30 Mart 2022 Çarşamba

MANEVÎ ve MİLLÎ DEĞER İFADESİ OLARAK RENKLER

 Yeşil


Türk mitolojisine göre hayır İlâhı Ülgen’in, koruyucu ruh olarak kabul edilen yedi oğlundan birinin adı Yaşıl (yeşil) Kaan idi ve umumiyetle bitkilerin yetişip-büyümesini düzenlediğine inanılırdı. Ayrıca, yeşilliklerin Ülgen inanışı ile bağını gösteren mitolojik inanmaya göre Ülgen, insan  vücudunu yarattıktan sonra Kuday’ın yüksek ulûhiyetinin huzuruna kuzgun denilen kuşu göndererek yarattığı insan için can ister. Kuzgun semaya uçar. Canı alıp dönerken yerde bir leş görür. Dayanamayarak leşi yemek için ağzını açar. Gagasındaki can, çam ormanına düşerek dağılır. Bundan dolayıdır ki çam ve ardıç gibi ağaçlar kış ve yaz yeşilliklerini muhafaza ederler. Görülüyor ki beyaz ve al ile ilgili olduğu gibi yeşil ile ilgili olarak da Türklerin manevî inanmalarının kökü, onların en eski dinî inanmalarından kaynaklanmaktadır.

Diğer taraftan eski Türkler yılbaşını başlıca iki tabiat olayının görülmesi ile başlatmışlardır. Bunlardan biri otların yeşermesi, diğeri de gök gürlemeleri ile yıldırımların başlaması idi. İşte, en eski dönemlerde büyük çoğunluğu hayvancılıkla geçinen ve dolayısıyla göçebe hayat yaşayan Türklerin doğrudan doğruya ekonomik hayatlarının temelini teşkil eden hayvan sürülerini otlağa çıkarmak ve sürülerin yavrularını elde etmek itibariyle otların yeşerme zamanı Türklerin hayatında çok büyük rol oynamıştır. Aynı şekilde yerleşik Türkler de, toprağın işlenmesine ve tohum ekilmesine müsait hale gelen havaların başlangıcını, yeni bir yılın başlangıcı, hayatın da yeniden başlaması olarak değerlendirmişlerdir. O yüzden de yeşil renge ayrıca büyük bir önem vermişlerdir. Yeşillik için ve özellikle ekilen tohumların yeşermesi için de yağmur gerekliydi. Bu itibarla Çin kaynaklarının bildirdiği gibi, daha M. Ö. 8. yüzyılda 9 ve 21 Mart tarihleri, yani otların yeşermeye başladığı dönem Türkler tarafından yılbaşı ve bahar bayramı olarak kutlanır olmuştur ki, bu bayram bilindiği gibi bugün Farsça adı ile NEVRUZ olarak adlandırdığımız bayramdır. Türklerin, Farslarla (İranlılarla) temasa gelmeden önce, yani NEVRUZ kelimesini Farslardan alıp kullanmadan önce bu yılbaşı günü için yeñi kün, ergen kün (erginlik yani olgunluk günü; ergenekon veya erken kün, ilk gün) vb. adlarla adlandırmış oldukları, bu adların bugün de bazı Türk toplulukları tarafından kullanılmakta oluşundan anlaşılabilir. O halde görülmektedir ki, Nevruz, en az üç bin yıllık bir Türk geleneğidir. Dolayısıyla bu millî bayramı İran ve Kürt bayramı olarak istismar etmek tarihî gerçeklerle asla bağdaşmayan bir husustur.

Tabiatın canlanması ile ilgili olarak, eski Türklerde yağmurun bütün tabiatı yeşerten -yani eski Türklere göre, yaşartan- bir tabiat vergisi olarak değerlendirildiği bilinmektedir. Bu yüzden “yaş” sözü hem ıslaklık hem de suyun (tabiî yağmurun da) canlandırdığı yeşilliklerin adı oluyordu. Dolayısıyla, yaşarmak (ıslak olmak, ıslanmak) ile yeşermek, yeşillenmek aynı fiil ile ve “yaşarmak” olarak ifade ediliyordu. Yaşıl da yeşil renk demek oluyordu. Bugün yeryüzünde yaşayan Türklerin hemen tamamı yaş sözünü insan ömrü için de kullanmaktadırlar. Ayrıca pek çok Türk topluluğunda yaş, genç insan demektir ve genellikle yaş yiğit (caş cigit veya jas jigit) = delikanlı anlamına kullanılmaktadır. Bunun şuradan ileri geldiği anlaşılıyor: Eski Türkler yaşlarını söylerken, “ben 20 yaşarma (yeşerme) gördüm” derlerdi. Böyle bir söz, “ben 20 yaşındayım” demekti. Herhalde bugün de kullandığımız yaş deyimi bu gelenekle ilgili olarak söylenmiş bir deyim olmalıdır.

Diğer taraftan yaşıl kök yani yeşil gök tabirinin Türklerde gökyüzü anlamında kullanıldığını da görüyoruz ki bugün de Türkçede göğermek sözünün yeşermek anlamında kullanıldığı malûmdur. Bu itibarla Türklerin zaman zaman yaşıl sözü yerine kök (gök) sözünü de kullandıklarını burada hatırlatmakta yarar vardır. Nitekim Yusuf Has Hâcib’in “yağız yer, yaşıl kök” şeklindeki ifadesinden, O’nun yaşadığı çevrenin, kâinatı kara yer ve yeşil gök ile çevrilmiş olarak algıladıkları anlaşılmaktadır. Yine aynı yazar, baharı anlatırken şöyle diyor: “yağız yer, yaşıl torku (ipek) yüze badı 

= yağız yer, yüzüne yeşil ipek tül bağladı. Yazar, çok eski bir inanış ve deyiş olan yağız yer sözünü çok sık kullanmaktadır. Aynı zamanda yağız ile yaşıl renkler arasında da bir kontrast ve eşleme oluşturmaktadır. Aslında yüze bağlanan bu ipekli, muhtemelen duvak anlamını ifade etmektedir. Anlaşıldığına göre al kaftan ve al duvak geleneğinin yanında, al kaftan ve yeşil duvak eşlemesi de Türk gelenekleri arasında en eski zamanlarda yer almış bulunmaktadır. Nitekim yeşil -kızıl eşlemesi, Göktürk yazısı ile yazılmış Turfan el yazmasının, “yaşıl kaya yayladım - kızıl kaya kışladım” sözlerinde de görülmektedir. Aynı şekilde, Kaşgarlı Mahmud’un XI. yüzyıl sonları için kaydettiğine göre “Kızlar kılınu bilseler (ağır başlı zarif olurlarsa) kırmızı (kızıl) giyerler; yaranu (cilvelenmeyi ve sevilmeyi) bilseler yeşil giyerler” şeklindeki sözleri de, kızıl-yeşil ikilisini ve bu renklerin eski Türk yaşayışında ne kadar yaygın olduğunu göstermektedir. Aynı şekilde, yine Kaşgarlı’nın, XI. yüzyılda Türk piyasalarında alınıp-satılan Çin ipeklilerinden söz ederken sık sık, kırmızı, yeşil ve sarı renkli kumaşlardan söz etmesi, söz konusu renklerin Türk günlük hayatındaki yerini ve onların kültüründeki yansımasını göstermesi bakımından dikkat çekicidir.

Türklerin eski Şaman törenlerinde, bir ip üzerine asılmış gök (yeşil), kırmızı, sarı ve beyaz bezlerin Şaman’a gök yolunu gösterdiğine inanmaları da, yeşil renk ile, beraberindeki kırmızı, sarı ve beyaz renklerin Türk inanç ve geleneklerinde nasıl yaygın bir şekilde yer tuttuğunu göstermesi bakımından kayda değer. Ayrıca buradaki “gök yolu” tabirinin, kök kuşağını çağrıştırdığına da işaret edelim. Bu münasebetle onların yön belirtmede yeşil rengi doğunun sembolü olarak kullandıklarını hatırladıktan sonra, kendi doğularında kaldığı için Çin’in mavi ırmak olarak adlandırılan ırmağına Yaşıl Öğüz (yeşil öz = yeşil ırmak) dediklerini de kaydedelim.

Diğer taraftan, M. S. 629 yılında Batı Göktürk kağanının hakanlık otağına giden ünlü Çinli seyyah Buda rahibi HüanTsang’ın, “... Kağan yeşil satenden bir kaftan giymişti... Çevresi, brokat (altın işlemeli) kaftan giymişti. Askerler uzun mızraklar, bayraklar ve güçlü yaylar taşıyorlardı” şeklindeki kaydı ise, yeşil rengin Türklerde hâkimiyet sembolü olarak kullanılmaya başlandığını da göstermektedir. Orta Asya’da egemenlik kuran Kırgız Türklerinin de IX. yüzyılda yeşil kumaştan bayrak kullandıklarına dair Arap seyyahı Ebû Dülef’in kaydı, artık Orta Asya Türklerinde yeşilin hâkimiyet sembolü ve bayrak rengi olarak yaygınlık kazandığının bir işareti olmalıdır.

İslâmiyetle birlikte yeşil rengin, Hazret-i Peygamber’in üç sancağından birinin rengi olarak ayrıca manevî bir anlam kazandığı ve Müslüman Türklerin hayatında müstesna bir yer işgal ettiği de bilinmektedir. Bu münasebetle XII. yüzyıl Şiî İslâmın büyük vâiz ve âlimlerinden İranlı Abdülcelil el-Kazvinî’nin 1161-1165 yılları arasında yazdığı Kitabü’n-Nakz adlı eserinde; Hâce Nasibî adlı bir Sünnî yazarın yazdığı Fadâihü’r Ravâfız adlı kitabında Şia’yı beyaz bayrak kullandıkları için mülhidlikle itham etmesi üzerine, bize Hazret-i Peygamber’in bayrakları ile ilgili olarak şu dikkate değer bilgileri vermektedir: “Şia beyaz bayrak sahibidir” şeklindeki sözler doğru değildir. Şia melikleri (hükümdarları) yeşil, beyaz ve her renge sahiptirler. Ancak, Abbas’ın şiarı ve özel rengi olan siyahı kullanmazlar. Siyaha Abbasî halifeleri sahip olunca, diğerlerinin onlara benzememek için zaten siyahı kullanmaları beklenemezdi. Görmüyormusun ki, Selçuklu melikleri ve sultanları eğer 100.000 kişilik bir ordu toplasalar, o orduda siyah bayrak bulunmaz. Bunun yerine yeşil, sarı ve kırmızı bayraklarını kullanırlar. Tabiî bunu, halife ile halife olmayanlar arasındaki fark belli olsun diye yaparlar. Fakat, şüphe yoktur ki Şia mezhebi, Peygamber’in Beyaz, Siyah ve Yeşil bayrakları olduğuna kesin olarak inanır. Peygamber Siyah’ı Abbas’a verdi. Yeşil’i Osman b. Affan’a verdi. Melikler ve sultanlar onu takip ettiler. Beyazı ise Sa’d İbn Abbâde-i Ensârî’ye vermiş iken, Mekke’nin fethedildiği gün geri aldı ve Emîrü’l-Mü’minîn’e (yani Hazret-i Ali’ye) verdi. O halde, Osman’ın ve Abbas’ın yolunu tutanlar ne kadar haklı iseler, Hazret -i Ali’nin beyaz bayraklı yolunu tutanlar da o derece haklıdırlar. Hâce Nasibi bilsin ki, beyaz bayrağa sahip olmak mülhidlik değildir.”


Görülmektedir ki, Abdülcelil el-Kazvinî, dikkate değer bir şekilde Hazret-i Ali’nin ve dolayısıyla Şia’nın neden beyaz bayrak kullandıklarını izah ederken, bize Selçuklu sultanlarının yeşil, sarı, kırmızı bayraklar kullandıklarını da bildirmektedir ki, aşağıda bu husustan ayrıca bahsedilecektir. Ancak tarihî süreç içinde olaylara bakıldığı zaman, başta Osmanlılar olmak üzere yeşil bayrağın yanı sıra beyaz bayrak da Sünnî kesim tarafından çok yaygın bir şekilde kullanıldığı gibi, Seyyidler ve Safevîler de beyazı değil, yeşil rengi ve yeşil bayrağı tercih etmişlerdi. Hattâ, bilhassa Türkiye Alevî-Bektaşîlerinin zaman zaman siyah sarık ve siyah cübbe kullandıklarını da biliyoruz ki, bu husus bize Abdülcelil el-Kazvinî’nin XII. yüzyıl için söylediklerinin daha sonraki yüzyıllar için geçerli kalmadığını göstermektedir. Gerçekten de Safevî Türkmen Devleti’nin kurucusu Şah İsmail Safevî’nin bayrakları yeşil idi. Zira Safevî ailesi kendilerinin Peygamber ailesinden olduğunu iddia ediyorlardı ve o yüzyıllarda yeşil renk bütün yakın doğuda Peygamber ailesinin sembolü sayılıyordu. Bu geleneğe bağlı olarak bütün İslâm dünyasındaki Seyyid’ler yeşil sarık ve cübbeleri ile diğer halktan ayrılıyorlardı. Diğer taraftan, yukarıda işaret edildiği gibi Nadir Şah Afşar, yeşil Safevî bayrağının yerine beyaz bayrak kullanmış idi.

Anadolu tarihine baktığımız zaman ise, öncelikle Aydınoğullarından Gazi Umur Bey’in gemisinde yeşil sancak bulunduğunu Düsturnâme-i Enverî’den öğreniyoruz ki, bu renk belki de kuvvetli bir cihad ruhu ile mücehhez bulunan Anadolu gazilerinin tercih ettikleri bir renkti.

Osmanlılarda da yeşil renkli sancağın eskiden beri kullanıldığı söylenebilir. Gerçi, ilk dönemlerle ilgili yeterli bilgiye şimdilik sahip bulunmuyoruz. Ancak, meselâ İstanbul’un kuşatılmasında Fatih’in gemisinde yeşil sancak olduğunu biliyoruz. Aynı şekilde Çaldıran Savaşı’nda Bolu ve Kastamonu süvarileri yeşil sancak kullanmışlardı. Kanunî devrinde ise Kapıkulu ocaklarında da yeşil sancak kullanılmıştır. Yukarıda ifade edildiği üzere, yeşil renkli sancakların Anadolu’da gazilere mahsus olduğunu ve bunun daha çok denizciler tarafından kullanıldığını gösteren muhtelif kayıtlar vardır. Şöyle ki:

Barbaros’un bayrağı, üzerinde zülfikar şekli ile fetih ve zafer âyetleri bulunan yeşil kumaştandı. İnebahtı Deniz Savaşı’nda Cezayir Beylerbeyi Uluç Ali Paşa’nın gemisinde, üzerinde beyaz bir pençe ile fetih ve zafer âyetleri nakşedilmiş yeşil sancak kullanılmıştır. Piyale Paşa’nın gemisindeki kumandan bayrağı da yeşil idi. Evliya Çelebi de XVII. yüzyıl Cezayir Osmanlı denizcilerinin yeşil sancak taşıdıklarını yazmaktadır. Yine Evliya Çelebi, Rumeli serhaddindeki gazilerin akına çıkarken yeşil sancak taşıdıklarını kaydetmektedir. XVIII. yüzyılda da kaptan paşalara mahsus bayraklar yeşil idi. Gerek bu, gerekse daha sonraki yüzyılda gemi sancaklarında en çok kırmızı (al) renk kullanılmakla beraber, yeşil bayraklar da çoktu. Bundan başka Osmanlılarda Orta Baştarde yahut Hünkâr Gemisi denilen gemi, diğer baştardelerden daha süslü bir şekilde inşa ediliyordu. Vezirlerden biri donanmanın kara askeri komutanlığına tayin edilir de Kapudan Paşa ile birlikte sefere giderlerse, o zaman bu gemiye biniyordu. Bu gemiyi diğer gemilerden ayıran başlıca alâmetler, teknenin dışının, direklerinin ve küreklerinin yeşile boyanmış olması ve yeşil renkli sancak çekilmesi olup, grandi sütununda da paşa sancağı bulunuyordu.

Osmanlılarda yeşil sancak ve bayrak konusu ile ilgili olarak Miralay Ali Bey, bize şu bilgileri vermektedir: “(Osmanlılarda) yeşil rengin pek çok kullanılmış olmasına gelince: Eskiden beri emîr adıyla adlandırılan Sülâle-i Tâhire-i Peygamberî (temiz Peygamber sülâlesi) diğer insanlardan ayırt edilmek üzere başlarına yeşil sarık sararlardı. Bu suretle levn-i hazra (yeşil renk) seyyidlik nişanı addedilip, aile ileri gelenlerinin ve diğer dinî itibar sahiplerinin kabirleri veya türbeleri yeşil renkle boyanır yahut da aynı renkli çuhalarla örtülürdü. Bu anlayış ve uygulama yeşil rengin Osmanlılarca da Levn-i ruhanî (ruhanî renk, kutsal renk) sayılmasına sebep olmuştur. Bugün dilimizde kullanılan emîr-i sarıklı tarifinden, bahsedilenin yeşil sarıklı olduğu anlaşılıyor. (Diğer taraftan) Grandi direğine yeşil üzerine ay-yıldız nakışlı sancak çekerek limana giren bir geminin hacıları taşıyan bir gemi olduğunu herkes anlar”.


Alıntıdır.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak