilise dillerini hazır olarak dışarıdan aldılar. Kilise slav dili, uzun yüzyıllar boyunca Rus "edebî dili,, olarak devam ettirildi. Kirillika'nın alınması ile Ruslar yazı itibariyle de Avrupalı kavimlerden ayrılmış oldular. Kilise dilinin tâ baştan "slavca,, olması rus millî edebiyatının gelişmesine imkân verdi ve çok geçmeden rus manastırlarında ilk eserler yazılmağa başlandı.


Hıristiyanlığın icabı olarak kiliseler manastır binaları, sanemler (ikonlar) yaptırmak icab ediyordu. Bu hususta da Bizans örnek tutulmuştu. İlk ustalar Rumlardı. Kiyef başta olmak üzere birçok şehirde büyük kiliseler yapıldı. Yerli iklim hususiyetlerinin nazarı itibara alınması lâzım geldiğinden bir nevi Bizans-Rus mimarî üslûbu meydana geldi. Bir müddet sonra Rus-Slavlardan ustalar, ikon yapan ressamlar yetişti. Böylelikle, hıristiyanlık Rusya'ya, yapıcılık ve güzel sanatlar sahasında mühim gelişmelere yol açmış oldu. Eski rus vekayinâmesine göre Hıristiyanlık, başta knez Vladimir olmak üzere, Rusların (Slavların) hayat tarzları ve karakterleri üzerine tesir yapmış, bunların iyice "yumuşamalarını,, mucib olmuştur. Hıristiyanlığı kabulden önce kadınlara pek düşkün olan Vladimir'in yeni dinin tesiriyle bu ahlâkından vazgeçtiği bildiriliyorsa da, bunun ne dereceye kadar hakikate uygun olduğu tesbit edilemiyor, örf ve adetlerdeki "yumuşaklık,,ın birdenbire değil, tedricen meydana geldiğini kabul etmeliyiz. Kilisenin tesiriyle birçok "barbar,, adetleri bırakılmış ve yeni din esaslarına uymağa çalışılmış olmalıdır. Hıristiyanlığın kısa bir zaman içinde ve birdenbire bütün ahali (Rus ve Slav) tarafından benimsenmediği muhakkaktır. Fakat devlet tarafından gelen baskı -ve icabında şiddet- neticesinde, zahiren olsun yeni dinin kaidelerine uygun bir hayat başlamış olmalıdır. Daha uzun zaman halk arasında eski dinin hurafeleri, ilâhları, ruhları yaşamakta devam etmiştir. Hatta hıristiyanlık bunlardan birçoğunu kendi çevresi dairesine sokmak mecburiyetinde kalmıştır. Hıristiyanlığın kabulünden az sonra, Rusya'da mistisizm yayılmağa başlamış ve zahitler türemiştir. Bu hususta bilhassa Kiyef yakınındaki "Mağara Keşişhanesi» (Kiyevo-Peçerskaya Lavra) şöhret bulmuştu. Manastırlar yalnız din merkezi değildi. Burada Rusya'nın en okumuş ve en çok yazı yazan zümresi toplanmıştı. Daha Vladimir zamanında, "kibar ailelerin,, çocukları için mektepler açıldığı bildiriliyor. Rumcadan dinî kitaplar tercüme ediliyor, knezin aile efradı ve devleti idare edenlerin çocukları okumağa heves ediyorlar. Neticede tedricen -küçük bir zümre arasında olsa dahi- ruhlarda değişiklik başlıyor ve böylelikle yavaş yavaş Bizans hıristiyan ruhunda rus kültürünün inkişafına yol açılmış oluyordu.



Vladimir'in Peçeneklerle Mücadelesi ve Bunun  Sonuçları

  


Daha  knez  Oleg  zamanında   Peçeneklerin akınlarını durdurmak maksadile, sınır  boyunca bazı  tahkimli  noktalar  yapılmış olmalıdır Vladimir  zamanında  ise  bu  sahadaki  faaliyetin  artırıldığı  görülüyor.  Bu  knezin,  'Kiyef'in  etrafında  şehirler  az'  diyerek  Desna,  Vostr, Trubej, Sula ve Stugna ırmakları boyunda yeni şehirler kurduğu, buralara kuzeyden Slovenler, Kriviçler, Çud(Fin)ler ve Vyatiçlerin getirilip yerleştirildiği bildiriliyor. Bu suretle Rusların isteplere doğru "kolonizasyon,, ları başlamış oluyordu. 992 yılında Belgorod (Akşehir) adile yeni bir şehrin yapıldığını öğreniyoruz. Buraları tahkim edilmiş birer savunma (müdafaa) ve dayanma yeri haline getirilmiş, ve aynı zamanda ilerleme için birer çıkış noktası olmuştu. Bunlar Rusların Karadenize inişlerinin ilk basamağını teşkil edecekti. Fakat bu hareket Peçenekler tarafından kolaylıkla durduruldu. Vladimir zamanında Rusların fazla güneye inemedikleri görülüyor. Peçenekler, Kiyef'in güneyinde bulunmakla bilhassa nehir boyunca yapılan Bizans-Vareg ticaretini tehdit ediyorlardı. Hele Dnepr'ın kayalıklar (şelâleler) kısmından geçerken Peçeneklerin hücumuna maruz kalınıyordu. Bundan böyle tâ 1034 yılına kadar, Peçeneklerin adı Kiyef Rusyası tarihinde sıkça tesadüf edilmektedir ; rus knezlerinin bazen bu türk göçebelerinden faydalandıkları, iç mücadele zamanında bunların atlı kıt'alarından istifade ettikleri biliniyor. Peçeneklerle temasın rus knezlerinin askerî teşkilâtlarına tesir yapmış olduğu da uzak bir ihtimal sayılamaz. Kiyef knezlerinin atlı kıt'aları Peçenekler ve Türk-Oğuzlar örnek tutularak teşkil edilmiş olmalıdır. Peçenek-Rus münasebetlerinin yalnız akınlar ve savaşlardan ibaret olmadığını da biliyoruz. Bizans imparatoru Konstantin Porfirogennetos, Rusların Peçeneklerden öküz, at koyun gibi ehli hayvan satın aldıklarını söyler. Komşu iki kavim arasında ticaret yapıldığı kayıttan anlaşılmaktadır. Peçeneklerin Turla (Dnestr) ve Aşağı Tuna boyunu işgal etmeleriyle Doğu ve Balkan Slavları arasındaki münasebetin kesilmesi gibi gayet mühim bir durum meydana gelmiştir, ki bunun sonuçları Rusya tarihinin sonraki devirlerinde kendini gösterecektir.


Hıristiyanlığı kabul eden ilk rus knezi olması itibariyle Vladimir, rus tarihinin en büyük simalarından biri olarak tanınmıştır. Ortodoks kilisesi kendisini azizler arasına almış, ve "aziz Vladimir,, (Vladimir Svyatoy) adını vermiştir. Sonraları tertip edilen efsanelerde, destanlarda (bylinı) Vladimir "kırmızı güneş,, veya "parlak Vladimir,, (krasnoe solnışko) gayet iyi bir hükümdar olarak gösterilmiştir. Vekayinâmedeki rivayete inanmak lâzım gelirse, Vladimir, hıristiyanlığı kabulünden önce çok sefih bir adam imiş; ancak yeni dinin tesiriyle tabiatını kökünden değiştirmiş.



Hakim Yaroslav (Yaroslav Mudny) 1019-1024



Vladimir'in ölümünden sonra (1015) oğulları arasında çetin mücadeleler oldu. Nihayet Novgorod şehrinde  bulunan Yaroslav galebe çaldı ve  tek  başına  knezliği eline aldı. Yaroslav'a, zekâsı ve çok kitap okumuş olmasından ötürü, "akıllı,, (hakîm; rusçası - mudrıy) lâkabı verilmiştir. Kendisinin kitap okumayı çok sevdiği, rumcadan birçok eser terceme ettirdiği, hatta Kiyef'teki Aya-Sofya kilisesi nezdinde herkesin faydalanabileceği bir kütüphane tesis ettirdiği rivayet edilmektedir. Kiyef şehrinde çok büyük bir kilise yaptırdığı (Aya-Sofya kilisesi), diğer şehirlerde de kiliseler ve mektepler inşa ettirdiğini de öğreniyoruz. Bu suretle Yaroslav, Kiyef Rusyası'nda hıristiyan kültürünü yaymakla şöhret bulmuş bir knezdir.


Yaroslav'ın hâkimiyeti esnasında Kiyef Rusyası'nın güney sınırlarında mühim olaylar cereyan etmişti. Rusların en büyük düşmanları sayılan Peçeneklerin büyük kısmı, Don boyundan gelen Torkların ( Oğuzların ) tazyiki altında, Kiyef civarından uzaklaşarak Tuna boyuna gittiler. (1034) veya (1036) yılında bazı Peçenek uruğlarının Kiyef yakınında Yaroslav'ın kuvvetleriyle çarpıştıkları ve yenildikleri biliniyor. Peçenekler bundan sonra rus sınırlarından büsbütün uzaklaştılar. Vekayinâmede bu keyfiyet Yaroslav'ın 1036 da Peçenekler üzerinde kazandığı bir zaferin neticesi gibi gösterilmektedir. Halbuki bunun hakikî sebebi, Torkların (Oğuzların) gelmesidir. Peçeneklerden bazı zümrelerin Oğuzlar yanında kaldığı ve rus sınırına yakın bir yerde bulundukları anlaşılıyor. Peçenek tehlikesinden kurtulan Yaroslav, bu defa çok dindar bir hıristiyan olmasına bakmaksızın, Bizans'a karşı 1043 te bir akın yaptı; fakat bu seferin felâketle bittiğini öğreniyoruz. Yaroslav komşularının zâfından istifade ile, hemen Rusya'nın sınırlarını genişletmek teşebbüsünde bulundu. Vladimir zamanında Lehlilerin elinden alınan Galiçya mıntakası, Leh kralı Cesur Boleslav tarafından yeniden zaptediimişti. Bu defa Cesur Boleslav'ın ölümünden sonra Lehistan'da başlıyan karışıklıklardan istifade eden Yaroslav, bu mıntakayı tekrar zaptetti. Rusların, Lehistan işlerine karışmaları bu knezle başlar. Lehistan kralı Kazimir, Yaroslav'ın damadı sıfatiyle, Kiyef knezinden yardım görmüş ve mevkiini sağlamlaştırmıştı.


Kiyef Rusyası'nın milletlerarası münasebetlerinin tesisi bu devire raslamaktadır. Yaroslav'ın Lehistan'a, Macaristan'a, Fransa'ya ve iskandinavya'ya elçiler ve tüccarlar gönderdiği biliniyor. İlk defa olmak üzere bir rus knezi avrupalı hükümdarlarla karşılıklı sıhriyet tesis etmişti. Yaroslav kendisi bir isveçli prenses olan İngride ile evliydi ; üç oğlu alman beylerinin kızlariyle evlenmişlerdi; kızlarını da fransız, macar ve norveç kırallarına vermişti. Oğullarından birinin karısı Bizans imparatoru Konstantin Monomach'ın yakın akrabası idi. Kiyef Rusyası bu suretle o devir Avrupa Devletleri ile diplomatik ve ekonomik münasebetler tesis etmiş, Kiyef şehri işlek bir ticaret merkezi olmuştu. Buraya islâm-şark dünyasından da tüccarların geldiği anlaşılıyor. Yaroslav zamanında Rusya'da hükümsüren emniyet, Kiyef şehrinin her itibarla yükselmesine âmil oldu.


Yaroslav'ın hâkimiyeti yıllarında Rusya'da hıristiyanlık tamamiyle yerleşti. Kilise teşkilâtı tamamlandı. Rusların bir "millet,, halinde birleşmesi için en lüzumlu şartlar sağlanmış oldu. Rusya'da ilk yazılı kanun kitabının da bu knez zamanında kaleme alındığı biliniyor. "Yaroslav'ın Pravdası,, (kanunu) adile bilinen ilk rus kanun mecellesi, esas itibariyle "boy nizamı,, hususiyetlerini ve *'vareg-rus,, örf ve adetlerinin izlerini taşımakla beraber, mühim nisbette Bizans hıristiyan kanunları tesiriyle yazılmıştır. Bu suretle Yaroslav'ın saltanatı birçok bakımdan ehemmiyetlidir.



Kiyef  Rusyası'nın Dağılmağa Başlaması


Kiyef Rusyası'nda  tâ  ilk knezlerdenberi sağlam  bir veraset  nizamı olmadığını  görmüştük,    Knezlerden en kuvvetlisi  Kiyef'te  yerleşmeğe muvaffak  oluyordu.  Her  knezin  ölümünden sonra, oğulları  arasında taht  kavgası  çıkar ve iç  mücadele mahiyetini alırdı. Dışardan kuvvetli bir baskının olmayışıdır ki bu devleti dağılıp gitmekten kurtarıyordu. Yaroslav daha hayatta iken mühim merkezleri oğulları arasında bölmüştü. Büyük oğlu Izyaslav'a Kiyef ve Novgorod şehirlerini verdi. Bu suretle "büyük ticaret yolu,, nun kontrolü tamamiyle ona ait olacaktı, ikinci oğlu Svyatoslav'a Çernigov şehrini verdi. Üçüncü oğlu Vsevolod'a Pereyaslavtı bıraktı. Büyük oğlu Izyaslav Kiyef'i almakla "Büyük knez,, telâkki ediidi. Knezin diğer oğulları da birer "knez,, sıfatiyle öbür şehirlerde hâkimiyet süreceklerdi; bu suretle Rusya ayrı knezliklere (beyliklere) bölünmüş oldu. Herbir knez kendi oğulları arasında beyliği bölmeğe başlarsa, bu beyliklerin adedi artacaktı. Nitekim öyle oldu. Yaroslav'ın oğulları, kendi çocukları arasında ellerindeki sahayı böldüler. Sülâlenin en büyüğü ise Kiyef tahtını işgal edecek, yani "Büyük knez,, olacaktı. Fakat bu kaideye riayet edilmedi; kuvvetli olan knez, Kiyef'i almak istiyordu. Bu yüzden knezler arasında mücadeleler başladı. Yaroslav'dan sonra müşahede ettiğimiz bu parçalanma keyfiyeti, Batı Avrupası'ndaki “Feodalizm” devrini andırıyorsa da, Rusya'nın kendine mahsus şartlarından doğan durumları vardı. Evvelâ ayrı knezler bir sülâlenin âzası idiler. Sonra coğrafî şartlar ve ekonomik gelişmeler Batı Avrupası'ndakinden farklı idi.



RUSYA TARİHİ BAŞLANGIÇTAN 1917'YE KADAR

Prof. Dr. AKDES NİMET KURAT

28 Mayıs 2023 Pazar

AKDENİZ MİTOLOJİSİNDE AŞK KAHRAMANLARI ve MÜZİSYENLER-10

 


KRAL OİDİPUS VE AŞK YUMAĞI ANTİGONE


Tebai kraliçesi İokaste, hiç de hayra yormadığı bir düş gördü gebeliği sırasında... Kocası kral Layos'la (Laios) birlikte bu düşü yorumlaması için ünlü bilici kör Teyresyas'a (Teiresias) başvurdular. Bilici, 'doğacak çocuğun öz babasını öldüreceğini ve kraliçe olan annesiyle evleneceğini' söyledi! Haliyle bu sözleri duyunca kral ve kraliçe, tepeden tırnağa ürperdiler... Bu yüzden de bir süre sonra bebekleri doğar doğmaz, ayak bileklerini deldiler ve içleri yana yana bir dağ başına bırakıp geldiler!..


Bebeği bulan bir çoban da onu kucakladığı gibi Korintos kralının sarayına götürüp ilgililere teslim etti. Çünkü bu kralın hiç çocuğu olmadığını duymuştu çoban... Kral ve kraliçe, bu buluntu bebeğe "ayakları şiş" anlamına gelen "Oidipus" adını verdiler ve onu öz çocuklarıymış gibi özenle, el bebek gül bebek büyüttüler...


Artık delikanlı olduğunda bir gün, kralın öz oğlu olmadığı yollu bir dedikodu çalındı Oidipus'un kulağına... Çok üzüldü. Gerçeği öğrenmek için Delfoy kentindeki ünlü bilici Teyresyas'ın yanına gitti... Teyresyas, prens Oidipus'a bu konuda bir şey söylemek istemedi ilkin. Ne var ki prens üsteleyince, 'babasını öldürüp anasıyla evleneceğini' söyledi. Böylesi bir uzgörüden çarpılmışçasına etkilenen Oidipus Korintos'taki saraya dönmek istemedi artık... "Babasını öldürüp anasıyla evlenmek" gibi tanrıların çizdiği olası bir yazgıyı beklemektense; başka bir ülkeye, bilinmeyen ve tanınmayan biri olarak sığınmanın daha doğru olacağını düşündü... Böylece bir anlamda tanrılara da haklı olarak isyan etmiş olacaktı!.. Bu yüzden komşu ülke Tebai'ye doğru yola koyuldu...


Yolu üstündeki dar bir geçide girdiğinde, içinde iki adamın bulunduğu bir arabayla karşılaştı. Aralarında kimin kenara çekilip ötekine yol vereceği konusunda çıkan anlamsız bir kavga sonunda Oidipus bu iki adamı öldürüp Tebai'ye doğru yoluna devam etti...


O sıralarda Tebai sınırındaki bir tepede oturan Sfinks (Sphinks) adlı aslan bedenli, kadın yüzlü bir canavar; sınırı geçmek isteyene bir bilmece sormakta, bilemeyince de onu öldürmekteydi! Bu yüzden Tebaililer de, Sfinks yüzünden kilitlenen kentlerinden artık çıkamaz olmuşlar; evlerine, sokaklarına kapanmak zorunda kalmışlardı. Tebaili köylüler ve kentliler, tarlalarına ya da iş yerlerine gidip gelemeyince de ülkede büyük bir kıtlık, yer yer açlık başlamıştı...

Oidipus, Tebai krallığının sınırından geçerken, o aslan bedenli Sfinks denen canavar, hemen kayalıklardan inip yakasına yapıştı: "Söyle bakalım ey yabancı," diye başladı. "Hangi yaratığın sabahleyin dört, öğleyin iki, akşamleyin de üç ayağı olur?" Oidipus biraz düşündükten sonra; "İnsan denen yaratığın..." yanıtını verdi. Sfinks kulaklarına inanamadı. Neden?" diye sordu hemen. Oidipus da; "Çünkü insan çocukken elleriyle ayaklarıyla emekler; dört ayaklı olur. Büyüdüğü zaman dimdik, iki ayağı üstünde yürür; haliyle iki ayaklı olur. Yaşlanınca bir de değnek alır eline, öyle yürür... Üç ayaklı olur!" şeklinde bir açıklama getirdi... Sfinks öfkeden kuduracak gibiydi... Ama hemen yeni bir soru attı ortaya: "İki kız kardeş vardı. Biri ötekini doğurmuştu. Peki kimdi bunlar?" Fazla düşünmeden; "Gündüz ile Gece!" yanıtını verdi Oidipus... İlk kez hiç beklemediği doğru yanıtlar almanın öfkesiyle Sfinks, hemen o yüksek kayalığın tepesine tırmandı ve bütün hışmıyla kendini aşağıdaki boşluğa bırakıverdi. Sfinks, düştüğü yerde paramparça oldu...


Böylece büyük bir beladan kurtulan Tebaililer, Oidipus'u dile gelmez bir coşkuyla karşılayıp gece gündüz bayram ettiler. Tebai kral vekili Kreon da; bir süre önce öldürüldüğü için geçici olarak oturduğu kral Layos'un tahtını ve dul kalan kraliçe İokaste'yi ödül olarak sundu kahraman Oidipus'a!.. Artık Tebai kralı olan Oidipus da dul kraliçe İokaste'yle evlendi. Bu evlilikten iki oğluyla iki kızı oldu. Kızlarından biri de, yalnız antikçağın değil, bütün çağların ölümsüz prensesi o soylu ve inatçı güzel Antigone'ydi!..



Oidipus'un krallığı sırasında halk, barış ve bolluk içinde yaşamaya başladı... Çünkü Oidipus savaşı insanlık dışı bulduğundan, sürekli barışı öneren çok iyi yürekli bir kraldı. Tek düşüncesi de yurttaşlarını her yönden eğitip aralarında üretim ve bölüşüm kardeşliğini kurmaktı... Ne var ki aniden ülkesi Tebai krallığında baş gösteren bir veba salgını, halkı kırıp geçirmeye başladı. Halkın çok sevdiği kral Oidipus da, salgını önlemek için olası bütün yollara başvurdu. Başa çıkamayınca da ünlü bilici Teyresyas'ı çağırdı sarayına... O da; 'bir süre önce öldürülen Tebai kralının katili bulunup Tebai'den sürülmedikçe, bu salgının bitmesinin söz konusu olmadığını' söyledi. 

Bunun üzerine kral Oidipus, suçlunun bulunması için bütün olanaklarını kullandı; ama hiçbir ipucuna ulaşamadı! Teyresyas'ı yeniden sarayına getirtti ve ondan katilin doğrudan adını söylemesini istedi! Ne var ki her şeyi bilen bilici, kralın bütün üstelemelerine karşın konuşmadı hiç. Bu yüzden bilici Teyresyas'la kral arasında çok uzun süren bir kavga çıktı... Araya karısı kraliçe İokaste girdi ve eski kocası kral Layos'u, dar bir geçitte, bir anlaşmazlık yüzünden bir yabancının öldürdüğü yollu bir şeyler söyledi...


Kral Oidipus'un içine zıpkın gibi bir kuşku oturdu hemen! Tam bu sırada da içeri giren bir haberci, Korintos kralının öldüğünü ve kralın oğlu olan Oidipus'un sarayda beklendiği haberini getirdi!.. Bunun üzerine biraz içi açıldı Oidipus'un...


Evet, Oidipus babasını öldürmemişti ama Korintos'taki dul kalan anasının yanına dönmek de istemiyordu artık. Başının üstünde değiştiremeyeceği bir trajik yazgının hoyratça dolanıp durduğunu duyumsuyordu çünkü... Korintos'tan gelen aynı haberci bu arada Oidipus'a; ölen kralın öz oğlu olmadığını, gerçekte dağ başında bir çobanın bulup saraya getirdiği öksüz bir bebek olduğunu açıkladı! Hatta ayak bileklerinin bile delik olduğunu ekledi sözlerine!.. Bunun üzerine haliyle ortalık karışır gibi oldu. Ve bir süre sonra onu dağ başında bulan çoban da getirildi saraya. Onun söyledikleri de kral Oidipus'un buluntu bir bebek olduğu gerçeğini doğruladı...


Kocası sandığı Oidipus'un öz oğlu olduğunu dehşetle anlayan kraliçe İokaste, hemen gidip yan odadaki tavana astı kendini! Ardından da Tebai halkının bir tanrı gibi saydığı dürüst ve insansever Oidipus; yazgısına ilençler yağdırdı... Bir anlamda yazgısına ve bu yazgıyı çizen tanrılara isyan edercesine gidip hem annesi, hem karısı olan kraliçenin örgü iğneleriyle, gözlerini kör etti... Ama gene de çok sevdiği halkının ilençler yağdırdığı bir kraldı artık!..


Ne var ki kızı soylu Antigone hemen elinden tuttu babasının. Sığınacak bir yurt bulmak üzere, birlikte ülke ülke dolaşmaya başladılar. Antigone; sığınma hakkı istediği her ülkenin kralına, babasının suçsuz olduğunu anlatmaya çalışıyordu... Bu türden başarısız birçok girişimlere karşın güzel Antigone yılmadı; sığınabilecekleri bir ülke bulabildi sonunda...


Ve ölünceye dek de babası kör Oidipus'un yanından hiç ayrılmadı...



AŞK YUMAĞI ANTİGONE



Gerçekten halkının çok sevdiği iyi yürekli kral Oidipus'un kızı prenses Antigone de, babası gibi dünyayı hep sevgi ve hakseverlik tutkusuyla algılayan bir aşk yumağıydı. Çevresine hep o aşk dolu gözlerle bakıyor, orada olup bitenleri ve insanların yaşamını hep o tutkunun yönlendirmesiyle değerlendiriyordu... Kötülüğün dünyaya egemen olduğunu görünce de yüreği gemlenemez isyanlarla kükrüyordu... Zaten o yüzden de tanrılarla el ele olan kralların keyfî yasalarına karşı, kendini hiçe sayarak giriştiği o çetin savaşımlarla; Yunan ve dünya tragedya kahramanlarının en cana yakını ve yaşamı en dokunaklı olanıydı...


Antigone, babası Oidipus'un ölümünden sonra ülkesi Tebai'ye döndü. Ne var ki onun boşalan tahtı yüzünden iki erkek kardeş arasındaki kanlı bıçaklı kavga daha yeni bitmişti. Bu kavga sırasında kardeşlerden biri, komşu ülke kralından yardım istemişti. Karşılıklı vuruşturdukları ordularla gene de yenişemeyen iki kardeş; sonunda teke tek giriştikleri bir dövüşte birbirlerinin kanına girmişlerdi!.. İki kardeşin de ölümü üzerine boş kalan tahta, Kreon kuruldu. Yeni kral birbirini öldüren iki kardeşin gömülmeleri konusunda bir ferman yayınladı. Bu kısa fermanda kral; birbirini öldüren iki kardeşten birinin vatan haini sayılmasını, ötekinin de vatanı savunurken şehit düşen bir kahraman olarak kabul edilmesini istiyordu halktan. Gene bu keyfî ferman gereğince; şehit olarak sunulan kardeş, anlı şanlı devlet törenleriyle gömülecekti. Komşu krallıktan yardım aldığı için bir vatan haini olan ikinci kardeşin ölüsü de, kurda kuşa yem olmak üzere bir dağ başına atılacaktı. Her kim bu ölüyü gömerse, bu eylem krala karşı bir isyan olarak değerlendirilecek ve cezası da ölüm olacaktı!..


Ne var ki Antigone, birbirlerini öldüren kardeşlerinin gömülmeleri konusunda kralın keyfî fermanını değil, kendi vicdanının sesini dinlemek istiyordu... Çünkü kralın fermanına göre birbirini öldüren iki kardeşten biri devlet töreniyle gömülecekti. Ama öteki kardeş, antikçağdaki cezaların en ağırı olan toprağa gömülmemekle cezalandırılacaktı. Çünkü ölümlerinden sonra gömülmeyen bedenler, Ölüler Ülkesi'ne ulaşamıyor, oradaki yaşama kavuşamıyordu. Oysa Antigone için bütün ölüler gömülmeliydi... Çünkü ona göre bütün insanlar, hiç değilse ölümlerinden sonra eşitleniyorlardı. İşte bu yüzden kralın fermanını hiçe sayıp ölüsü kurda kuşa yem olarak bırakılmış kardeşini, bir gece kendi elleriyle gömdü... Zaten böylesi bir eylem bekleyen kral Kreon da, hemen Antigone'yi çağırttı ve kardeşini kimin gömdüğünü sordu. O da sözü hiç dolandırmadan, kendisinin gömdüğünü söyledi.


– Peki bu işi yasak eden fermanımı bilmiyor muydun? diye sordu kral Kreon.


– Biliyordum tabii! Hem nasıl bilmem? Bu ferman herkese duyuruldu!


– Demek buna karşın benim buyruklarıma karşı gelme yürekliliğini gösterdin!


Antigone fermandaki buyruğun, keyfî ve geçici bir dayatma olduğunu söyledi. Buna karşın adil tanrılarca insanların vicdanına kazınan, ama yazılı olmayan ve her zaman geçerli yasaların bulunduğunu anlatmaya çalıştı. Ama kral; iki kardeşten birinin vatanı korumak için öldüğünü, ötekininse düşman bir ülkeden yardım aldığını ve bu yüzden onun vatan haini olduğunu söyledi. Buna yanıt olarak; "Olsun," dedi Antigone, "tanrı Hades, ikisi için de aynı mezar hakkını tanır." Bunun üzerine kral; düşmanın ölümünden sonra bile düşman olarak kaldığını söyleyince Antigone, sessiz bir çığlık gibi; "Ben kin saçmak için değil, aşkı bölüşmek için geldim dünyaya!" yanıtını verdi...


Kral Kreon'la Antigone'nin karşılıklı atışmaları biraz daha sürdü. Ve sonunda kral, bu ferman gereğince söz konusu ölüyü gömenin cezasının ölüm olacağını bilip bilmediğini sordu ona. "Tabii biliyorum!" yanıtını verdi Antigone."Zaten beni öldürmekten öte başka bir şey yapabilir misin? Senin sırf beni cezalandırmak için çıkardığın keyfî ve gelip geçici yasalara uymak zorunda değilim!. Çünkü tanrıların vicdanıma kazıdığı adil yasalara uyarım ben..."


Bunun üzerine kral Kreon; "Tanrılar mı dedin? Tanrılar devletin memurlarıdır," dedi gülümseyerek ve Antigone'nin yanından ayrıldı...


Kral Kreon, Antigone'yi diri diri kayalık bir mağaraya kapattırdı. Kralın oğlu ve Antigone'nin yavuklusu Haymon (Haimon), olup bitenleri duyar duymaz doğruca sevgilisi Antigone'nin kapatıldığı mağaraya girdi ve iki sevgili birlikte canlarına kıydılar. Haymon'un anası kraliçe de hem oğlunun, hem de o aşk yumağı güzel gelini Antigone'nin acısına dayanamayıp kendini hançerledi...

Gerçeği geç de olsa öğrenen halk, ülkenin bütün meydanlarında, Antigone'nin adını haykırmaya başladı...


Ve kral Kreon artık yapayalnızdı...



Akdeniz Mitologyasından Efsaneler

Yaşar Atan

27 Mayıs 2023 Cumartesi

Uzakdoğu ve Pasifik Adaları Söylenceleri -16 ” Yeni Zelanda”



Yaratılış Çevrimi: Sunuş


Polinezyalıların atalarının kökeni Asya'dır. Toprak ve yiyecek kavgası, Pasifik'i aşmalarına ve Tahiti ve çevresindeki adalara yerleşmelerine yol açmış olmalıdır. Tahiti'nin kaynakları da artık onları beslemez olunca, bir kez daha yeni bir yurt aramak üzere denize açılırlar.


Bir grup Polinezyalı güneybatıya gitmiş ve Yeni Zelanda' nın ilk yerlileri olmuşlar; ülkelerine Aotearoa (uzun beyaz bulut), kendilerine Maori (bu ülkenin insanı) adını vermişlerdir. Söylencelerinde geldikleri ülkenin adı, Havvaiki (anayurt) olarak geçer. Başka bir grup Polinazyalı da doğuya, Havvaii Adaları'na gitmişler; bu adanın adı da Hawaiki'den türetilmiştir, ama bilim adamları Polinezyalıların kökeninin Havvaii olmadığında görüş birliği halindedir.

İlk Hıristiyan misyoner Samuel Marsden'in Yeni Zelanda' ya 1814'te varmasına karşın, Maori mitolojisi pek az Hıristiyan etkisi taşır. Maori sözlü geleneğinden yapılan ilk yazılı söylence derlemesi, Sir George Grey'in yaptığı Polynesian Mythology and Ancienl Traditional His tory, 1855'te basılmıştır.


Maori yaratılış söylencesi, yokluktan düşünceye, evrenin ve insanın yaratılışına doğru evrime yaptığı vurguyla alışılmadik bir özellik gösterir. Söylence, doğa ve insan arasındaki yakınlık üstünde durur. Baba Rangi ve Anne Papa'nın altı oğlunun davranışları çevrenin fiziksel özelliklerini açıklarken, insan doğasının da önemli yönlerini yansıtmaktadır.


Maui, Polinezya'nın hileci/şakacı kahraman tipidir. Mitolojideki birçok büyük kahraman gibi yarı tanrıdır; bir tanrıça ile ölümlü bir babanın oğludur. Maui, mitolojideki Hermes, Loki ve Raven gibi Öteki hilekâr kurnazlarla karşılaştırılabilir.

Maui'nin maceralarıyla ilgili söylence dizisi Polinezyalılarla birlikte yeni ülkelere, Tahiti, Küçük Tahiti, Yeni Zelanda, Samoa ve Hawaii Adaları'na gitmiştir. Dizi, Maui'nin gizemli doğumu, ateşi çalması (bir başka versiyonda, ele geçirmesi), güneşi terbiye etmesi, Yeni Zelanda'yı (başka versiyonlarda, Tahiti, Küçük Tahiti veya Hawaii Adaları) balık gibi tutmasını ve ölümsüzlüğü aramasını (başka bir versiyonda, Ölümü getirmesini) içerir. Bu episodlar adadan adaya çok benzer veya oldukça farklı olabilir. Bu geniş yayılım, çok eski olduklarının da kanıtıdır.



Yaratılış Çevrimi


Evrenin ve Tanrıların Yaratılışı


Başlangıçta, düşünceden başka hiçbir şey yoktu. Düşünce anımsanıyordu. Sonra bilince dönüştü. Sonra yaratma isteği haline geldi. Zaman içinde bu yokluktan, boşlukta bile yaşama ve büyüme gücü çıktı.


Öyle oldu ki, bu yaşama ve büyüme gücünden derin, karanlık, uzun ve hüzünlü Gece çıktı. Gece görünmeyen, boş evrende, görünmeyen ama varlığı hissedilen bir şeydi.


Öyle oldu ki, Gece'nin yaşam bulduğu bu güçten, gökyüzü biçiminde Baba Rangi yaşam buldu. Baba Rangi gül rengi şafağın ışığında yaşadı ve Ay'ı yarattı. Sabahın daha sıcak altın ışınlarıyla yaşadı ve Güneş'i yarattı. Sonra ayı ve güneşi, evreni aydınlatsınlar ve onun gözleri olsunlar diye derin, karanlık ve hüzünlü Gece'ye yerleştirdi. Şimdi Gece ve Gündüz vardı.

Baba Rangi sonra, Anne Papa, yani Toprak'la yaşadı. Sevgiyle onun üstünde yatıp birlikte karayı yarattılar.

Baba Rangi ve Anne Papa birçok çocuk yaptılar. Bunlar ana babalarının arasında bulunan karanlıktaki küçük yerde yaşadılar. Anne Papa'nın gövdesi küçük bitkilerle kaplıydı ve deniz Baba Rangi kadar siyahtı.


Baba Rangi Anne Papa'yı sevdi ve ona yapıştı. Aralarına ışık giremedi. İlk çocukları sonsuz karanlıkta yaşamaktan sıkıldılar ve altı oğulları durumlarını düzeltmek için ne yapabileceklerini konuşmak üzere toplandılar.

"Baba Rangi ve Anne Papa'yı öldürebilir veya birbirinden ayrılmaya zorlayabiliriz. Çünkü ancak o zaman bu karanlıktan kurtulabiliriz. Hangisi?"


Şiddetin babası ve savaşçı ruhlu insanların tanrısı Tu, sonunda bağırdı: "Onları öldürmeliyiz!"


Bu sözlere ağaçların, kuşların, böceklerin babası ve tanrısı Tane, "Hayır" diye yanıt verdi, "Baba Rangi'yi itip Anne Papa' dan ayırmak ve yabancı gibi uzakta yaşamasını sağlamak daha iyi. Bu arada Anne Papa şimdiki gibi ayaklarımızın altında kalır ve bizim için büyüttüğü bitkilerle bizi beslemeye devam eder."


Tane'nin sözleri o kadar akıllıcaydı ki, Tu bile kardeşinin öğüdünü hemen kabul etti. Ama kardeşlerden biri, rüzgâr ve fırtınaların babası ve tanrısı Tavhiri ötekilerle uyuşmadı. O andan sonra kardeşlerinden ayrıldı, kendi gücünü kaybedeceğinden korktu ve ana babasından ayrılmak istemedi. Kendisini savunmak için soluğunu tuttu ve hiçbir şey yapmadı. Böylece Baba Rangi ve Anne Papa'nın beş oğlu, ana babalarını ayırmak için ellerinden geleni yaptılar.


Önce tatlı patates ve öteki yenebilir ekilir bitkilerin babası ve tanrısı Rongo geldi. Baba Rangi ve Anne Papa'yı ayırmaya yetecek gücü yoktu. Sonra bütün balıkların ve deniz sürüngenlerinin babası ve tanrısı Tangaroa geldi. Tangaroa Rongo'dan güçlüydü, ama ne kadar iterse itsin, Baba Rangi ile Anne Papa’ yı ayıramadı. Üçüncü olarak, eğrelti kökünün ve öteki yenebilir yabani bitkilerin babası ve tanrısı Haumia geldi. Ama o da başarısız oldu. Sonra gücünden emin, şiddetin babası ve savaşçı ruhlu insanların tanrısı Tu, balta gibi bir silahla ana babasını bağlayan dokuları kesmeye çalıştı. Bu dokulardan akan kan kutsal kızıl çamuru yarattı. Fakat Baba Rangi ve Anne Papa bağlı kaldı.


Son olarak ormanların, kuşların ve böceklerin babası ve tanrısı Tane'ye sıra geldi. Genç bir fidanın topraktan fışkırması ve büyüdükçe gücünün artması gibi, Tane ana babasını ayırmak için kendi gövdesini aralarına soktu, önce el ve kollarını kullanmaya çalıştı, ama bütün gücünü kullansa da Baba Rangi ve Anne Papa'yı birbirinden ayıramadı. Sonra başını ve kollarını Anne Papa'ya ve ayaklarını Baba Rangi'ye dayayıp itmeyi denedi. Çok yavaş bir biçimde Tane'nin sürekli itmesiyle ana babasını birbirine bağlayan dokular gerildi ve sonunda yırtıldı. Acıyla haykırmalarına karşın, altındaki Anne Papa'yı ve üstündeki Baba Rangi'yi itmeye devam etti. Böylece Tane, Baba Rangi ve Anne Papa'nın bütün çocuklarını karanlık dünyadan kurtardı.


Rüzgâr ve fırtınaların babası ve tanrısı Tavhiri, ana babasının birbirlerine olan sevgisine sıcaklık duyuyor ve bağlılıklarını yerinde görüyordu. Onun yapısına uygun olan karanlıkta yaşamaktı; canlı, parlak bir dünyada yaşamak değil. Tavhiri, Tane'nin başarısını kıskançlık ve hiddetle karşıladı. Tane, Tavhiri'nin korktuğunu başına getirmişti. Gecenin hüzünlü karanlığını uzaklaştırma ve evreni aydınlatıp güzelleştirme gücüyle Gündüz ortaya çıkmıştı. Rüzgâr ve fırtınaların babası ve tanrısı bu yeni dünyada kendisine yer kalmayacağından korkuyordu.


Böylece Tavhiri, Baba Rangi'ye katılmak için koşturdu. Gökyüzü ve havanın tanrısı, oğlunun dostluk ve yardımını görmekten memnundu. Birlikte çalışıp kuzeyden, güneyden, doğudan ve batıdan esen büyük rüzgârlar ve fırtınalar yarattılar ve Anne Papa'nın üstündekilere darbeler yağdırdılar. Tavhiri şiddetli darbeler indiren rüzgârlar, yağmur boşaltan rüzgârlar, sulusepken boşaltan rüzgârlar gönderdi. Sonunda hortum biçiminde annesinin diyarına geldi. Ormanlarını devirerek Tane'yi şaşırttı ve güçlü ağaçları toprağa devrilmiş, işe yaramaz halde bırakıp çürümeye terk etti.


Tane'nin ormanlarını deviren Tavhiri, sonra Tangaroa'nın denizlerine saldırdı. Tangaroa deniz kıyısında yaşamaktan hoşlamyordu, ama şimdi kıyıların büyük gelgitler, dönen girdaplar, kocaman dalgalarla dövüldüğünü gördü. Korkarak, Tavhiri'nin onu bulamayacağı, okyanusun en derin yerine saklandı.


Bu arada Tangaroa'nın torunları, balıkların babası ve sürüngenlerin babası, kendi çocuklarıyla birlikte, karada mı denizde mi daha güvende olacaklarını tartıştılar. Köpekbalığı, Kertenkele ve öteki aile üyelerini balıklarla birlikte denizde saklanmaya ikna etmeye çalıştı. "Eğer karada yakalanırsanız" diye uyardı, "yenmeden önce ateşte ölmek zorunda kalacaksınız."


Kertenkele "olabilir" dedi, "ama sizler de yakalanacak ve yeneceksiniz."


Ve böylece Tangaroa'nın çocukları sonsuza kadar ayrıldılar. Tangaroa, Kertenkele ve çocuklarını ormanlarında sakladığı için Tane'ye kızdı. O zamandan beri deniz tanrısı kardeşi Tane ile dövüşür. Tangaroa ormanların deniz kıyısında büyümesini önlemeye çalışır ve Tane'in ağaçlarını dalgalarıyla devirir. Ve Tangaroa sellerin kendisine getirdiği evlerin ahşabını ve ağaçları çiğnemeyi sever. Bu sırada Tane, kardeşi Tu'nun çocuklarına kano ahşabı, balık avlama mızrakları, kancalar ve ağ yapmak için kenevir ve başka bitki dokuları sağlayarak, insanların Tangaroa'nın denize bağlı çocuklarını yakalamalarına yardım eder. Karşılık olarak Tangaroa, dalgalar ve gelgitlerle, kanolarını devirerek ve canlarını alarak Tu'nun çocuklarına saldırır.


Tangaroa ile Tane arasındaki savaş sırasında intikam duygusu Tavhiri'nin düşünce ve hareketlerini tutsak almıştı. Tangaroa'ya verdiği cezadan tatmin olarak Kongo ve Haumia'ya, ekin ve yabani bitki tanrılarına saldırdı. Fakat Anne Papa onların yardımına koştu. Öteki çocuklarının yaşamak için tatlı patates ve eğrelti köklerine gereksinimleri olduğunu bildiğinden, Rongo ve Haumia'yı Tavhiri'nin onlan bulamayacağı yere sakladı.


Sonunda Tavhiri, savaşçı ruhlu insanların babası ve tanrısı Baba Rangi ile Anne Papa'yı öldürmeyi öneren kardeşi Tu'ya saldırdı. Fakat Tu saldırıya karşı hazırlıklıydı. Ayaklarını Anne Papa'nın göğsüne dayayıp ondan güç aldı. Böylece Tu, Tavhiri' nin en güçlü rüzgârlarına direnebildi. Tu'nun başarısı Tavhiri' nin savaştan vazgeçmesi sonucunu getirdi.

Ancak yeryüzünde huzurun egemen olma şansı yoktu. 


Ezeli savaşçı Tu, Tavhiri'ye karşı başarılı olunca, öteki dört kardeşine kızdı. Yeryüzü ve denizin tanrıları Tavhiri'nin gösterdiği cesaret ve gücü gösterememişlerdi. Tane, Tavhiri'nin saldırısı karşısında şaşkınlığa düşmüş, rüzgâr ve fırtınaların babası ve tanrısının ormanları mahvetmemesi için bir çaba göstermemişti. Tangaroa, Tavhiri'yle yüzleşmekten çekinmiş, bunun yerine derin denizlere kaçmıştı. Rongo ve Haumia, Tavhiri'ye karşı korunmak için Anne Papa'nın onları saklamasını istemişlerdi.


Tu, kardeşlerinin hiçbirinin Tavhiri'ye karşı savaşında ona yardım edecek cesaret ve bağlılığı göstermemiş olmalarına çok kızıyordu. Böylece ezeli savaşçı, dördünü de cezalandırmak için krallıklarını ellerinden almak üzere yola koyuldu.


Savaşçı ruhlu insanların öfkeli babası ve tanrısı, Önce sayıları iyice artıp kendi çocuklarından fazla olmadan Tane'nin çocuklarına saldırmaya karar verdi. Yapraklardan ilmikler yaptı ve Tane'nin kuşlarını tuzağa düşürmek için ağaçlara astı. Yakalayınca da onları pişirip hakaret ederek yedi.


Sonra Tangaroa'nın çocuklarına saldırdı. Tane'nin bitkilerinden ağ ördü ve Tangaroa'nın çocuklarını yakalamak için ağları denize attı. Bunları da ateşte pişirip hakaret ederek yedi.


Son olarak Tu, Rongo ve Haumia'nın çocuklarına saldırdı. Tane'nin ağaçlarından birinden kazma çubuğu yaptı, Tane'nin bitkilerinden birinden sepet ördü. Bunlarla toprağı kazıp tatlı patates ve eğrelti kökleri topladı. Yine onları pişirip hakaret ederek yedi.


Tu'nun, böylece Tane, Tangaroa, Rongo ve Haumia'yı yenmesinden beri, savaşçı tanrı ve insan çocukları yeryüzü ve deniz tanrılarının çocuklarına hep hükmedip onları yediler. İnsanlık Tane'nin kuşlarını, Tangaroa'nın balıklarını, Rongo' nun tatlı patateslerini ve Haumia'nın eğrelti köklerini yemeye bugün devam etmektedir. Tu, Tavhiri'ye karşı hiçbir zaman zafer kazanamamıştır, ama bugüne kadar da onunla dövüşmeye devam etmiştir, çünkü Tavhiri'nin rüzgâr ve fırtınaları, yeryüzü ve deniz için yıkıcı bir güç olmayı sürdürmektedir. 


İnsanların Yaratılışı


Erkekten önce kadın vardı ve bu ilk kadını yaratan Tane'ydi. Tane kadını, Baba Rangi ve Anne Papa'yı birbirine bağlayan dokuları kestiğinde akan kandan elde ettiği kızıl çamurdan yoğurmuştu. İşini bitirince burun deliklerine yaşam soluğu üfledi ve ona Hine Ahu Van, yani Toprak Kız adını verdi.


Tane yaptığı kadını sevdi ve onların sevgisinden Hine Titama, Şafak Kızı doğdu. Tane, Hine Titama'yı da sevdi ve bu sevgisinden de ilk erkek ve kadın olan insanlar doğdular.


Hine Titama, "Benim babam kim?" diye sorana kadar her şey iyi gitti.

Kız, Tane'in hem kocası hem babası olduğunu öğrenince, "O kadar utandım ki Tane, seni, çocuklarımızı, sevdiğim bu ışık dolu dünyayı terk edeceğim" dedi. "Büyükannem Anne Papa' yı Yeraltı'nın derinliklerinde bulacağım ve bundan sonra orada kalacağım. Biliyorum ki, bir yol açacağım ve zamanla çocuklarımız, onların çocukları ve onlardan sonra gelen herkes, Ölümü bilecek ve benim ardımdan aşağıdaki dünyaya gelecek.


Gitmesine kimsenin engel olmaması için Hine Titama, Tane'ye zayıflık büyüsü yaptı ve çocuklarına bir uyku düştü. Işık dünyasından aşağılara, aşağıdaki dünyanın ezeli karanlıklarına doğru indi de indi.


Yeraltı'nın girişinde onu bir bekçi karşıladı. "Geri dön sevgili Şafak Kızı" diye Öğütte bulundu, "hâlâ orada kalabilirsin. Bizim ruh dünyamız sana uygun değil. Burası daima karanlık ve hüzünlü. Burada kalmayı gerçekten isteyemezsin, çünkü gerçekten de neşesiz bir yer."


"Söylediklerinin doğru olduğunu biliyorum" dedi Hine Titama. "Ama burada yaşamak istiyorum ve yukarıdaki dünyadan bana gelen çocuklarıma burada sahip çıkacağım."


Hine Titama, bekçiden ayrılıp kapıya doğru giderken gözü Tane'ye takıldı. Derin karanlığa karşın, yaşlı gözlerle kendisini izlediğini gördü.


"Zavallı Tane" diye bağırdı, "yukarıdaki dünyaya dön, ışık dünyasında yaşarlarken çocuklarımıza babalık et. Zamanla bütün çocuklarımızın, onların çocuklarının ve daha sonra gelen herkesin açtığım bu yolu izleyeceğini bil."


"Çünkü kadın erkek herkese ölüm gelecek ve o zaman, geldikleri karanlık dünyaya geri dönecekler. Onun için burada kalmak istiyorum. Bana kavuşma zamanı geldiğinde onlara annelik etmek istiyorum."


Hine Titama, bu sözleri söyleyip geri döndü ve Yeraltı'na girdi; burada Gece Kızı ve Ölüm tanrıçası olarak bilindi. O günden beri güneş, yolculuğuna sabah doğudan başlar, batıdaki evine döner ve Tane de onu takip eder. Ve erkek, kadın ve çocuklar, Ölüm ruhlarını istediğine, Hine Titama'nın Yeraltı'na giden yolunu izlerler.


Bu sırada, zorla ayrılmalarına karşın, Baba Rangi ve Anne Papa birbirlerine büyük sevgi besliyorlardı. Başlangıçta Baba Rangi çok ağladı ve gözyaşları denizi taşırdı, karanın ve insanlarının çoğu sellere kapıldı. Bu insanların çoğu, denizin altında yaşamayı sürdürdüler. Bu kasvetli dünyada yaşamaya o kadar alıştılar ki, güneş ışınları onlara değse ölürlerdi.


Baba Rangi ve Anne Papa'nın oğullarından bazıları, Baba Rangi'nin gözyaşlarını durdurmazlarsa, yukarıdaki dünyanın tamamının yok olacağından korkmaya başladılar. Birbirlerinin gözyaşlarını görmemeleri için, Baba Rangi'yle Anne Papa'nın yüzünü yere çevirmeye karar verdiler. Planları başarılı oldu. Yukarıdaki dünyayı basan sel suları çekildi. O zamandan sonra Baba Rangi'nin gözyaşları sabah çiğini oluştururken, Anne Papa'nınkiler sabah sisini oluşturur.


Oğulları, Anne Papa'yı yüzüstü çevirdiğinde bebek oğlu Ruaumoko göğsünü emiyordu. Başlangıçta Ruaumoko annesine yapışmaya devam etti. Sonra Yeraltı'na düştü. Zamanla büyüdü. Şimdi Yeraltı'nda nereye gitse, yukarıdaki dünyada depremlere yol açar. Bazıları onun Hine Titama'nın kocası olduğunu söylerler.



Yeni Zelanda'nın Yaratılışı 


Tanrıça Taranga ve ölümlü (insan) Makea'nın oğlu Maui, bir kahraman, hileci ve mucitti. Güneşi terbiye edip yeryüzünde yaşayanların yaşamlarını kolaylaştıran oydu. Ama bir eşek şakası uğruna, dünyada yaşayanlardan ateşi çalan ve yaşamı zorlaştıran da oydu. Ve kuş yakalamak için sivri uçlu mızrağı ve balık avlamak için sivri uçlu oltayı bulan da yine oydu.


Maui'nin, karısı ve çocukları için yiyecek bulma yöntemi, kardeşlerinin geleneksel balık avlama yollarından çok daha başarılıydı ve bu başarının sırrını hiçbir zaman açıklamadığı için kardeşleri onsuz avlanmayı ve balık yakalamayı yeğliyorlardı.

Bir gün Maui'nin karısı, daha fazla balık yakalamasını isteyerek söylenip duruyordu. "Daha fazla balık istiyorsan" dedi, "neden bana söylemiyorsun! Benim büyü gücümü unutuyorsun. Eğer istediğin balıksa, o kadar büyük bir balık yakalayacağım ki bitiremeden miden bozulacak. O zaman atmak zorunda kaldığın yiyecek için şikâyet edeceksin."


Maui, büyükannesinin çene kemiğinin bir parçasını kullanarak büyülü bir olta yaptı. Söylenmesi gereken sihirli sözleri söyledi; kardeşlerinin bir dahaki balık avı seferine katılmaya hazırdı. Güneş sabah yolculuğuna çıkarken onların da kanolarına bineceklerini tahmin ediyordu. Kardeşlerinin, girdiği kılıkları bile kaçırmadan kendisini gözleyeceklerini bildiğinden, kanolardan birinin içindeki örtülerin altına saklanmaya karar verdi.


Maui, ortaya çıkmak için kanoların iyice denize açılmalarını bekledi. O anda bile kardeşleri onu evde bırakmak istediler. O zaman Maui büyülü sözleri söyledi. Kardeşleri kanoyu geri çevirirken kanoyla kara arasındaki mesafeyi o kadar uzaklaştırdı ki, onu karaya bırakmanın onlarla birlikte kalmasından daha büyük dert olduğuna karar verdiler.


Kardeşler her zamanki avlanma yerlerine gelip durana kadar her şey iyi gitti. O zaman Maui aniden bağırdı: "Bugün burada demir atmayın! Daha uzaklarda daha iyi balık var!"


Kardeşler de küreklerini toplayıp ikinci balık avlama yerine doğru yollandılar. O zamana kadar iyice yoruldular, ama Maui ısrar etti: "Burada da demir atmayın!" dedi, "eğer gerçekten kayıklarınızı balık doldurmak istiyorsanız, sizi benim istediğim yere götüreyim."


İyi balık sözüne kanan kardeşler, daha da uzaklara açılmayı kabul ettiler. Sonunda artık karayı göremez olmuşlardı. Maui "işte" dedi, "buraya demir atın ve oltalarınızı hazırlayın." 


Maui'nin söz verdiği gibi, balıklar sürekli yemleri kapıp yakalandılar. Kısa zaman içinde kanoları balık yükünün ağırlığından çökmüştü ve kardeşler eve dönmeye hazırlandılar.


"Biraz durun" dedi Maui, "henüz gidemezsiniz! Kendi oltamı denemem gerek."


"Kendi oltanı mı?" diye şaşırdı kardeşler, "senin oltan yok ve bizimkilerden birini kullanmak istiyorsan, unut gitsin!"


"Dertlenmeyin" dedi Maui, "sizinkini istemiyorum, benim kendi oltam var."


Maui kuşağının altından çok güzel bir olta çıkarınca kardeşleri şaşırıp kaldılar. Bir ucunda deniz kabuğu suya batarken, bir parça köpek tüyü de denizin üstünde yüzüyordu, öteki ucuna Maui büyükannesinin çene kemiğinden yaptığı kancayı bağlamıştı.


Maui kanonun dibinde olta ipi buldu, fakat kardeşleri ona yemlerini kullanma izni vermediler. O zaman burnunu kanatıp kendi kanını kullandı.

"İşte oldu" dedi, "avlanmaya hazırım. Ben ne dersem diyeyim hiçbir şey söylemeyin. Ağzınızdan çıkan herhangi bir ses balıkları kaçırtır!"


Sonra oltasını attı ve büyülü sözleri söyledi: "Kuzeydoğu ve güneydoğu rüzgârları yumuşak esin. Buraya büyük ülkem için geldim. İp, uzun ve güçlü ol ve bana avımı getir."


İp aniden titredi ve Maui ipi çekti, kanonun ucunun suya dalmasına neden oldu. Maui'nin büyülü kancası, Tangâroa'nın torununun evine takılmıştı.


Kardeşleri, çılgınca deniz suyunu boşaltmaya çalışırken, "bırak Maui" diye bağırdılar. Batacaklarına emindiler, ama Maui onları dinlemedi. Oltasını ustalıkla kullanıyor ve büyülü sözler söylüyordu. Sabırsızlıkla yanıtladı: "Maui yakaladığını bırakmaz. Ne yakalamaya geldiyse onu yakalayacak!"


Bu arada Maui'nin kardeşleri sallanan kanoda korku içinde sessiz oturdular ve Maui'nin yakaladığı şeyin neden olduğu korkunç dalgalardan ödleri koptu. Artık daha fazla dayanamaz olduklarında, saman kaplı sivri çatıların, peşlerinde binalarıyla ve altlarında da toprağıyla denizden çıktığını gördüler. Maui' nin 'balığı', derinlerde yaşayan bir yaratık değildi. İçinde yaşayan insanlarla koca bir ada yakalamıştı.


Maui oltasının ipini kanodaki küreğe bağladı ve kardeşlerine, "Bu köydeki kutsal yere gidiyorum, tanrılara kurbanlar sunacağım. Ben dönene kadar yiyecek yemeyin ve balığımı ellemeyin" dedi. "Beni dinlemezseniz, Tangaroa size kızar ve hepimizin başına büyük felaketler gelir."


Maui'nin uyarısına karşın kardeşleri, o gözden kaybolur kaybolmaz adanın tatlı meyvelerinden yemeye başladılar. Tanrılar ceza vermekte gecikmediler. Maui'nin balığı sıradan balıkmış gibi çırpınmaya başladı. Hareketleri adada dağların oluşmasına neden oldu ve insanlar için orada yaşamak zorlaştı. Güneş günlük yolculuğunu bitirdiğinde, balık tamamen sakinleşmişti. Fakat adanın yüzeyi o zamandan beri aldığı şekille kalmıştı.


Maui ve kardeşleri, Havvaiki'deki evlerine doğru kürek çektiler. Babaları Maui'yi övgü şarkılarıyla karşıladı. "Maui Tikitiki, sen benim neşem ve onurumsun" dedi, "bizim ata toprağımızı battığı yerden kurtardın. Burası, Baba Rangi'nin Anne Papa'dan ayrılmasına kızıp, Tavhiri'nin yardımıyla gözyaşları her yeri bastığından beri sular altındaydı."


Maui'nin babası sözlerine devam etti: "Gelecek günlerde sen de benim gibi insanoğullarının babası olacaksın, annen gibi tanrıların değil. Çocuklarının ve torunlarının bazıları burada, yurdumuz Hawaiki'de yaşamaya devam edecek, ama ötekiler senin denizden çıkardığın ülkede yaşayacak. Dolayısıyla, senin bu büyük balığı yakalaman onlar için, Baba Rangi'nin Anne Papa'dan ayrılması gibi önemli bir olay."


"Bu şahane av seni büyük bir kahraman yaptı" diye sözlerini bitirdi Maui'nin babası. "Ve bu nedenle sen, sonsuz bir üne sahip olacaksın. Bugünden sonra Maori halkı balık biçimindeki bu kuzey adasına 'Maui'nin Balığı' ve güneydeki adalarına 'Maui'nin Kanosu' ve Heretaunga burnuna 'Maui'nin Kancası' adını verecekler."


"Gerçekten de büyük iş yaptın" diye güldü baba, "öyle ki, öteki adalardaki Havvaiki halkı da deniz dibinden ülkelerini kurtarmak isteyecekler. Ve onlar da o ülkelere 'Maui'nin Balığı' adını verecekler!" 




Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

26 Mayıs 2023 Cuma

TARİH BOYUNCA MEŞHUR ZALİMLER VE AKİBETLERİ-8

 LEON’UN ÇOCUKLARI


Ermeni kralı Leon, olgun bir adamdı. Okumaya çok meraklı idi. Çok kitap biriktirir, hekimlerle sohbeti severdi. Devleti güzel idare etmişti.


Fakat çocukları aynı olgunlukta değillerdi. Saltanat hırsı onları birbirlerine karşı zalimce davranmalarına ve cezalanmalarına sebep oldu.


Dört oğlu; Haytum, Toras, Şimpat ve Kostantin idiler. İlk hükümdar Haytum oldu. Babası ölünce yerine Haytum geçti. O, cidden hepsinden olgunluk gösterdi. Memleketi güzel idare etti. Babası gibi tatarlarla iyi geçindi, onlara bağlı kaldı. Devleti onların şerrinden korudu ve altı sene sonra saltanatı terk ederek rahip oldu. Ve yerine kardeşi Toras Kral oldu.


Fakat kardeşleri bunu kıskandı. Bilhassa Şimpat fazla ihtirasa kapıldı. Gözleri adeta karardı, Kardeşi Toras’a suikast yaparak onu öldürdü ve tahta geçti.


Fakat zulmü yanında kalmadı. Aynen kardeşi gibi üç senelik saltanatından sonra kardeşi Kostantin’in teşvik ve tahriki ile tahttan indirilip hapse atıldı. Yerine kardeşi Kostantin tahta geçti.

Bu haksız saltanat, Kostantin'e de hayır getirmedi. Hatta onlar kadar da iktidarda kalamadı. Kardeşinin oğlu Leon onu bir senelik iktidarından indirip yerine geçti ve onu da kardeşine yaptığı gibi hapse tıktı.

Ve bütün bu ihtiras ve zulümlerin zincirini nihayet tatar beyi Arkon düğümlendi; saltanatının üçüncü senesinde Leon’u tahttan indirip katleden Arkon, Deon’un oğlu Öşîn’i Ermeni tahtına çıkardı. 



MARTİNA VE HİRAKLEONAS


Kostantin imparator olduğu zaman üvey anası Martina çok içerlemişti. O saltanatın kendi öz oğlu Hirakleon’a geçmesini istiyordu. Bu mümkün olamayınca, buna bir çare düşünmeye başladı.


İstanbul patriği bu hususta yetkili adamdı. Araları da iyi idi. Onu bu hususta kazanınca iş kolaylaşacaktı. Ve öyle yaptı. Patrik bu hususta müzahir olmaya hazırdı.


Patrik ve ana— oğlu baş başa verdiler, Bizans’ın meşhûr entrikalarından birini daha çevirecekler, sonu gelmeyen cinayetlerden birini daha işleyeceklerdi. Plân kuruldu ve gene bir kadın parmağı bu işi kolaylıkla çevirdi; Martina, imparator Kostantin’i zehirle öldürdü ve plân gereğince patrik oğluna tacı giydirdi. Zavallı imparator, tahtta ancak dört ay kalabilmişti.


Fakat Martina ile oğlunun bu cinayeti de uzun müddet gizli kalmadı. Nihayet iki sene sonra bu cinayetin kokusu çıkmaya başladı. Halk arasında bunun dedikodusu yayıldı. Yapılan araştırmada, imparatorun zehirlenerek öldürüldüğü, cinayeti de üvey anası ile kardeşinin işlediği ve patrikin de bunlara müzahir olduğu meydana çıktı.


Bunun üzerine ayan ve halk ayaklanarak sarayı bastı, imparator ve patriği azletti. Cürümlerinin cezası olarak da, mazul imparatorun burnunu, anası Martina’nın da dilini kestiler. Aynı zamanda patriği de sürgün ettiler,.



MEZDEK


Mezdek, iranlı bir sapıktır. Bunun meydana getirdiği zulüm yolu, büyük tahribat yapmıştır. Hem bu tahribat ve zulüm yolu, kendisinden sonra da devam etmiştir. Bu suretle de tarih boyunca zaman zaman tezahür ederek devam eden Mezdekizm (îştirakuyyun) hareketlerinden ve yeni ismi ile Komünizm hareketlerinden onun da vebal ve mesuliyeti devam etmiştir.


Mezdek, îran Hükümdar Kubat zamanında yeni bir görüşle ve bir Peygamber edası ile ortaya çıktı. Melanetini yaydı ve tatbik etti. Kubadın oğlu Adil Nuşirevan zamanında da cehenneme itildi.


Kubat, zaif karakterli ve tembel bir adamdı. Üstelik kardeşi ile taht kavgası da vardı. Türk hakanı ile İran arasında çatışmalar eksik olmuyordu. İşte bu ahval içinde ortaya çıkan Mezdek, bu müsait zeminden azami derecede istifade etmesini bildi. Her kötü niyetli insan gibi o da, bu ahvali tamamen lehine istismar etti. Mezdek’e göre: «Bütün insanlar bir ana ve babadan yani Âdem ile Havvadan meydana gelmişti. Ayrı gayrıları yoktu. Kadın ve mal herkes için müşterekti. Herkes her kadından ve her maldan serbestçe istifade etmeli idi. Buna mani olmak haksızlıktı.»


Bunu şiddetle yaydı. Mala ve şehvete düşkün olan insanları, fakir ve düşük karakterli insanları tahrik etti. Başkalarının mal ve namusuna saldırttı. Düşük insanlar tarafından büyük bir alaka gördü. Namuslu ve akıllı halk bizar oldu. Memleketin huzuru selb oldu.


Basit ve aklı kıt bir adam olan şah Kubad’ın da bunun mezhebine girmesi Mezdeki büsbütün şımarttı. Taraftarları da gemi azıya aldılar.


İran, tarihte görülmemiş bir bataklığın içine yuvarlandı. Artık Mezdek, İranın gerçek hakimi durumunda idi. Başşehir Medayin, saltanat sarayı, hatta Hire gibi belli başlı bağlı devletler, onun elinde, mevcut hükümdarlar onun hizmetinde idi.


O kadar ki, canı istediği zaman, istediği akşam saraya gelerek Şah Kubad’a: «Bu akşam zevcen benim olsun» veya «Falan cariyelerin benimle kalsınlar» der, Kubat’da: «Peki,» der ve onun bu emrine boyun eğer. Mezdek de bu hakka serbestçe sahip olurdu.


Buna en çok üzülen, anasının bu pis adamın emrine tahsis edilmesinden ve onun da buna boyun eğerek emrine isyansız razı oluşundan kahrolan zavallı Şehzade Nuşirevan idi. Fakat zavallının ne selâhiyeti, ne de çocuık olduğu için gücü vardı.


Fakat artık halkın sabrı taşmıştı. Ayaklandı, saraya yürüdü. Ve kubadı azledip kardeşi Câmasp’ı tahta çıkardı.


Kubad, Türk iline kaçıp Hakana sığındı. Ondan büyük ölçüde yardım alarak tekrar geldi. Kardeşini tahttan indirerek tekrar tahta çıktı. Kardeşini hapsetti. Bunda Mezdek ve avenesi kendisine destek oldu. O da bunların himayesini tekrar üzerine aldı. İran halkının gayreti de bu suretle boşa gitti. Mezdekçiler ise; İran zulüm ve ahlaksızlık içinde kasıp kavurmaya, mal, can ve ırz emniyetini çiğnemeye devam ettiler. Memleket içindeki yükselen anarşi bulutları artık Kubat’ın da elinden çıkmıştı.


Nihayet İran halkının talihi döndü. Kubat Rey şehrinde helak olup gitti ve yerine Mezdekten en çok nefret eden oğlu Nûşirevan tahta geçti. Henüz çocuk yaşta olan Nûşirevan biraz daha sabretti. Mezdeki biraz daha ihmal etti. Mîllet de tevekkülle bekledi.


Fakat Nûşirevan, çocukluk çağını geçirir geçirmez derhal tedbir aldı. Bu zulüm gidişine bir son vermek gerekiyordu. Evvela Mezdeki yakalattı, onu huzuruna yaka, paça getirtti. Artık o, saraya arzularını hükümdara duyurmak için gelen zorba bir kahraman, saray kadınlarına ayağını, dizini öptürmek için gelen saygı değer bir adam değildi. Aksine o şimdi; zulmü, ahlaksızlığı, habaseti hakkında herkesden çok bilgi ve nefret sahibi olan Şah ve âdil Nûşirevanın huzurunda hesap sorulmak üzere yakalanıp getirilen bir suçlu idi. Nûşirevan Mezdek’e sordu:


«Ey soysuz adam, zulmün ve melanetlerin artık haddi aştı. Hatırlıyormusun, bir akşam saraya gelmiş, babamdan annemle beraber yatmak üzere izin almıştın. Annemin odasına geldiğinde annem ayaklarını öpmüştü. Ve ben sana rica ettikten sonra annemi bana bağışlayıp gitmiştin?» Mezdek «Evet hatırlıyorum» dedi.


Nûşirevan: «İşte, o tarihten beri cariyen olan o kadınların. Senin habis varlığından geçen iğrenç kokularını burnumda duyuyorum. Bunun için de, seni ve seninle ilgili herkesi ve herşeyi silip, insanlığı sizin murdar koku ve lekenizden silmek istiyorum.» dedi.


Sonra emretti, Mezdeki katlettiler. Murdar cesetini ateşte yaktılar. Başta Hire valisi Haris olmak üzere bütün Mezdekçileri (Komünistleri ) işbaşından uzaklaştırdı. Çıkardığı bir fermanla bütün mezdekçilerin kanlarının helal olduğunu ilân etti. Fermanı bütün ülkenin en ücra köşelerine kadar gönderdi. Her nerede bir mezdekçi bulundu ise tereddütsüz temizlendi. Aynca hepsinin mallarına el koydu. Bu mallardan sahibi belli olanları tekrar sahiplerine iade etti Sahibi bulunmayanları da fakirlere dağıttı. Mezdekle dünyaya gelen ve vahşi Komünizm, tatbikatına o devirde bu suretle adil Nûşirevan tarafından son verildi. (Darısı bu günkü insanların başına)


MİKAİL


Mikâil, saltanat soyundan olmayan Bizans imparatorlarındandır. Tek varlığı yakışıklılığı idi. imparator Romanos zamanında saraya intisap etmiş, genç ve yakışıklı hali ile alâka çekmiş, hatta hükümdarın yakınları arasına kadar sokulabilmişti.


Bu arada, imparatorun zevcesi Zoyi’nin de nazarı dikkatini çekmişti. Nihayet imparatoriçe Zoyi, bununla ilgilendi, aralarında samimiyet kuruldu ve zaman zaman sarayın tenha köşelerinde buluşmaya başladılar.

Genç Mikâil, artık hiçbir ölçü tanımıyor, Önüne açılan her fırsatı tereddütsüz lehine değerlendirmek: istiyordu. Nihayet iki kafadar karar veriyorlar; imparatoru öldürecekler, hem de saltanata devamlı sahip olacaklar...


İmparatoriçe Zoyi, bu cinayetin tatbikat vazifesini üzerine aldı. Plânları gereğince bir gece kocasını hamamın havuzunda boğdu ve Flagonî’nin oğlu genç Mikâil imparator oldu.


Oldu ama, umdukları gibi olmadı, İlâhî adalet onlara zulüm mukabili saltanat zevki sürdürmedi. Genç Mikâil’in hevesi kursağında kaldı; imparatorluk tahtına kurulduğundan hemen sonra sârâ hastalığına tutuldu. Devlet işlerini kardeşi Nuvanus’a bıraktı. Kendisi kilisenin himayesine çekilip rahip oldu. Beş altı senelik böyle bir hayattan sonra öldü. Saltanat yeğeni ve karısının oğulluğuna kaldı.

 

 


KAVALALI MEHMET ALİ PAŞA


Mehmet Ali Paşa 1768 yılında Kavala’da doğmuştur. 42 sene Mısır’da Valilik yapmış, Sonra aklını kaybetmiş ve yerine oğlu İbrahim Paşa Mısır Valisi olmuş, 1— 2 sene karar da deli olarak yaşadıktan sonra 81 yaşında iken İskenderiye’de ölmüş ve Kahire’de defnedilmiştir.


O günlerde bir vilâyetimiz olan Selânik’in 8000 nüfuslu bir kazası bulunan Kavala, o zaman da bugün olduğu gibi Tütün, Ziraat ve Ticareti ile meşhurdu. Henüz 4 yaşında iken, bir derbent bekçisi olduğu söylenen babası İbrahim ağa ölünce Mehmet Ali’nin, akraba olarak yalnız amcası Tosun ağa kalmıştı. Kavala’da mütesellim olan Tosun ağa, küçük Mehmet Ali’yi yanına aldı ise de, çok geçmeden Tosun ağa’da idam edildi. Kimsesiz kalan Mehmet Ali’yi babasının eski dostlarından Pıravışta çorbacısı (Subay) yanına alıp bir evlât gibi büyütmüştür. Çorbacı, Mehmet Ali’yi büyüttükten sonra, ayni zamanda onu dul kalan bir akrabası ile evlendirmiştir. Bu kadının sahib olduğu bir miktar servet ise, Mehmet Ali’ye ilk sermaye olmuştur.


Evlendiği zaman 18 yaşında idi Okuma yazma bilmezdi. Kavala’da bulunan bir Fransız taciri ile olan münasebeti onda hem ticaret hevesini, hem de ileride Mısır valiliğinde de tesirini gösterecek olan Fransız dostluğunu meydana getirmişti. Mehmet Ali bu suretle Tütün ticaretine veya bir rivayete göre kaçakçılığına başlamıştı.


Mehmet Ali,  bir gün Kavala’da kahvenin birinde otururken biri suda pişmiş Mısır satıyormuş. Mehmet Ali: «Bu Mısır kaç’a?» diye sormuş «10 para» cevabını almış bir kaç tane aldıktan sonra: «Mısır, bu kadar ucuz’mu, acaba kendisi de bu kadar ucuzmudur? Gitsek’te, bir görsek.» diye kendi kendine söylenmiş.


Yakınlarından nakledildiğine göre, bu pişmiş mısır aklına geldikçe kendisi;


«Beni Mısır’a gelmeğe ilk heveslendiren bu Mısırcı olmuştur. Daha o vakit Mısır’a gelmeyi kurmuştum. Nihayet geldim ve hamdolsun ki sonra Mısırın yerinide aldık» dermiş.


İşte o günün genç Mehmet Ali ağası, böyle bir hayalle başlamış Mısır seferine...


Bu sırada, güzel bir fırsat çıktı Mehmet Ali ağa’ya; Mısırdan Fransızları kovmak için Osmanlı Devleti Ordu’ya gönüllü kaydediyordu. Mehmet Ali de Kavaladan toplanan 200 gönüllü arasında idi, bu suretle ve Kaptan Küçük Hüseyin Paşanın donanması ile Mısır’a geldi.


Fakat bu ilk yolculuk iyi gitmedi. Mısır kıyısında Ebukır denen yerde Mustafa paşa kumandasında yapılan harpte Mehmet Ali’nin içinde bulunduğu birlik bozuldu ve kendisi de bir ara sıkışınca Denize atladı. Fakat ecel gelmemişti. Kader imdadına İngiliz Komodoru Sidneyi yetiştirdi. Sidney, onu boğulmak üzere iken kurtardı. Ve sağ salim geri dönebildi. Daha sonra, gine Kaptan Hüseyin paşa ile tekrar Mısır’a gelen Mehmet Ali, bu defa Mısır’a sağ salim çıkabildi, Ve Ordu içinde yavaş yavaş kendini göstererek Subaşı oldu. Bu suretle de Kahire’de çevrilen Siyasi Entrikalara rahatça girebilme imkânını bulmuştu.


Sadece girmekle de kalmadı. Bu entrika ve siyasi dolap çevirmelerde, isyanlarda o kadar maharet gösterdi ki, kısa zamanda, adım adım bütün emsalini geçerek Mısır’a Vali oldu. Hatta bunuda kâfi görmiyerek Mısırda istiklâl hevesine düştü buda kâfi gelmediğinden Osmanlı Devletini ele geçirerek yeni bir haneden kurma teşebbüslerinde bulunacak ve Devletin başına gaileler açarak inkırazın eşiğine getirecek kadar ileri gitti. Paşa, Valiliğin ilk günlerinde, eski sade hayatını devam ettirdi. Basit bir kıyafetle dolaşır, dolaşırken de ekseri Bonapartkârı elleri arkasında bulunurdu. Yanında fazla muhafız bulundurmaz, tek bir nöbetçi kendisini beklerdi. Fakat, gittikçe Her Mısırlı devlet adamında görüldüğü gibi gurur ve şâhâne hareketlere heveslenmeğe başladı.


Dama, Satranç, bilardo oynamasını çok severdi. Küçük zabitleri, hatta erleri zaman zaman yanına alarak onlarla sohbet ederdi. Fakat bilardo'yu daha çok konsoloslar ve ecnebi seyyahlarla oynardı. Çabuk müteessir olurdu. Pek şiddetli idi Ansızın gelen heyecanını gizleyemezdi. Kadınlara karşı zaafı büyüktü. Şan’a pek düşkündü. Entrikalar çevirmek için çok cömert davranırdı. Muvaffakiyet hasıl olunca vermek üzere büyük vaatlerde bulunurdu. Yaptıklarından bahsederken büyük bir gururla bahsederdi. Avrupa gazetelerinden çekinir, onların, aleyhinde yazmalarından adeta ürkerdi. Bu gazete tenkitlerinin bütün emellerini engelleyeceğini vehmederdi. Hatta îngilterenin kendi istiklâline muarız oluşunu, o günlerde Mehmet Ali’nin bütün kötülüklerini ifşa eden İzmir gazetesinde (JOURNAL DeSMYRNE) bilirdi. Bunun için de: «Bu gazetenin çıkmaması için 6 milyon Frank vermeğe hazırım» derdi.


Mehmet Ali paşa, politika heyecanlarından ömründe hiç bir rahat görmemiştir. Daha doğrusu, emellerine vasıl olabilme endişe ve ihtirası içimde ne kendisi huzur bulmuş ne de Mısırlılara huzur vermiştir. Uykularının dahi az ve huzursuz geçtiği söylenir. Rahatını selbeden şeylerin en büyüğü de, ’kendisine arız olan bir asabî hıçkırıktı. Bu da şöyle başlar: Vehabilere olan seferi esnasında oğlu Tosun paşa Taifte vehhabiler tarafından muhasara edilmiş. Mehmet Ali paşa ise Mekke’de bulunuyordu ve yanında Askeri yoktu. Yanında kalanlar Ciddeye kaçmasını teklif ettiler. Paşa reddetti. Mutlaka oğlunu kurtarmaya gideceğini söyledi. Yanındaki 40 kölemen ile yola çıktı. Taife yaklaşınca ne yapacağını düşünmek üzere biraz mola verdi. Bu arada yorgunluktan uyuyakaldı. Uyumadan evvel de, yanındaki askerin birine etrafı gözetlemesini ve herhangi bir şey olursa hemen gelip kendisine haber vermesini emretti. Tam tatlı uykuda iken bu asker, bir vehhabi casusunu yakalar, paşanın yanına getirir ve onu uyarır. Heyecanla uyanan paşayı uyanır uyanmaz şiddetli bir hıçkırık tutar, işte bundan sonra Paşa, Ömür boyu bundan kurtulamamıştır. Ne zaman hiddetlense hemen kendisini hıçkırık tutar ve kızdığı da bu hıçkırığından belli olurdu.


Paşa’nın uykusu azdı. Çok faaldi. Esasen bütün hayatı işle, Faaliyetle hulasa edilebilir. Sabahın saat 4 ünde iş başında olur. Akşama kadar bütün zamanını memurlar, subaylar ile, işle, Resmi geçitle, tersaneleri, fabrikaları vesair iş yerlerini dolaşmakla geçirirdi.


Okuryazar olmadığına üzgündü. Tekrar öğrenmekte meşgale arasında biraz güçtü. Bununla beraber, 40 yaşından sonra buna da heveslendi. Bir cariyesinde Elifba okumayı Öğrenmeğe, bir hoca efendiden de yazı yazmasını öğrenmeğe çalıştı. Paşa’nın bazı iyi hasletleri de vardı. Samimi olduğu zaman açık açık konuşurdu. Sözlerinde incelik vardı. Mütecessis ve hazır cevaptı, istediği zaman iradesini zabtetmeyi bilirdi.


Hasta denecek derecede Garp ve bilhassa Fransız hayranı ve mukallidi idi, fakat Garb’ı anlıyacak, onun müsbet ve menfi yönlerini ayırdedebilecek çapta bir kültür ve şahsiyete sahip değildi. Adaletsever görünme gayreti de vardı, ama adaletten bihaberdi.


İşte hayatından bu hususta örnek olacak bazı garip vak’alar:


Bir gün, bir cariyesi, ufak bir kabahat yapar. Paşa gadaplanır. Ani ve kendine has bir hüküm verir ve kadıncağıza tam 500 sopa attırır. Kızcağız ölü haline gelir. Bu defa Mısır tedavi usulüne göre bir koyun kestirir ve kızı derisine sardırır, götürürler. Paşa, kızı öldü bilir. Aradan bir sene geçer, paşa her nasılsa kızı hatırlar, acır ve: (kıza yazık ettik) der, yanında bulunan hatunlar, kızın ölmediğini, tedavi olduğunu söylerler. Bu defa paşa onu çağırtır, iltifat eder ve onu haremine alır.


Paşa, bir ara Avrupadan nadide çiçekler getirtmişti. Bunlar arasında Dahliya adlı çiçekte vardı. Bu çiçek köşkünden uzak bir yerde Güneş altında kalır, bol güneş alınca da iyice çiçeklenir. Bir gün bir ecnebi, sohbetinde bu çiçeğin güzelliğinden bahseder. Paşa da çiçeğe o zaman dikkat eder, beyenir ve bir sandığa konarak sarayı gölgelendiren ağaçların altına alınmasını emreder. Bahçıvan, çiçeğin gölgede solacağını söylerse de paşa dinlemez. Üstelik kaşlarını çatarak; çiçeği soldurursa kendisini diri diri yere gömeceğine yemin eder.


Bahçıvan, emre uyarak, çiçeğin bir sandık içinde ağacın altına kor. Fakat güneşten mahrum kalan çiçek, bahçıvanın dediği gibi solmaya başlar. Durumu takibeden paşa, çiçeğin solduğunu görünce bahçıvanı çağırıp yere yıktırır, Kırbaçla iyice döğer. Dayanılmaz kırbaç acıları içinde kıvranan bahçıvan, bir ara. «Paşam, İnsanları itaat altına almak mümkün, ama çiçekleri itaat altına almak mümkün olmuyor» der. Paşa bu söz üzerine müteesir olur, bahçıvanı bırakır ve ona hediyeler de verir.

 


 

Paşa bir ara da Avrupadan bazı meyve ağaçları getirtmişti. Bunların arasında makbul bir erik cinsi de vardı. Paşa, bu erik ağacına iyi bakmalarını emretti. Bahçıvanlar da bu erik ağacına pek güzel baktılar ve bir kaç erik verdi. Paşa bunlara çok kıymet veriyordu. Bir gün, henüz iyice olmadığı halde eriklerin bir tanesini yedi ve pek hoşuna gitti. Geride kalan 3-5 eriğe dikkat etmesi için bahçıvan başına sıkı sıkı tenbihte bulundu. Bunun üzerine ağacın etrafı ve üstü tel ile örtülüp kuşların tecavüzüne mahal bırakılmadı. Fazla olarak, ağacın başına bir nöbetçi de kondu. Gece gündüz bekletildi. Fakat aksilik bu ya; o sırada bir bora eserek bir tanesi hariç bütün erikleri düşürdü. Fakat kalan tek erik te inadına güzeldi. Paşa çoktandır eriğin bulunduğu ŞUBRAYA gelmemişti. Eriği de unutmuştu. Bahçıvan başı arkadaşları ile müzakere etti, erik tamamen olmuştu. Koparılmazsa düşeceğine veya dalında çürüyeceğine, binaanaleyh koparılması gerektiğine karar verildi. Büyük bir ihtimamla eriği kopardılar, pamuğa sarıp bir kutuya yerleştirdiler. Sonra kutuyu mühürleyip Paşaya gönderdiler. Vakit Ramazan’dı. Paşa biraz rahatsızdı ve yemeyi haremde yiyordu. Harem ağası, erik hikayesini bilmediği için, bu eriği diğer meyvelere karıştırarak paşaya verdi. O da farkında olmıyarak eriği yedi.


Aradan bir kaç gün geçince Paşa iyileşti, bahçeyi ziyarete gitti ve doğruca erik ağacını yanına gidip dikildi. Baktı ki erikler yok.


Kendisine vak’anın hikâye edilmesine vakit kalmadan Paşa’nın hıçkırığı tuttu. Bu da, onun gayet hiddetlendiğine işaretti. Hemen hiç sormadan bahçıvanbaşını erik ağacının dibine yıktırdı. Adama iyice bir sopa çektiler. Neyse dayaktan sonra olsun adamı dinlemeyi kabul etti. Bahçıvan vak’ayı hikâye etti. Şahit istedi. Gösterdi. Kabul etti. Bu defa Harem Ağasını çağırttı. Harem Ağası, gözükür gözükmez Paşa, uzaktan bağırdı: «Ben erik yedim mi ? » Harem Ağası:


— «Evet bir kaç gün evvel size akşam yemeğinde bi erik verdim» dedi.


Paşa: «Bana söylemedin ya.» diye bağırırken bir eli ile de yatırılmasını işaret ediyordu. Harem Ağası, durumu anladı. Yakalanmadan evvel Paşa’nın atına atlayıp dörtnala kaçtı ve günlerce saklandı. Neyse, Paşa af etti de adam böylece kurtuldu.


İşte Istanbuldan kaçan bazı kimselerin hamisi görünen ve kendilerinden hayal ettiği Osmanlı Devletini ele geçirme plânlarının tatbikatında faydalanmayı düşündüğü kimseler nazarında maznunların hamisi bilinen paşa’nın böyle akıl almaz adilâne (!) kararları da vardı. Esasen Paşa’nın Kanun, adalet, hükümet, idare, vatandaş ve insan hak ve hürriyetleri gibi mefhumlardan haberi yoktu. Hele fellahlar... Onun nazarında zerre kadar bir kıymet taşımazdı. Kölemenlere gelince, onları esasen ilk hamlede insafsızca boğazlatmıştı. Mısır’ı Kölemenlerin idaresinden ve fellahların elinden sayısız katliamlar sonunda eline geçirmişti. Bunun için ne o fellâhları sever, ne de fellahlar onu severdi. Hatta fellahlar onun ismini bile söylemezler, Mehmet Ali Paşa yerine «Zalim Paşa» derlerdi. Gerçi Paşa, son zamanlarda bir kanun da yaptırmıştı. Ama bu sadece kitapta kaldı.


Kanunu tatbikatından ve paşa’nın idaresindeki adalet anlayışından ibret verici bir misâl durumu daha iyi anlatacaktır:

Bu kanunu hazırlayanlardan biri bulunan ve Fransa da tahsil yapmış olan Muhtar Bey, bir genç uşağına fiili şen’i yapmak istedi. Uşak razı olmayınca onu dayak altında öldürür. O zaman Mısır'da bir söz vardır: «Bir fellâhın başı, bir Türkün bir kılına değmez» diye. Zalim Paşa’da bu fikirde olduğundan yeni yaptığı Kanun mucibince Muhtar Beyin idamı gerekirken ona 500 kuruş diyet ödeterek işi bitirtti. Bu para Muhtar Beyin bir yevmiyesinden azdı. Yani Muhtar Bey, isterse yarı yevmiyesini vermek suretiyle her gün bir senede 365 fellâh öldürebilirdi. Mehmet Ali Paşa idaresindeki Mısır’da... Bu kadarı da adet yerini bulsun, Mehmet Ali Paşa idaresindeki Mısır,’da da Kanun var densin diye yapılmıştır. Çünkü uşağın ebeveyni bu 500 kuruşluk diyeti de asla elde edememiş, sadece hükümde kalmıştı..


Paşa’nın idaresinde kanun ve adalet diye bir şeyin bulunmadığını gösteren hadise yalnız bu değil elbette. Çok olan misaller arasından bir kaçı da şunlar:


Selim Paşa namında sayılı bir adam, kölelerinden birini basit bir kabahat için suya atıp boğar, cezasız kalır. Mahubey, birini döverek öldürür, cezasız kalır. Diğer biri, cinayet işler, cezasız kalır. Bir taraftan Paşa, diğer taraftan ona sırtını dayayanlar, her zalim ve diktatörün idaresinde olduğu gibi, başkalarının mal, can ve namusu üzerinde rahatlıkla tasarrufta bulunurlar. Fakat bir hesap soracak merci bulunmazdı.

Bütün. Mısır halkına kanun nazarında sözde eşitlik veren bir Kanunnamenin neşrinden iki yıl sonra yine halâ Fellâha kızgın tuğla ile işkence ediliyor, Fellâh, kulağından duvara çivileniyor, kırbaçla vura vura derisi sıyrılıyordu. Bütün bunlar da, vergi almak, soyguncu Paşa’nın soygunculuk torbasını doldurmak içindi. Paşa, soygunculuk, zulüm, ve işkence ile Mısır halkını bitiriyordu.

Paşa, Mısır’ı soyup soğana çevirmiş, Halkın elinde, avucunda bir şey bırakmamıştır. Vergi, şu ve bu ismi altında her şey halkın elinden aldığı halde Fabrikalarında çalıştırdığı işçiye, memurlara, Hükümet memurlarına, ve ordu mensuplarına maaşlarını vermez, onları meccanen çalıştırmak isterdi. Memurlar, Subaylar, maaş diye bağırırlardı. Fakat nadiren para alabilirlerdi. Ekseri kendi fabrikalarının mamullerini zorla maaş yerine verirdi, ihtiyaçları olmayan bu malları, yarı fiatına satar, iki misli pahalı verilen bu malları aynı zamanda yarı fiatına satmak, onları büyük zararlara sokardı.


Paşa’nın veznedarlarının kasasında para bulunmazdı. Çekleri getiren memur, Paşa’nın Fabrikalarına gönderilirdi. Orada kendisine gösterilen malı beğenirse onu iki misli fiatına alıp giderdi. Beğenmez itiraz ederse, gidip maaş koçanını kırıcılara yarı fiatına kırdırır, para alır giderdi. Sonra az bir masrafla bu kocanlar tekrar Paşa’nın kasasına girer, bu suretle Paşa, kârlı bir 'kırıcılık da yapardı.


Paşa’nın oğlu İbrahim mağlup olup Suriye’den çekilirken her şeyin tahrip edilmesi emrini vermişti. Kaleler, cephanelikler, çadırlar yakıldı, yıkıldı, toplar çivilendi. Mağazalardaki eşyalar parça parça edildi. Hatta yollarda ölmüş olan askerlerin Tüfenk ve Kılıçları dahi kırıldı. Bütün bunlar, düşmanları tarafından kendi aleyhlerine kullanılmaması içindi. Ve İbrahim Paşa’nın emri ile yapıldı. Olabilir. Fakat Mısır’a dönüldüğü zaman bu zayiat hesap edildi. Bu, savaşta sağ kalıp dönen askerin 6 aylık maaşına tekâbül ediyordu. Ve bu zarar, askerlere 6 ay maaş vermemek suretiyle Ödetildi. Halbuki bu zavallı askerler, sırf Mehmet Ali Paşa’nın hırsıcahı için bu kadar zahmet ve meşakkat çekmiş, kanlar dökmüş, üçte ikisi can vererek telef olmuş iken şimdi de üste Paşa’ya para ödüyordu. Bu cimriliğe, haksızlığa ve zulme, isim ve emsâl bulmak güç. Değme zalim böyle zulüm ve değme Yahudi taciri böyle dolaplı vurgun düşünmez. Zavallı asker, mükâfat, hiç değilse teselli beklerken ve bu hakkı iken, bu defa da böyle cereme Ödüyordu. Paşa’nın umurunda mı? Her halde kabahat gine Mısırlılar’da. Çünkü: «Halk Susam gibidir, ezip yağını çıkarmalı.» sözü bir Mısır Ata Sözüdür. Anlaşılan Paşa bu sözü ihtiraslarına pek uygun bulmuştu.


Mehmet Ali Paşa, Mısır’da her şeyi inhisarı altına almış, bunların varidatını da ‘kendi cebine indirmiştir. Mısır bir çiftlik, o da zalim, cimri bir Ağa idi. Esasen kendisinin en mümeyyiz vasfı, para hırsı ve cimrilik idi. Mısır’da yenilik, garplılık, ilerilik, zannedilen ne yapmış ise, sırf kazanmak ve hayâl ettiği Osmanlı devletini ele geçirme arzusu için yapmıştır. Bunun içindir ki, kurduğu fabrikaların Mısır bünyesine uyup uymayacağını, dolayısiyle devamlı çalışıp çalışmıyacağını düşünmemiş ve Avrupa’dan getirttiği teknisyenlerin yerli usta yetiştirmelerine dikkat etmemiş, bu suretle de verimli ve devamlı bir netice alamamıştır.


Mehmet Ali Paşa, Mısır halkını hiç sevmez, onlara pire kadar bile ehemmiyet vermezdi. Sevdiği insanlar. Türklerden sonra Hristiyanlar, bilhassa Fransızlardı. Memuriyetlere de bunları getirirdi. Fakat, hizmete aldığı bütün Avrupalılar, kendi ifadesi ile, 3 tanesi hariç, kendisine ihanet etmişlerdir. Fellahlara ancak aşağı hizmetler verilirdi. Vergi hususunda da onlara pek zalimane davranılırdı. Gerek para hesabında gerek Ölçü ve tartıda aldatılırdı. Hesap bilmeyen fellahlar da çoğu bunun farkına varmazlardı. Vergiyi vermezse dayağı yer, verirse daha çok vermek için gine kırbaçlanırdı. Fellahların en çok ürktüğü iki isim: Urbaş (Kırbaç) ve tahsilgi (Tahsildar) idi.


Tahsildarlar, ekseri sahte vergi koçanı verir, daha sonra ayni vergiyi diğer bir tahsildar tekrar tahsil ederdi. Paşa bunları bari önlese gine âdilce davranmış olurdu. Ama böyle tepeden tırnağa zulme ve zorbalığa dayanan bir idarede kimi kimden şekva edeceksin. Zalim şahısların zorbalığı üzerine kurulmuş, şahıslara bağlı, onların sözlerinin kanun olduğu heryerde bu böyledir zaten. Büyük zalim başta olursa küçük zalimleri kime şikayet edebilirsiniz..


Paşa, yaptığı işlerin çoğunda angarya usulüne başvurmuştur. Köylüleri (Fellah) sürü sürü toplar, 'köyler boşanır, onları sevk edip Fabrikalarında, Ziraat için açtırdığı kanallarda ücretsiz çalıştırırdı. Mısırlılar, paşaya kanaatırulhayriye bentlerini yaparken firavunlara ehramları yapan Atalarından daha az güçlük ve belâ çekmediler.


Nil’in fezeyanının artıp Mısır’a bolluk getirmesi de, Nil’in taşmayıp kıtlık olması da Mısırlı için müsavi idi. Bolluk olursa, muhtelif isimler altında halkın elindekini alır. Kıtlık olunca da daha evvel Halktan alıp biriktirdiği zahirelerle ihtikâr yapar bu suretle halkı soyardı. Mehmet Ali, Avrupa’yı Mısırda taklit etmek istemiş. Fakat çoğu Şark Devlet adamları gibi, ve hele îlim ve görgüsü de eksik olduğu için onun ruhunu anlayamamıştır. Yaptığı şeyler kabataslak, basmakalıp, neticesiz bir taklitçilikten ileri gidememiştir. Kültür ve İslâmi terbiyeden yoksun olan Paşa, Garbı — özentisine rağmen — kavrayamadığı gibi Şarklılığın ruhunda mevcut olagelen mertlik duygularına ve islâma bağlı olanların taşımaları gereken Adalet duygusuna azda olsa sahip olamamıştır.


Açıkgöz Avrupalılar. Onun bu Avrupa hayranlığı ve onlara yakın görünme hastalığından azami derecede faydalanmaya çalışmışlar. Bu suretle de Mısırdaki menfaatlerini geliştirme ve devam ettirme yarışına girişmişlerdir. Bunuda ucuz yoldan başarmanın yolunu bulmuşlardır.


Meselâ: Ingilterenin Mançester Vılyourpool Tüccarları tarafından yaptırılan Tunç, Gümüş ve Altın madalyaların bir tarafına Mehmet Ali paşanın resmi yapılıp kenarına (Mehmet Ali paşa) yazılmış, diğer tarafına da sapları birbirleri ile çaprazlaşan 2 hurma dalının ortasına İngilizce şu ibare yazılmıştır:

«To dhe frind of science, kommerce, andonder, Who prodected the subjeeds and property of adverse prove-rers, and fcept open the overland droute do india 1840)


Yani: «Hint kara yolunu serbest tutan, düşman devletlerin tabaasını ve mallarını himaye eden nizam, ticaret ve ilim dostuna»


Bu madalyalar cahil paşanın gururunu okşamaya, vatandaşların hak ve hürriyet diye neleri varsa hepsi ayaklar altında çiğnenirken, İngilizlerin tam bir rahatlık içinde sömürge menfaatlerinin yürütülmesine yetiyordu. İngilizler, onu övmüşler, namına madalya çıkarmışlardı, ya, onların yazdığı kadar medeni adil ve büyük bir devlet adamı sayabilirdi kendini. Ona dayanan zalim dalkavukları da bunu Vatandaşlara bol bol satıp onun himayesinde işlerini yürütebilirlerdi.


Tabi Fransızlar bundan geri kalabilirler mi idi. Onlar, hem de Devlet eliyle bu işi yaptılar. Fransız Hükümetinin Mehmet Ali namına çıkardığı madalyanın bir tarafında paşanın Resmi olup yanında şu yazı vardı:

«Mehmet Ali Regenerateur de t Egpyte» «Mısır'ın yaradıcısı Mehmet Ali»


Diğer yüzünde ise arapça ve Fransızca olarak şu ibare yazılı


«Memleketinin şerefini necabetle müdafaa etmesini bilir.»


Fransız Hükümeti bu madalyayı bir kılıçla beraber paşa’ya hediye etmiş ve onun gururunu okşıyarak işlerini yürütmüştür.


Paşayı Avrupanın ileri Devletleri övmüş, büyütmüştü ya artık içerdeki insanları onu zalim sayması, onu hatta tenkit etmesi ne haddine... Böyle, Avrupalıların övdüğü, madalyalar verdiği, yaradıcı, kurucu, koruyucu büyük Devlet adamı dediği bir insanı küçüksemek, ona itaat etmemek ha. Kimin haddine! Ona sadece saygı gerekirdi ...Onun sahte büyüklüğünü gelecek nesillere öğretebilecek anıtlar dikmek gerekirdi. Nitekim de öyle oldu.


Halbuki Lozan anlaşması ile Türk Devletinin son hükümranlık haklarının da tamamen kaldırılarak Ingiliz himayesindeki Mısır idaresinde ahfadının müstakil kaldığı ve bu Mehmet Ali soyunun idaresinde aradan tam 1 asır da geçtiği halde son ihtilâlle Mısır idaresine el konduğu zaman Mısır, iktisadi, içtimai ve idari bakımdan ciddi bir adım ileri gitmiş sayılmazdı.


Nitekim ihtilâlcilerin zoru ile Mehmet Ali paşanın son ahfadı Mısırı terk ederken, onun Garp ruhu ve lisanı ile dirilttiği iddia edilen Mısırdan hatıra olarak bıraktıkları. Firavunların ehramları yanında pek böcür kalan Garp örneği heykellerinden ibaret olan anıtları idi. Ve Mısır ve zavallı Mısır halkı, bu defa da Sovyet Rusya hayranı başka bir firavun taslağının sahte yaradıcılığını alkışlamak için kendisini zorlayan yeni «Urbaş» şakırtılarına boynunu uzatmış bulunmaktadır.


Paşa, Fransızlara düşkün olduğundan ilk önce hep Fransızlara iş gördürdü. Fransız olsun da ehliyetli, ehliyetsiz, namuslu, namussuz ayırmadan aldı. Bu gelen Fransızların çoğu mahkûm kaçak ve Fransâda tutunamayıp Mısır’da iş ve macera arayan aç ve serseri takımı idi paşa bunlardan Mısır’ı Avrupa teknik ve medeniyetine ulaştıracaklarını bekledi. Halbuki bunların yaptıkları kendi muharrirlerinin de inkâr edemediği gibi utandırıcı şeylerdi. Paşa bizzat, 1836 yılında divanda şöyle demiştir: «Bana gelen ve kendilerine iş verdiğim Avrupalılardan yalnız 3 tanesi iyi çıkmıştır.» Daha sonra, Ingiliz ve îtalyanlardan da adam almış ve çalıştırmıştır. Bunlardan Suriyede çalıştırdığı Brettel adında bir İngiliz mühendisi, Suriyenin maden ve diğer ahvalini tesbit ederek gidip Ingilizlere anlatmıştır. Akka kalesini tahkim ile vazifelendirdiği İtalyan Mühendisi Delcaretto da, İngiliz donanması Akkâ önüne gelir gelmez îngilizlere kaçarak kalenin plânlarını İngiliz amirlerine teslim etmiştir.


Bu suretle, Paşanın Avrupalı ve Hıristiyan hayranlığı kendisine de, idare ettiği Millete de sadece nedamet vermiştir. Kendi Milli ve rûhi hâzinesini inkâr veya ihmal edip bunu yabancılardan dilenen her aklı kıt yabancı hayranı gibi...


Mehmet Ali paşanın müsbet veya menfi büyük olarak tavsif edilen işlerini tarihçiler şöyle sıralarlar:


Kölemenlerin Mısır’da kökünü kurutmak,


İkinci Mahmudu yenmek ve Osmanlı Devletini inkırazın eşiğine getirmek,


Mısır’ın yegâne çiftçisi, fabrikatörü, taciri olmak,


Mısır’a Avrupa tarzını ve buna bağlı dipsiz bir tanzimat taslağını sokmak,


Mısır’da Zirâî, İktisadî ve Askerî bazı tedbirler almak,


Mısır’ı ve Mısırlıları tam manası ile soymak,


Askerlik ve ağır vergilerle Mısır’ı iktisaden mahvetmek.


Gine tarihçiler Mehmet Ali paşanın işlerini öz olarak 2 kısma bölerler:


Servet ve mevki hırsı ile yaptığı işler,


Bu hırsa vasıl olmak için yapmış olduğu imar ve tanzim işleri


Batlamyus ve büyük İskenderi sever, hikâyelerini naklettirip dinlerdi. Büyük İskenderden bahsedilirken; «ben de Makedonyalıyım.» diye böbürlendiği de olurdu.

Her zalim gibi, onun da akıbeti iyi olmamış, henüz dünyada iken zulmünün cezası başlamış ve dostu ve hamisi Fransa imparatorunun başına gelen felaket üzerine başlayan delilik hali iki sene devam etmiştir. Ve son iki senesini böyle deli olarak geçirdikten sonra îskenderiyede hayatı terk edip gitmiştir.



POLYANUS


Büyük Kostantin’in torunudur. Amcası Kostas tarafından imparatorluğa nasb olunmuştu.


Dedesi hıristiyanlığın kurucusu olduğu ve babası da buna bağlı olduğu halde Polyanus putperest idi. Buna sebep de, küçük yaştan beri felsefeye karşı olan merakı idi. Bu arada Atina’ya giderek felsefe tahsili de yapmıştı. İşte bu hal içinde, esasen Hz. İsa’dan sonra tahrif edilerek safsatalarla dolu hale gelen hıristiyanlık, onun aklını tatmin etmez olmuştu. Fakat bunu imparator oluncaya kadar gizledi. İktidarı eline geçirdikten sonra ise; artık buna lüzum görmedi. Ve yalnız bozulmuş hıristiyanlığa karşı değil, onun kurucusu diye Hz. İsa’ya da yan bakmaya ve onunla alay etmeye kalkıştı.


Hıristiyanların mallarına ve kilise evkafına el koydu. Bununla da yetinmedi, kiliseleri tahrip etti. Hıristiyan dinine bağlı 'kalanları yakalatıp idam ettirdi.


Mallarını ellerinden aldığı hıristiyanlarla alay eder; İncil: «Cennet fakirlerindir» diyor. «Ben de. hıristiyanlar cennete girsinler diye mallarını alarak onlara iyilik ediyorum.» derdi. Hıristiyanlığı reddeden bir kitap da yazmıştı.


Fakat saltanat ona da yar olmamıştı. Onun aşırı akılcılığı ve feylesofluğu, onun saltanatını uzatamamıştı. Roma ülkelerinin bütününe sahip olduktan sonra ancak iki sene yaşayabilmişti.- Halkın kendisine «Barabtis» de dediği bu zalim hükümdarın başına da İlâhi adalet, İran şahını çıkarmıştı. İran şahı Şâpür ile Irak cephesinde harp etmek mecburiyetinde kalan Polyanus, orada düşman askerleri tarafından katledilmiştir.


Polyanus, ölürken bile Hz. İsa’ya karşı olan kinini yenememiş ve ona karşı oluşun cezası olarak öldürüldüğünün elem ve ıstırap hisleri içinde ölmüş, ölürken de vücudundaki kılıç darbelerinin açtığı yaralardan akan kanları avuç avuç gök yüzüne doğru saçmış ve: «Ey îsa, nihayet bugün sen beni mağlup ettin,» diye haykırarak can vermiştir.




ROMA’LILARIN CEZASI


Tarihte Roma’lılarla Kartaca (Kartoğa) lılar arasındaki harpler malûm. Nihayet Romalılar Sio’nun kumandasındaki bir ordu ile bugünkü Tunus civarında olan ve eski Tunus denen Kartaca’yı kuşatırlar. Onlara son darbeyi indirmek arzusundalar. Iş kolay olmamıştır. Muhasara tam dört sene devam etmiş, çetin harpler olmuştur.


Nihayet Roma’lılar zafer kazanmışlardır. Ama Romalılar pek zalim ve hunhar davranmışlardır. Şehri tamamen tahrip etmişler ve bütün halkı kılıçtan geçirmişlerdir. Romalılar bununla da yetinmedi, tatmin olmadı. O devrin en meşhur şehirlerinden olan Kartaca şehrini tamamen ateşe verdi. Bütün şehir, içindeki bütün bina ve canlılarla tam yirmibeş gün çatır çatır yandı.


Tarihte az görülen bu zulüm ve vahşet, Romalıların da yanına kalmadı. Her zulüm gibi bu da çok geçmeden cezasını buldu.


Ruh Havzası yakınlarında oturduğu söylenen ve Simrî veya Simbrî diye adlandırılan bir millet, Kartaca’lılarla bir ittifak akdediyorlar. Cermen’ler ve müttefikleri de bunlarla birleşiyor ve müştereken Roma’yı cezalandırmak için hazırlanıyorlar.


Nihayet bu müttefik kuvvetler üçyüzbin kişilik bir ordu hazırlayarak yola çıkıyorlar. Evvelâ ikiye ayrılan ordunun bir kısmı Galya, diğer kısmı da İtalya üzerine yürüyerek geçtiği yerleri tamamen tahrip etti. Daha sonra birleşen ordu, Roma üzerine yürüdü. Romalılar büyük bir hazırlıkla karşı çıkmış ve şiddetli mukavemet etmişlerse de — Ceza günleri gelmiş olduğu için — kâr etmedi. Kartacalıların ikanı tuttu onları, eşsiz zulümlerinin, cezasını münasip şekilde gördüler. Mağlûp ve perişan oldular ve tarihlerin yazdığına göre; tam seksen bin ölü verdiler o gün Romalılar.



NERON (ÑERO)


Bu da bir Roma hükümdarıdır. Zulmü dillere destandır, Hatta, zalimlere timsaldir. «Neron gibi zalim» diye zulmü darbı mesel haline gelmiştir.


İlk devirleri 3-5 sene iyi davranan Neron, ondan sonra durumunu tamamen değiştirdi. Bilhassa hıristiyanlara pek zalim davranıyordu. Hz. İsa’nın dinini yaymaya çalışanların ileri gelenlerinden olan Şemûnussefa ile Padlos, "bunun zamanında katledilmiştir. Şemûn, asılarak, Padlos da başı kesilerek idam edilmiştir. Havariyun’dan Yakub’un da bunun zamanında öldürüldüğü söylenir.


Putperestliği kabul etmeyen, Hz. İsa'nın getirdiği dini tercih eden Roma vatandaşlarını, rejime kargı gelmek ve asayişi bozmakla suçlayıp toplatan Neron, onları sirklerdeki vahşi hayvanlara atarak parçalatmıştır. Hattâ, hıristiyanlık töhmeti ile öz annesini, karısını ve hocası (Senka) yı da katlettirmiştir.


Oğlunun emriyle cellâtların hücumuna uğrayan zavallı annesi: «O kılıçlarınızı böyle bir zalim evlâda süt veren şu göğüslerime vurun. Çünkü onlar, böyle bir hunhar köpeği besleyip büyütmekle bu cezayı cidden hak etmişlerdir.» diye yeis ve ızdırap içinde inlemiştir.


Bunun zamanındaki acaip hadiselerden biri de şudur Gökyüzünde 'bir kuyruklu yıldız meydana gelip, doğup batarak altı ay müddetle görünüşü devam etmiştir.


Bu zalim başının akibeti ne oldu acaba? İlâhî adalet bunun da yakasını bırakmadı, zulmü cezasız kalmadı. Roma âyânı buna karşı müştereken başkaldırdılar. Hayatının tehlikeye girdiğini gören zalim Neron, kaçarak kurtulabileceğini zannetti ve kaçtı. Fakat sadece saltanatını terketmek, zulümlerinin karşılığı olamazdı. Habis varlığı, insanlık için bir yüz karası idi. Peşini bırakmadılar. Askerler ardına düştü ve kıstırdılar. Akibetinin fecaatini gören zalim, yeis ve dehşet içinde intihar etti. Böylece kendi pis kanı, kimsenin elinin bulanmasına lüzum kalmadan yine kendi kanlı elleri ile temizlendi.


Ölürken: «Eyvah, insanlık büyük bir dahî kaybediyor.» deyişi, onun aynı zamanda — her zalim gibi — ne büyük bir ahmak kişi olduğunu gösteren en güzel bir örnektir.



TUTİS


Mısır hükümdarı (Firavunu) dır. Hz. İbrahim’le mücadele eden meşhur Babil hükümdarı Nemrut zamanında hüküm sürmüştür. Hz. İbrahim, onun zamanında Nemrut’tan kaçıp Mısır’a gelmiştir. Bazı Kıptî-Mısır tarihleri, Tutis’in meşhur yedi firavunun ilki olduğunu iddia ederler. Tek kız evlâdı vardı: Horya...


Büyük peygamber İbrahim Aleyhisselâm ile olan hikâyeleri şöyle nakledilir:


Hz. İbrahim, putperest Nemrut ile büyük mücadeleden sonra yurdunu terkedip Şam taraflarına gelmişti. Fakat orada da Babil’lilerin tesiri bulunduğu için huzur bulamadı. Mısır’a firavunun ülkesine göçtü.


Zalim ve ahlâksız bir adam olan firavun, Hz. İbrahim’in saygıdeğer zevcesinin güzelliğini duyunca, veziri vasıtası ile Hz. İbrahim’i ve eşini saraya çağırttı. Geldiklerinde, Hz. İbrahim'in eşi Sare’yi yanına aldırdı, ona sahip olmak istedi. Fakat ona doğru uzattığı eli kurudu. Firavun, dua etmesi için Sare'den ricada bulundu. Sare dûa etti, duası kabul oldu ve eli iyileşti. Firavun, tekrar Sare’ye el atmak istedi fakat gene eli kurudu. Firavun, yeminle bir daha dokunma teşebbüsünde bulunmayacağına söz vererek ellerinin açılması için dua edivermesini istedi. Sâre dua ediverdi. Hükümdarın elleri açıldı ve artık Sare’ye saygılı davrandı. Onu, kızı Horya'nın yanına yolladı, ona lâzım gelen iltifatı göstermesini istedi. Horya Sâre’ye çok iltifat etti. Ona Cariyesi Hacer’i ve bir çok yiyecek ve mallar hediye etti. Hz. İbrahim’in emri ile Sâre, yiyecek ve cariyeyi kabul, fakat diğer eşyaları reddetti.


Firavunla Sâre arasında geçen bütün bu hadiseler Cenab-ı Hak tarafından Hz. İbrahim’e gösterildi.


İşte bu firavun Tutis, çok şiddetli, mağrur, zalim bir hükümdar idi. Esasen iktidara da bir cinayetle geçmişti. Diğer kardeşlerine fırsat bırakmamak için öz babasını öldürerek tahta çıkmıştı. Babası ise obur, ahlâksız, ayyaş bir adamdı.


Bir gün böyle gene sarhoş bir halde sarayında oturan babası Malya’nın üzerine saldıran Tutis, onu öldürerek tahta geçmişti.


Zulüm ve gaddarlıkla geçen saltanatının son günleri ise; daha dehşetli bir duruma girmişti. Tek kızı Horya’dan başka evlâda sahip olmayan Tutis, kızının saltanatına rakip çıkmasınlar diye, kendilerinden şüphelendiği bütün akraba ve devlet adamlarım bir bir katlettirmeye başlamıştı. Bu zulmün sonunun gelmeyeceğini ve bu suretle devlet adamlarından da tamamen mahrum kalacağını gören kızı Horya, babasını zehir içirerek Öldürmüş ve kendisi kalan devlet adamı ve hanedan halkı ile devleti idare etmek üzere Mısır tahtına oturmuştur.



TEODATOS


Got Kralı Adler ölünce saltanatına varis olarak annesi Hemilsatiya kalmıştı. Fakat kadın ihtiras sahibi değildi. Kendi nefsinden çok milletini, devletini düşünecek kadar olgundu. Diğer birçok hemcinsinin düştüğü hataya düşmemeye çalıştı. Tahtı akrabalarından, samimiyet ve kabiliyetine inandığı Teodatos adında birine verdi. Fakat adam nankörün biri çıktı. Tahta kurulur kurulmaz ilk işi, kendine saltanatı bağışlayan bu olgun, fedakâr ve akrabası olan kadını katlettirmek oldu.


Bu zulüm ve nankörlük nümûnesi hadisesi, Bizans imparatoru Jüstinyen’in kulağına gidince canı buna pek sıkıldı.


Bu, zülme uğrayan kadının intikamını alıvermek üzere meşhur kumandanı Belizaryus’u vazifelendirdi. Belizaryus, büyük bir ordu ile yola çıkarak Teodatos üzerine yürüdü.


Yapılan muharebede Teodatos yenildi. Gerçi kral hayatını kurtararak harbi bitirmiş oldu ama Got ayanı bu neticeden memnun kalmadı. Bu harbin Belizaryus ile aralarında muvazaalı olduğunu iddia ederek Kral Teodatos’u azlederek, yerine Ovitikus Kral ilân edildi.


Yeni kral tahta çıkar çıkmaz eski kral Teodatos’u Öldürttü. Bu suretle de maktule Hemilsatiya’ya yapılan zulmün cezası alınmış oldu.



VELİD


Velid, Emevî hükümdarıdır. Hişam’dan sonra Emevî halifesi olarak tahta çıkmıştır. Künyesi: Fasıktır.


Bu Velid, emsali az görülmüş sapık ve zalim insanlardan biridir. Esasen onu iyi tanımak için mensup olduğu aileye şöyle bir bakmak kâfi: Babası: Yezid Abdülmelik, anası; meşhur zalim Haccac’ın kız kardeşi ve gene onun kadar zalim olan Irak valisi Yusuf Sakafî’nin kızı. Bunun ve adı geçen ailesindeki büyüklerin yaptıkları zulüm ve ahlâksızlıklar akıllı insanın kârı değil. Belki bu tip insanlarda, akli muvazene tam değildir. Fakat Velid’in aynı zamanda değerli bir şair olduğunu nazara alınca, insan ne diyeceğini, bu sapıklığı nasıl mânâlandıracağını bilemiyor, işte hayatı:


Hicrî doksan senesinde Şam’da doğmuştur. Yezid’in oğludur. Gayet yakışıklı ve edebî zevki kuvvetli; fakat zalim, fasik bir insandır. Babası Yezid tarafından veliaht tayin edildiği için, Hişam öldüğünde yerine Hicrî 125 senesinde kendisine biat edilmiştir. Zehebi, müteselsil senetle Hz. Ömer’den nakleder ki: «Bir gün Ümmü Seleme’nin biraderinin bir çocuğu olmuş, çocuğa Velid ismini koymuşlar. Resul-i Ekrem, çocuğun bu ismini duyunca: «Bu çocuğu firavunlarınızın isimleri ile isimlendirdiniz. Bu ümmetten Velid adında bir adam gelecek ki, onun bu ümmete karşı olan şiddeti, firavun’un halkına olan şiddetinden fazla olacak.» buyurmuştur.»


İşte zaman gelmiş, Velid bu ümmete halife olmuştu.

Halifenin bir vazifesi de halka namaz kıldırmak, yani cemaate imam olmaktı. Bir sabah, ezan okunurken, halife Velid, cariyesi ile şarap içiyordu. Kalktı, cariyesi ile cima etti ve sonra da:


«Yemin olsun ki, bu gün namazı kimse kıldırmayacak, sen kıldıracaksın.» dedi.


Cariye, padişahın elbiselerini giydi. Cünup ve sarhoş yalpalayarak gitti ve cemaate imam oldu.


Velid bir gün harem dairesine geçer. Haremde yetişkin kızı, dadısı ile oturmaktadır. Velid, hemen kızının üzerine çullanır ve zavallı öz kızının bikrini izale eder. Durumu dehşetle seyreden dadı:

«Bu senin yaptığın mecûsiliktir. Zira kızları ile evlenmeği mubah gören onlardır.» deyince, ahlâksız Velid, şu şiiri okur:


«İnsanların kınamasından korkan, eleminden ölür,


Buna aldırmayan cesurlardır ki hayattan zevk alır,»


Velid, bir gün Tefeül için eline Mushaf-ı Şerif-i alır ve rastgele bir yerinden açar ve «Her sapık zalim helâk oldu.» âyeti kerimesi ile karşılaşır. Kaderin yüzüne vurduğu bu şamar karşısında Velid pek kızar. Sivri aklınca Kur’ân’dan intikam almaya kalkışır: «Beni alay ve tehdit mi ediyorsun?» diye Mushaf-ı Şerif-i karşısına koyarak nişan alır. Ok ata ata kitabı parça parça eder ve bu şiiri okur:



«Sen her sapık zalimi tehdit mi ediyorsun?


Al; işte benim o, cebbar anid!»


«Yarın mahşerde Rabbin huzuruna vardığında, De ki: «Beni okla parçaladı Velîd.»

Velîd, Nasr bin Seyyar’ı Horasan’a vali tayin etti. Irak Amili olan Yusuf Sakafî de Velid’e adam gönderip pazarlık etti. Vali Nasr’ı bütün amilleri ile beraber satın aldı. Nasr’a da, ehlü ayalini ve emvalini alıp gelmesi için emir gönderdi. Beri taraftan da Velid, bütün vergileri ile Yusuf’a sattığı ayni Nasr'a emir göndererek; ne kadar güzel at ve doğan varsa toplanmasını, oyun ve çalgı âletleri, altın, gümüş ibrikler yaptırmasını, bütün bunları ve Horasan ileri gelenlerini alıp Şam’a gelmesini emretti.


Anlaşılan geniş emeller besliyor, ulaşılmaz zevkler içinde yoğrulu saltanatını sürdürmek istiyordu.


Velid’in sayısız zulüm ve ahlâksızlıkları 'kısa zamanda her tarafta nefretle duyuldu. Dedikodusu edilir oldu. Halk, bîzar oldu. Nihayet, babasının diğer cariyelerinden olan kızları yani kendi baba bir kız kardeşleri ile de resmen evlenmesi, halikın tahammülünü taşırdı. Bütün Emevî halkı bu sapığın hal’edilmesinde birleşti. Yerine amcazadesi Yezid’i halife nasb ettiler. Yezid, Şam’ı zabpetti. Velid, durumu öğrendiği zaman, Şam nahiyelerinden Tedmür’de av ve eğlence ile meşguldü. Yezid, asker göndererek Velid’i kuşattı. Velid, karşı geldi ise de askeri mağlûp oldu ve kendisi Hisnüi Bahr’da sıkıştırıldı. İşin bittiğini gören Velid, henüz ilk senesinde bulunduğu saltanatını tatlılıkla devam ettirebilmek ümidiyle saray kapısına kadar çıkmış ve her sapık zalim gibi bükemediği kolu öpercesine şu sözleri söylemiştir:


— «Ey asker, içinizde asil ve ulu bir kimse varsa çıksın, konuşalım.» Yezid bin Anbese, ileri çıkarak: «İşte ben varım ey Velid! Ne söylemek istiyorsan bana söyle.» dedi. Velid:


«Ben sizin maaşlarınızı arttırmadım mı? Ben sizin ağır mükellefiyetlerinizi kaldırıp bahşişler vermedim mi? Neden bana karşı böyle isyan ediyorsunuz?»

Yezid:


«Biz, sana şahsi işlerimiz için başkaldırmış değiliz. Bağlı bulunduğumuz İlâhî kanun namına seni azl ediyor ve cezalandırmak istiyoruz. Çünkü sen; şarap içtin, kızına tecavüz ettin, kız kardeşlerinle evlendin. Bu suretle Allah’ın yasaklarını çiğnedin, onun emirlerini küçümseyip onlara ve onları ihtiva eden kitaba hakaret ettin. İşte; biz senden bunları, bu zulüm ve ahlâksızlıklarını dava ediyoruz.» dedi.


Bu suretle ümidini kesen Velid, odasına çekilerek, daha yakında okla paramparça ettiği Kur’an-ı Kerim’i eline aldı: «Bu gün Hz. Osman'ın şehid olduğu gün gibidir.» diye okumaya başladı.

Bu sırada asker, evini kuşattı. Önde Yezid bin Anbese olmak üzere beş-on asker duvarı aşıp odasına girdiler, başına, yüzüne ve diğer yerlerine vurulan kılıç darbeleri ile habis canını aldılar. Başını kestiler, yüzünü yaralarını diktiler ve başını bir mızrağa geçirerek yeni hükümdar Yezid’e gönderdiler.



YUSUF SAKAFÎ


Emevî valilerindendir. Halife Hişam zamanında azledilen Halid bin Abdullah Kuserî yerine Irak ve çevresine genel vali olarak tayin edildi. Meşhur zalim Haccac’ın babası ve sapık halife Velid’in anne babasıdır.


Bu adam da acaip tiplerden biridir. Hem çok iyi, çok dindar bir adam, hem de çok zalim ve âsî adam görünüşündedir.


îyi yönleri:


Aile halkını çok mazbut tutardı. Namazı cemaatle kılmayı ihmal etmezdi. Namazı uzun uzun ve hûşû içinde kılardı. Sabah namazından sonra kuşluğa kadar camide kalır, kimse ile konuşmaz, Kur’an tilâveti ile vakit geçirirdi. Mütevazı ve yumuşak sözlü idi. Daima Cenab-ı Hak’ka karşı tazarru ve niyazda bulunurdu. Edebî zevki ve şiir kabiliyeti vardı. Bu haliyle ne güzel adam...


Fakat madalyonun ters tarafı bambaşka:


Çok şiddetli, zalim bir insan kasabı, ahmak bir adam... Zıt hareketler kumkuması...


Yeni elbise diktirdiğinde, tırnağını elbisenin üzerinde gezdirir, herhangi bir pürüze takılırsa; o kumaşçıyı döğdürür veya elini kestirirdi.


Bir gün bir elbiselik kumaş getirdiler. Kâtibine sorar: «Nasıl buldun?» Kâtip: «Dokuması biraz daha sık olsaydı daha iyi olurdu.» der. Yusuf, kumaşçıya döner: «Gördün mü, a soysuz adam, kâtip doğru söylüyor.» der. Adam: «Kâtip bunun değerini ne bilir? Bu bizim sanatımızdır, biz malı biliriz.» der. Bu defa kâtibe: «Gördün mü a soysuz adam, sen ne anlarsın bu işten? Adam doğru söylüyor.» der. Kâtip: «Bu herif, senede ancak böyle bir veya iki kumaş dokur. Ben ise yılda böyle yüz çeşit kumaş elden geçiririm.» deyince Vali Yusuf bu defa da bunu tasdik eder... Sonra da kumaşın düğümlerini saydırmış ve bir tek düğüm eksik çıkınca da adama yüz kırbaç vurdurmuştur.


Daha evvel Yemen amili idi. Irak valiliğine tayini çıkıp, yola çıkmaya karar verince, bir cariyesini çağırıp;


—  «Benimle beraber gelir misin?» der. Kızcağız:


— «Gelirim.» deyince de: «Sen bunu şehvetine olan düşkünlüğünden söylüyor ve istiyorsun.» diye azarlar ve cellâdı çağırıp: «Vur şunun kafasını» der.


İkinci cariyesini çağırıp aynı teklifi yapınca, bu da: «Hayır gelmek istemiyorum.» der. Bu defa da: «Bu, senin zühdündendir.» der, onu da cellâda teslim eder.

Üçüncü cariyeyi çağırıp aynı teklifi yapar. Bu, ikisinin halini bildiği için: «Bilmiyorum» der. Bu defa bunu da aynı şekilde cellâda teslim eder ve her üç kızcağızı da böylece sebepsiz yere öldürtür.


Kendisi kısa boylu idi. Elbise dikmek için gelen terzi: «Bu kumaş çoktur, artar.» derse, onun boynunu vurdurur. «Bu kumaş azdır, size bundan çıkmaz, daha kumaş lâzım.» derse memnun olurdu. Bunu bilen terziler, her elbise diktirdiğinde, kumaş parçalarını saklar; «Yetmedi, daha lâzım.» diye haber gönderirler, o da memnuniyetle kumaş gönderirdi.


Bir gün kâtibi dairesine gelemez. Vali Yusuf sebebini sorar, adamcağız korkusundan: «Efendim! Dişim çok ağrıyordu. Onun için dün size hizmet şerefinden mahrum oldum.» der. Vali hemen diş hekimini çağırır: «Şunun dişini çek.» der, çektirir. Sonra da; «Onun yanındakini de çek de, bir gün o da ağrıyıp işe gelmesine mani olmasın.» der ve adamcağızın her iki dişini de söktürür.


Daha nice acaiplikleri olan bu adam, Irak’a vali olur olmaz, eski valinin bütün malını müsadere ve kendisini de diğer bütün amilleri ile beraber hapsetti.


Ayrıca, bu eski vali Halid.in, Hz, Hüseyin’in torunu imam Zeyde külliyetli miktarda mal emanet etmiş olduğu iftirasını Halife Hişam’a duyurdu. Halife, ifade almak üzere mazûl vali Halid’i huzuruna çağırırken; Yusuf da Hz. imam Zeyd’i çağırarak bir hayli — edepsizce — azarladı. İmam, bunun tamamen bir iftiradan ibaret olduğunu isbat ettikten sonra kalkıp Kûfe’ye gitti. Ve bu zalim Yusuf’un iftirası, ikinci bir Kerbelâ vak’asına sebep oldu. Şöyle ki:


İmam Zeyd, Yusuf’un şerrinden kaçmak saklanmak ve sık sık yer değiştirmek mecburiyetini hissetti. Bu durumu bilen ve Emevî idaresinden bîzar olan bir kısım halk etrafına toplandı. O kadar ki, 40 bin kadar Hz. Ali taraftarı Zeyd’in etrafında toplanıp onunla bir harekete hazır olduklarını söyler oldular. İmam Zeyd bunlara, dedesi gibi, inandı. Kûfelilere güvenmenin doğru olmadığını söyleyen dostlarını dinlemedi. Esasen bu sırada vali Yusuf da kendisini şiddetle aramakta idi. Ve hayatı mutlaka tehlikede idi. Bu durumda, artık bir hareket zaruretini kabul ve kırk bini bulan taraftarlarına ilân etti.


Bunun üzerine taraftarı görünen Kûfe’li Alevî’ler onu son bir imtihana tabi tuttular; ileri gelenlerden bir gurup gelerek:


— «Şeyheyni mühteremeyn (= Hz. Ebubekir ve Ömer) hakkında inancınız nedir, ey imam?» diye sordular. İmam Zeyd :«Allah onlara rahmet ve mağfiret etsin, derim. Çünkü ecdadımdan, mensup olduğum aileden bundan başka, hayır duadan başka birşey duymadım.» der. Bunun üzerine adamlar imamı refüze ettiler. Kendilerine de refeze (= Rafizâler) dendi. Ve imamı bırakıp ayrıldılar. İmam Zeyd’in yanında sadece 300 kişi kaldı. Hz. Ali’ye bağlı olduklarını söyleyen bu sahtekârlar, Hz. Ali’nin oğlundan sonra torununu da böylece çöl ortasında ve düşman çemberi içinde yapayalnız bırakmışlardır.


İmam Zeyd, bazı münâdiler çıkararak: «Ey, falan, filân nerdesiniz?» diye çağırtmışsa da hiç kimse ses çıkarmamış, çekip gitmişlerdir. Bu arada, imamın etrafını sarmış bulunan Yusuf’un ordusu, bu bir avuç gönüllü karşısında evvelâ bozulmuş, daha sonra aldığı çok sayıda takviye kuvveti ile bunların çoğunu katletmiştir. İmam Zeyd, alnından aldığı bir ok yarası sonunda bir eve kaldırılarak gece bir cerrah tarafından ok çıkarılmış ise de, ok beynine geçmiş olduğundan çıkarılır çıkarılmaz ruhunu teslim eylemiştir.


Cesedini Hor’a defnettiler ve düşman eline geçmemesi için de üzerinden su akıttılar. Fakat imamın cesedini savaş meydanında bulamayan Yusuf, onu şiddetle arayıp soruşturdu. Bunun üzerine, Hz. Seyd’in azatlı kölelerinden Sindî isminde bir habis adam onun medfun bulunduğu yeri gösterdi. Yusuf, cesedi çıkarttı, başını kesip Hişam’a gönderdi. Hişam, onu uzun müddet Şam kapısı üzerinde asılı tuttuktan sonra Medine’ye gönderdi.

Yusuf da Zeyd’in cesedini, diğer arkadaşları; Nasr, Muaviye ve Zeyyad’ın cesetleri ile beraber bir çöplüğe astırarak başına nöbetçi dikti ve Hişam’ın hükümdarlığı müddetince orada asılı kaldı. Yusuf’un kızından torunu olan sapık Velid halife olunca da cesedi indirip yaktılar.


Yusuf, ayrıca eski vali Halid’i halife Velid’ten beş milyon dirheme satın alarak hapisten çıkardı ve sapık zevkine uygun işkenceler tatbik ederek öldürttü.


O Hz. Ali ve torunlarından çok Ali’ci görünen Alevîler. (Kraldan fazla kralcı) Halka karşı zulümleri ise sayılmayacak kadar çok olan bu zalimi halkın başından, diğer zalim, Halife Velid’i defeden yeni halife Yezid defetti. Yezid, Yusuf'u Irak valiliğinden azl ve yerine Mansur’u tayin etti. Ve kendisine, Yusuf’un zulmünü unutturacak, onun açtığı yaraları tedavi edecek şekilde halka karşı adil ve merhametli davranmasını emretti.


Yusuf, gizlice Şam’a kaçtı. Orada, ele geçmemek için kendini gizledi. Mervan’ın halifeliğine kadar da orada mahpus kalarak hayatını geçirdi. Fakat Mervan zamanında ele geçirilerek katledildi ve zalim varlığı ortadan kaldırıldı.




ZOMÎSYANÜS


Bu Roma hükümdarı da pek zalimdi. Milâdın seksenüç senesinde tahta geçmişti. O devirde hıristiyan dininin yeni geliştiği devirlerdi. Dolayısiyle onlara pek dehşetli ve mağrur davranırdı. Daha ileri giderek; Hz. İsa’ya da dil uzatır, alay ederdi. İsevî’ler için: «Hayranım şu adamlara. Aptal herifler! Bir asılmış adama itaat eder, taparlar.» derdi.


Havariyyun’dan kâtib-i İncil Yuhanna, bunun devrinde sağ ve Incil’i -neşre çalışıyordu.


Zomisyanus, Yuhanna’yı faaliyetten men etti. Telkine devam edince onu bir adaya sürdü. Yuhanan ona bir mektup yazdı: «Saltanatına güvenip mağrur ve zalim olma. Bil ki, ikbal günlerin gitmek üzeredir.» dedi. Hakikaten bu zalim hükümdarın akibeti de çok sürmeden kötü bir şekilde sona erdi. Bilginlere, hıristiyanlara, bütün Romalılara zulmeden, hatta Romalıları Roma şehrinden kovmaya cüret eden bu zalim Zomilyanus’a bütün Romalılar diş biliyordu.


Nihayet senato, idamına gizlice karar verdi. Ve Mecliste otururken, hazırlanan adamlar hücum ederek kendisini öldürdüler. Böylece, saltanatının onbeşinci senesinde lâyık olduğu cezayı bulmuştur.




ZEHRA PAŞA


Mısır acaip bir yerdir. Firavunları bol olduğu gibi, Kleopatra’ları da eksik değildir. îşte Zehra Paşa da, bu Kleopatra müsveddelerinden bir tanesidir.


Zehra, Mısır Hükümdarı Mehmet Ali Paşa’nın kızıdır. Defterdar Ahmet Paşa ile evlenmiş, daha sonra genç yaşında ondan dul kalmıştır. Esasen kocası da sayılı zalimlerden biri idi. Zehra ise, babadan ve kocadan gelen bu göreneğini pek arttırdı. Hattâ onları geçecek ve mahcup edecek raddelere kadar vardırdı işi. Mısır’lılar, ona, şöhretini yaşatacak bir ad da verdiler: Zehra Paşa...


Kocası ölünce, bu kadın ölçüyü tamamen, kaybetti. Kendisini bağlar gibi görünen bütün ahlâk ve hayâ iplerini kopardı attı. Tam bir dişi canavar halini aldı. Rezalet ve zulümleri Kahire’de dillere destan oldu.


Haremağalarını bir avcı gibi kullanırdı. Onları pazarlarda, kahvehanelerde, diğer iş ve eğlence yerlerinde dolaştırır, güzel ve dinç gençleri seçtirir, onları teker teker saraya aldırırdı. Bunları, yanına almadan evvel de sarayda iyi bir temizlik ve hazırlıktan geçirtirdi.


Meselâ: Bu gençler, saraya alındıktan sonra saray hamamına sokulur, güzelce yıkanır, güzel kokular sürülür, sonra temiz çamaşırlar giydirilir ve gereken her türlü ihtimam gösterilirdi.


Bütün bu hazırlıklardan sonra bu hazırlığı biten genç, Zehra Hanınım haremine alınırdı. Zehra, bir müddet bu genç ile hareminde yaşar, sonra bundan usanırdı. O zaman da, bunu dışarı salıvermenin mahzurlu olacağı, sırrını dışarıda faş edeceği düşüncesiyle genci boğdurur, cesedini saray yakınındaki kanala attırırdı.


Sonra gelsin yenisi...


Bu minval üzere bir hayli zaman geçti. Boğulup denize atılan Zehra Paşa’nın attığı gençlerin sayısı bir hayli arttı. Kanaldan çıkan cesetlerin sayısı gün geçtikçe yükselmeye başladı. Halkı bir merak ve endişedir aldı. Bu cesetler nereden geliyordu ?


Nihayet kanaldan çıkan ve ardı arası kesilmez olan genç erkek cesetlerinin hikâyelerini öğrenmek için halk harekete geçti. İşi tahkik ettiler. Ve Zehra Hanımın maceralarını öğrendiler. Durum hemen şehre yayıldı. Herkes tarafından bilinir ve söylenir oldu.


Fakat Zehra Paşa, halâ macerasına devam ediyor, rezalet ve cinayetlerinin sarhoşluğuna dalmış gidiyordu. Zehra Hanımın sarayının içini dolduran iğrenç kokuları taşıyan cesetler, gine kanalın çamurlu suları içinde sürüklenip akıyordu.


Tarihte nice ahlâksızlar, nice caniler gelip geçmişti; ama bunun gibi her melaneti şahsında birleştirmiş hem de kadın kişiler pek enderdi. Bu, tam manasiyle bir dişi canavar kesilmiş, Mısır Kraliçesi meşhur Kleopatra’nın habis ruhunu şahsında en belli şekilde temsil etmişti.


Onun bu rezalet ve cinayetleri herkesi meşgul etmeye başlamıştı. Aklı başında herkes buna bir çare düşünüyor, macera heveslileri de kendilerine göre bazı denemelere girişmeyi tasarlıyordu.


Marsel’e göre; Mısır’da bulunan ecnebiler de bununla bir hayli ilgilenmişler. Bu arada, bir Fransız da kendine göre bir çare, bir macera şekli düşünmüş, böyle maceralara hevesli iki gürbüz Fransız gencini silâhlayıp süsleyerek günlerce haremağalarının uğraması muhtemel olan yerlerde bekletmiş. Maksadı, bu silâhlı gençleri saraya sokup bu püsküllü belâdan Mısırlıları kurtarmakmış. Fakat, günlerce bu gençleri haremağalarının uğraması muhtemel olan yerlerde beklettiği halde bir türlü haremağaları onların yanına uğramamış ve Fransız da bu macera denemesine fırsat bulamamıştı.


En sonunda durum, babası Mehmet Ali Paşa’nın kulağına kadar gitmişti. Kendi hali de pek adilâne olmamakla beraber, Vali Mehmet Ali Paşa’yı bu durum pek üzmüştü.

Bu canavarlaşmış kızını öyle kolay tedbirlerle artık yola getiremiyeceğini anlayan Paşa, kızı Zehra Paşa’nın oturduğu bu rezalet yuvası sarayın bütün pencerelerini taşla ördürmüştü.

Fakat, çok geçmeden bunun da yeterli bir tedbir olmadığını gördü. Bunun üzerine Mehmet Ali Paşa, tekrar bir emir daha verdi: Saray’ın bir tanesi hariç diğer bütün giriş-çıkış kapılarını taşlarla ördürdü. Bu kapının önüne de, gece gündüz nöbet (tutmak, kendi müsaadesi olmadan hiç kimseyi saraya bırakmamak şartiyle bir müfreze asker koydu ve kızı Zehra Paşa’yı bu ışık almayan ve dış hayattan tamamen tecrit edilmiş saray isimli dört duvar arasına hapsederek kendi haline terk etmiştir.


Artık, Zehra Paşa’nın sarayı yakınından akan kanalın çamurlu suları arasında saraydaki iğrenç kokulan taşıyan, genç insan cesetleri görülmez olmuştu.



TARİH BOYUNCA MEŞHUR ZALİMLER ve Akibetleri

Yazan: Nail PAPATYA ( Bursa Müftüsü )

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak